Ali Imran Suresi 120-200
UHUD SAVAŞINDAN KAHRAMANLIK ÖRNEKLERİ
Ancak, ibretle örnek alınması gerektiğinden, savaşta meydana gelen olaylar hakkında sunduğumuz bu özet, savaşı bütün yönleriyle tasvir etmediği gibi savaşta vukû bulan herşeyi de kapsamamaktadır. Bu yüzden, o atmosferi bütün yönleriyle çizmek ve canlandırmak için bazı duygulandırıcı olayları anlatmak gerekir.
Okçuların mevzilerini terk ettiği, kafirlerin müslümanları çepeçevre kuşattığı ve "Muhammed öldürüldü" sözünün duyulduğu ve bu sözün etkisiyle müslümanların saflarının ve güçlerinin dağıldığı sıralarda Resulullah'ın yanına kadar sokulan müşriklerden Amr b. Kumey'e, savaşın şiddetli bir anında biraz daha öne çıkmıştı.
Akılları durduran bu dehşet anında, Ümmü İmare, Nuseybe binti Kâ'bi Maziniye Resulullah'ı savunmak için vargücüyle savaşıyordu. Amr b, Kumeyye'ye birkaç darbe indirmişti, ancak Amr'ı üst üste giydiği iki zırh koruyordu. Sonra Amr, Ümmül İmare'ye kılıcıyla bir darbe indirmiş ve O'nu omuzundan ağır yaralamıştı.
Ebu Dücane (Allah O'ndan razı olsun) sırtını, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) siper etmiş, gelen oklar O'na isabet ediyordu. O ise hiç kıpırdamıyor, böylelikle Resulullah'ın görünmesine engel oluyordu.
Talha b. Ubeydullah çabucak Resulullah'ın yanına koşmuş, yere düşene kadar önünde durmuştu. İbn-i Hibban Sahih'inde Hz. Aişe'den (Allah O'ndan razı olsun) şöyle nakleder: "Ebu Bekr-i Sıddık (Allah O'ndan razı olsun) dedi ki: Uhud ;günü, insanların Resulullah'tan uzaklaştıkları sırada Resulullah'ın yanına ilk ben varmıştım. Resulullah'ın yanında savaşıp onu koruyan birini gördüm. `Dayan Talha! Anam babam sana feda olsun. Dayan anam babam sana feda olsun' dedim. Daha ona yetişmeden, bir kuş gibi hızla gelen Ebu Ubeyde b. Cerrah'a rastladım. Beraberce Resulullah'ın yanına gittiğimizde Talha artık yere düşmüştü. Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı vardır' buyurdu. Resulullah yanağından vurulmuş, miğferinin iki halkası yanağına batmıştı. Resulullah'ın yanağından halkayı çıkarmaya yeltendiğimde Ebu Ubeyde `Allah için ey Ebu Bekir onu bana bırak' dedi. Onu ağzına alarak, Resulullah'ı inciltmemek için ön dişleriyle çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin dişi kırılmıştı. Ebu Bekir diyordu ki: İkincisini çıkarmak istediğimde Ebu Ubeyde tekrar `Ey Ebu Bekir Allah için bana bırak' dedi. Yine ağzına alarak çıkarana kadar çekmeye başladı. Ebu Ubeyde'nin diğer dişi de kırıldı. Sonra Resulullah `Kardeşinize yardım edin, yardıma ihtiyacı var' buyurdu. Talha'yı tedavi etmeye başladığımızda vücudunda on küsur yara tesbit etmiştik."
Hz. Ali (Allah O'ndan razı olsun), Resulullah'ın yarasını yıkamak için su getirdi. Hz. Ali suyu döküyordu. Hz. Fatıma da yarayı yıkıyordu. Kanın durmadığını görünce bir parça hasır yakarak yaranın üzerine koydu, böylece kan durdu.
Ebu Said el-Hudri'nin babası Malik, Resulullah'ın yarasını temizleyene kadar emdi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tükürmesini söylediyse de "Allah'a andolsun ki tükürmeyeceğim" dedi, sonra da gitti. Arkasından Resulullah "Cennet ehlinden birini görmek isteyen bu adama baksın" dedi.
Müslim'in Sahih'inde belirtildiğine göre Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Uhud günü yedisi Ensar'dan ikisi de Kureyş'ten olmak üzere dokuz arkadaşıyla yalnız kalmıştı. Müşrikler iyice yaklaşınca Resulullah "Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet var" dedi. Ensar'dan biri öne çıktı, savaşarak öldü. Müşrikler tekrar saldırınca "Kim onları benden uzaklaştırırsa ona Cennet vardır ve o Cennette benim arkadaşımdır" dedi... Bu durum yedisi de öldürülene kadar devam etti. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Arkadaşlarımıza insaf etmedik" dedi. Sonra Talha (Allah O'ndan razı olsun) müşrikleri Resulullah'tan uzaklaştırana kadar onlarla vuruştu. Daha önce de dediğimiz gibi Ebu Dücane vücudunu O'na siper etmişti. Nihayet felaket dindi. Resulullah tepeye tırmanmaya çalışıyordu, müşrikler de O'nu takip ediyorlardı. Sonuçta o kadar yorulmuştu ki bir kayanın üzerine çıkamadı. Resulullah'ın çıkması için Talha oturdu, O da üstüne basıp çıktı. Namaz vakti girmişti. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlarla beraber oturarak namaz kıldı. Aynı şekilde, aşağıda anlatacağımız olaylar da o gün meydana gelmişti:
Hanzala el-Ensari -Hanzala el-Gasil diye anılır- Ebu Süfyan'a saldırdığında Ebu Süfyan karşı koyamadı. O esnada Şeddat b. Esvet Hanzala'ya saldırdı ve öldürdü. Hanzala savaş çağrısını duyduğu zaman karısıyla temas halinde olduğu için cünüptü. Hemen cihada koşmuştu. Resulullah ashabına, O'nun melekler tarafından yıkandığını haber verdi. Ardından "Karısından nasıl olduğunu sorun" Ashab hanımından sormuş o da onlara meseleyi anlatmıştı.
Zeyd b. Sabit "Uhud günü Resulullah beni Sa'd b. Rebii'yi aramaya gönderdi. Ölüler arasında dolaşmaya başladım. O'nu gördüğümde son nefesini vermek üzereydi. Tam yetmiş darbe yemişti. Vücudunda mızrak izi, kılıç yarası ve ok darbesi doluydu. "Ey Sa'd Resulullah sana selâm söylüyor ve nasıl olduğunu öğrenmek istiyor" dedim. Bunun üzerine "Benden de Resulullah'a selâm söyle ve O'na Cennetin kokusunu aldığımı söyle!" Kavmim Ensara da "Gözleriniz görebildiği halde müşriklerin Resulullah'a sokulmasına göz yumarsanız, Allah'ın yanında hiçbir mazeretiniz olmaz, de" dedi ve o anda da ruhunu teslim ettï." der.
Muhacirlerden birisi kanlar içinde sürünen Ensar'dan birine rastladı ve ona "Muhammed'in öldüğünü duydun mu?" dedi. Ensar'dan olan "Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) öldürülmüş olsa da O, Allah'ın dinini tebliğ etti. O halde dininiz için savaşınız" dedi.
Abdullah b. Amr b. Haram şöyle anlatır: "Uhud'dan önce rüyamda Mübeşşir b. Abdul Münzir'i görmüştüm. Bana "Birkaç gün sonra bize katılacaksın" diyordu. "Nerdesin?" dedim. "Cennette!" dedi. "Oradaki gibi hareket ediyoruz:' "Sen Bedir günü öldürülmemiş miydin?" dedim. O, "Evet fakat tekrar dirildim" dedi. Bu olayı Resulullah'a anlattığımda "Ey Ebu Cabir bu, şehadettir!" buyurdu. Oğlu Bedir'de, Resulullah'la beraber savaşıp şehid düşmüş olan Hayseme anlatıyor: "Allah'a andolsun ki bütün arzuma rağmen Bedir savaşını kaçırdım. Savaşa çıkmak için kur'a çekmiştik. Ona isabet etmiş ve şehid olmuştu. Dün gece rüyamda oğlumu çok güzel bir durumda gördüm. Cennet meyveleri ve nehirleri arasında dolaşarak bana "Cennette bize arkadaşlık etmen en güzeldir. Rabbimin vaad ettiklerinin tümünü gerçek buldum" diyordu. Uyandığımda Cennette O'na arkadaşlık etme duygusuyla doluydum. `Ya Resulullah yaşım geçti,artık ihtiyarladım. Rabbime kavuşmayı arzuluyorum. Şehadeti ve Cennet'te Sa'd'a `arkadaşlık etmesi için Allah'a dua et' dedi Resulullah onun için dua etti. Uhud günü şehid düşenler arasındaydı.
Abdullah b. Cahş, o gün şöyle demişti: "Allah'ım yarın düşmanla karşılaşmaya yüce adına ant içiyorum. Beni öldürsünler ve karnımı yarsınlar, kulağımı ve burnumu kessinler. Sonra "Bunlar, kimin için?" diye sorduğunda Senin için diyeyim."
Amr b. Cumûh fazlaca topaldı. Her seferinde Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile savaşa çıkan dört oğlu vardı. Peygamber Uhud'a yönelince O da çıkmak istedi. Ancak çocukları: `Allah sana izin vermiştir, sen git otur. Biz yeterliyiz. Hem Allah bu halinle sana cihadı farz kılmamıştır' dediler. Bunun üzerine Resulullah'ın yanına gelerek `Ya Resulullah şu oğullarım seninle savaşa çıkmama engel oluyorlar! Oysa ben -Allah'a andolsun ki- şehid olmak istiyorum. Şu topallığımla Cennette seğirtmek istiyorum' dedi. Resulullah "Allah senden cihad farzını kaldırmıştır" dedi. Sonra da çocuklarına dönerek `Niye bırakmıyorsunuz? Belki yüce Allah O'na şehadet nasip eder' buyurdu. Amr, Resulullah ile beraber çıktı ve O da Uhud'da şehid düştü.
Savaşın şiddetli bir anında Huzeyfe b. Yeman babasının müslümanlar tarafından tanımadıklarından dolayı müşrik sanılarak öldürülmek üzere olduğunu gördü. `Ey Allah'ın kulları babam!' dediyse de kimse duymadı ve babasını öldürdüler. Bunun üzerine `Allah sizi affetsin' dedi. Resulullah, diyetini ödemek istedi. Ancak Huzeyfe `Diyetini müslümanlara bağışladım' dedi. Bu ola Huzeyfe'nin değerini Resulullah'ın yanında artırdı.
Cubeyr b. Mut'im'in kölesi Vahşi, bu savaşta şehidlerin efendisi Hamza'yı nasıl vurduğunu şöyle anlatıyor: "Cübeyr bana "Muhammed'in amcası Hamza'yı öldürürsen seni azad edeceğim" demişti. Herkesle beraber ben de savaşa çıktım. Habeşli olduğumdan ben de her Habeşli gibi iyi mızrak kullanırdım. İsabet etmediğim çok nadirdir. Halk birbirine girince Hamza'yı aramaya başladım. Onu gördüğümde kır bir deveye benziyordu. Kılıcıyla insanları deviriyordu. Önünde hiç birşey duramıyordu. Allah'a andolsun ki, O'na mızrağımı atmak için hazırlanıyordum. Beni görmemesi için bir ağacın ya da taşın arkasına saklanıyordum. Bir ara Sebba' b. Abduluzza önüme geçti. Hamza onu görünce öyle bir darbe indirmişti ki âdeta yere geçmişti. Mızrağım elimde titremeye başlamıştı. Biraz sakinleştikten sonra fırlatmıştım. Mızrak kasığından isabet etmiş bacaklarının arasından çıkmıştı. Benden yana yıkıldı ve ölene kadar öylece bıraktım. Sonra yaklaşıp mızrağımı aldım ve karargâha giderek orada oturdum. Çünkü bunun dışında bana ihtiyaç kalmamıştı. Ben azad edilmek için onu öldürmüştüm "
Ebu Süfyan'ın karısı Hint Binti Utbe gelip Hamza'nın karnını yarmış, ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Yutamadığı için tükürmüştü...
Savaştan sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Hamza'nın cesedinin üzerinde durunca çok etkilenmişti. "Artık senin gibisine rastlanmaz" ve "Bunun kadar beni üzen bir durumla karşılaşmamıştım" demişti. Sonra da Hint'i kastederek "Birşey yedi mi?" diye sormuştu. "Hayır" denince "Allah Hamza'nın hiçbir yerini ateşe sokmayacaktır" buyurdu.
Resulullah (salât ve selâm üzerinde olsun) Uhud şehidlerini düştükleri yerlere defnedip Medine mezarlığına götürülmemesini emretti. Ancak bazı sahabeler ölülerini nakletmişlerdi. Sahabelerden biri Resulullah'ın emrini duyurunca hepsi ölülerini şehid düştükleri yere geri getirdiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) iki üç kişiyi aynı mezara gömüyordu. Bu arada, "Hangisi daha çok Kur'an'dan istifade ediyordu?" diye soruyordu. Hangisine işaret ediyorsalar öncelikle O'nu kabre bırakıyordu. Abdullah b. Amr b. Haram ile Amr b. Cumûh'u aynı kabre koymuştu. Çünkü ikisi birbirlerini çok seviyordu. "Bu dünyada birbirini seven şu iki kişiyi aynı mezara koyun" demişti.
Aralarında emre muhalefet, hevaya göre hareket etmek ve şehvete yönelmekten ve kısa bir zaman biriminden başka hiçbir mesafe bulunmayan zafer ile yenilginin yanyana bulunduğu, yüce zirvelerle alçak çukurların beraberce arz-ı endam ettikleri ayrıca iman ve kahramanlık tarihiyle nifak ve yenilgi tarihine eşsiz bir örnek oluşturan savaştan bazı sahneler sunduk.
Bu sahneler, o zaman, müslümanların safında bir düzensizliğin olduğunu ortaya çıkardığı gibi bazı müslümanların düşüncelerinin de henüz berraklaşmadığını ortaya çıkarmıştır. Bu düzensizlik ve bulanıklık, Allah'ın kanunu ve takdiri doğrultusunda, müslümanların başına gelen böyle bir sonucu ve en başta sahabeyi derinden sarsan olayların arasında en çok üzüldükleri, Resulullah'ın yaralanması olayı olmak üzere, birçok arkadaşlarını kurban vermelerini doğurmuştu. Evet, müslümanların iyi bir ders çıkarmaları gereken bir olay... Allah'ın kalplerini arındırması, saflarını belirginleştirmesi ve müslüman cemaate yüklediği yüce görevi idrak etmeleri, beşeriyete önderlik etme görevi ile Allah'ın metodunun, pratik hayatta yaşanan bir örnek olarak yeryüzünde gerçekleştirmeye hazırlaması için ağır bir bedel ödenmişti.
KUR'AN'IN İFADE BİÇİMİ
Kur'an ayetleri, savaşta meydana gelen olayları sunarken rivayet veya açıklama yönteminden ziyade, ruhların derinliklerine ve kalplerin içlerine nüfuz etme yöntemini kullanmıştır. Olaylardaki uyarı, aydınlatma ve yönlendirme unsurunu öne çıkarmıştır.
Kur'an, olayları sunarken, tescil amacıyla tarihsel kronolojiye uyarak sunmaz. Daha çok ibret alınması, eğitim, olayların arka plânındaki gizli değerlerin meydana çıkması, ruhların karekterlerinin ve kalplerin hareketinin çizilmesi, olaylara egemen atmosfer ile evrensel yasanın ve yerleştirmek istediği diğer ilkelerin tasviri amacını gütmektedir. Böylece olaylar, birçok duygu, hareket çizgisi ve deliller birikimine eksenlik ile odak noktalığı ödevini yerine getirmiş olurlar. Ayetlerin akışı, olaydan yola çıkar, olayın çevresinde dolaşır ve sonra tekrar olaya döner. Ardından vicdanların derinliklerine ve hayatın her yönüne nüfuz eder. Bunu tekrar tekrar yapar. Olayın anlatılması bitince, artık, iki yönüyle anlamları, delilleri, değerleri ve ilkeleri kapsamıştır. Olayın anlatılması, anlamlara, delillere, değerlere ve ilkelere ulaşmak için bir araç ve bunların etrafında odaklaştığı bir hareket noktası olmasından başka bir amaca dayanmamaktadır. Ayetler, olayların karmaşıklığına ve vicdanlar üzerindeki etkisine yönelmekte, vicdanları arındırmakta, temizlemekte ve yeri gelince de aydınlatmaktadır. Artık nefis, olay karşısında şaşırmamakta ve kuşkuya düşmemektedir. Olayda bir karışıklık ve anlaşılmazlık görmemektedir.
İnsan, bütün genişliği ve çeşitliliğiyle beraber savaşa ve savaş esnasında meydana gelen olaylara, bir de Kur'an'ın olayları değerlendirmesi ve bütün yönleriyle ele almasındaki ihtimamına bakıyor. Kur'an'ın savaştan çıkarılacak dersten çok daha kapsamlı olduğunu, zaman bakımından daha sürekli olduğunu, kalplere daha çok etki ettiğini, ruhların derinliğine daha çok indiğini, insan ruhunun ve İslâm cemaatinin nesiller boyu karşılaşacağı benzeri durumlardaki ihtiyaçlarına cevap vermede daha yetkin olduğunu anlıyor. Çünkü bu, geçici olayların ötesindeki kalıcı gerçekleri, bireysel olayların ardındaki mutlak ilkeleri, gelip geçen görüntülerin altındaki asıl değerleri ile zaman ve mekân ölçüsünden kurtulmuş sağlıklı gözlemi içermektedir.
Nerede olursa olsun ve hangi çağda bulunursa bulunsun, Kur'an-ı kerim bu kalıcı uyarıları, imam algılamaya hazır olan her kalbe yöneltmektedir. Bu konuyu, ayetleri açık!arken ayrı ayrı ele aldıktan sonra etraflıca değerlendireceğiz inşaallah...
SAVAŞ HAZIRLIĞI
121- Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve bilendir.
122- Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti. Oysa onların dostu Allah'tı. Müminler, sırf Allah'a dayanmalıdırlar.
Böylece ayet-i kerime, bu Kur'an'a ilk defa muhatab olanların ruhlarında ve hatıralarında tazeliğini koruyan savaşa hazırlanma sahnesini hatırlatma ile işe girişiyor. Ancak olaya bu tarzda başlamak ve ilk sahneyi bu nassla hatırlatmak, sahneyi bütün sıcaklığı ve bütün canlılığıyle yeniden hatırlamanın yanında, bildikleri görünen sahnenin arka plânındaki ve bu sahnenin içermediği başka hakikatleri de eklemeyi gerektirmektedir. Bu hakikatlerin ilki, bütün etkinliği ve canlılığıyla yerleşmediği sürece vicdanların üzerinde istikamet bulamayacağı ve İslâmî eğitim metodunun dayandığı ve kur'anî eğitim yönteminin İslâm düşüncesinin derinliklerine yerleştirmeye, güçlendirmeye ve sürekli hatıralarda tutmaya büyük özen gösterdiği, yüce Allah'ın daima müminlerle beraber olduğu ve aralarında olup bitenleri işitip gördüğü gerçeğidir.
"Hani sen müminleri (Uhud'da) savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek üzere evinden sabahleyin erken çıkmıştın. Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) iş konusunda istişare yapıp sonuçta düşmanı Medine'nin dışında karşılaşmayı kararlaştırması, sonra zırhını ve kılıcını kuşanmış olarak Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) evinden erkenden çıkması, bunların ardından da orduya savaş düzeni aldırması ve okçulara dağın bir yerinde mevzilenmelerini emretmesi gibi ayet-i kerimenin işaret ettiği şeyler bilinen ve hatıralarda tazeliğini koruyan sahnelerdi... Ancak burada yeni bir gerçekle yüzyüze gelinmektedir:
"Kuşkusuz Allah herşeyi işitendir, bilendir."
Allah'ın hazır bulunduğu bir sahne!.. O'nun gördüğü bir durum!.. Bunun bilinmesinden kaynaklanan korku ve bu korkunun herşeyi kuşatması!.. Aralarında meydana gelen istişareye hakim olması!.. Bütün sırların Allah'a açık olduğunun bilinmesi!.. Yüce Allah'ın dillerin söylediğini işittiği gibi vicdanların derinliklerinde gizli olanları da bildiğinin idrak edilmesi!.. Aman Allah'ım, ne kadar dehşet verici bir ifade...
Bu ilk sahnede, ikinci olarak münafıkların başı Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl, kendisinin görüşünü almadan Resulullah'ın kendi görüşünü de bırakıp Medine'li gençlerin görüşünü dinlemesine kızar. Halbuki akide mensup olduğu kalpte ortaklığa tahammül etmez; kalp, ya sırf akideye ait olacak ya da ondan hoşlanmayıp bir kenara itecektir. Münafıkların reisi; "Savaşmayı bilseydik size uyardık" diyerek akidenin henüz kalbinde yer etmediğini, benliğinin kalbini doldurduğunu ve bu yüzden kalbinde akideye baskın geldiğini gösteren ikiyüzlülüğünü göstermiştir. Bu münafıklığının neticesinde, askerin üçte birini ordudan ayırmak suretiyle giriştiği haince davranışın ardından, müslümanlardan iki grubun kalplerini saran zaaf ve bozulmaya değinilmektedir.
"Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmekteydi. Oysa onların dostu Allah'tı. Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Sahih-i Buhari'de Süfyan b. Uyeyye'nin hadisinde belirtildiğine göre İbn-i Selül'ün davranışından ve savaşın başlangıcında müslüman saflarda meydana getirdiği sarsıntıdan etkilenen bu iki grubun Benû Harise ve Benû Seleme olduğu anlaşılmaktadır. Aşağıdaki ayetin belirttiği gibi şayet Allah'ın dostluğu ve hak üzere sebat ettirmesi olmasaydı neredeyse bozulup zaafa düşeceklerdi.
"Oysa onların dostu Allah'tı"
Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) Cabir b. Abdullah'ın ` "Hani sizden iki grupta yılgınlık ve çözülme emareleri belirmişti" ayeti bizim hakkımızda nazil olmuştur' derken işittiğini söyler. Abdullah b. Cabir devamla "Biz iki grup... Benû Harise ve Benû Seleme... "Oysa onların dostu Allah'tı" ayeti nazil olana kadar hiç sevinmedik (veya neşelenmedik)" der.·(Buhari ve Müslim)
Böylece yüce Allah, bir an göğüslerinde geçen, sahibinden başka kimsenin bilmediği, vicdanların derinliklerinde yer eden duyguları ortaya çıkarmakta, sonra onları koruyarak bu duyguları gidermekte ve dostluğuyla onları destekleyip safta yerlerini almalarını sağlamaktadır. Bütün bunlar, savaştaki olayları yenilemek, savaş esnasındaki olgu ve sahneleri canlandırmak... Sonra, ruhları depreştirmek, Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu duyumsatmak, "Allah herşeyi işiten ve bilendir" diyerek vicdanların derinliklerinde olan herşeyi bildiğini belirtmek ve bu gerçeği duygularında güçlendirip derinleştirmek... Sonra onlara, kurtuluşun nasıl olduğunu öğretmek, böyle bir durumda nereye yönelip sığınacaklarını göstermek için aralarında bozulma baş gösterdiğinde ve zaafa düştüklerinde Allah'ın dostluğunu ve koruyuculuğunu hissetmelerini emretmektedir.
"Müminler sırf Allah'a dayanmalıdırlar"
Bu kadar kısa ve öz... Müminler yalnız ve yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Şayet inanıyorlarsa bundan daha sağlam bir dayanakları yoktur.
Böylece Kur'an'ın, onlara savaş sahnesini çeşitli yönleriyle yeniden hatırlattığı bu ilk iki ayette, İslâmî düşüncenin ve İslâmî eğitimin iki büyük ve temel direktifini buluyoruz.
"Allah herşeyi işiten ve bilendir"
"Mü'minler sırf Allah'a dayanmalıdırlar."
Zaman ve sunuldukları atmosfer bakımından birbirine uygun düşen bu iki ayet, kalpleri direktifleri almaya, karşılık vermeye ve kabullenmeye hazırlanmaları bakımından da uygun düşmektedir. Bütün ahenk ve canlılıklarıyle aynı konuyu işlemeleri de bu uygunluğu göstermektedir. Aynı zamanda konunun başlangıcını oluşturan bu iki ayette, Kur'an'ın sıcağı sıcağına olayları takip ederek kalpleri canlandırma, yönlendirme ve eğitme yöntemi de açığa çıkmaktadır. Ayrıca Kur'an'ın olayları yönlendirip anlatma tarzı ile, Kur'an-ı kerimin sağlam metodu sayesinde hedeflediği, canlandırmak, coşturmak, eğitmek ve yönlendirmek suretiyle insan kalbini ve hayatını hedeflemeyen diğer kaynakların, olayların ayrıntılarıyla anlatmaları arasındaki fark da meydana çıkmaktadır.
ALLAH'TAN GELEN YARDIM
Ayet-i kerime, müslümanların (elde etmek üzereyken)
zafere ulaşamadıkları savaştan söz ederek başlıyor. Yenilgi; münafık
Abdullah b. Ubeyy'in şahsında kişisel değerlerin akideye üstün gelmesiyle
başlamış, şahsî değerlerin inançlarına baskın çıktığı kişilerin O'na uyması
ve salih müminlerden iki grupta beliren zaafla sürmüş ve nihayet ganimete
duyulan arzunun baskısıyla askeri stratejiye muhalefetle tamamlanmıştır.
Savaş esnasında görülen örnek davranışlar saftaki bozukluk ve düşüncedeki
bulanıklık nedeniyle meydana gelen sonucu değiştirmeye yetmemişti.
Ayet-i kerime, bir dengenin oluşması, sebep ve sonucun
düşünülmesi, zaaf ve güç noktalarının belirmesi, zafer ve yenilginin gerçek
sebeplerinin bilinmesi için Bedir savayı hatırlatıyor. Ayrıca zafer ve
yenilginin arka plânda gizli hikmetini gerçekleştirmesi için her ikisinin de
Allah'ın takdirine bağlı olduğuna ilişkin bilginin pekişmesi, murad
ediliyor. Bütün durumlarda olduğu gibi her iki durumda da işlerin dönüşünün
Allah'a olduğunun bilinmesi olgusu vurgulanıyor. Aynı zamanda Bedir Ubud'dan
önce meydana geldiği için yenilgiyle sonuçlanan Uhud'da meydana gelen
olayların değerlendirmesine geçmeden, zaferle sonuçlanan Bedir savaşı
hatırlatılıyor.
123- Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde
Allah'tan korkunuz, O'na şükretmiş olasınız.
124- Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi
size yetmez mi?' diyordun.
125- Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan
korkarsanız, bu arada onlar şimdi, şu taraftan üzerinize saldırırlarsa Allah
size beşbin nişanlı melekle yardım eder.
126- Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun ve bu sayede kalpleriniz
rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan
Allah'tan kaynaklanır.
127 Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz
biçimde geri dönmelerini sağlamak için size zafer kazandırdı.
128- Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok.
Allah ya onların tevbelerini kabul eder ya da zalimlikleri yüzünden onları
azaba çarptırır.
129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O dilediğini affeder,
dilediğini de azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Daha önce de değindiğimiz gibi Bedir'deki zaferde mucize esintisi var. Çünkü
zafer için gerekli bilinen maddi araçlar olmaksızın gerçekleşmiştir. Müminlerle
müşrikler arasındaki kefe denk olmadığı gibi denk olmaya da yakın değildi.
Müşrikler, bin kişi dolayında bir kuvvetle Ebu Süfyan'ın yardım çağrısına
karşılık vermek ve beraberindeki kafileyi korumak amacı ve savaşa hazırlıklı
olarak mallarını ve şereflerini korumak duygusuyla çıkmışlardı. Müslümanlar ise
üçyüz dolayında bir kuvvetle bu silahlı toplulukla savaşmaktan ziyade, kafileyi
karşılamak ve yolunu kesmek gibi kolay bir yolculuk için çıkmışlardı. Sayıları
gibi hazırlıkları da yetersizdi. Müslümanları Medine'de belirli bir güçleri olan
müşrikler, toplum içinde belirgin bir konumları olan münafıklar ve kendilerini
gözetleyen yahudiler beklemekteydi. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk
çoğunluğuyla kaplı yarımadanın ortasında müslüman bir azınlıktı onlar... Sonra
henüz Mekke'den kovulmuş Muhacirler ve onları koruyan Ensar'dan oluşan ve bu
çevrede istikrarlı bir görünüm arz etmeyen ufacık bir topluluk sıfatını da
üzerlerinden atamamışlardı.
Yüce Allah, bütün bunları onlara hatırlatmakta ve bunca olumsuz şartlar arasında
gerçekleşen bu zaferi ilk sebebine döndürmektedir.
"Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı, oysa siz zayıftınız. O halde
Allah'tan korkunuz ki, O'na şükretmiş olasınız"
Onlara zaferi veren yüce Allah'tır. Şu ayetler grubunda
belirtilen hikmete binaen galip gelmişlerdir. Yoksa ne kendileri ne de başka
birşey onları galip getirmez. O halde sakınıp korkarlarsa, zafer ve
yenilgiyi elinde bulunduran, bütün güç ve otoriteye sahip olan Allah'tan
sakınıp korksunlar. Olabilir ki bu sakınma onları şükretmeye sevk eder de
her durumda Allah'ın üzerlerindeki nimetine layık şükrü ifa ederler...
Ayet-i kerimenin Bedir'deki zaferi hatırlatırken
değindiği ilk konu... Ardından, sanki şimdi oluyormuş gibi savaş sahnesini
gözlerinin önüne getirerek o manzarayı duygularında canlandırıyor:
Hani sen, müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üçbin
melekle yardım etmesi size yetmez mi?' diyordun".
"Evet, eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız ve bu
arada onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beşbin
nişanlı melekle yardım eder."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu ilahi
sözleri, Bedir günü kendisiyle silahlı topluluğu karşılamaktan çok, ticaret
malı yüklü kervanı karşılamak üzere çıkmış ancak karşılarında silahlı bir
topluluk bulan müslüman azınlığa söylüyordu. Resulullah o gün, birer beşer
oluşları nedeniyle duygu ve düşüncelerine yakın alışageldikleri güçlerin
yardımına her zaman ihtiyaç duyan müminlerin kalplerini ve ayaklarını
sabitleştirmek için Rabbinden aldıklarını olduğu gibi tebliğ ediyordu.
Ayrıca onlara bu yardımın şartını da bildiriyordu; sabır ve takva...
Düşmanın saldırısını karşılarken sabır... Zafer ve yenilgi durumunda kalbi
Allah'a bağlayan takva...
"Evet, eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız, bu arada
onlar şimdi şu taraftan üzerinize saldırırlarsa, Allah size beşbin nişanlı
melekle yardım eder."
İşte şimdi yüce Allah, bütün işlerin sonuçta kendisine
döndüğünü, bütün faaliyetlerin kaynağının kendisi olduğunu, melekleri
indirmenin, müminlerin kalplerine bir muştu olmak ve bununla yakınlık,
sevinç, güven ve sebat sağlamaktan başka bir şeye mebni olmadığını, zaferin
doğrudan doğruya O'nun yüce katından olduğunu, hiçbir vasıta, sebep ve araca
gerek kalmadan yalnızca takdirine ve iradesine bağlı olduğunu bildiriyor.
"Allah size bu yardımı sırf müjde olsun ve bu sayede
kalpleriniz rahatlasın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve
hikmet sahibi olan Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim, bu temel kurala bulaşan şaibelerin
müslümanın düşüncesine takılmaması için bütün işleri sonuçta Allah'a
döndürmeye büyük özen göstermektedir. Herşeyi topyekün Allah'ın mutlak
iradesine, etkin dilemesine ve kesin kaderine döndürmeye ve sebeplerin ve
aracıların kendilerinden kaynaklanan bir faaliyetlerinin olmadığını; ancak,
yüce iradenin onları harekete geçirip dilediğini bunlar vasıtasıyla
gerçekleştirdiği birer alet oldukları kuralını yerleştirmeye büyük özen
gösteriyor.
"Yoksa zafer sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan
Allah'tan kaynaklanır."
Kur'an-ı kerim gerçek alemde olduğu gibi, kul ile Rabb,
mümin kalp ile Allah'ın takdiri arasında perdesiz, engelsiz, araçsız ve
aracısız direkt bir bağ kurmak için bu kuralı İslâm düşüncesine
yerleştirmeye ve her türlü şaibeden arındırmaya, ayrıca zahiri sebep araç ve
aletlerin kendiliğinden bir faaliyetlerinin olmadığı gerçeğini yerleştirmeye
dikkat etmiştir.
Kur'an-ı kerimde, çeşitli te'kid yöntemleriyle
tekrarlanan bu ve benzeri direktifler, bu gerçeği son derece parlak, yol
gösterici, derin ve aydınlatıcı şekilde müslümanların gönüllerine
yerleştirmektedir.
Böylece müslümanlar, yalnızca yüce Allah'ın gerçek
anlamda faaliyet sahibi olduğunu anlamış oldular. Kendilerinin de Allah
tarafından, araç ve sebeplere sarılmaya, çaba sarfetmeye ve yükümlülüklerini
yerine getirmeye emrolunduklarını kavramış oldular. Bu sayede gerçekten ikna
olup emredilene itaat ederek bilinç ve davranış arasındaki şaşırtıcı dengeyi
sağlamış oldular.
Ancak bütün bunlar, zamanla, olayların meydana
gelmesiyle, şimdi ve bu suredeki birçok benzerinde olduğu gibi olaylar ve
onların değerlendirilmesi yöntemiyle eğitme sürecinde gerçekleşti.
Bu ayetlerde, içinde Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) müminlere sabır ve takvaya sarılmaları, savaş alanında
düşmanla bu şekilde yüzyüze geldiklerinde direnmeleri halinde Allah katından
yardım olarak gelecek melekleri vadettiğini görüyoruz. Sonra melekleri
indirmenin ötesindeki etkin kaynağın, herşeyin iradesine bağlandığı ve
zaferin O'nun emri ve izniyle gerçekleştiği yüce Allah olduğu hakikatini
bildiren Bedir'den bir sahneyi gözler önüne getirmektedir.
"Üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah"
"O, üstün iradeli"dir. Otorite sahibi güçlü O'dur. Ve 0 zaferi gerçekleştirmeye
kadirdir. O, "Hikmet sahibi"dir. Yüce takdiri hikmetine uygun olarak tecelli
eder. Zaferi de ötesindeki hikmetini gerçekleştirmek için vermektedir.
Ardından ayet-i kerime, bu zaferi ve diğer bütün zaferlerin arkasındaki gizli
hikmeti açıklamakta, zaferin gerçekleşmesinde hiçbir insanın etkinliğinin söz
konusu olmadığı bildirilmektedir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak ya da bozguna düşürüp umutsuz
biçimde geri dönmelerinï sağlamak için size zafer kazandırdı."
"Bu konuda senin yapabileceğin birşey yok. Allah ya onların tevbelerini kabul
eder ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Zafer, Allah'ın takdirini gerçekleştirmek amacı ile yine Allah tarafından
bahşedilmektedir. Gerek Resulullah'ın gerekse beraberindeki mücahitlerin,
zaferin gerçekleşmesinde hiçbir etkinlikleri söz konusu olmadığı gibi hiçbir
kişisel amaçları ya da payları da söz konusu değil. Onlar kendileriyle
dilediğini gerçekleştiren ilahî güce birer perde olmaktan öteye gidemezler.
Zafere sebebiyet teşkil etmedikleri ve zaferin meydana gelmesini sağlamadıkları
gibi zaferin sahipleri de kendileri değildir. Dolayısıyla taşkınlık yapamazlar.
Zafer, arka plânda kastedilen hikmetin gerçekleşmesi için, Allah'ın kulları
aracılığıyla ve O'nun desteğiyle gerçekleşen ilahi takdirdir.
"Allah kafirlerin bir bölümünü kırıma uğratmak için..."
Öldürmek suretiyle sayılarını azaltır.. Ya da fethetmekle topraklarını
eksiltir... Veya kahretmekle otoritelerini eksiltir. Yahut ganimet alarak
mallarını eksiltir... Ya da yenilgiye uğratmakla yeryüzündeki faaliyetlerini
kısıtlar.
"..ya da bozguna düşürüp umutsuz biçimde geri dönmelerini sağlamak için"
Yani yüce Allah onları, yenilmiş alçaklar olarak döndürür, böylece hüsrana
uğrayıp kahrolarak geri dönerler.
"...ya onların tevbelerini kabul eder."
Müslümanların zafer kazanması kâfirler için birer nasihat bir ibret vesilesi
olabilir. Onları imana ve İslâm'a sevk edebilir. Böylece yüce Allah küfürden
tevbe etmelerini kabul eder. Onlara İslâm ve hidayet üzere dünyadan ayrılmayı
nasip eder.
"...Ya da zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırır."
Müslümanların onlara galip gelmesiyle veya esir olmalarıyla ya da acıklı azapla
sonuçlanan küfür üzere ölmeleriyle azaplandırır. Bu, kafir olmalarının,
müslümanlara eziyet etmelerinin, yeryüzünde fesat çıkarmalarının, İslâm'ın hayat
için koyduğu metodun, kanun ve düzenin temsil ettiği barışa karşı koymalarının,
küfrün ve İslâm'a engel olmanın ardında gizli daha nice zulmü işlemelerinin
cezasıdır.
Ve her hâlukârda bu, Allah'ın hikmetidir. İnsanların hiçbir etkinlikleri söz
konusu değildir. Hatta ayet-i kerime bu olguyu tamamen Allah'a özgü kılmak için
Resulullah'ı da aradan çıkarıyor. Çünkü bu olay ortaksız olan ve biricik
uluhiyyet kapsamına girmektedir.
Böylece müslümanlar, zaferden, onun sebep ve sonuçlarından benliklerini
sıyırırlar. Bu sayede, zaferin galip gelenlerin ruhlarına verdiği kibirden,
azgınlıktan, böbürlenmekten, ruhlarına ve şahdamarlarına üflediği kendini
beğenmişlik duygusundan kurtularak, bu işte hiçbir paylarının olmadığını,
başından sonuna kadar işin tamamen Allah'a ait olduğunu idrak ederler.
Bununla ayet-i kerime, itaat eden veya isyan eden bütün insanların işlerini
Allah'a döndürüyor. Bu iş, sadece Allah'ın işidir. Bunun karşısında bu davanın
ve beraberinde itaatkarı ve isyânkarı ile bütün insanların konumu da bu... Nebi
(salât ve selâm üzerine olsun) ve beraberindeki müslümanların görevlerini yerine
getirdikten sonra sonuçtan ellerini çekmek dışında başka bir işlevleri söz
konusu değildir. Mükafatları ise, sözünü yerine getiren, dostluğuna bağlı kalan
ve kulların ecrini eksiksiz veren Allah'a aittir.
Ayetlerin akışında görüleceği gibi başka nedenler de "Bu konuda senin
yapabileceğin birşey yok" yargısını gerekli kılmıştır. Nitekim, ayetlerin
akışında bazısının "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" (Al-i İmran suresi;
154)· dedikleri, bir kısmının da "Bu işte payımız olsaydı burada öldürülmezdik"
(Al-i İmran suresi; 155) dediklerine rastlanmaktadır. Bu ayet onlara, hiçbir
işte, ne zafer ne de yenilgide, hiç kimsenin bir etkinliğinin söz konusu
olmadığını, insanlardan yalnızca itaat, bağlılık ve görevi yerine getirme
istendiğini, bundan sonrasının ise tamamen Allah'a ait olduğunu, hiç kimsenin,
hatta Resul'ün (salât ve selâm üzerine olsun) bile bir fonksiyonunun olmadığı
gerçeğini haykırmaktadır. Bu hakikat, İslâm düşüncesinin temel kurallarından
biridir. Bunun ruhlarda yer etmesi kişilerden, olaylardan ve bütün değerlerden
daha üstündür.
Bedir savaşına ilişkin bu hatırlatma, temel gerçeklerin düşüncede yer etmesine
yönelik bu çaba, zafer ve yenilgi işinin Allah'ın hikmetine ve takdirine döndüğü
gerçeğini içeren daha kapsamlı bir gerçekle son buluyor. Bu hakikatin yerleşmesi
asıl büyük hakikatin yerleşmesiyle tamamlanıyor; evrendeki bütün işlerin Allah'a
ait olduğu, bu yüzden dilediğini bağışladığı, dilediğine de dilediği gibi azap
verdiği gerçeği ile...
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini
de azaba çarptırır. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
Bu, mutlak egemenliğe dayalı mutlak iradedir. Göklerde ve yerde bulunanlar
üzerindeki hükümdarlığı gereği, kulların işleri üzerindeki mutlak tasarruftur
bu... Bağışlama ve azap etmekle kullar arasında bir zulüm veya kayırma söz
konusu değildir. Bu konuda herşey hikmet, adalet, rahmet ve mağfiretle
sonuçlanmaktadır. Çünkü, rahmet ve mağfiret yüce Allah'ın şanındandır.
"Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir."
O'na dönmek, işleri topyekün O'na havale etmek, gerekli olan görevleri yerine
getirmek, bundan sonrasını, sebep ve araçların arka plânındaki hikmetine,
kaderine ve mutlak iradesine bırakmak suretiyle O'nun mağfiretinden ve
rahmetinden yararlanma kapısı bütün kullara açıktır.
SAVAŞIN SÜREKLİ OLANI
Ayetlerin akışı, Uhud savaşını, orada meydana gelen olay ve hadiselerin
değerlendirilmesini sunmaya girişmeden önce, bölümün başında da işaret ettiğimiz
gibi ruhun derinliklerinde ve hayatın çevresinde süren büyük çarpışmaya ilişkin
direktiflerle gelmektedir. Söz; faizden, faizle iş görmekten, Allah korkusundan,
O'na ve Resulüne itaatten, gizli-açık infak etmekten, faiz düzenine karşılık
üstün yardımlaşma düzeninden, öfkeyi yenmekten, insanları affetmekten toplum
içinde iyiliği yaymaktan, günahlardan istiğfar edip, Allah'a dönmekten ve
hatalarda ısrar etmemekten açılmaktadır.
130- Ey müminler, sakın
sürekli katlanan faizi yemeyiniz. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa erebilesiniz.
131- Kafirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakınınız.
132- Allah'a ve Peygamber'e itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz.
133- Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan
Cennete koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır.
134- Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve
insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever.
135- Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar
etmezler.
136- İşte onların mükafatı, Allah tarafından affedilmek ve altından ırmaklar
akan, içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. İyi işler yapanları bekleyen
mükafat ne kadar güzeldir!
Ayetlerin akışı, bu akidenin beşerî varlık ve enerjiyi karşılamadaki birlik ile
evrenselliğine ve herşeyi bir tek eksene yöneltiyor. Bu da Allah'a kulluk ve
O'na ibadet eksenine döndürmeye, her işte O'na yönelmeye, ayrıca Allah'ın
metodundaki birlik ve evrenselliğe ve her durumda, her işte ve her yönde beşer
enerjisi üzerindeki egemenliğe ilişkin özelliklerinden birine işaret etmek için,
bu direktifleri fiili çarpışmaya değinmeden önce sunmaktadır. Ayrıca bu
direktifler, insandan kaynaklanan farklı enerjiler arasındaki ilişkiye ve daha
önce de değindiğimiz gibi bu ilişkilerin insanın bütün çabalarının sonucu
üzerindeki etkisine işaret etmektedir.
İslâm metodu, insan ruhunu bütün yönleriyle ele almakta ve toplum hayatım
bölmeden bir bütün olarak düzenlemektedir. Fiili savaşa hazırlanmak ve tedbir
almak ile ruhların arındırılması, kalplerin temizlenmesi, heva ve heveslere gem
vurulması ve toplumda sevgi ve hoşgörünün yaygınlaştırılması işlemlerinin
birarada sunulmasının sebebi de budur. Çünkü bunlar birbirlerine yakın
şeylerdir. Bu çizgilerden ve bu direktiflerden herbirini ayrıntılarıyla
sunduğumuz zaman, bunların İslâm cemaatinin yaşayışı ve savaş alanı ile hayatın
her alanında mukadderatıyla olan sağlam ilişkileri ortaya çıkar.
"Ey müminler, sakın sürekli katlanan faiz yemeyin. Allah'tan korkunuz ki,
kurtuluşa erebilesiniz.
"Kafirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakınınız."
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
"Fi Zılâl"in üçüncü cüzünde faizden ve faiz düzeninden detaylıca sözedildiği
için burada tekrarlamayacağız. Ancak "kat kat katlamak" üzerinde duracağız.
Çünkü bu zamanda bazı insanlar bu ayetin arkasına saklanmakta ve "Haram edilen
faiz, kat kat katlanandır." Yüzde dört... Yüzde beş... Yüzde altı... Yüzde
yedi...Yüzde dokuz... ise "Kat kat katlama" değildir. Dolayısıyle haram
kapsamına girmez diyerek, bununla insanları aldatma yönüne gitmektedirler.
Öncelikle "kat kat katlamak" deyiminin bir olguyu vasıflandırdığı, hükümle
ilgisinin bulunmadığını ve Bakara suresinde, hiçbir sınırlama hiçbir kayıt
belirtmeden faizin temelde haram olduğu belirtilmiştir. Nitekim her ne surette
olursa olsun "Faizden arta kalandan el çekin" hükmünün kesin olduğunu yine aynı
kesinlikle belirtmemiz gerekir.
Bu gerçeği bu şekilde beyan ettikten sonra "kat kat katlama" vasfıyla ilgili şu
açıklamayı yapabiliriz: Gerçekte bu vasıf, bizzat bu ayette yasaklanan ve o
günkü yarımadada yürürlükte olan faiz işlemlerine ilişkin tarihsel bir vasıf
değildir, her zaman haksız kazancı sağlaya gelen faiz düzenlerinin ortak
vasfıdır.
Faiz düzeninin anlamı; malın, faiz esası üzerine işlem görmesidir. Bu da
gösteriyor ki, faiz işlemi bireysel ve basit bir işlem değildir. Bir açıdan
sürekli tekrarlanan diğer bir açıdan da mürekkep bir işlemdir. Böylece sürekli
tekrarlanmak ve birleşmek suretiyle kesintiye uğramadan zamanla birlikte "kat
kat" katlanır.
Faiz düzeni, tabiatının gereği olan bu vasfını her zaman korumuştur. Bu vasıf,
sırf Arap yarımadasında yürürlükte olan işlemlere özgü değildir. Her çağda bu
düzenin kaçınılmaz özelliğidir.
Üçüncü cüzde ayrıntılarıyla açıkladığımız gibi, ruhsal ve ahlâki alanda hayatın
bozulması faiz düzeninin bir özelliğidir. Yine adı geçen cüzde açıklandığı üzere
faiz düzeninin bir diğer özelliği de ekonomik ve siyasal hayatın bozulmasıdır.
Buradan da faiz düzeninin toplum hayatıyla olan ilgisi ve bu hayatın tüm
yönlerine olan etkisi anlaşılmaktadır.
Müslüman bir ümmet oluşturmayı hedef edinen İslâm ise, toplumun ekonomik ve
siyasal hayatının sağlıklı olmasına büyük özen gösterdiği gibi, ruhsal ve ahlakî
hayatının da temiz olmasını diler. Her ikisinin de bu ümmetin giriştiği
savaşların sonuçları üzerindeki etkileri bilinmektedir. Dolayısıyla surenin
akışı içinde fiilî savaşın değerlendirilmesi yapılırken faiz yemenin
yasaklanması bu evrensel ve her durumu gözeten bu metod için son derece
anlaşılır bir olaydır.
Ayrıca bu yasaktan sonra, kurtuluş için Allah'tan korkmayı emretmek ve kafirler
için hazırlanan ateşten sakındırmak konunun ruhuna uygun düşmektedir.
Allah'tan korkan ve kafirler için hazırlanan ateşten sakınan insan, faiz
yiyemez. Allah'a inanan ve kafirlerin safından ayrılan kişi de faiz yiyemez.
Çünkü iman, sadece dille söylenen bir kelimeden ibaret olmayıp, Allah tarafından
bu imanın pratik ve uygulanan bir tercümesi kılınan Rabbanî hayat metoduna
uymaktır. Nitekim iman, bu metodun hayatta pratik olarak gerçekleşmesine ve bu
toplum hayatının bu metod uyarınca düzenlemesine bir başlangıçtır.
İman ile faiz düzeninin birarada bulunması imkansızdır. Nerede faiz düzeni varsa
orada bu dinden topyekün çıkma vardır, kafirler için hazırlanan ateş vardır. Bu
konuda inatçılık yapmak gerçeği değiştirmez. Bu ayetlerde faiz yemeyi
yasaklamak, Allah'tan korkmaya davet ile kafirler için hazırlanan ateşten
sakındırmanın birarada bulunması, hedefsiz bir rastlantı değil; aksine, bu
gerçeğin yerleşmèsi ve müslümanların düşüncelerinde derinleşmesi amacına
yöneliktir.
Kurtuluş ümidinin faizi terk etmeye ve Allah'tan korkmaya bağlı olması da
öyle... Çünkü kurtuluş; Allah'tan korkmanın ve O'nun metodunu insan hayatında
gerçekleştirmenin tabii meyvesidir. Üçüncü cüzde faizin beşer topluluklarında
meydana getirdiği yıkımlardan ve insan hayatında neden olduğu felaketlerden söz
etmiştik. Burada ise, kurtuluşun anlamını ve onun iğrenç faiz düzenini terk
etmekle olan ilişkisini kavramak için bu açıklamaya yeniden dönmemiz yerinde
olur.
Burada değindiğimiz gerçeği kuvvetlendiren son te'kid geliyor:
"Allah'a ve Peygambere itaat ediniz ki rahmete kavuşabilesiniz."
Allah'a ve Resule itaat emri genel olduğu gibi rahmetin de bu itaate bağlı
olarak tecelli etmesi geneldir. Ancak, bu emrin, faizin yasaklanmasından sonra
gelmesi özel bir anlam ifade etmektedir. Buna göre, faiz esasına dayanan
toplumlarda Allah'a ve Resule itaat söz konusu değildir. Ayrıca her ne surette
olursa olsun faiz yiyen kalpte Allah ve O'na itaat duygusu barınamaz. Ardarda
gelen telkinlerin nedeni budur. Bu gerçek, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) emrine karşı gelinen savaş alanındaki olaylar ile, kurtuluş vesilesi
olması ve kurtuluş ümidini barındırması nedeniyle Allah'a ve Resule itaat emri
arasındaki özel bir ilgiden daha kapsamlıdır.
(Üçüncü cüzde) Bakara suresinde, ayetlerin akışının ekonomik düzen içindeki
toplumsal ilişkilerin iki karşıt yönü olmaları ve faiz düzeni ile yardımlaşma
düzeni altındaki iki değişik ve ayrı düzenin belirgin çizgileri olmaları
nedeniyle faiz ile sadakanın birarada zikredildiğini görmüştük. Burada da, aynı
yerde hem faizden sözedildiğini hem de gizli-açık infak etmenin teşvik
edildiğini görüyoruz.
Faiz yemeyi yasakladıktan, kafirler için hazırlanan ateşten sakındırdıktan,
rahmet ve kurtuluş ümidiyle takvaya çağırdıktan sonra... Evet, bu çağrılardan
sonra, mağfirete ve muttakîler için hazırlanan ve genişliği göklerle yer kadar
olan Cennete koşmaya ilişkin emir geliyor.. Arkasından "kat kat" katlayarak faiz
yiyen gruba karşı oluşan muttakilerin ilk vasfı belirtiliyor.
"...Bollukta ve darlıkta Allah için mal harcayanlar..."
Ardından geri kalan sıfat ve ayrıcalıkları zikredilmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine ve genişliği gökler ile yer arası kadar olan Cennet'e
koşunuz. Burası takvalılar için hazırlanmıştır"
"Onlar bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar, öfkelerini yenerler ve
insanların kusurlarını bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilikseverleri sever."
"yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar
etmezler."
Ayetlerdeki ifade tarzı, bu itaatin yerine getirilmesini; hareketli bir duygu,
bir amaç veya alınacak bir ödül için yapılan bir yarışma şeklinde tasvir
etmektedir.
"Rabbinizin affediciliğine koşun..."
".. Ve genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet'e..." koşun! İşte şurada;
mağfiret ve Cennet "Takvalılar için hazırlanmıştır."
Arkasından muttakilerin diğer nitelikleri sıralanıyor:
"Onlar, bollukta ve darlıkta Allah için mal harcarlar."
Onlar Allah yolunda harcamaya devam edip, Allah'ın
metodu üzere hayatlarını sürdürürler. Ne darlık ne de bolluk bu
özelliklerini değiştiremez. Bolluk onları şımartıp oyalamaz, yokluk ta
onları sıkıp görevlerini unutturamaz. Bu, her durumun ve her görevin
bilincinde olmaktır... Cimrilik ve ihtirastan kurtulmaktır... Allah'tan
korkmak ve O'nun gözetimini idrak etmektir... Mal arzusundan, ihtiras
köleliğinden ve cimrilik ağırlığından daha kuvvetli olan takva etkeninden
başka hiçbir şey, tabiatı itibariyle cimri ve fıtratı gereği mala düşkün
olan nefsi, her durumda Allah yolunda infak etmeye sevk edemez. Bu, ruhu
parlatan, kurtaran, bağ ve zincirlerden özgür kılan, latif ve derin bir
bilinçtir.
Bu niteliğin üzerinde bu denli durmanın savaş
atmosferiyle özel bir ilgisi olsa gerektir. Burada (ileride Kur'an'ın akışı
içerisinde sık sık görüleceği gibi) söz yeniden infak etmekten açılmakta ve
Allah için harcamaktan kaçınan veya harcayanlara engel olanların durumuna
değinilmektedir. Ayrıca savaş havası içindeki özel nedenlere işaret
edilmekte ve bazı gruplar Allah yolunda infak etmeye çağrılmaktadır.
"...Öfkelerini yenerler insanların kusurlarını
bağışlarlar."
Takva; sebepler ve etkenler arasında bu alandaki
işlevini işte böyle yerine getirmektedir. Öfke, kandaki âni bir
hareketlenmenin yardımcı olduğu ya da arttırdığı beşerî özelliğin
tepkilerinden ve gereklerinden biridir. Takvâdan doğan lâtif ve şeffaf
etkenler, kişilik ve zaruretlerin ufkundan daha yüce ve daha engin ufuklara
çıkmakla elde edilen ruhsal güç olmadıkça insan öfkeyi yenemez.
Öfkeyi yenmek ilk aşamadır. Ancak tek başına yeterli
değildir. İnsan bazen, hınç almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini
yutabilir. Bu durumda bir anlık öfke, korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir
kızgınlık, gizli bir kine dönüşür. Oysa öfke ve kızgınlık, hınç ve kine
oranla daha pâk ve daha temizdir. Bu yüzden, ayeti kerime muttakîlerin
ruhlarındaki, bu yenilmiş öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve
bunun affetme, hoşgörü ve serbestlik olduğunu bildirmektedir.
Öfke yenildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi
kavuran bir alev ve vicdanı kaplayan bir duman olur. Ancak ruh genişlediği,
kalp affettiği zaman ruh, ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılır.
Kalp, kavurucu alevlerin etkisinden kurtularak esenliğe, vicdan da huzura
kavuşur.
"...Allah iyilikseverleri sever..: '
Bollukta ve darlıkta mallarından cömert davrananlar,
ihsan edenlerdir. Öfkelenip öfkesini yendikten sonra affederek hoşgörülü
davrananlar ihsan edenlerdir. Ve Allah iyilikseverleri "sever"... Buradaki
sevgi deyimi; o lâtif, aydınlık ve yüce atmosferle uyuşan, sevecen,
şefkatli, parlak bir deyimdir.
Allah'ın ihsana, ihsan edenlere olan sevgisinden dolayı
sevdiklerinin kalplerinde bu sevgiyi yaratır. Ve bu kalplere coşkun bir arzu
akar.. Bu, yalnızca duygulandırıcı bir ifade değildir. İfadeden öte bir
gerçektir de...
Allah'ın sevdiği ve onların da Allah'ı sevdiği bir
cemaat... Hoşgörü, kolaylık ve kurtuluşun, kin ve intikamdan daha yaygın
olduğu bir cemaat... Birbirine bağlı, kardeşçe yaşayan güçlü bir kitledir.
İşte bu yüzden ayetlerin akışı içinde beliren bu yönlendirme, meydan savaşı
ve hayat savaşı ile eşit oranda ilgilidir.
TEVBE ETME VE BAÖIŞLANMAYI DİLEME
Daha sonra müttakîlerin saflarından bir başkasına
geçiyoruz:
"Yine onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler. Günahları Allah`tan başka kim affedebilir? Onlar
işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler."
Bu dinin hoşgörüsüne bakın! Yüce Allah, insanları kendi
aralarında hoşgörülü olmaya çağırmazdan önce, tadına varmaları, öğrenmeleri
ve örnek almaları için kendi hoşgörüsünün bir yönünü onlara göstermektedir.
Kuşkusuz muttakîler, müminler içinde en yüksek
mertebeye sahiptirler. Ancak, bu dinin hoşgörüsü ve insanlığa olan
merhameti, şu özellikleri; "Onlar, bir kötülük işlediklerinde ya da
kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının
affedilmesini dilerler." müttakilerin özellikleri olarak sunulmaktadır.
Fuhuş günahların en çirkini ve en büyüğüdür. Ancak bu dinin hoşgörüsü, büyük
günah işleyenleri Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmamakta, kafilenin yani
müminler kafilesinin dışına atmamaktadır. Aksine onları bir şartla en üstün
mertebe olan "müttakiler" mertebesiné yükseltmektedir. Bu dinin tabiatından
ve görünümünden ortaya çıkan; Allah'ı anmaları, günahlarından dolayı
bağışlanma dilemeleri, hata olduğunu bildikleri halde yaptıklarında ısrar
etmemeleri, sıkılma ve utanma duymaksızın günahla övünmemeleri şartıyla...
Diğer bir deyişle, Allah'a kulluk çerçevesinde kaldıkları ve sonuçta O'na
teslim oldukları sürece, O'nun koruması, affı, rahmeti ve faziletinin
kuşatıcılığı içinde olacaklardır.
Bu din, zaman zaman bedensel ağırlıkların fuhuş
derecesine indirip et ve kandan kaynaklanan fevriliği tahrik ederek şehvet
sınırında hayvanî bir ataklık verdiği ve bu ataklığının, şehvet, eğilim ve
arzularının Allah'ın emirlerine karşı gelme sınırına getirdiği insan denen
yaratığın zaafını kavrıyor kuşkusuz. Evet, bu din insanın zaafını biliyor.
Bu yüzden ona karşı sert davranmıyor. Ruhundaki iman kıvılcımı henüz
sönmedikçe, kalbindeki iman pınarı henüz kurumadıkça, Allah ile olan bağını
canlı tutup koparmadıkça ve kendisinin sürekli hata yapan bir kul olduğunu
ve buna karşılık, hataları bağışlayan bir Rabbinin olduğunu kesin olarak
bildiği müddetçe kendisine zulmettiğinde veya büyük bir günah işlediğinde bu
din insanı Allah'ın rahmetinden kovmakta acele etmiyor. Çünkü kendisinde
henüz iyilik bulunan, yolunu tamamen kaybetmemiş bir gidiş tutturan ve ipi
kopmamış kulpa sarılan bu zayıf, hatalı ve günahkâr insan; zaafı ne kadar
ayağını kaydırırsa da iman kıvılcımı kalbinde olduğu, ipi elinde tuttuğu,
Allah'ı anıp O'nu unutmadığı, O'ndan bağışlanma dileyip O'na karşı kullukta
sürekli olduğu ve günahlarıyla övünmediği sürece sonuçta amacına ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf ve yolunu şaşırmış yaratığın yüzüne
tevbe kapısını kapatmamaktadır. Onu çölün ortasında şaşkın bir durumda
bırakmamakta ve onu dönüşten korkan kovulmuş biri olarak terk etmemektedir.
Onu, bağışlanma konusunda ümitlendirmekte, yolunu göstermekte, titrek
ellerinden tutup kayan ayaklarına destek olmaktadır. Güvenilir sınıra ve
güvenceli bir korunağa gelmesi için yolunu aydınlatmaktadır.
Birtek şey istiyor ondan; Allah'ı unutacak şekilde
kalbinin taşlaşmamasını ve ruhunun kararmamasını... Allah'ı andığı, ruhunda
bu yol gösterici kıvılcım olduğu, vicdanından bu sürükleyici ses geldiği,
kalbinden bu serin rüzgâr estiği sürece, ruhunda yeniden nuru bulacaktır.
Güvenilir sınıra dönecek ve kuruyan tohum yeniden yeşerecektir.
Hata yapan ve dayaktan başka birşey olmadığını bilen
çocukcağız, ürkek bir kaçak olarak hiçbir zaman eve dönmeyecektir. Ancak
dayağın yanında, kabahatinden dolayı özür dilediğinde, başını okşayacak ve
hatalarından dolayı bağışlanma dilediğinde özrünü kabul edecek şefkatli bir
elin bulunduğunu bilirse kuşkusuz dönecektir.
İşte İslâm, zaaf anlarında insan denen zayıf yaratığın
elinden böyle tutmaktadır. Çünkü o, insanda zaafın yanında bir kuvvetin,
ağırlığın yanında bir hafifliğin, hayvansal dürtülerin yanında Rabbani
arzuların olduğunu bilmektedir. İslâm, Allah'ı unutmayıp sürekli andığı ve
hata olduğunu bildiği halde hatasında ısrar etmediği sürece, insanın elinden
tutup yükseklere çıkartmak için zaaf anında ona acımakta ve yeniden ufka
yükseltmek için ayağının kaydığı demlerde şefkatle teselli etmektedir.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyuruyor: "İstiğfar eden hatada
ısrar etmiş sayılmaz. Bir günde yetmiş kere tekrarlasa da... (Ebu Davut,
Tirmizi, Bezzar müsnedinde Osman b. Vakid'den almıştır. Ancak senedindeki
bir sahabi bilinmemektedir. Fakat İbni Kesir tefsirinde sahih kabul etmiş ve
"Hasen bir hadistir" demiştir.)
Bununla İslâm, insanları ruhsatçılığa çağırmamakta,
yoldan çıkmış aşağılık insanları yüceltmemekte ve realistlerin (Gerçeküstücü
akımın) yaptığı gibi bu bataklığın güzel olduğunu fısıldamamaktadır. Aksine
insanın ruhunda utanma duygusunu harekete geçirmeyi dileyip ümit
beklentisini de coşturmak için zaaf anında meydana gelen sürçmeyi
bağışlamayı dilemektedir. Allah'ın bağışlaması -Allah'tan başka günahları
kim bağışlayabilir ki?- insanı utandırır, günah eğilimini arttırmaz.
Bağışlanma dileyişini teşvik eder, günahı alışkanlık haline getirmeyi değil.
Günahı alışkanlık haline getirip hatada ısrar edenlere gelince onlar, surun
dışında kalmışlardır, kapılar yüzlerine kapanmıştır.
Böylece İslâm, beşeriyeti yüce ufuklara çağırma ile
gücünün ne olduğunu bildiği bu beşeriyete acımayı bir arada zikretmekte,
ümit kapısını önünde sürekli açık tutarak son gücüne kadar insanın elinden
tutmayı amaçlamaktadır.
Peki bu muttakîler için ne vardır?
"İşte onların mükafatı; Allah tarafından affedilme ve
altından ırmaklar akan içinde sürekli kalacakları Cennetlerdir. Salih amel
işleyenleri bekleyen mükafat ne güzeldir."
Onlar günahlarından dolayı bağışlanma dilemekle birşey
kaybetmedikleri gibi darlıkta ve bollukta infak etmekle, öfkelerini yenip
insanları affetmekle de bir zarara uğramazlar. Onlar sadece üzerlerine
düşeni yaparlar. `...Salih amel işleyenleri bekleyen mükafat ne kadar
güzeldir..." Rablerinden bağışlanma... Allah'ın bağışlaması ve sevgisinden
sonra altında ırmaklar akan Cennet... Burada hem ruhun derinliklerinde hem
de hayatın görünüşünde bir çalışma göze çarpmaktadır. Her ikisi de
çalışmadır, harekettir, gelişmedir.
Bu belirgin vasıflarla, surede konu edilen meydan
savaşı arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim, faiz ya da yardımlaşma
düzeninin, müslüman cemaatin hayatında etkisi ve meydan savaşıyla ilişkisi
bulunduğu gibi... Konunun başında değindiğimiz gibi bu ruhsal ve toplumsal
vasıfların zafer üzerinde de etkisi söz konusudur. İhtiras, öfke ve hatalara
galip gelmek, Allah'a dönüp O'nun bağışlamasını ve hoşnutluğunu dilemek,
savaş alanında düşmana karşı zafer kazanmak için zorunlu vasıflardır. Çünkü
onlar, ihtiras, heva, hata ve günahta ısrar etmeyi temsil ettikleri için
düşmandırlar. İnsanoğlunda bunların düşmanlıkları, kişiliklerini,
şehvetlerini ve hayat düzenlerini Allah'a, O'nun hayat metoduna ve şeriatına
uydurmamalarından kaynaklanmaktadır. Bunun için düşmanlık söz konusu olur.
Savaş bunun için çıkar ve cihad bunun için yapılır. Bunların dışında başka
bir neden için müslüman, düşmanlık yapamaz, savaş çıkaramaz ve cihad edemez.
O sadece Allah için düşmanlık yapar, O'nun için savaşır ve O'nun uğruna
cihad eder. Surenin akışı içinde bütün bu direktiflerle savaştan söz
edilmesi arasında kuvvetli bir bağ vardır. Nitekim bununla, Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) emrine karşı gelmek, karşı gelmeyi doğuran
ganimet arzusu, Abdullah b. Ubeyy ve beraberindekilerin ayrılmalarına neden
olan kişilik ve hevadan kaynaklanan büyüklenme, surenin akışında
değinileceği gibi günaha meyledenlerin yaklaşmasını doğuran günaha karşı
zaaf, işleri Allah'a döndürmemekten kaynaklanan düşünce karmaşıklığı, "Bu
işte bize bir çıkar var mı?" diye sormaları, bazısının "Bu işte bize bir şey
düşseydi burada öldürülmezdik" demeleri gibi savaşa eşlik eden özel şartlar
arasında da güçlü bir bağ söz konusudur.
Kur'an-ı kerim, bu şartların tümünü, surenin akışında
örneklerini göreceğimiz gibi eşsiz bir tarzda birer birer ele almakta,
aydınlatmakta, içlerindeki gerçekleri yerleştirmeye çalışmakta ve ruhlara
onları harekete geçirip canlandıracak bir şekilde temas etmektedir.
ALLAH'IN YASASI
Bundan sonra, surenin akışı hadiseleri sunduğu üçüncü
bölüme başlayarak, savaşta meydana gelen olaylara bizzat değinmektedir.
Ancak İslâm düşüncesinin temel gerçeklerini de yerleştirmeyi ihmal
etmemektedir. Böylece olayları, bu gerçekleri dayandırdığı bir eksen
konumuna getirmektedir.
Bu bölümde surenin akışı müslümanlara; müşriklerin bu savaşta elde ettikleri
zaferin kalıcı bir kural olmadığını, arkasında özel, gizli bir hikmet bulunan
geçici bir olay olduğunu söylemek için yüce Allah'ın yalanlayanlar hakkındaki
yürürlükte olan kanununa işaret etmekle başlamaktadır. Sonra da onları
sabretmeye ve imanla yücelmeye çağırmaktadır. Çünkü, şayet onlara bir yara ve
birtakım acılar isabet etmişse aynı savaşta müşrikler de benzeri acılar
tatmışlardır. Üstelik burada olayın ardında; safların ve kalplerin ayrılması,
akideler uğruna ölen şahitler edinilmesi, müslümanların sözlerini ve ideallerini
pratik bir ölçek ile ölçmeleri için temenni ettikleri ölümle yüzyüze getirilmesi
ve sonuçta müslüman kitlenin o sağlam hazırlıkla kafirleri bertaraf etmesi gibi
hikmetler de ortaya çıkmış oluyor. O halde; gerek zafer, gerek yenilgi olsun
olayların arkasındaki yüce hikmet budur:
137- Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini
kanıtlayan birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini
yalan sayanların akıbetini görünüz.
138- Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama,
takvalılar için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür.
139- Sakın gevşemeyiniz, karamsarlığa kapılmayınız. Eğer mümin iseniz üstün
gelecek olan taraf sizlersiniz.
140- Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara
almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın
kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi
içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez.
141- Bunun bir başka sebebi Allah'ın, müminleri arındırması ve kâfirleri yok
etmesidir.
142- Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları
belirlemeden Cennete girebileceğinizi mi sandınız?
143- Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp
duruyorsunuz.
Bu çarpışmada müslamanlara bir yara isabet etmişti.
Ölüm ve yenilgi tatmışlardı. Ruhlarında ve bedenlerinde birçok eziyetler
çekmişlerdi. Onlardan yetmiş sahabe öldürülmüştü. Resulullah'ın (salât ve
selâm üzerine olsun) dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve müşrikler yanına
kadar sokulmuşlardı. Ayrıca birçok arkadaşı da yaralanmıştı. Bütün bunların
sonunda ruhlarda bir sarsıntı ve Bedir'de elde edilen olağanüstü zaferden
sonra beklenmedik bir çarpılma baş göstermişti. Öyle ki, başlarına
gelenlerden sonra bazı müslümanlar, "Bu da nerden çıktı?", "Müslüman
olduğumuz halde bizim işlerimiz böyle mi gidecekti?" demeye başlamışlardı.
Burada Kur'an-ı kerim, müslümanları Allah'ın
yeryüzündeki kanunlarına, her işin gereğince akıp gittiği temellere
döndürmektedir. Bu kanunlar hayatın dışında değildirler. Hayata hükmeden
kanunlar değişikliğe uğramadan seyrine devam etmektedir. İşler düzensiz
olarak yürümez. Şayet onlar, bu kanunlardan ders alıp özlerini kavrarlarsa,
olayların arka planındaki hikmet açıkca görülür, olayların ötesindeki hedef
açıklanmış olur. Böylece, olayların tâbi olduğu düzenin değişmezliği ve bu
düzenin ötesinde gizli hikmetin varlığıyla tatmin olurlar. Yollarına devam
ederken bu kanunların ışığında seyir çizgilerini belirlerler. Böylece zafer
ve üstünlük elde etmek için, başta Allah'a ve Resulüne itaat etmek olmak
üzere zaferin sebeplerine sarılmadan sırf müslüman oluşlarını söylemeleri
yeterli değildir.
Surenin akışının burada işaret edip bakışlarını
yönelttiği kanunlar; tarih boyunca yalanlayanların akibetleri, zafer dolu
günlerin insanlar arasında yer değiştirmesi, sırların arındırılması için
denenme, zorluklar karşısında sabır gücünün sınanması ve sabredenlerin
zaferi, yalanlayanların da mahvolmayı haketmeleridir.
Bu kanunların sunulması sırasında ayetler, dayanmaya,
zorluklar karşısında direnmeye teşvik ve yasalarından dolayı müminleri
teselli etmeye büyük özen göstermektedir. Üstelik bu yara sadece onlara
dokunmamıştır. Düşmanları da aynı yarayı almışlardı. Hem onlar, akide ve
hedef bakımından düşmanlarından daha üstün, yol ve metod itibarıyla daha
doğrudurlar. Dolayısıyla sonuç onlarındır. Kafirlerin payına düşen de
felakettir her zaman...
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan
birçok olaylar gelip geçti. Yeryüzünü geziniz ve Allah'ın ayetlerini yalan
sayanların akıbetini görünüz."
"Bu Kur'an insanlara yönelik bir açıklama takvalılar
için bir doğru yol kılavuzu, bir öğüttür."
Kuşkusuz Kur'an, insanlığın geçmişini bu gününe, bugününü de geçmişine bağlar.
Buradan hareketle de geleceğine işaret eder. İlk defa bu sözlerle karşılaşan
Arapların ne hayatları, ne bilgileri ne de deneyimleri -İslâm'dan önce- bu
derece kapsamlı bir görüşe uygundur. İslâm ve Kur'an işte bu Arapları yeni bir
hayata kavuşturmuş ve onları cihana hükmeden bir ümmet olma ufuklarına
yükseltmiştir.
Arapların yaşadıkları kabile düzeni; onların düşüncelerini, yeryüzü sakinleriyle
dünyada cereyan eden olaylar arasında ve tabiat olaylarıyla herşeyin kendilerine
uygun hareket ettiği evrensel yasalar arasında bir bağ kurmaya yöneltmesi bir
yana o yarımada sakinleriyle hayat maceraları arasında bile bir bağ kurmaya
yöneltemezdi. Bu değişme, çevreden kaynaklanmayan uzun vadeli bir değişimdi. O
zamanki hayatın kaçınılmaz bir aşaması da değildi. Bu niteliği onlara İslâm
akidesi kazandırdı. Hatta onlara bu aşamayı kazandırdı. Çeyrek asır gibi kısa
bir sürede bu aşılmaz düzeye yükseltti. Üstelik çağdaşları, bu yüce düşünce
ufkuna asırlar sonra ulaşabildiler. Evrensel yasaların değişmezliğini nesiller
sonra kavrayabildiler. Bu yasa ve kuralların değişmezliğini algıladıkları zaman
da bunlara egemen olan ilahi iradeyi ve herşeyin sonuçta Allah'a döneceği
gerçeğini unuttular. Oysa bu seçkin ümmet, bütün bunlara inanmış, düşünce
ufukları genişlemiş ve duygularında, yasaların değişmezliği ile ilahi iradenin
serbestliği arasında bir denge meydana gelmişti. Böylece, hayatı, değişmez
yasalarla birlikte hareket etmekle istikamet bulmuş, bundan sonra da ilahi
iradenin serbestliğiyle tatmin olmuştu.
"Sizden önce ilahi yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar gelip
geçti."
Evet bunlar, hayata hükmeden yasalardır. Bunları serbest irade yerleştirmiştir.
Sizin zamanınız dışında ne meydana gelmişse, Allah'ın dilemesiyle aynısı sizin
zamanınızda da meydana gelecektir. Onlardan durumunuza uygun olanlar kuşkusuz
size de uygulanacaktır.
"...Yeryüzünü geziniz..."
Yeryüzünün tamamı bir bütündür. Bütün yeryüzü insan hayatına bir sahnedir.
Yeryüzü ve yeryüzündeki hayatî hadiseler gözlerin ve algılama yeteneklerinin
istifadesine sunulmuş asli bir kitaptır.
"...Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetini görünüz."
Bunların sonuna, yeryüzündeki izleri ve onlardan sonra anlatılan hayat
serüvenleri şahittir. Kur'an-ı kerim bu hayat hikayelerinden ve izlerden
birçoğunu değişik yerlerde zikretmektedir. Bazısını aktarırken yer, zaman ve
şahıslar bakımından sınırlandırırken bazısına sınırlama ve ayrıntıya dalmadan
işaret etmektedir. Burada da genel bir işaret söz konusu edilmektedir ki, genel
bir sonuç çıkarılsın. Çünkü dün yalanlayanların başına gelenler bugün ve yarın
da yalanlayanların başına gelecektir. Böylece, bir taraftan müslüman cemaatin
kalplerini sonuçtan emin olmaları, diğer taraftan yalanlayanlarla birlikte
ayaklarının kaymasından sakınmaları sağlanmış oluyor. Kuşkusuz o zaman hem
güvenceye hem de sakındırmaya ihtiyaç duyanların varlığı söz konusuydu. Surenin
akışı içinde bu nedenlerin birçoğuna değinilecektir.
Bu yasanın açıklanmasından sonra öğüt ve ibret için şu açıklama yer alıyor:
"Bu Kur'an, insanlara yönelik bir açıklama, takvalılar için bir doğru yol
kılavuzu, bir öğüttür."
Bu, bütün insanlar için bir açıklamadır. Ve şayet şu
yol gösterici açıklama olmasaydı insanlar hiçbir zaman hidayete
ulaşamazlardı. Çünkü hidayet; uzun ve zor bir beşerî değişimdir. Ancak özel
bir grup buradaki hidayeti algılayabilir, öğütten nasibini alabilir. Ondan
yararlanıp hidayete ulaşabilir. Bunlar "Müttakîler" grubudur...
Hidayete açık olan bir mümin kalpten başkası, yol
gösterici söze gereken dikkati göstermez. Bu üstün öğütten, hidayet için
çarpan ve onunla hareket eden takva sahibi kalpler yararlanabilir ancak...
İnsanların, bilgi aracılığıyla Hakk ile batılı, hidayet ile sapıklığı ayırd
ettikleri çok az vaki olmuştur. Çünkü hakk, tabiatındaki açık ve belirginlik
nedeniyle uzun açıklamalara ihtiyaç duymaz. Ancak insanların hakka karşı
eğilimleri ve hakk yolu seçme istekleri hep eksik olmuştur. Hakkı isteme ve
onun yolunu seçme gücü imandan başka hiçbir duygudan kaynaklanmadığı gibi
onu takvadan başkası da koruyamaz. Buna benzer direktiflerin sık sık
Kur'an'da tekrarlanması bu yüzdendir. Bu Kitap'ta yer alan hakk, hidayet,
nur, öğüt ve ibret... Evet bunların tümünün müminler ve müttakiler için
olduğu gerçeği yerleştiriliyor. Çünkü kalbi; nur, hidayet, öğüt ve ibret
için açan iman ve takvadır. Hidayeti ve nuru seçmeyi öğüt ve ibretten
yararlanmayı, yoldaki acılara dayanmayı kalbe süslü gösteren bunlardır. İşin
aslı budur. Evet budur sorunun özü. Sadece bilgi ve marifet yetmez... Nice
bilgi ve marifet sahipleri, gerek beraberinde bilgi ve marifetin fayda
vermediği şehvete boyun eğmek, gerekse hakkın taşıyıcıları ve dâvâ
adamlarını bekleyen işkencelerden korkmak sebebiyle batılın bataklığında
bocalamışlardır.
İNANIYORSANIZ MUTLAKA GALİPSİNİZ
Bu geniş açıklamalardan sonra güçlendirmek, teselli
etmek ve sağlamlaştırmak için surenin akışı müslümanlara yönelmektedir:
"Sakın gevşemeyiniz karamsarlığa kapılmayınız; eğer
mümin iseniz üstün gelecek olan taraf sizlersiniz"
Uğradığınız zayıflıktan dolayı gevşemeyin. Başınıza gelen musibetlerden ve
kaçırdığınız fırsatlar yüzünden üzülmeyin. Üstün olan sizsiniz. Herşeyden önce
akide üstündür; çünkü, siz sadece Allah'a secde edersiniz. Onlarsa, O'nun
yarattıkları şeylerin kimine ya da bazısına secde ederler Hayat metodunuz
üstündür; çünkü siz Allah'ın gösterdiği metoda göre hareket ediyorsunuz. Onlarsa
Allah'ın yarattıkları insanların hazırladığı metoda uymaktadırlar. Üstlendiğiniz
rol üstündür; çünkü siz, bütün insanlığın önderliğini elinizde
bulunduruyorsunuz, topyekün insanlığın öncülerisiniz. Onlarsa metodtan
uzaklaşmış ve yoldan sapmışlardır. Yeryüzündeki konumunuz üstündür; Çünkü
Allah'ın size vadettiği yeryüzünün mirası sizindir, onlarsa yokluğa ve
unutulmaya yuvarlanıp gideceklerdir. Şayet gerçek müminlerseniz, üstün olan
sizsiniz. Gerçekten inanıyorsanız, gevşemeyin, üzülmeyin! Cihad, imtihan ve
arınmadan sonra sonucun sizin olması için yaralar almanız ve yaralanmanız yüce
Allah'ın bir kanunudur.
"Eğer siz (Uhud'da) bir yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara
almışlardır. Biz bu tür acı günleri, insanlar arasında dolaştınız. Allah'ın
kimlerin mümin olduklarını belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi
içindir bu. Hiç kuşkusuz Allah zalimleri sevmez."
"Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok
etmesidir."
Burada onlara ve yalanlayanlara isabet eden yaralardan söz edilmekle,
müşriklerin yaralar aldığı müslümanlarınsa kurtuldukları Bedir savaşına işaret
edilmiş olabileceği gibi savaşın başında müslümanların galip geldiği Uhud
savaşına da işaret edilmiş olabilir. Bu savaşta müşrikler yenilmiş ve yetmiş ölü
bırakmışlardı. Müslümanlar peşlerine düşmüş boyunlarını vuruyorlardı. Öyle ki
birara savaş ortasında müşriklerin bayrağı yere düşmüş, kimse de kaldırmaya
yeltenmemişti. Sonra bir kadın kaldırmıştı da etrafında birikip toplanmışlardı.
Okçular Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) emrinden çıkıp ihtilâfa
düşünce de üstünlük müşriklere geçti. Müslümanların başına gelen, savaşın
sonunda gelmişti. Bu, Allah'ın değişmez kanunlarından birinin gerçekleşmesi için
ayrılığa düşmeye ve mevziden ayrılmaya uygun bir cezaydı. Okçuların ayrılığa
düşüp mevzilendikleri yerden çıkmaları ganimet arzusundan kaynaklanıyordu. Yüce
Allah zaferi, savaş alanında kendi yolunda cihad edip basit dünya nimetlerini
arzulamayanlara yazmıştır. Bu arada yüce Allah'ın değişmez kanunlarından biri
daha gerçekleşmiş oluyordu. Bu da, insanların çalışma ve niyetlerine uygun
olarak zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında dönüp dùrmasıdır. Bir gün
bunların olur bir diğer gün onların... Bu sayede hatalar ortaya çıkıp
karanlıklar aydınlandığı gibi müminler ve münafıklar da açığa çıkar.
"Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise karşınızdakiler de benzeri bir yara
almışlardır. Biz bu tür acı günleri insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın
kimlerin mümin olduklarını belirlemesi içindir bu."
Rahatlıktan sonra sıkıntı, sıkıntıdan sonra rahatlık...
Kuşkusuz, ruhların cevherini; kalplerin tabiatını, içindeki karmaşıklık veya
saflığın, telaş veya sabrın, Allah'a bağlılığın veya ümitsizliğin ya da isyan
etmenin derecesini ortaya çıkaran ölçü...
Böyle durumlarda, saflar ayrılır, mümin-münafık ortaya çıkar, bunlar ve onlar
kendi gerçekleriyle belirirler. İnsanların ruhlarının derinliklerinde bulunan
bozukluklar günyüzüne çıkar. Birbirine karışıp son derece kapalı oldukları halde
üyeleri ve bireyleri arasında uyum eksikliğinden kaynaklanan bu keşmekeşlik ve
şu kusurlar giderilmiş olur bu sayede.
Yüce Allah, müminleri de münafıkları da bilir. O, kalplerin sakladıklarını da
bilir. Ancak, olaylar, zafer ve yenilgi günlerinin insanlar arasında yer
değiştirmesi, gizli duyguları ortaya çıkarıp insanların hayatında bir olgu
meydana getirir. İmanı açık bir amele, aynı şekilde nifakı da açık bir
uygulamaya dönüştürürler. Hesap ve ceza bundan sonra söz konusu olur. Çünkü yüce
Allah insanları, kendisinin bildiği işlerinden dolayı değil ancak kendilerinden
meydana gelenlerden dolayı sorgular.
Bu zafer ve yenilgi günlerinin yer değiştirmesi, sıkıntı ve rahatlığın ard arda
gelişi, yanılmaz bir mihenk ve haksızlığa meydan vermeyen bir ölçüttür. Bu
noktada rahatlık da sıkıntı gibidir. Çünkü nice ruhlar vardır ki sıkıntı anında
sabredip gerçeğe sıkı sıkıya sarılmalarına rağmen rahatlık zamanında gevşeyip
ödün verirler. Mümin ise zorlukta sabredip, bollukta da boş vermeyen kişidir. O
her iki durumda da Allah'a yönelir. Kendisine dokunan iyilik ya da kötülüğün
Allah'ın izniyle olduğunu çok iyi bilir.
Yüce Allah, beşeriyete önderlik için adım atmak üzere olan şu topluluğu,
rahatlıkla imtihandan sonra sıkıntı ile, olağanüstü bir zaferden sonra acı bir
yenilgiyle imtihan ediyordu. Bu ve sebepleri yüce Allah'ın zafer ve yenilgi için
yürürlükte olan kanunlarına uygun meydana gelseler de bununla, müslüman cemaatin
zafer ve yenilginin sebeplerini bilmesi, Allah'a daha çok itaat etmesi, O'na
dayanması, himayesine yapışması ve bu metodun özelliklerini ve yükümlülüklerini
iyice bilmesini amaçlıyordu.
Surenin akışı, birçok yönden savaşta meydana gelen olayların arka planındaki
hikmetini, günlerin insanlar arasında yer değiştirmesinin nedenini, safların
ayrılması ve yüce Allah'ın müminleri belirlemesini müslüman ümmete açıklayarak
sürüyor:
"...Ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu deyim, şu derin manayı olağanüstü bir şekilde ifade etmektedir: Kuşkusuz
şehidler seçilmiş kimselerdir. Yüce Allah onları kendisi için mücahitler
arasından seçmiştir. O halde Allah yolunda şehid düşmüş birisi için bir hayıf ya
da zarar söz konusu değildir. Bu, bir seçkinlik, arınmışlık, üstünlük ve
ayrıcalıktır. Bunlar, yüce Allah'ın kendisi için ayırmak, yakınlığıyla
onurlandırmak için şehadetle rızıklandırdığı kişilerdir.
Sonra onlar, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği, hakka tanıklık ettirdiği
şahitlerdir. Yüce Allah onları şahit tutmuş, onlar da şahitliklerini yerine
getiriyorlar. İçinde bir kuşku, üzerinde bir itiraz ve çevresinde bir tartışmaya
girmeden, ölene kadar, bu hakkın gerçekleşmesi ve insanların hayatında yer
etmesi uğrunda cihad etmek suretiyle yerine getiriyorlar şahitliklerini. Yüce
Allah onlardan, O'nun katından kendilerine gelen şeyin gerçek olduğunu bilmek,
buna kesinlikle inanmak, O'nun için herşeyden soyutlanmak, O'nun dışındaki
herşeyin değersiz olduğunu kavrayıp onurlanmalar için şahitler seçmişti. Bu
şahitler, bu hakk olmadan insan hayatının ıslah olup istikrar bulamayacağına
kesinlikle inanmak, batılla savaşmak ve onu. insan hayatından kovmak,
dünyalarında hakkı yerleştirmek ve insanların üzerindeki hakimiyette Allah'ın
metodunu gerçekleştirmek için cihaddan kaçınmamak suretiyle şahitlik
yapmışlardı. Evet, yüce Allah, bunların tümüne şahit olmalarını istemekte, onlar
da şahitliklerini hakkıyla yerine getirmektedirler. Onların şahitlikleri ölene
kadar sürdürdükleri şu cihaddır. Bu da münakaşa ve hile götürmeyen kesin bir
şahitliktir.
"Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resulullah" şehadet cümlesini diliyle söyleyen
herkese, bu şehadetin anlamını ve gereklerini yerine getirmedikçe şehadet
getirdi denemez. Şehadetin anlamı; Allah'tan başka ilah edinmemektir.
Dolayısıyla Allah'tan başkasına şeriat için başvurmamaktır. Çünkü uluhiyetin en
belirgin özelliği kullar için kanun koymaktır; aynı şekilde kulluğun en belirgin
özelliği de her konuda Allah'a başvurmaktır. Bu şehadetin bir diğer anlamı da,
Allah'ın elçisi olduğundan her konuda Allah'a başvurmayı Hz. Muhammed (salât ve
selâm üzerine olsun) kanalıyla yapmak ve bu kaynağın dışında başka bir kaynağa
dayanmamaktır.
Bu şehadetin gereği; Hz. Muhammed'in (salât ve selâm
üzerine olsun) bildirdiği şekilde yeryüzünde uluhiyetin, tek başına Allah'ın
olması ve Muhammed'in ; örnek olduğuna imandır. Bunun yanında Allah'ın
insanlar için dilediği metodun; egemen, galip ve itaat edilen metod olması,
istisnasız bütün insanların hayatını düzenleyen düzenin bu olması için cihad
etmektir.
İş bu uğurda ölmeyi gerektiriyorsa, bu dereceye
yükselen şehittir. Yani yüce Allah şehidden bu şahitliği dilemiş o da
hakkıyla yerine getirmiştir. Yüce Allah onu şahit edinmiş ve bu yüce makamla
onurlandırmıştır.
Şu olağanüstü ifadenin anlatmak istediği budur;
"...Ve aranızdan şahitler seçmesi içindir bu..."
Bu, "La ilâhe illallah Mahummedün Resulullah"
-Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür- şehadetinin
anlamı ve gereğidir. Yoksa şehadetin anlamından çıkarılan, ruhsat, gaflet ve
kayıplar değil...
"...Allah zalimleri sevmez."
Kur'an-ı kerimde zulümden çokca sözedilmekte ve bununla da zulmün en karanlığı
ve en çirkini olan şirk kastedilmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kuşkusuz
şirk; çok büyük bir zulümdür." (Lokman su;esi; 13) Buhari ve Müslim İbn-i
Mes'ud'un (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dediğini rivayet ederler: "Dedim ki,
`Ya Resulullah, hangi günah daha büyüktür?' `Seni yarattığı halde ona eş
koşmandır' buyurdu."
Surenin akışı, daha önce yüce Allah'ı yalanlayanların konumuna işaret etmişti.
Şimdi ise yüce Allah'ın zalimleri sevmediği gerçeği yerleştiriliyor. Bu da,
Allah'ın sevmediği zalim-yalanlayanları bekleyen şeylerin bir başka şekilde
te'kid edilmesi amacına yöneltir. "Allah zalimleri sevmez" deyimi müminin
ruhunda zulüm ve zalimlere karşı nefret duygusunu canlandırmaktadır. Cihad ve
şehidlikten söz edilirken, bu duyguyu burada canlandırmak konunun ruhuna uygun
düşmektedir. Çünkü mümin kendisini, sevmediği şeyleri ve kimseleri bertaraf
etmek uğruna feda eder. İşte şehitlik makamı budur, şehadet bunun içindir ve
yüce Allah, bunlardan şahitler edinir... Sonra Kur'an ayetlerinin akışı
kafirleri bertaraf etmede Allah'ın çizdiği kaderinin araçlarından bir araç ve
yalanlayanları yok etmede O'nun gücüne bir perde olmaları için müslüman ümmeti
eğitirken, arındırırken ve o yüce rolüne hazırlarken olayların arka planındaki
hikmeti açıklamakla devam etmektedir.
"...Allah'ın müminleri arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
Arınmak; ayrılış ve farklılıktan bir aşamadır. Ve bu operasyon ruhun içinde ve
vicdanın derinliğinde gerçekleşmektedir. Bu, kişiliğin gizli yönlerini açığa
çıkarma ve gizlilikler üzerine ışık saçma operasyonudur. Şüphe, kusur ve
karmaşıklığı çıkarıp kapalılık ve pusluluk bırakmaksızın insan kişiliğini temiz,
açık ve hakk üzere kararlı kılma işlemine girişilmiştir.
Çoğu zaman insan, kendi nefsinden, onun gizli yönlerinden, alışkanlık ve
dolambaçlarından habersiz olur. İnsan, zaafının ve gücünün gerçeğini
deşelemedikçe ortaya çıkmayan ve içinde yer etmiş olan tortuların gerçeğini
bilemez çok kere.
Yüce Allah'ın, sıkıntı ve rahatlık arasında insanlar içinde yer değiştirdiği
zafer günlerinin doğurduğu arınma işlemi, insanlara bu acı mihenkten, olayların,
deneylerin, pratik ve hareketli durumların mihenginden önce bilmedikleri
nefislerine ilişkin birçok şeyi öğretmektedir.
İnsan kendisinde, güç, cesaret ve fedakârlık, cimrilik ve ihtirastan
kurtulmuşluk duygularının bulunduğunu zannedebilir. Sonra, pratik deneylerin
ışığında, meydana gelen olaylarla yüzyüze geldiğinde henüz nefsinde
temizlenmemiş yaraların bulunduğunu ve baskılar karşısında direnecek olgunluğa
erişmediğini anlar. İnsanın bunu bilmesi ve nefsini, bu davanın tabiatının
gerektirdiği baskılara ve. bu akidenin gerektirdiği sorumluluklara dayanacak
olgunluğa getirmek için yeniden Kur'an potasında şekillendirmesi gerekir.
Yüce Allah, şu seçkin kitleyi, beşeriyete önderlik için eğitiyordu. Onlar da şu
yeryüzünde istediğini gerçekleştirmek istiyordu. Bu yüzden kendilerini takdir
edilen rolün düzeyine yükseltmek ve çizdiği kaderi elleriyle gerçekleştirmek
için Uhud'daki olayların ortaya çıkardığı gibi bu şekilde onları arındırıyordu.
"...Kafirleri yok etmesidir..."
Hakk, ilân edilip arınmak suretiyle kirlerden kurtulduğunda batılı onunla
mahvetmekle ilgili kanunu gerçekleştirsin diye...
Karşılığı bilinmez gibi ortaya konarı (istinkârî) bir soruda Kur'an-ı kerim,
müslümanların, davalar, zafer ve yenilgi, iş ve karşılığına ilişkin
düşüncelerini düzeltmekte, onlara, Cennet'in yolunun zorluklarla çevrili
bulunduğunu, azığın da yoldaki eziyetlere sabretmek olduğunu, yoksa derinleşme
ve arınmaya dayanmayan temenni ve uçucu idealler olmadığını açıklamaktadır.
"Yoksa siz Allah içinizdeki cihad edenleri ayırd etmeden ve sabırlıları
belirlemeden Cennete gireceğinizi mi sandınız?"
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp
duruyorsunuz."
Sorunun istinkâri oluşu, insanın diliyle "Ben müslüman oldum ve ben ölüme
hazırım" demesinin yeterli olduğuna bu sözle imanın yükümlülüklerini yerine
getirdiğine, dolayısıyla Cennete ve Allah'ın hoşnutluğuna kavuşacağına ilişkin
düşüncenin korkunç derecede hatalı bir düşünce olduğu uyarısında bulunmak
amacına yöneliktir.
Çünkü bu, yaşanan deneyler, pratik sınavlar, cihad ve belayla karşılaşma, sonra
cihadın sorumluluklarına ve belaların ağırlığına sabretmekle mümkündür.
Kur'an ayetinde önemli bir soruna dikkat çekilmektedir:
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihad edenleri..." "..Ve sabırlıları
belirlemeden..:'
Müminlerin yalnızca cihad etmeleri yeterli değildir. Davanın zorluklarına karşı
sabretmek de gerekmektedir. Zorluklar meydan savaşında yapılan cihadla
bitmeyecek kadar sürekli ve çeşitlidir. Savaş alanındaki fiili cihad, imanın
gerektirdiği ve sabretmeyi istediği davanın en hafif zorluğu olabilir. Hergün
karşılaşılan birçok meşakkat vardır. İman ufkuna doğru istikamet bulmanın
meşakkati. İmanın gerçeklerini teorik ve pratik olarak dengeli bir şekilde
yerine getirme zorluğu; müminin, günlük hayatında beraber bulunduğu insanların"
nefislerinden ve başka özelliklerinden beliren insana özgü zaaflara karşı o
esnada sabır... Batılın üstünlük kazandığı, mücadele edip zafer kazanmaya
başladığı dönemlerde sabır. Yolun uzunluğuna, mesafenin uzaklığına ve engellerin
çokluğuna karşı sabır... Cihad, sıkıntı ve çarpışmanın zorluğuna ilişkin
sabır... Rahatlığın vesvese ve nefsin saptırmalarına karşı sabır... İdeal ve
dille söylenen sözlerle ulaşılamayan Cennetin zorluklarla çevrili yolunda
cihadın sadece bunlardan biri olduğu bilinci ve daha nice işkenceye karşı
sabır...
ÖLÜM V E HAYAT
"Sizler ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. Oysa onu görünce bakıp
duruyorsunuz."
Böylece surenin akışı dille söylenen kelimelerden ibaret ölçüt ile karşılaştığı
gerçek ölçüt arasında duygularında bir denge oluşturmak için, onları daha önce
karşılaşmayı arzuladıkları ve savaş alanında yüzyüze geldikleri ölümle bir daha
karşı kârşıya getirmektedir. Bununla söyledikleri her sözün muhasebesini
yapmalarım, yüzyüze geldiklerinde karşılaştıkları gerçeğin dışında ruhların dahi
pratik birikiminin durumunu ölçmelerini öğretmektedir. Böylece ağır olguların
ışığında, sözün, ideallerin ve vaadlerin değerini takdir edebilirler. Sonra
onlara, kendilerini Cennete ulaştıracak yöntemin sözlerin gerçekleşmesi,
hayellerin somutlaşması ve gerçek bir cihad olduğunu öğretiyor. Yüce Allah bütün
bunları insanların dünyasında pratik olarak gerçekleştirip öğretiyor.
Kuşkusuz yüce Allah, müminlerin bir çabası ve yardımı olmaksızın, ilk andan
itibaren peygamberlerini, davasını, dinini ve hayat metodunu galip
getirebilirdi. Ad, Semud, ve Lût kavmine yaptığı gibi müşrikleri yok etmek için
onlarla birlikte -ya da onlarsız- savaşsınlar diye melekler indirebilirdi.
Ancak sorun zafer değildir. Sorun bütün zaaf ve eksiklikleri, şehvet ve
istekleri, cahiliyye ve sapıklıklarıyla beşeriyetin önderliğini eline almaya
hazırlanan müslüman ümmetin eğitilmesiydi. Beşeriyete önderlik, önder
olacakların üstün bir şekilde hazırlanmalarını gerektiren önemli bir görevdir.
Öncelikle, ahlâk gücünü sürekli hakk üzere bulundurmayı, zorluklara sabretmeyi,
insan nefsindeki zaaf ve güç odaklarını bilmeyi, hata noktalarından ve sapıklık
kaynaklarından ve bunların tedavi yöntemlerinden haberdar olmayı gerektirir.
Sonra şiddette olduğu gibi bollukta, o gün kahredici ve acı gelen bolluktan
sonraki şiddette de sabretmeyi gerektirir.
Yüce Allah bununla müslüman cemaati, yeryüzündeki varlık sebepleri kıldığı o
korkunç ve meşakkatli role hazırlamak için eğitiyordu. Kuşkusuz yüce Allah, şu
geniş mülke halife kıldığı insanın nasibine bu meşakkatleri de eklemeyi
dilemiştir.
Yüce Allah'ın müslüman ümmeti önderliğe hazırlamaya
ilişkin takdiri, değişik araçlar ve sebepler, farklı koşul ve olgularla
kendi yoluna devam etmektedir. Bazen müslüman kitlenin kesin zafer elde
etmesi; böyle umutlanmaları, ilahi yardımın gölgesinde kendilerine olan
güvenlerinin artması, zaferin tadını denemeleri, onun sarhoşluğuna
sabretmeleri, şımarıklık, kibir ve gururu yenme güçlerini ölçmeleri ve
alçakgönüllülükle Allah'a şükretmeleri, bazan da, Allah'a sığınmaları, şahsî
güçlerinin gerçeğini algıladıkları ve Allah'ın metodundan en ufak bir
sapmanın ortaya çıkardığı eksikliği öğrendikleri yenilgi, hüzün ve zorluk
şeklinde yoluna devam etmektedir. Bu şekilde yenilginin acılığını
denemelerine rağmen, arı gerçeğe sahip olmaları, içlerindeki zaaf ve
eksiklik noktalarını öğrenmeleri, şehvetin etkilediği ye'sleri
belirlemeleri, ayakların kaydığı hususları ortaya çıkarmaları ve böylece
gelecek harekette bütün bu olumsuzluklardan kurtulmaları ile batıla karşı
üstünlük sağlarlar. Allah'ın takdiri, hiçbir değişikliğe ve sınırlandırmaya
uğramadan zafer ve yenilgiden dersler çıkararak Allah'ın kanununa uygun
olarak yoluna devam eder.
Bunların tümü, şu ayetlerde gördüğümüz gibi Kur'an'ın
akışının müslüman kitle için biriktirdiği Uhud savaşından elde edilen
sonuçların bir yönünü oluşturmaktadır. Kuşkusuz bunlar, her zamanki müslüman
cemaat ve müslüman nesiller için yararlanılacak birikimlerdir.
Daha sonra surenin akışı, İslâm düşüncesinin büyük gerçeklerini yerleştirmek,
müslüman cemaati bu gerçeklerle muhatab kılmak, savaşta meydana gelen olaylardan
bu gerçekler için bir eksen oluşturmak ve böylece İslâm toplumunu Kur'an'ın
eşsiz metoduyla eğitmek için bir araç edinmek suretiyle sürmektedir.
144- Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce
daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse
topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse
bilsin ki, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir.
145- Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi
belirli bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kim
ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz.
Bu bölümdeki ilk ayet, Uhud savaşında meydana gelen belli bir olaya
işaret etmektedir. Okçular, dağdaki mevzilerini terk ettiklerinde müslümanların
savaş konumlarında açıklık belirmişti. Bunun üzerine müşrikler oradan bindirmiş
müslümanlarla savaşa tutuşmuşlardı. Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
dişi kırılmış, yüzü yaralanmış ve yarasından durmadan kan akmıştı. Herşey
birbirine karışmıştı. Müslümanlar öylesine dağılmışlardı ki, kimse diğerinin
nerede olduğunu bilmiyordu... Bu arada birisi "Muhammed öldürüldü" diye
bağırmıştı. Bu ses, müslümanlar üzerinde korkunç bir etki bırakmıştı. Birçoğu
Medine'ye geri dönmeye, yenilerek dağa çıkmaya ve büyük bir ümitsizlikle savaşı
bırakmaya başlamıştı. Şayet Resulullah, beraberindeki az sayıdaki adamla
dayanmayıp müslümanları geri çağırmasaydı ve yüce Allah kalplerini
sağlamlaştırmasaydı ve de daha sonra açıklanacağı gibi üzerlerine uyuklama,
güven ve emniyet duygusunu indirmeseydi tamamen dağılıp mahvolacaklardı.
Kur'an-ı Kerim; İslâm ordusunun dikkatlerini bu derece dağıtan bu olayı,
direktifleri için bir temel, İslâm düşüncesinin gerçeklerini yerleştirmek için
bir araç, ölüm ve hayatın hakikati, iman tarihi ve müminler kervanına ilişkin
canlı işaretler için bir eksen kılmaktadır.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir.
Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi
döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse bilsin ki Allah'a hiçbir
zarar veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
HZ. PEYGAMBER
Kuşkusuz Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmiş ve
ölmüşlerdir. Kendisinden önceki peygamberler gibi O da ölecektir. Bu,
karşılaşılacak basit bir gerçektir. Öyleyse savaşta bu gerçekle karşılaşılınca
unutulmuş olmasının sebebi neydi?
Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) Allah tarafından, yüce Kelâm'ı tebliğ
etmek için gelmiş bir elçidir. Kuşkusuz bâki ve ölümsüz olan sadece Allah'tır:
Aynı şekilde O'nun sözü de ebedî ve ölümsüzdür. Bu yüzden, bu sözleri tebliğ
için gelen Peygamberin ölmesi ya da öldürülmesi durumunda müminlerin gerisin
geriye dönmeleri gerekmez. Bu da korkunun meydana getirdiği sıkıntı sonucu fark
etmedikleri temel oluşturan basit bir gerçektir. Ancak, müminler hiçbir zaman bu
temel ve basit gerçeği unutmamalıdırlar.
İnsanlar geçicidir akîde ise sonsuza kadar sürer. Tarih boyunca Allah'ın hayat
için koyduğu metod, insanlara götürülüp uygulanmış ve fakat peygamberler ile
davetçilerden bağımsız olmuştur. Resulullah'ı seven müslümandan; (nitekim O'nun
arkadaşları insanlık tarihinin bir benzerini görmediği bir tarzda O'nu
severlerdi. Öyle severlerdi ki, O'na bir dikenin batmaması için hayatlarını feda
ederlerdi. Nitekim sırtını O'na siper edip hareket etmeden oklara hedef,olan Ebu
Dücane ile düşmanı O'ndan uzaklaştırmak için birbiri ardınca teker teker şehid
olan dokuz kişiyi görmüştük. Kuşkusuz her zaman ve mekânda O'nu böylesine bütün
benlikleri ve bütün duygularıyla seven olacaktır. Hatta yalnızca O'nun ismini
duymakla vecde kapılanlar da olacaktır.) İşte Muhammed'i (salât ve selâm üzerine
olsun) bu şekilde seven bir müslümandan, Muhammed'in şahsı ile O'nun tebliğ edip
kendisinden sonra insanlara bıraktığı ve ölümsüz Allah'tan gelerek O'na ulaşan
ebedi akideyi birbirinden ayırması istenmektedir.
Kuşkusuz dava, davetçiden önce gelir.
"Muhammed sadece bir peygamberdir. O'ndan önce nice peygamberler gelip
geçmiştir."
Peygamberimizden önce de zamanın derinliklerine inen, tarihin köklerine uzanan,
insanlıkla başlayıp yolun başlangıcında insanlığa hidayet ve barış ile yol
gösteren bu davayı taşıyan peygamberler gelmiştir.
Dava, davetçiden daha büyük ve daha kalıcıdır. Davetçiler gelip giderler ancak
dava nesiller ve asırlar boyu sürer. Davaya tabi olanlar, Resullerin getirdiği
ilk kaynağa bağlı kalacaklardır. Ve müminler Bakî olan yüce Allah'a
yönelecektir. O halde yüce Allah diri ve ölümsüz iken müminlerden birinin geri
dönüp Allah'ın hidayetinden irtidat etmesi hoş karşılanamaz.
İşte, bu îmalı sorunun, bu tehdidin ve aydınlatıcı açıklamanın sebebi şudur:
"...Şimdi eğer O, ölür veya öldürülürse siz topuklarınızın üzerinde geri mi
döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse Allah'a hiç bir zarar
veremez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."
İfadede irtidâtın canlı bir tablosu yer almaktadır; "...topuklarınızın üzerinde
geri mi döneceksiniz!" "... Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse..." Geriye
dönmedeki algılanan bu hareket, akideden irtidat etme olayını, seyredilen bir
manzara gibi somutlaştırıyor. Burada kasdedilen, savaştaki yenilgiden
kaynaklanan duygusal irtidat değildir. Aksine, "Muhammed öldürüldü" diye birinin
bağırmasından sonra meydana gelen ruhsal irtidattır söz konusu edilen... Çünkü,
bu söylentiden sonra bazı müslümanlar; müşriklerle savaşmanın yararsızlığına,
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesiyle bu dinin işinin bittiğine
ve müşriklere karşı cihadın sona erdiğine inanmaya başlamışlardı. İfadenin
somutlaştırdığı ruhsal hareket budur. Savaşta ökçeleri üzerinde dönüp kaçmaları
gibi dinden dönmelerini de kapsayan bir olaydır. İşte, Nadir b. Enes (Allah
O'ndan razı olsun) "Muhammed öldürüldü" deyip savaştan ellerini çekenleri
görünce "O'ndan sonra yaşayıp da ne yapacaksınız. Kalkın Resulullah'ın öldüğü
uğurda siz de ölün" diyerek sakındırdığı da buydu.
"...Kim iki topuğu üzerinde geriye dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez.
Zararlı çıkacak olan, kendisine eziyet edip yoldan sapandır. Onun geri dönmesi
Allah a hiçbir zarar dokundurmaz. Çünkü Allah; İnsanlara ve onların imanına
muhtaç değildir. Ancak yüce Allah, kullarına acıması ve onların mutluluğu ve
iyiliği dolayısıyle bu metodu koymuştur. Bu metoddan ayrılan her sapık, kendi
nefsi ve çevresinden bir bedbahtlık ve şaşkınlıkla karşılaşmak suretiyle
cezasını çekecektir. Ayrıca hayat düzeni ile ahlâk tamamen bozulur ve bütün
işler aksar. Neticede insanlar; gölgesinde hayat ve ruhlarının istikamet
bulduğu, hem fıtratları hem de içinde yaşadıkları evrenle barış içinde yaşamak
için bir ortam buldukları bu biricik metoddan sapmanın cezasını tadarlar.
"...Allah, şükredenleri ödüllendirecektir."
Onlar, yüce Allah'ın kullarına bu sistemi bağışlamakla verdiği nimetin değerini
bilirler. Bu yüzden hem sisteme uymak, hem de Allah'a hamd etmekle şükürlerini
yerine getirirler. Bu sisteme uymak suretiyle mutlu bir hayat sürdürmeleri de
şükürlerine güzel bir karşılık olmaktadır. Daha sonra yüce Allah'ın kendilerine
ahirette vereceği karşılıkla yaşayacaklar ve mutlulukları daha büyük ve kalıcı
olacaktır.
Sanki yüce Allah, bu olay ve bu ayetle, müslümanların aralarında yaşayan
peygamberlerin kişiliğine olan şiddetli bağlılıklarını kesmek istemiştir.
Devamla, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) ilk defa ortaya çıkarmadığı,
yalnızca kendisinden önceki elçilerin insanları kana kana içmeye çağırdıkları
gibi O'nu da göstermiştir. Böylece yüce Allah insanları, fışkıran asıl kaynağa
doğrudan bağlamak istemiştir.
Sanki yüce Allah, insanların elinden tutup onları Muhammed'in bağlamadığı,
sadece insanların elini tutuşturup onları birlikte sarılmaya çağırdığı kopmaz
bir kulpa doğrudan ulaştırmayı dilemiştir.
Sanki yüce Allah Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ölmesi ya da
öldürülmesiyle üzerlerinden kalkmayacak olan sorumluluklarını doğrudan
algılamaları için müslümanların İslâm ile olan ilişkilerini ve Allah ile olan
sözleşmelerini direkt bir duruma getirmeyi ve Allah'ın önünde yaptıkları bu
sözleşmenin sorumluluğunu aracısız duymalarını dilemektedir. Çünkü onlar Allah'a
biat etmişlerdir. Dolayısıyla Allah'ın huzurunda sorumlu olacaklardır.
Sanki yüce Allah, meydana geldiğinde güçlerini aşacağını bildiği halde, müslüman
kitleyi bu büyük sarsıntıya hazırlamakta ve böylece dehşet ve şaşkınlık
kendilerini sarmadan, onları alıştırmak ve sadece kendisine ve kalıcı davasına
bağlamak istemektedir.
Nitekim, büyük sarsıntı meydana gelince dehşet ve şaşkınlık içinde
kalakalmışlardı. Hatta Ömer (Allah O'ndan razı olsun) kılıcını çekmiş, onunla
"Muhammed öldü" diyeni tehdit etmeye başlamıştı.
Kalbi, arkadaşı Resulullah'a ve Allah'ın O'nun hakkındaki kaderini algılamaya
sağlam bir bağla bağlı bulunan Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) başkası
sebat edememişti. Nitekim Ebu Bekir bu ayeti hatırlayıp, dehşete düşmüş
şaşkınlara hatırlatınca onlar bu ilahi çağrıyı ilk defa işitmiş gibi tevbe edip
geri dönmüşlerdi.
Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in akışı; insan nefsinin derinliklerinde gizlenen ölüm
korkusuna uyarıcı bir şekilde değinmekte; Ölüm ve hayat hakkındaki kalıcı
gerçekleri dile getirmektedir. Ayrıca hayat ve ölümdén sonra Allah'ın kullarını
denemesi ve cezaya ilişkin hikmet ve takdirini açıklaması suretiyle bu korkuyu
gidermektedir.
"Allah'ın izni olmadan hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. O süresi belirli
bir yazıya bağlıdır. Kim dünya kazancını isterse ona ondan veririz. Kimde ahiret
sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri ödüllendireceğiz."
Kuşkusuz her nefsin belirlenen süreye kadar yazılmış
bir eceli vardır. Bu belirlenen süre dolmadan herhangi bir kişinin ölmesi
söz konusu değildir. Telaş, hırs, savaşa katılmama ve korku bu süreyi
uzatmadığı .gibi cesaret, direnç, öne atılma ve sözüne bağlı kalma da ömrü
kısaltmaz. O halde korkaklığa gerek yoktur. Korkudan gözleri kaymasın
korkakların. Süre belirlenmiştir, birgün kısaltılamayacağı gibi artırılamaz
da.
Bununla, ecel gerçeği insan ruhunda yer etmektedir.
Artık insan onunla uğraşmayı bir tarafa bırakıp hesaba katmamakta ve imanın
gereği olan sorumluluk ve görevlerini hakkıyla yerine getirmeyi
düşünmektedir. Bununla korku ve dehşetin doğurduğu ürkekliği üzerinden
attığı gibi cimrilik ve ihtirasın boyunduruğundan da kurtulur. Bu sayede
insan, sabır güven ve tek başına ecele egemen olan Allah'a dayanmakla, yolun
bütün sorumluluk ve görevlerini yerine getirerek yoluna devam eder.
Daha sonra ayet-i kerime, hakkında kesin hüküm verilen bu sorunu çözdükten sonra
nefse dönüyor. Ömür, önceden yazılmış ve ecel belirlenmiş olduğuna göre, nefis
yarın için ne hazırladığına ve ne istediğine baksın. İmanın gereği
sorumluluklardan geri kalmayı, bütün ilgisini yeryüzüyle sınırlandırmayı ve
sadece şu dünya için yaşamayı mı; yoksa, ömür ve hayata ilişkin bu bilgi ve
ihtimamını dengelemekle beraber, yüce bir ufukla yüksek ilgilere ve bu hayattan
daha büyük bir hayata mı yükselmek istiyor. Ona baksın nefis.
"... Kim dünya kazancını isterse kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını
isterse ona da ondan veririz."
Ömür ve ecelle kıyaslanınca sonuçları bir olsa da bu hayatla şu hayat arasında,
bu ilgiyle şu ilgi arasında ne kadar fark vardır. Sadece bu dünya için yaşayan
ve yalnızca bu dünya nimetlerini isteyen, böceklerin, vahşilerin ve hayvanların
hayatını yaşar. Sonra da yazılmış eceliyle belirlenen zamanda ölüp gider. Fakat,
diğer ufka yükselen ise, Allah'ın onurlandırıp halife kıldığı ve bu konumuyla
farklı bir statü bahşettiği "insan"ın hayatını yaşar. O da yazılmış eceliyle
belirlenen zamanda ölür. "Allah'ın izni olmaksızın hiç kimsenin ölmesi söz
konusu değildir. O, süresi belirli bir yazıya bağlıdır."
"...Şükredenleri ödüllendireceğiz."
Bu ödül, insana yapılan ilahî bağış nimetini algılayıp hayvansal derecelerin
üstüne çıkan ve yüce Allah'ın bu nimetine karşı şükretmekle imanın
sorumluluklarını yerine getirenleredir.
Böylece Kur'an-ı Kerim, ölüm ve hayatın niteliklerini açıklıyor. Hayvanların ve
insanların yaşama gayelerini açıklıyor. Bazı insanların, hayvanlar gibi hayat
sürme gayelerinin olduğunu, bazı insanların da yüce gayeler için yaşadığını
beyan ediyor. Böylece nefsi, ölüm ve hayata ilişkin hiçbir şeye malık
olmadığının farkına vardırıp onu ölüm korkusundan ve sorumluluk telaşıyla
uğraşmaktan vazgeçiriyor. Neticede de insan, seçebildiği ve kendi gücü dahilinde
daha faydalı şeylerle uğraşmış olacaktır. Artık ya dünyayı ya da ahireti
seçecektir. Kuşkusuz seçtiğinin karşılığını da yüce Allah'ın katında bulacaktır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, kendilerinden önce zamanın derinliklerine
kök salmış ve yolun uzunluğu boyunca sıralanıp hareket eden ve imanlarında sadık
olup peygamberleriyle savaşa çıkan mümin kardeşlerinden örnekler veriyor. Ki
onlar imtihan karşısında ümitsizliğe kapılmayıp ölüme gittikleri bu makamda,
cihad makamında imandan kaynaklanan edep tavrını takınmışlar ve Rabblerinden
bağışlanma dilemişlerdir. İşlerinde "aşırılık" gördüklerinde hatalarını itiraf
etmekten ve kâfirlere karşı Rabblerinden dayanma gücü ve zafer dilemekten
kaçınmayan, böylece duadaki iyi davranışlarının ve cihad alanındaki iyi
durumlarının karşılığı olarak dünya ve ahiret sevabını hak eden ve yüce Allah'ın
müslümanlara örnek verdiği bir konuma gelen iman kervanını örnek gösteriyor:
"Nice peygamberler var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı.
Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler,
boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever."
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki ayılıklarımızı
bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize yardım et'
demişlerdir."
"Allah da onlara hem dünya kazancını hem de ahiret mükâfatının en güzelini
verdi. Allah iyi işler yapanları sever."
UHUD'DAKİ YENİLGİ
"Uhud" yenilgisi, zayıf ve azınlık oldukları halde yüce Allah'ın Bedir'de
kendilerine yardım ettiği ve her durumda zaferin kendileri için evrensel bir
yasaymış düşüncesinin ruhlarında yer ettiği müslümanların karşılaştığı ilk
yenilgiydi. Bu yüzden, Uhud çarpışmasında beklenmedik bir sınav vermişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de bu olaydan çokça sözedilmesinin sebebi; ruhlarını eğitmek,
düşüncelerini doğrultmak ve onları hazırlamak için bazen teselli ederek, bazan
hoşnutsuzluk göstererek, bazen hükümler yerleştirerek, bazen de örnek vererek
her fırsatta müslümanların elinden tutarak devam etmesi olsa gerek. Çünkü,
önlerindeki yol uzun, karşılaşacakları deneyler yorucu, üzerlerindeki sorumluluk
son derece ağır ve çağrıldıkları görev oldukça büyüktür.
Burada verilen örnek, genel bir örnektir. Peygamber ve topluluk
sınırlandırılması söz konusu değildir. Sadece iman kervanına bağlanmaları,
müminlerin tavrını bilmeleri, buradaki imtihan olayını her davet ve din için
kaçınılmaz bir şey olarak düşünmeleri, duygularında müminlere yakınlık
düşüncesini, gönüllerinde akidenin tekliğini ve kendilerinin büyük iman
ordusunda bir bölük konumunda olduklarını yerleştirmek için onları kendilerinden
önceki peygambere uyanlara bağlamak amacı güdülmektedir.
"Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı.
Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılmadılar, gevşemediler ve
boyun eğmediler."
Nice topluluklar beraberlerindeki peygamberlerle büyük savaşlar verdiler.
Başlarına gelen bela, hüzün, zorluk ve işkencelerden dolayı ruhlarında bir zaaf
ve çarpışmanın sürmesinden dolayı güçlerinde bir eksilme söz konusu olmadı. Ne
korkuya ne de düşmana teslim oldular. Akide ve din uğruna savaşan müminin
yapması gereken de budur.
"...Allah sabırlıları sever."
Onların ruhları sarsılmaz, güçleri dağılmaz, dirençleri gevşemez, boyun eğmez ya
da teslim olmazlar. Allah sabırlıları sever ifadesinin derin etki ve ilhamları
vardır. Yarayı tedavi eden, acıları saran, zarar ve amansız çarpışmayı
hafifleten bu sevgidir.
Buraya kadar ayet-i kerime, o müminlerin zorluk ve imtihan anındaki durumlarının
açık bir portresini çizdi. Şimdi ise, ruhlarının ve duygularının gizli bir
tablosunu; ruhlara ağır gelen, onları aşılmaz tehlikelerle bağlayan -ancak
müminlerin ruhlarını Allah'a yöneltmekten alıkoymayan- tehlikeyle yüz yüze
geldiklerinde Allah hakkında takındıkları edep tavrının tablosunu çizmektedir.
Bu müminlerin nefisleri alışkanlıkları olduğu üzere ilk önce zafer istemiyorlar.
Düşmana karşı dayanma ve zaferden önce, günah ve hatalarını itiraf için af ve
bağışlanma dilemektedirler.
"Onlar sadece `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları
bağışla. Ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et:
demişlerdir."
Ne nimet ne de servet istiyorlar. Hatta sevap ve mükafat da istemiyorlar. Ne
dünya ne de ahiret sevabını istiyorlar. Allah'ın yolunda savaşıp sadece O'na
yönelirken Allah'a karşı son derece edepli bir tavır takınmaktadırlar. Ondan
önce günahlarından bağışlanma sonra ayaklarının kaymamasını ve sonra da
kafirlere karşı yardım beklemektedirler. Yardımı da kendileri için istemiyorlar.
Kâfirlere ceza olarak küfrün hezimetini istiyorlar. Bu da yüce Allah'ın
nimetleri karşısında mümine yakışan bir tavırdır.
İşte kendileri için hiçbir şey beklemeyenlere yüce Allah, katından herşey
vermiştir. Aynı şekilde ahireti isteyenlerin temenni edip ümit ettiklerini de
vermiştir.
"...Allah da onlara hem dünya kazancını, hem de ahiret mükâfatının en güzelini
verdi."
Yüce Allah onlara ihsanını gösteriyor. Güzel bir edep
tavrı takındıklarından, cihadı hakkıyla yerine getirdiklerinden dolayı
onlara karşı sevgisini bildiriyor. Kuşkusuz bu da en büyük nimet ve en büyük
sevaptır:
"...Allah iyi işler yapanları sever."
İslam düşüncesinin büyük gerçeklerini içeren, müslüman
kitlenin eğitilmesi rolünü hakkıyla yerine getiren ve müslüman ümmetin her
nesli için bu birikimleri saklayan bu bölüm de böylece sona eriyor.
Surenin akışı; düşünceleri doğrultmak, vicdanları
eğitmek, yolun kaygan noktalarından sakındırmak, müslüman kitleyi,
kendilerini kuşatan hilelere ve düşmanlarının kurduğu tuzaklara karşı
uyarmak amacıyla savaşta meydana gelen olayları sunmak ve onları
değerlendirmelerine eksen kılmak hususunda bir diğer adım atarak
sürmektedir.
Uhud'daki yenilgi, Medine'deki, kafir, münafık ve
yahudilerin çeşitli söylentiler çıkarmalarına bir fırsat olmuştu. Medine,
henüz bütünüyle müslümanların olmamıştı. Oradaki müslümanlar "Bedir'in"
içindeki parlak zafer ve oluşturduğu korku duvarıyla kuşatılmış son derece
garip bir topluluk idiler. Ancak Uhud'da alınan bu yenilgiyle durumları
büyük ölçüde değişti. Pusuda bekleyen düşmanlar, kinlerini açığa vurmak,
zehirlerini saçmak ve bütün müslümanların -özellikle şehid olanların ve ağır
şekilde yaralananların- evlerinde meydana gelen felâket havası içinde hile
ve desiselerini yaymak ve böylece müslümanların fikir ve saflarını
karıştırmak için müsait bir ortam bulmuş oldular.
Kur'an'ın yönlendirici sunuşu ile savaşın gövdesini ve en geniş sahnelerini
temsil eden aşağıdaki bölümde, yüce Allah'ın, iman edenleri kafirlere uymaktan
sakındırmak için seslendiğini, düşmanlarının kalbine korku salıp, kendilerine
zafer vereceğini vaadettiğini, onlara savaşın başlangıcında vaadettiği zaferi
verdiğini; ancak kendilerinin çekişmeleri ve Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) emrine muhalefet etmeleri yüzünden bu zaferi kaybettiklerini
hatırlattığını görüyoruz. Daha sonra, savaş sahnesi, heriki yönüyle, canlılık ve
hareket fışkıran bir tarzda sunuluyor. Yenilgi ve korkunun ardından gelen, Allah
hakkında kötü zan besleyen münafıkların kalbini kemiren şaşkınlık ve hasret ile
müminlerin kalplerine indirilen güven söz konusu edilmektedir. Böylece bir
taraftan, kulların ecellerine ilişkin ilahi takdirin hakikatinin
yerleştirilmesiyle birlikte, olayların bu şekilde sürüp gitmesinin ardındaki
gizli hikmet ve latif plan da ortaya çıkmış oluyor. Surenin akışı, bu bölümün
sonunda müminleri; kafirlerin ölüm ve şehadet konusunda yaydıkları sapık
düşüncelerden sakındırmakta ve onları ölme ya da öldürülme şeklinde olsun,
insanların sonuçta görecekleri diriliş gerçeği ile yüzyüze getirmekte ve her ne
suretle olursa olsun mutlaka Allah'a döneceklerini bildirmektedir.
KÂFİRLERE TÂBİ OLMAK
146- Nice peygamber var ki, çok sayıda taraftarı
kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı
gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
147- Onlar sadece "Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki
aşırılıklarımızı affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler karşısında bize
yardım et" demişlerdir.
148- Allah da onlara hem dünya kazancını ve hem de ahiret mükâfatının en
güzelini verdi. Allah iyi işler yapanları sever.
149- Ey müminler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınız üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.
150- Oysa Allah'tır sizin mevlânız. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.
151- Biz kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir
güç verilmemiş olan nesneleri Allah `a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri
yer Cehennem'dir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır!
152- Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi)
gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı
istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için
onların başından savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı
gerçekten lütuf sahibidir.
153- Hani Peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan
kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye
Allah sizi kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.
154- Sonra o kederin ardından Allah, üzerinize içinizden bir grubu saran bir
güven duygusu, bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi derdi-ne düştü. Bunlar
Allah hakkında cahiliye zihniyetini yansıtan, gerçeğe aykırı bir düşünce
taşıyorlar ve "Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diyorlardı. Onlara de
ki; "Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Aslında sana açıklayamadıkları bir şeyi içlerinde saklıyorlar. içlerinden "Eğer
bu işte bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik " diyorlar. De ki; "Eğer
evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları yerleri yine
de boylarlardı." Allah, gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve
kalplerinizdekini arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah
gönüllerin özünü bilir.
155- İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de
affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve halimdir.
156- Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında "Eğer
onlar yanımızda olsalardı ölmezler ya da öldürülmezlerdi" diyen kâfirler gibi
olmayınız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir
hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz
Allah yaptıklarını görür.
157 Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, Allah'tan gelecek olan
bağışlama ve rahmet, onların biriktirecekleri dünya nimetlerinden daha
hayırlıdır.
158- Kuşku yok ki, ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız.
Şu ayetler grubuna araştırıcı bir gözle baktığımızda, kanatlarının
canlılık fışkıran bir çok sahneyi, İslâm düşüncesi, insan hayatı ve evrensel
yasalara ilişkin temel ve büyük hakikatleri sardığını görürüz. Duygu ve
düşünceleri coşturacak düzeyde savaşın hiçbir yönünü dışarda bırakmayacak
şekilde; çabuk, canlı, hareketli ve derin bir dokunuşla ele aldığına şahid
oluruz. Kuşkusuz bu ayetler; meydana geldiği atmosfer, kendine özgü koşulları ve
olayları, beraberindeki ruhsal ve duygusal hareketlerle birlikte, savaşı,
canlılık ve gözler önüne serme bakımından, bunca uzunluk ve detaylılıklarına
rağmen siyer kitaplarında rastlanan tüm rivayetlerden daha etkindirler. Ayrıca,
daha doğru bir düşünceye ulaşmak isteyen ruhlardaki canlı ve hareket halindeki
gerçekler yığınını da kanatlarının altına aldığını görürüz.
Bunca sahneyi, bütün bu gerçekleri, bu denli canlı, hareketli ve duygulandırıcı
bir tarzda bu kadarcık söz ve ifadeye sığdırmak insanın yapacağı birşey değildir
kuşkusuz. Bu gerçeği, üslupların sırlarını ve ifadelerinin gücünü algılayanlar,
öncelikle de üslûplarla uğraşan ve ifadenin sırlarını araştıranlar
kavrayabilirler:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Medine'deki kafirler, münafıklar ve yahudiler, müslümanların dirençlerini
kırmak, Muhammed'le (salât ve selâm üzerine olsun) birlikte hareket etmenin
sonucundan onları korkutmak, savaşın ürkütücü yanlarını, Kureyş müşrikleri ve
müttefikleriyle takışmanın sonuçlarını tasvir etmek için müminlerin başlarına
gelen yenilgi, ölüm ve yaralanmaları dillerine dolamışlardı. Küfür kalplerin
karıştırılması, safların dağılması, güvensizliğin oluşması ve güçlülerle
savaşmaya devam etmenin gereğinden kuşkulanmanın yayılmasını istiyordu. Çünkü
savaştan el çekmenin hoş gösterilmesi ve zaferi kazanmak üzere olanların
barışmaya yanaştırılması için en uygun hava, yenilgi havasıdır. Ayrıca bu
atmosfer, kişisel acıların ve bireysel felaketlerin yaygınlaşıp toplumun ve
akidenin bünyesini yıkmaya dönüşmesine ve böylece galip güçlere teslim olmaya
uygun bir atmosferdir.
Bu yüzden yüce Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü
kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir.
Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir. Mümin, ya
küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna
devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin
konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasına pasif bir pozisyonda bulunması
imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin
etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini,
bununla beraber dinini, akidesini, imamı ve varlığını koruyabileceğini
sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye
dönmesi kaçınılmazdır. Küfür, şerr, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın,
horlanıp geriye dönerek; küfür, şerr sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu
bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan, onları
dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin gerçekte
daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin, akidenin
düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve direktiflerine
uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdimi de sürecektir. Artık
kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz.
İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını zannetmese de... Mümin, akidesi
ve yönetilmesi bakımından, dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini
duymaz. Bir kere onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları
üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte yüce Allah, müminleri uyarmakta,
bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:
"Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde
geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız."
Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı?
İman zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?
Şayet kafirlere uymaya eğilim göstermenin nedeni, onlardan bir koruma ve yardım
beklentisi ise, bu bir vehimdir. Ayetlerin akışı, yardım ve korumanın gerçeğini
hatırlatarak bunu da reddediyor:
"Oysa Allah'tır sizin mevlanız. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır."
Müminlerin dostluk ve yardım bekleyecekleri merci burasıdır. Allah'ın dost
olduğu kimse için O'nun yarattıklarının birinin dostluğuna gerek varmı?
Yardımcısı Allah olanın, kulların yardımına ihtiyacı olur mu?
Ayetlerin akışı, müslümanların kalplerini sağlamlaştırmak için kendisine hiçbir
otorite, güç ve kuvvet indirilmeyen şeyleri Allah'a ortak koşmalarından dolayı
düşmanlarının kalplerine korku salındığını müjdeliyerek bunun ahirette
hazırlanan azaptan önce olacağını bildirerek sürmektedir:
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar kendilerine hiçbir güç
verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak koşmuşlardır. Onların gidecekleri yer
Cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne fenadır."
Kafirlerin kalplerine korku salınacağına ilişkin Ulu, Kâdir ve Kahhar olan
Allah'ın verdiği söz, savaşın sonu için bir garanti, düşmanlarının yenilgisi ve
dostlarının zaferi için bir güvencedir.
Küfrün, imanla karşılaştığı her savaş için geçerlidir bu vaad. Küfredenlerin,
korkmadan ve Allah tarafından kalplerine atılan dehşet duygusu harekete geçmeden
müminlerle karşılaştıkları vaki değildir. Ancak önemli olan, müminlerin
kalplerinde iman ve birtek Allah'a dostluk duygusu gerçeğinin bulunmasıdır. Bu
dostluğa sıkı sıkıya bağlı bulunmaları, Allah'ın ordusunun galip olacağı gerçeği
konusunda her türlü söylenti ve kuşkudan soyutlanmaları ve kâfirlerin,
yeryüzünde Allah'ı aciz bırakamayacakları gibi O'ndan kurtulamayacaklarını da
bilmeleridir. Görünüşte bu gerçeğe aykırı bir durum belirdiğinde de Allah'ın
ayette geçen sözüne içtenlikle güvenip buna göre hareket etmeleri gerekir.
Çünkü, Allah'ın sözü, insanların gözlerinin gördüğü ve akıllarının
değerlendirdiği herşeyden daha doğrudur.
Kâfirler korkacaklardır. Çünkü kalpleri gerçek bir dayanaktan yoksundur. Çünkü
onlar ne bir güce ne de güçlü birine dayanmaktadırlar. Onlar hiçbir güçleri
olmayan tanrılarını Allah'a ortak koşmaktadırlar. Çünkü yüce Allah, bu tanrılara
hiçbir güç bahşetmemiştir.
"Kendisine hiçbir güç verilmemiş olan nesneler..." deyimi bazen iddia edilen
tanrıları, bazen de kof inançları vasıflandırmak için Kuran'da sıkça
rastladığımız köklü ve temel bir gerçeğe işaret eden derin anlamlı bir deyimdir.
Kuşkusuz, herhangi bir düşünce, inanç, kişi veya kuruluş, taşıdığı gizli güç ve
caydırıcı otorite oranında, yaşar, hareket alanı bulur ve etkinlik gösterebilir.
Bu güç; içindeki "Hakk" mefhumu ile, yani Allah'ın tüm evreni dayandırdığı
temeller ve evrende yürürlükte olan Allah'ın koyduğu yasalara uygunluk derecesi
ile ölçülür. Bu "Hakk" olma mefhumunu içermesi ile yüce Allah, varlık aleminde
gerçek anlamda faal ve etkin olan güç ve otoritesinden ona bahşedecektir. Aksi
takdirde, görünürde parlak ve heybetli görünse de son derece hafif boş, zayıf ve
çürük olacaktır bu güç.
Müşrikler, (Allah'tan) başka tanrıları çeşitli şekillerde Allah'a ortak
koşarlar. Öncelikle, uluhiyetin özelliklerinden herhangi bir şeyi Allah'tan
başkasına vermekle meydana gelir bu şirk. Bu özellik, kanun koyma, hayat
tarzları ve toplumsal düzenleri için başvurdukları değerleri belirlemek için bu
kanunlara uymaya ve bu değerleri benimsemeye zorlamak şeklinde kullar üzerinde
kullara egemenlik hakkı tanımaktır. Bu özelliklerin kapsamında bulunan ve
onlardan bir parça sayılan sembolik ibadet sorunu bundan sonra gelir.
Peki bu tanrılar, Allah'ın şu evreni dayandırdığı "hakk"tan neye sahip
bulunuyorlar? Kuşkusuz yüce Allah, şu evreni sadece bir olan yaratıcısına
dayanması için yaratmıştır. Bütün bu yaratıkları da, ortak koşmaksızın kendisine
kullukta bulunmaları, hiç tartışmasız kanun ve değerler konusunda sadece
kendisine başvurmaları ve O'na bir başkasını eş koşmadan hakkıyla kendisine
kulluk etmeleri için yarattı. Bunun için, kapsamlı anlamıyla Tevhidin dışına
çıkan herşey, dayanıksız ve boştur. Evrenin yapısındaki gizli "hakk"tan
yoksundur. Bu yüzden de çürük ve cılızdır. Ne bir güç ne de bir otoriteye
sahiptir. Hayatın akışında hiçbir etkisi söz konusu değildir. Hatta hayat
öğelerine ve hayat hakkına da sahip değildir.
İnanç ve düşünce konusunda kendilerine hiçbir güç verilmeyen Tanrıları Allah'a
ortak koştuklarından dolayı müşrikler, zayıflık ve boşluğa dayanmaktadırlar.
Onlar sonsuza kadar hor ve zayıf çığırtkanlar olacaklardır. Mutlak güç sahibi
gerçeğe dayanan müminlerle karşılaştıklarında içlerini hep bir korku saracaktır
onların.
Hakk ile batılın karşılaştığı her durumda bu vaadin doğruluğunu buluruz. Kaç
kere, silahsız hakk karşısında son derece silahlanmış olarak dikilen batıl,
korkaklar gibi büzülmüş, bunca silahlı kalabalığa rağmen her hareketten ve her
sesten dolayı titremiştir. Hakk hareket edip saldırıya geçince de, bunca
kalabalığına ve hakkın azlığına rağmen Allah'ın vaadini doğrularcasına batılın
saflarında; dehşet, korku, parçalanma ve bozgun baş göstermiştir.
"Biz kafirlerin kalplerine korku salacağız. Çünkü onlar
kendilerine hiçbir güç verilmemiş olan nesneleri Allah'a ortak
koşmuşlardır."
Bu dünyadaki halleri... Ya ahirette?.. Orada da
zalimlere yakışan acıklı ve fenâ bir sonuç beklemektedir onları...
"Onların gidecekleri yer de Cehennemdir Zalimlerin
varacağı yer ne fenadır."
İşte bu noktada ayetlerin akışı müslümanlara, Uhud
savaşındaki bu vaadin doğruluğunu belgeleyen kanıtlara çevrilmektedir. Çünkü
savaşın başında zafer onların olmuştu. Müşrikler birer birer öldürülüyordu.
Arkalarında birçok ganimet bırakarak kaçmaya başlamışlardı. Bayrakları da
yere düşmüş ve bir kadın kaldırıncaya kadar kimse de buna el atmamıştı.
Ganimete karşı okçuların nefislerinde zaaf belirip, aralarında çekişerek
Peygamberleri ve komutanları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
emrine karşı gelmeyinceye kadar müslümanların zaferi yenilgiye dönüşmemişti.
Burada ayetler dikkati; sahneleri, mekânları, olayları ve koşullarıyla
savaşın içine çekmektedir:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi)
gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz. Kiminiz dünyayı
kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından
savdı. Ama yine de sizi affetti. Allah müminlere karşı gerçekten lütuf
sahibidir."
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan koşuyordunuz,
ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
"Sonra o kederin ardından Allah içinizden bir grubu
saran üzerinize bir güven duygusu ve bir uyuklama indirdi. Bir grup da kendi
derdine düştü. Bunlar Allah hakkında cahiliyye zihniyeti yansıtan gerçeğe
aykırı bir düşünce taşıyorlar ve bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?
diyorlardı. Onlara de ki; Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir.
Aslında sana açıklayamadıkları birşeyi içlerinde saklıyorlar. İçlerinden,
`Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik'
diyorlar. De ki; `Eğer evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar
uzanacakları yerleri yinede boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek ve
kalplerinizdekini arındırmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz
Allah gönüllerin özünü bilir."
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah onları yine de
affetti. Hiç kuşkusuz Allah, affedici ve Halim'dir."
Kuşkusuz, burada Kur'an'ın ifade tarzı, meydandaki hiçbir hareketi, ruhlardaki
hiçbir duyguyu, yüzlerdeki hiçbir çizgiyi ve vicdanlardaki hiçbir devinimi
belirtmeksizin geçmeyecek şekilde savaş sahnesinin ve zaferle yenilginin
dönüşümünün eksiksiz bir tablosunu çizmektedir. İbareler, bir film şeridi gibi
gözler önünde geçmekte ve her harekette yepyeni ve canlı bir tablo taşımaktadır.
Özellikle dağa tırmanmayı, panik ve dehşet içinde kaçış hareketini ve
Resulullah,ın (salât ve selâm üzerine olsun) savaştan dönüp kaçanları ve
korkudan dağa tırmananları çağırmasını tasvir etmesinin yanında nefislerin
hareketini, müslümanlarda meydana gelen çalkalanma, çeşitli duygular, heyecanlar
ve arzuları da tasvir etmektedir. Bunca hareketli ve canlı tablonun yanında,
Kur'an'ın üslûbunun ve olağanüstü eğitim metodunun belirmesini sağlayan şu
direktifler ve hükümler yer almaktadır:
"Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hani size sevdiğinizi (zaferi)
gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş konusunda görüş ayrılığına düşünceye ve
itaatsizlik edinceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz."
Bu durum, ganimet duygusuna kapılmadan önce müslümanların müşrikleri
doğradıkları ya da köklerini kuruttukları, savaşın başlangıcındaydı. Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) onlara "Sabrettiğiniz sürece zafer sizindir."
demişti. Böylece yüce Allah Peygamberinin dilinden verdiği vaadi doğrulamıştı:
"Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu..."
Bu ifade, okçuların durumunu belirtmektedir. Onlardan bir grup ganimet arzusu
karşısında zaaf göstermiş, onlarla, Resulullah'ın emrine mutlak itaat etmenin
gerektiği görüşünde olanlar arasında çekişme baş göstermiş ve sevdikleri zaferin
belirdiğini gözleriyle gördükten sonra isyan etmeye kadar götürmüşlerdi işi.
Böylece iki gruba ayrılmış oldular. Bir kısmı dünya ganimetini, diğer bir kısmı
da ahiret sevabını istiyordu. Artık kalpleri dağılmış, saflarda ve hedefte
birlik diye birşey kalmamıştı. Ganimet arzusu ihlâs cilâsını ve akide
savaşlarında bulunması kaçınılmaz olan mutlak dünya malından soyutlanma
duygusunu gidermişti. Çünkü akide savaşı başka savaşlara benzemez. Bu savaş, hem
savaş alanında hem vicdan da sürmektedir. Vicdandaki savaş kazanılmadan savaş
alanında zafer elde etmek mümkün değildir. Bu, Allah için yapılan bir savaştır.
Bu yüzden nefsini Allah için arındırmadıkça yüce Allah kimseye zafer nasip
etmez.
Allah'ın sancağını yükselttikleri ve O'na dayandıkları halde, ortada bir
kapalılık, bozukluk ve karışıklık olmaması için, yükselttikleri sancak adına
herşeyden arınıp temizlenmedikçe yüce Allah zafer bahşetmez. Kuşkusuz, açıkca
batıl sancağını yükselten batıl taraftarları -Allah'ın bildiği bir hikmetten
ötürü- galip gelmişlerdir. Ancak, akide sancağını yükselttikleri halde,
içtenlikle O'nun adına herşeyden soyutlanmayanlara yüce Allah, arındırıp
temizlemek için onları denemedikçe ebediyyen zafer bahşetmez. Kur'an'ın savaş
alanındaki konumlarına işaret ederken müslüman kitleye göstermek istediği budur.
Kaypak ve kararsız tutumlarının meyvesi olan acı bir yenilgi ve açık bir yara
almış bulunan müslüman kitleye yüce Allah, bunu öğretmek istiyordu.
"...Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu."
Kur'ana Kerim, bizzat müslümanların kendi kalplerinde varlığından habersiz
oldukları gizli duygulara ışık tutmaktadır. Abdullah İbn-i Mes'ud (Allah O'ndan
razı olsun) şöyle der: "Uhud günü bizim hakkımızda "Kiminiz dünyayı istiyordu,
kiminiz de ahireti istiyordu" ( İbn-i Kesir, tefsirinde rivayet eder ve "İbn-i
Mes'ud dışında başka yollardan da rivayet edilmiştir" der. İbn-i Mürdeveyh de
tefsirinde bunu rivayet etmektedir.) ayeti inene kadar Resulullah'ın ashabından
birinin dünyayı istediğini görmemiştim." Böylece Kur'an, kalpleri ve
içindekilerini açıp önlerine koymakta, bir dahaki sefere sakınmaları için
yenilginin nereden geldiğini göstermektedir onlara.
Aynı zamanda, karşılaştıkları acıların ve açık sebeplerinden dolayı meydana
gelen olayların arka plândaki Allah'ın hikmet ve tedbirinin bir tarafını da
onlara göstermektedir.
"...Sonra sizi deneyden geçirmek için onların başından savdı."
Kuşkusuz, orada insanların fiillerinin arkasında, Allah'ın takdiri yeralıyordu.
Zaaf gösterip aralarında çekişerek isyan edince yüce Allah, güçlerini,
heybetlerinï ve müşrikler karşısındaki dikkatlerini giderdi. Okçuları geçitten
geri döndürdü, savaşçıları savaş alanından çevirdi ve böylece hep birlikte
kaçmaya başladılar. Bütün bunlar, onları denemek için hazırladığı plana göre
meydana geliyordu. Kalplerin gizliliklerini ortaya çıkarmak, ruhları arındırmak
ve değineceğimiz gibi safları belirlemek için; zorluk, korku ve yenilgi,
öldürülme ve yaralanma ile deniyordu onları yüce Allah.
Böylece, olaylar sebeplerin sonucu meydana geldiği gibi müslümanların kendi
hesaplarına göre planlanmış olarak canlanıyordu. Ancak hiçbiri diğeriyle
çakışmadan oluyordu bunların. Her olayın bir sebebi ve her sebebin arkasında,
latif ve herşeyden haberdar olan Allah'ın plânı vardır.
"...Ama yine de sizi affetti."
Sizde meydana gelen zaaf, çekişme ve isyanı bağışladığı gibi savaştan
kaçışınızı, dönmenizi ve irtidatınızı da bağışladı. Kendisinden bir lütuf ve
minnetle yaptı bunu. Çünkü kötü bir niyet ve hatada ısrar söz konusu olmayıp
beşeri zaaftan kaynaklanıyordu bu hal. Allah'a iman, O'na teslim olmak,
önderliğinize ve Allah'ın iradesine teslim olmak çerçevesinde de hata edebilir,
zaaf gösterebilirdiniz.
"...Allah müminlere karşı gerçekten lütuf sahibidir."
O'nun metoduna uydukları, O'na kulluk üzere bulundukları, uluhiyetin
özelliklerinden herhangi bir şeyi kendileri için iddia etmedikleri, metod,
düzen, değer ve ölçülerini O'ndan başkasından almadıkları sürece onları
bağışlamak Allah'ın lütfundandır. Onlardan bir hata meydana geldiğinde, zaaf
acizlik ya da sürçme ve başka bir nedenden dolayı meydana geleceğinden; deneme,
arınma ve ihlâstan sonra Allah'ın bağışlamasıyla karşılaşacaklardır...
Aşağıdaki ayet-i kerime yenilginin canlı ve hareket halindeki bir tablosunu
gözler önüne getirecektir:
"Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye bakmadan kaçıyordunuz."
Sahnedeki olgunun duygularında derinleşmesi, zaaf, çekişme ve isyan sonucu
kendilerinden kaynaklanan davranış ve sonucundan mahcup olup utanmaları için...
İbare, birkaç kelimeyle duygusal ve ruhsal hareketlerinin tablosunu çizmektedir.
Sahnede büyük bir korku dehşet ve panik içinde dağa tırmanıyorlar. Öyle ki biri
diğerine bakamıyor. Çağırınca cevap veremiyor. Üstelik, kalplerini ve ayaklarını
titreten "Muhammed öldürüldü" şayiasından sonra, yaşadığına inandırmak için
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) da arkalarından çağırıp duruyordu. Bu,
şu kadarcık kelimede gözler önüne getirilen mükemmel bir sahnedir.
Sonuçta yüce Allah, kaçırdıklarına sevinmemeleri ve başlarına gelene
üzülmemeleri için kaçmak, kendileri kaçtıkları halde arkalarında direnen sevgili
Peygamberini bırakmak ve böylece birtakım yaralar almasına ve üzülmesine neden
olduklarından dolayı onların ruhlarına üzüntü salmakla cezalandırıyor.
Başlarından geçen bu deney Peygamberinin başına gelen bu acı -ki bu, kendilerine
isabet eden herşeyden daha ağır geliyordu- ruhlarını kaplayan bu pişmanlık ve
uğradıkları bu üzüntü... Kaçırdıkları bunca menfaati ve başlarına gelen bunca
sıkıntıyı küçümsemelerini sağlayacaktır:
"Ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi
kederden kedere uğrattı..."
Allah, bütün gizliliklerden haberdardır. Sizin
yaptıklarınızın hakikatini ve davranışlarınızın nedenini hakkıyla bilir:
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yenilginin, korku ve dehşetini, Rabblerine ve
Peygamberlerine dönen mümin ruhlarda yereden hayret verici bir güven duygusu
takip etmişti. Kendilerini, büsbütün kaplayan tatlı bir uykuya teslim
etmişlerdi. Bu olağanüstü mucize ifade edilirken, tıkırtısı ve gölgesiyle bu
güven ve sükûn atmosferini tasvir etmesi için istikrar, incelik ve
yumuşaklık saçıyor adeta.
"...Sonra o kederin ardından Allah üzerinize içinizden
bir grubu saran bir güven duygusu bir uyuklama indirdi."
Bu, o mümin kullarını kuşatan ilahi rahmetin sonucu
meydana gelen olağanüstü bir mucizedir. Çünkü, bir an için de olsa, korkup
kaçışan yorgunları uyku bürüdü mü, bünyelerinde büyü etkisini yapar, onları
yeniden yaratır ve niteliği bilinmeyen bir şekilde bünyelerine güven
duygusunu serper. Bunu, sıkıntı ve zorluk anında denediğimden söylüyorum. O
anda, insanın kısır ifadesinin tasvir edemeyeceği şekilde yüce Allah'ın
kuşatıcı ve derin rahmetini hissetmiştim.
Tirmizi, Nesei ve Hakim, Hammad b. Seleme'nin
hadisinden, O da Enes'ten, O da Ebi Talha'dan şöyle rivayet ederler: Ebu
Talha der ki: "Uhud günü başımı kaldırıp baktığımda onlardan kabuğuna
çekilip uyuklamayan biri yoktu."
Ebu Talha'dan yapılan bir başka rivayette "Uhud günü
saflarda iken bizi bir uyku basmıştı. Öyle ki kılıcım elimden düşer gibi
oluyor ben de tutuyordum. Tekrar düşüyor tekrar tutuyordum" der.
KENDİLERİNİ DÜŞÜNENLER
Diğer gruba gelince onlar; nefisleri kendilerini
uğraştırıp daha çok ilgilendiren, cahiliye düşüncelerinden tamamen
kurtulamayan, nefislerini içtenlikle Allah'a teslim etmeyen, bütün
benlikleriyle O'nun kaderine teslim olmayan, başlarına gelenin imtihan ve
arınma için olduğu, yoksa yüce Allah dostlarını düşmanlarına karşı yalnız
bırakmayacağı konusunda mutmain olmayan ve yüce Allah'ın, küfür, şer ve
batıla nihai galibiyet ve tam zafer vermeyi takdir etmediğine güvenmeyen
imanı sarsılmış kimselerdir:
"...Bir grup da kendi derdine düştü. Bunlar Allah
hakkında cahiliye zihniyeti yansıtan gerçeğe aykırı bir düşünce taşıyorlar
ve `Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?' diyorlardı."
Bu akide, mensuplarına, hiçbir şeyin kendilerine ait
olmadığını, tamamen Allah'a ait olduklarını, O'nun yolunda cihada
çıktıklarında O'nun için çıktıklarını, O'nun için hareket ettiklerini, O'nun
için savaştıklarını, bu cihadda, kendilerine ait başka bir amacın söz konusu
olmadığını, Allah'ın kaderine teslim olduklarını, ne şekilde olursa olsun bu
kaderden geleni hoşnutluk ve teslimiyetle karşılamalarını öğretmektedir.
Sadece kendilerini düşünenler ve şahıslarını düşünce,
değerlendirme, ilgi ve uğraşlarının ekseni durumuna getirenlere gelince
bunların ruhlarında iman gerçeği olgunlaşmamıştır. İşte Kur'an'ın burada
sözünü ettiği grup bunlardandır. Bunların nefisleri kendilerini uğraştırmış
ve sadece kendilerini düşünecek duruma gelmişlerdi. Düşüncelerinde, açığa
kavuşmayan bir iş yüzünden kaybettiklerini sanarak büyük bir sıkıntı ve
kararsızlık içinde bocalamaktaydılar. İstemeden savaşa itildiklerini, buna
rağmen acı bir sınav verdiklerini, öldürülme, yara ve acılardan oluşan ağır
bir bedel ödediklerini düşünüyorlardı. Allah'ı gerçek anlamda
tanımıyorlardı. Bu yüzden cahiliyede olduğu gibi O'nun hakkında haksız zan
yürütüyorlardı. Kendilerine birşey düşmeyen, ancak ölüp yaralanmaları için
sürüklendikleri savaşta kaybolacaklarını düşünmeleri, Allah hakkında
besledikleri haksız zandan kaynaklanıyordu. Allah'ın, kendilerini yardım
edip kurtarmayacağını ve aksine düşmanlarının eline bir kurban gibi teslim
edeceğini düşünüyorlardı.
"...Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı?" diye
sormaları bu yüzdendi. Bu sözleri, kumanda ve savaş çizgisine karşı
geldiklerini göstermektedir. Bunlar Medine'den çıkmama görüşünde olup
Abdullah b. Ubeyy ile birlikte geri dönmedikleri halde kalpleri bir türlü
istikrar ve güvene kavuşmamış kişiler olabilirler.
Ayetlerin akışı, kuşku ve zanlarını sunmayı bitirmeden
önce, sordukları işin aslını düzeltmek ve gerçeğini yerleştirmek için şu
sözlerini ele âlmaktadır:
"Bu işte bizim bir fonksiyonumuz var mı? Onlara de ki;
Hayır, bu tamamen Allah'ı ilgilendiren bir iştir."
Bu işte kimseye birşey yok. Ne kendilerine ne de başkalarına... Bundan önce
Peygamberine şöyle demişti yüce Allah: "Bu işten sana hiçbir şey yoktur."·(Al-i
İmran suresi; 128) Bu dinin işi, yeryüzünde onu yerleştirmek ve düzenini kurma
meselesi, kalpleri ona yöneltme konusu... Bunların tümü Allah'ın işidir.
Görevlerini yapmak, biatlarına sadık kalmaktan başka bu işte insanın hiçbir
müdahalesi söz konusu değildir. Sonrasında Allah, ne şekilde dilemişse öyle olur
herşey.
Ayet-i kerime böylece, kuşku ve zanlarını sunmadan önce ruhlarının
gizlediklerini açığa çıkarmaktadır:
"Aslında sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde saklıyorlar."
Ruhları, vesvese ve kuşkularla doludur. Karşı gelme ve inatçılıkla
kuşatılmıştır. "Bu işte bize birşey var mı?" diye sormaları, istemeden bu sonuca
geldikleri düşüncesinde olduklarını göstermektedir. Bunun altında kötü idarenin
kurbanı olduklarını, şayet savaşı kendileri idare etmiş olsalardı bu sonuca
layık olmayacakları düşüncesi yatmaktadır.
"Eğer bu işte bizim bir fonksiyonumuz olsaydı burada öldürülmezdik, diyorlar."
Bu, yenilgiyle yüzyüze geldiklerinde, yenilginin acılarına katlanmak zorunda
kaldıklarında, bedelin düşündüklerinden de ağır olduğunu anladıklarında,
vicdanlarına baktıklarında, sorunun açık ve oturmuş olmadığını algıladıklarında,
kumandanın uygulamalarının ve bu işte bir yetkileri olsaydı böyle
olmayacaklarını zannettiklerinde, akide için herşeyden soyutlanmamış tüm
ruhlarda depreşen bir vesvesedir. Böyle olunca da düşüncelerindeki bu
bulanıklıkla, olayların arkasında Allah'ın elinin ve imtihanda O'nun hikmetinin
olduğunu düşünmeleri mümkün değildir. Onların değerlendirmesine göre sorun zarar
üstüne zarar kayıp üstüne kayıptır.
İşte bu noktada bütün işler hakkında derin bir düzeltme yeralmakta ve arkasından
hayat, ölüm ve sınamanın gerisindeki gizli hikmet hakkında doğru düşünce
gelmektedir:
"De ki; `Evlerinizde de olsaydınız alınlarına ölüm yazılanlar uzanacakları
yerleri yine de boylarlardı. Allah gönüllerinizdekini denemek, kalplerinizdekini
arıtmak için bunları başınıza getirdi. Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü
bilir."
De ki; şayet siz; evlerinizde olsaydınız, komutanın çağrısına uymayıp savaşa
çıkmasaydınız ve her işinizi kendi değerlendirmenize göre yapsaydınız yine de
öldürülmesi yazılanlar öldürülecekleri yeri boylarlardı. Herkesin belirli bir
eceli vardır, öne alınmadığı gibi ertelenmez de. Aynı şekilde, herkesin
belirtilmiş bir yeri vardır, oraya gelip ölmesi kaçınılmazdır. Ecel
yaklaştığında, eceli gelen kendi ayaklarıyla ona koşar, öleceği yere kendi
adımlarıyla varır. Belirlenen eceline kimse zorla sürüklemez onu, ayrılan ölüm
yerine de kimse itmez.
Şu ifadeye bakın: ".. Yatacakları yer"... Buna göre bedenlerinin yere değip
rahatladığı, adımların sustuğu ve yeryüzünde dolaşanların sonuçta geldikleri
kabir bir yataktır. Hiçbir zaman kavrayamadıkları ancak kendilerini kavrayan ve
kendilerini diledikleri gibi idare eden gizli bir etken tarafından
sürüklendikleri bir yatak... Bu güçlü etkene teslim olmak kalp için daha huzur
verici, ruh için daha sakinleştirici ve vicdan için daha rahatlatıcıdır.
Kuşkusuz bu, arka planda gizli bir hikmeti bulunan Allah'ın kaderidir:
"Allah gönüllerinizdekini deneyden geçirmek ve kalplerinizdekini arıtmak için
bunları başınıza getirdi."
Göğüslerdekini açığa vuran, kalplerdekini gideren ve gerçeğini abartısız ortaya
çıkaran sınama gibi bir mihenk yoktur. Sınamak; gerçeği ortaya çıkarmak için
göğüslerde bulunanları denemek ve bildirmektir. Bu, içinde bir bozukluk ve
çürüklük bırakmayacak şekilde kalpleri temizleme ve tasfiye operasyonudur.
Ayrıca, içinde bir karışıklık ve kapalılık bırakmaksızın düşüncenin sahihleşip
parlamasını sağlar sınav zorluğu.
"Hiç kuşkusuz Allah gönüllerin özünü bilir."
Göğüslerde bulunanlar; onlar için gerekli gizli sırlardır. Bunlar orada
gizlenir, sürekli nefse eşlik ederler. Bunları açığa çıkarmadığı gibi gün yüzüne
de çıkarmaz. İşte Allah, göğüslerde bulunan bütün bunları bilir. Ancak yüce
Allah, olayları hareketlendirip ortaya çıkarmadıkça insanların bilmesinin
imkansız olduğu bu sırları onlara da öğretmeyi dilemektedir.
Savaş alanında iki topluluğun karşılaştığı gün yenilip
kaçanların içlerinde bulunanı yüce Allah biliyordu. İşledikleri bir günah
yüzünden zaaf gösterip geri dönmüşlerdi. Bu yüzden ruhları sarsılmıştı.
Şeytan da bu gedikten ruhlarına musallat olmuş ve onları kaydırmak
istemişti. Onlar da kayıp düşmüşlerdir:
"İki topluluğun karşılaştığı gün, savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkâr duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti. Ama Allah yine de sizi
affetti. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve Halim'dir."
Bu ayette, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerini paylarından
yoksun bırakacağı düşüncesine kapıldıkları gibi ganimet arzusuna kapılan
okçulara özel bir işaret vardır. Yaptıkları buydu. Ve şeytan da bununla onları
kaydırmak istemişti.
Okçulara işaret yanında; hata işleyen, gücündeki dayanıklılığı yitiren, Allah'la
olan bağını gevşeten ölçü ve dayanaklarını terkeden, Allah'la bağını ve O'nun
hoşnutluğuna olan bağlılığını bir kenara attığından dolayı kuşku ve vesveselere
geniş bir alan bırakan her insan nefsinin düşeceği durumu belirleyen genel bir
tasvir söz konusudur burada. Böyle bir durumda şeytan, bu nefsi etkilemek için
kolaylıkla kendisine yol bulur. Bu nefsi taşıyan insanı dayanaktan yoksun
bırakır artık.
Peygamberlerle birlikte düşmanlar karşısında savaşan ve sadece Rabb'e kul
olanların öncelikle günahlardan istiğfar etmesinin sebebi buydu. Bu istiğfar,
onları Allah'a döndürmüş, O'nunla bağlarını güçlendirmiş, kalplerindeki
kararsızlığı silmiş, orâdaki vesveseleri kovmuş, şeytanın girdiği, Allah'tan
kopma, O'nun korumasından uzaklaşma gediğini kapatmıştır. Çünkü şeytan; bu
gedikten girerek kendilerini kurtaracak koruyucudan fersah fersah uzaklaştırıp
bataklıkta bir başına bırakana kadar tekrar tekrar ayaklarını kaydırmaya
çalışmaktadır.
Burada yüce Allah, ràhmetinin kendilerine kavuştuğunu, şeytanın onları
kendisinden koparmaya izin vermediğini, dolayısıyle kendilerini bağışladığını
bildirmektedir. Burada kendisini onlara -Çok bağışlayan- Gafûr, ve Yumuşaklık
sahibi- Halîm olarak tanıtmakta. Ruhlarında O'na yönelme ve bağlılık olduğunu;
azgınlık, kopukluk ve kaçaklık duygusunun fıtratlarında olmadığını bildiğini ve
böylece hata işleyenleri kovmayıp onları cezalandırmada da acele etmediğini
bildirmektedir.
Ölüm ve hayata ilişkin yüce Allah'ın kaderi ve bu konuda kâfir ve münafıkların
kötü düşüncelerinin gerçek mahiyetinin açıklanması, müminlere bunlar gibi
düşünmemelerine ilişkin bir çağrıyla son bulmaktadır. Ayetlerin akışı müminleri,
başka değerlere, acı ve fedakarlıkları daha iyi değerlendiren ölçülere
yöneltmektedir:
"Ey müminler, yolculuğa çıkan ya da savaşan kardeşleri hakkında `Eğer onlar
yanımızda olsalardı ölmezlerdi ya da öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi
olmayız. Allah bu asılsız saplantıyı onların kalplerine çöreklenen acı bir
hayıflanmaya dönüştürdü. Oysa can veren de öldüren de Allah'tır. Hiç kuşkusuz
Allah yaptıklarınızı görür."
"Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz Allah'tan gelecek. olan bağışlanma
ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha hayırlıdır.
Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Bu ayetlerin, savaş konusuyla olan ilişkilerinden de anlaşılacağı gibi bu
sözler, savaş öncesinde geri dönen münafıklar ile müslümanlarla ilişki ve
yakınlıkları bulunan ve ancak henüz İslâm'a girmemiş Medine'li müşriklere
aittir. Böylece bu müşrikler, Uhud'da şehid düşenlerin yakınlarının kalplerine;
hasret ve öldürülmelerinin, savaşa çıkmalarının sonucu olduğuna ilişkin bir
duyguyu yaymaya çalışıyorlardı. Kuşkusuz bu tür fitneler ve kanlı hicranlar
müslüman saflarda; karışıklık ve çalkalanmalara neden olur. Bu yüzden
düşünceleri düzeltmek ve tuzakları kuranların boyunlarına geçirmek için bu
Kur'anî açıklama yer almaktadır.
Kafirlerin "Eğer yanımızda olsalardı ölmez veya öldürülmezlerdi" sözleri;
bolluğu ve darlığıyla tüm hayat ve hayattaki olaylara yön veren kanunlara
ilişkin akide sahibi ile ondan yoksun olanın düşünceleri arasındaki temel farkı
ortaya çıkarmaktadır. Akide sahibi, Allah'ın kanunlarını kavramış, O'nun
iradesini algılamış ve O'nun kaderine güvenmiştir. Allah'ın yazdığından
başkasının kendisine isabet etmeyeceğini çok iyi bilmektedir.
Başına birşey gelmişse bu onun kendi hatasından kaynaklanmaktadır. Kendisi için
takdir edilmeyen bir şeyin de başına gelmesi söz konusu değildir. Bu yüzden,
zorluk anında feryadı basmadığı gibi bolluk karşısında da şımarmaz. Ne bunun ne
de şunun için ruhunda bir sıkıntı hissetmez. İş olup bittikten sonra, "bu
şekilde" korunmak ya da "şöyle" kazanmak için "böyle" yapmadığına üzülmez.
Değerlendirme, planlama, görüş bildirme ve danışmanın zamanı harekete geçmeden
öncedir. Kendi bilgisi ve Allah'ın emir ve nehiylerinin sınırları içinde
değerlendirip plânladıktan sonra harekete geçtiğinde meydana gelen herşeyi;
güven, hoşnutluk ve teslimiyetle karşılar. Çünkü mümin, meydana gelen herşeyin
Allah'ın kaderi, planı ve hikmeti uyarınca meydana geldiğine inanmaktadır. Bütün
sebepleri bizzat yerine getirmiş olsa da herşeyin Allah'ın takdir ettiği şekilde
olacağına kanidir. Bu şekilde teslimiyet, görevi yerine getirmek ve tevekkül
arasındaki denge sayesinde insanın adımları doğrulur ve vicdanı huzura kavuşur.
Ancak; kalbini Allah hakkındaki bu dosdoğru düşünceden yoksun bırakana gelince
o, sürekli bir kararsızlık ve bunalım içindedir. Daima "şayet..", "olmasaydı..",
"keşke olsaydım..." ve "eyvah.. "lar içinde bocalamaya mahkumdur.
Yüce Allah -müslüman kitleyi eğitmek için, Uhud savaşı ve orada müslümanların
başına gelenlerin gölgesinde- onları, rızık elde etmek için yeryüzünde
dolaşırken veya cihada çıkıp savaş esnasında öldürülen bir yakınlarından dolayı
üzüntüye kapılan kafirler gibi olmaktan sakındırıyor.
"Ey müminler; Yolculuğa çıkan ya da savaşa katılan kardeşleri hakkında `Eğer
onlar yanımızda olsalardı ölmezlerdi veya öldürülmezlerdi' diyen kafirler gibi
olmayınız."
Bu sözü, evrende meydana gelen şeyler ve bunlar üzerinde etkin güç olan Allah
hakkındaki bozuk düşüncelerinden dolayı söylüyorlar. Çünkü bu kafirlerin Allah
ve O'nun hayata egemen kaderiyle bağları kopuk olduğundan görünen sebepler ve
yüzeysel koşullardan başka birşey görmeleri mümkün değildir.
"...Allah bunu kalplerinde bir hasret olsun diye bıraktı..."
Kardeşlerinin rızık elde etmek için yeryüzünde dolaşmaya çıkmalarının sonucu
öldükleri ya da savaş ve çarpışmadan ötürü öldürüldüklerine ilişkin duyguları...
Ölüm veya öldürülmelerinin nedeninin bu yeryüzüne çıkış olayı olduğuna dair
inançları sonucu çıkmaktan alıkoymadıklarına üzülmelerini sağlamaktadır. Gerçek
nedenin; ecelin gelmesi, ölüm çağrısı, Allah'ın takdiri, ölüm ve hayat
hakkındaki kanunu olduğunu bilselerdi üzülmezlerdi. İmtihanı sabırla karşılayıp
hoşnutlukla Allah'a yönelirlerdi.
"Oysa can veren de öldüren de Allah'tır."
Hayatı vermek, kararlaştırılan bir zamanda, belirlenen bir ecelle ister
evlerinde veya ailelerinin yanında ister rızık elde etmek ya da akide için savaş
meydanında olsunlar insanlara verdiğini almak Allah'ın elindedir. Herşeyden
haberdar olan O'dur, herşeyi bilip gören O'dur, ceza ve karşılık da O'nun
katındadır.
"Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarını görür."
ÖLÜM OLGUSU
Buna göre iş, ölüm veya öldürülme ile bitmiyor, son nokta burası değildir. Şu
halde yeryüzündeki hayat yüce Allah'ın insanlara bahşettiği nimetlerin en iyisi
değildir. Başka değerler; Allah katında daha üstün değerler vardır:
"Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz Allah'tan gelecek olan bir
bağışlanma ve rahmet onların biriktirdikleri dünya nimetlerinden daha
bayırlıdır."
"Kuşku yok ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız."
Allah yolunda ölmek ve öldürülmek -bu şartla ve bu
itibarla- hayattan, insanların hayatta elde ettikleri mal, makam, güç ve
dünya metaından daha iyidir. Çünkü, arkasında gelen Allah'ın bağışlaması ve
merhameti vardır. Bunlar insanların elde ettiklerinden daha iyidir. İşte
Allah, müminleri bu bağışlanma ve merhamete yöneltmektedir. Bu noktada
onları, kişisel üstünlüklere ve beşerî değerlere terk etmiyor. Allah'ın
yanında bulunanlara da teslim ediyor bizzat kalplerini, kendi rahmetine
bağlıyor. Bu da insanların tüm topladıklarından kalplerin bağlandığı tüm
değerlerden daha iyidir kuşkusuz.
Herkes Allah'a dönecektir. İster yataklarında veya
yeryüzünde dolaşırken ölsünler, ister meydanda çarpışırken öldürülsünler;
her durumda O'nun huzurunda toplanacaklardır. Bunun dışında dönecekleri,
bundan başka varacakları bir yer yoktur. O halde oradaki farklılık; yapılan
iş, niyet, yöneliş ve ilgide söz konusu olabilir. Sonuç ise hep birdir;
gerek ölmek, gerekse kesinleşmiş zamanda ve belirlenmiş sürede öldürülmek
şeklinde olsun Allah'a dönülecektir. Ve toplanma gününde O'nun huzurunda
toplanılacaktır. Dolayısıyla herkesi bekleyen son; Allah'ın bağışlaması ve
merhameti ya da öfke ve azabı olacaktır. Ahmakların ahmakı; her durumda
öleceği halde, kendine kötü sonucu seçendir.
Böylece kalplerde, ölüm, hayat ve Allah'ın kaderinin
gerçek mahiyetleri yer etmektedir. Bu şekilde kalpler, beraberinde kaderin
hareket ettiği imtihan, kaderin arka plânındaki hikmet ve imtihan
sonrasındaki mükafatla tatmin olmaktadır. Bununla da, savaştaki olaylar ve
bu olayların doğurduğu şartlar arasında yapılan gezinti son bulmaktadır.
PEYGAMBERİN ŞAHSİYETİ
Daha sonra ayetlerin akışı, yeni bir konu ile sürüyor. Bu akışın eksenini de
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kişiliği, yüce peygamberlik
gerçeği, bu yüce gerçeğin müslüman ümmetin hayatındaki değerï ve bu sayede yüce
Allah'ın bu ümmete bahşettiği rahmetin tecelli etmesi oluşturmaktadır. Bu
eksenin etrafında, müslüman kitlenin hayatının düzenlenmesi ve bu düzenin
temellerine ilişkin İslâm metodundan ve İslâm düşüncesi ile onun dayandığı
gerçeklerden, genel anlamda bu düşüncenin ve bu metodun insan hayatındaki
değerinden oluşan başka çizgiler de yer almaktadır.
159- Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara
yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden
uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile, yapacağın
işler hakkında onların görüşlerini al, ama karar verince artık Allah'a dayan.
Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları sever.
160- Eğer Allah size yardım ederse sizi hiç
kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü bırakırsa O'ndan başka size kim
yardım edebilir? Müminler sadece Allah `a dayansınlar.
161- Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir.
Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra
herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç
kimseye haksızlık edilmez.
162- Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu?
Onun varacağı yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir varış yeridir!
163- Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler
yaptıklarını görmektedir.
164- Allah, müminlere kendi özlerinden bir
peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara
Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve
hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler.
Bu bölümde yüce peygamberlik gerçeği eksenine sıkı
sıkıya bağlı birçok temel gerçeği ve aynı zamanda kısa ifadelerin içerdiği
büyük esasları görürüz. Öncelikle Peygamber'in (salât ve selâm üzerine
olsun) ahlâkında, kalplerin üzerinde toplanması, ruhların etrafında
birleşmesi için hazırlanan şefkatli, hoşgörülü, yumuşak ve güzel tabiatın da
somutlaşan ilahi rahmeti görürüz. Aynı zamanda, İslâmî toplum hayatının
dayandığı temelin şûra olduğunu ve bunun sonucunun dış görünüşü bakımından
acı da olsa yeri geldikçe emredildiğini görürüz. Şûra ilkesinin yanında,
verilen kararın büyük bir kararlılık ve kesinlikle uygulanması ve
yürütülmesi ilkesini görürüz. Şûra ve uygulamanın yanında, tasavvur, hareket
ve düzenlemeyi tamamlayan Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yeraldığını
görürüz. Ayrıca Allah'ın çizdiği kaderi görürüz. Herşeyin neticede O'na
döneceğine vakıf oluruz. Olaylar ve sonuçları üzerinde kendisinden başka
hiçbir etken gücün bulunmadığı gerçeğini de kavrarız. Ganimet konusunda;
ihanet, hile ve ihtirastan sakındırmanın yeraldığını görürüz. Değerlerin,
ölçülerin, kazanç ve zararın gerçeğini ortaya çıkaran Allah'ın hoşnutluğuna
uyanlar ile O'nun hışmına uğrayanların arasındaki kesin farkı gördüğümüz
gibi... Bölüm, bu ümmete peygamberini göndermekle yüce Allah'ın yaptığı
iyiliğin yüceliğini göstermekle son buluyor. Öyle ki bu iyiliğin yanında,
ganimetler gibi çekilen acılar da çok küçük kalır.
Evet bütün bu hususlar şu az sayıdaki ayette
toplanmıştır:
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı
kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla.
Kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini
al. Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine
dayananları sever."
Ayetlerin akışı burada Resulullah'a ve O'nun şahsında da Medine'den çıkmak için
başta öne atılan, sonra safları karışan ve böylece savaş öncesinde üçte biri
geri dönenlere, hitabını tevcih etmektedir. Bunlar daha sonra O'nun emrine karşı
gelmiş, ganimet arzusuna yenik düşmüş ve Resulullah'ın öldürüldüğüne ilişkin
söylenti karşısında zayıflık göstermişti. Yine bunlar yenilerek topukları
üzerinde geri dönmüş, O'nun az kişiyle başbaşa ve yara bere içinde peşlerinde
çağırır halde bırakıp, buna rağmen hiç kimseye dönüp bakmamış kişilerdi.
Peygamberin gönlünü hoş tutmak, müslümanların da Allah'ın nimetini anlamalarını
sağlamak için onlara yönelmekte ve çevresinde kalplerin toplandığı Peygamberin
yüce ve şefkatli ahlâkında somutlaşan Allah'ın rahmetini O'na ve onlara
hatırlatmaktadır. Böylece O'nun kalbindeki gizli rahmeti harekete geçirmekte ve
bu davranış sonucu kalbinde yereden kırgınlığı da gidermektedir. Müminlerin de,
bu şefkatli peygamberle kendilerine ulaşan ilahi nimeti duyumsamalarını
sağlamaktadır. Sonra Peygamber'i, onları affetmeye, onlar için bağışlanma
dilemeye ve meydana gelen sonuçtan ötürü İslâmî hayatın bu temel ilkesini iptal
etmeksizin her zaman olduğu gibi onlarla müşavere yapmaya çağırmaktadır.
"Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert ve katı
kalpli olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı."
Bu O'nu ve onları kuşatan Allah'ın rahmetidir. Yüce Allah, Peygamberini
müminlere karşı şefkatli ve son derece yumuşak kılmıştır. Şayet kaba ve katı
kalpli olsaydı etrafında kalpler birleşmez ve çevresinde duygular toplanmazdı.
Çünkü insanlar sürekli; şefkatli üstün bir gözetime, güler yüzlü bir hoşgörüye,
kendilerini saran bir sevgi atmosferine, bilgisizlikleri, zayıflık ve
eksiklikleri yüzünden sıkmayan bir yumuşaklığa ihtiyaç duyarlar. Ayrıca,
kendilerine veren; ancak onlardan birşey beklemeyen, üzüntüleriyle ilgilendiği
halde kendi derdiyle onları üzmeyen, yanında her zaman, ilgi, gözetim, şefkat,
hoşgörü, sevgi ve hoşnutluk buldukları büyük bir kalbe muhtaçtırlar. İşte
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kalbi böyle bir kalpti ve
insanlarla birlikte böyle yaşıyordu. Bir kerecik olsun kendi şahsı için onlara
kızmadı. Beşeri zaaflarından dolayı onlara karşı kalbinde bir sıkıntı
hissetmedi. Hayatın nimetlerinden hiçbir şeyi kendine mal etmedi; aksine, elinde
ne varsa hepsini büyük bir hoşgörü ve cömertlikle onlara verdi. Yumuşaklık,
iyilik, şefkat ve yüce sevgiyle onları sardı. O'nunla konuşan, O'nu gören hiç
kimse yoktur ki, kalbi O'nun büyük ve geniş gönlünden fışkıran sevgi
duygularıyla dolmasın.
Bütün bunlar O'na ve ümmetine Allah'ın bir rahmetiydi. Yüce Allah, bütün
bunları, bu ümmetin hayatı ve dilediği düzeni yerleştirmek için
hatırlatmaktadır.
İSTİŞARE ETME
"...Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
"Yapacağın işler hakkında onların görüşlerini al."
Yüce Allah şu kesin ayetle İslâm toplumunun yöneticisi Hz. Muhammed (salât ve
selâm üzerine olsun) de olsa, yönetimde "şûra" ilkesini getirmiş oluyor. Bu
ayet, müslüman ümmet için "şûra"nın temel bir ilke olduğu ve İslâm düzeninin
bundan başka bir ilkeye dayanmadığı konusunun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak
kadar kesin olduğunu vurgulamaktadır. "şûra"nın şekline ve gerçekleşme
yöntemlerine gelince; bunlar, ümmetin durumu ve hayat şartlarına uygun olarak
değişebilirler. Çünkü "şûra" gerçeğinin -göstermelik değil- uygulandığı her
yöntem İslâm'dandır.
Bu hüküm, "Şûra" ilkesinin görünürde acı ve tehlikeli sonuçları ortaya çıktıktan
sonra gelmektedir. Açık sonuçlarından biri de, müslüman saflarda bozulmanın ve
görüş ayrılıklarının baş göstermesiydi. Müslümanların bazıları Medine'de kalıp
düşmanın saldırmasını beklemeyi ve sokak başlarında onlarla savaşmayı
öngörüyordu. Başka bir topluluk da cesaret gösterip düşmanı karşılamaya çıkma
görüşündeydi. Bu görüş ayrılığının sonunda, safta bozulma baş göstermişti. Çünkü
düşman kapıya dayanmışken Abdullah bin Ubey bin Selul askerin üçte biriyle geri
dönmüştü. -Kuşkusuz bu, büyük olay ve korkunç bir bozulmaydı: Ayrıca uygulanan
taktik; görünüş itibariyle de askerî açıdan sağlıklı bir taktik değildi. Nitekim
bu taktik, Abdullah b. Ubey'in dediği gibi eskiden beri uygulanan Medine'yi
içerden savunma taktiğine de uymuyordu. Müslümanlar daha sonra meydana gelen
Ahzap (Hendek) savaşında bunun tersini uygulamış ve fiilen Medine'de
beklemişlerdi. Uhud'da başlarına gelenden ders alarak "Hendek" kazıp, düşmanı
karşılamaya çıkmamışlardı.
Kuşkusuz Resulullah, Medine'nin dışına çıkmakla, müslüman safları bekleyen
tehlikeli sonuçtan habersiz değildi. Kesinlikle doğru olduğunu bildiği sadık bir
rüya görmüş ve bu yüzden Medine'de kalma taraftarı idi. Ailesinden birinin,
arkadaşlarından bir kaçının öldürülmesine ve Medine'yi de sağlam bir zırha
yormuştu. Kuşkusuz "şûra" sonucu kararlaştırılan görüşü benimsemeyebilirdi.
Ancak, gerisindeki acıları, zararları ve kurbanları gördüğü halde bu "şûra"daki
görüşe uydu. Çünkü bir ilkenin yerleştirilmesi, bir kitlenin eğitilmesi ve bir
ümmetin terbiye edilmesi geçici zararlardan daha önemlidir.
En sakıncalı şartlarda meydana getirdiği bölünme ve savaş sonunda çekilen bunca
acıları doğurması karşısında; Nebevî komuta, savaştan sonra "şûra" ilkesini
tümden atma yetkisine sahipti yine kuşkusuz. Ancak İslâm, bir ümmet
oluşturuyordu, onu eğitip insanlığa önderlik yapmaya hazırlıyordu. Ve yüce
Allah, toplumları eğitmek ve onlara gerçek önderliği hazırlamak için, en iyi
yöntemin "şûra"ya başvurması olduğunu benimsetiyordu. Bunu sağlamak için
sorumluluk taşımaya alıştırmak ve (ne kadar büyük, sonuç bakımından ne kadar acı
da olsa) hatalarını düzeltmelerini öğretmek, görüş ve uygulamasının
sorumluluğunu taşımasını bilmelerini sağlamak için hata da işlenebileceğini
biliyordu. Çünkü hata işlenmedikçe doğru, gerçek anlamda bilinemez. Alıştırılmış
ve sorumluluğunun bilincine vardırılacak bir ümmetin inşası söz konusu olunca,
zararlar önemsenmez. Halâ bir ümmet vesayet altındaki bir çocuk gibi hayatını
sürdürüyorsa bunun hayatındaki hatalar, kaymalar ve zararlar ona bir şey
kazandırmıyor, demektir. Bir insanın zararlardan sakınması ona birtakım maddi
kazançlar sağlayabilir. Ancak bu insan ruhsal olarak kaybedecektir. Gelişimi ve
eğitimi sekteye uğratacaktır. Pratik hayattaki dayanıklılığı bakımından
kaybedecektir. Tıpkı, kayıp düşmemesi ya da -Örneğin- ayakkabısını yıpratmaması
için yürümekten alıkonulan çocuk gibi...
İslâm bir ümmet inşa edip eğitiyordu. Onu önderlik makamına hazırlıyordu. Bu
nedenle, olgunlaşıp pratik hayattaki davranışlarının üzerinden vesayetin
kaldırılması için Resulullah'ın hayatındaki pratik uygulama ile eğitilmeleri
gerekiyordu. Şayet olgun bir önderliğin varlığı "şûra"ya engel teşkil etseydi,
her yandan düşmanlar ve tehlikelerle kuşatılmış ve henüz yeni olgunlaşmakta olan
İslâm ümmeti için çok önemli bir sonucu getirebilecek Uhud savaşı gibi en
tehlikeli durumlarda buna başvurulmazdı. Ve yine pratik ve fiilen ümmetin
oluşmasına engel olsaydı, bunca tehlikeli bulunan bir işte önderlik kurumu
Şûra'dan bağımsız davranabilseydi ve olgun bir önderliğin varlığı en tehlikeli
işlerde "şûra"nın yerini tutabilseydi, yüce Allah'tan vahiy alan Hz. Muhammed'in
(salât ve selâm üzerine olsun) varlığı müslüman ümmeti o gün "şûra" hakkından
yoksun kalmasına neden olabilirdi.
Özellikle, müslüman ümmetin oluşması için tehlikeli olan şartların gölgesinde ve
beraberinde getirdiği bunca acıdan sonra.. Ancak ilahi vahiye muhatab olan Hz.
Muhammed'e, (salât ve selâm üzerine olsun) bu tür olayların meydana gelmesi ve
bunca olumsuz şartın varlığı bile hakkı ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Çünkü
yüce Allah, sonuç ne olursa olsun, zarar ne derece büyük olursa olsun, saftaki
bölünme ne kadar tehlikeli olursa olsun, verilen kurbanlar ne denli acı verirse
versin ve tehlikeler her yanı sarmış da olsa en kritik işlerde bile "şûra"
ilkesinin uygulanmasının gerekli olduğunu biliyordu. Çünkü bunların hiçbiri,
pratik hayatta pişmiş, görüş ve uygulamanın sorumluluğunun bilincinde ve
farkında olan bir ümmetin oluşmasına engel teşkil edemezler. Bizzat böyle bir
ortamda bu ilahî emrin gelmesinin nedeni budur.
"Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile. Yapacağın işler hakkında
onların görüşlerini al."
Beraberinde büyük tehlikeler getirse de bu ilkenin her koşulda yerleşmesi
gerekir. Uygulanışı sırasında meydana gelen tehlike son derece büyük olsa da,
müslüman ümmetin hayatında yer etmesi ve uygulanışı Uhud'daki gibi düşman
kapıdayken safta bölünmeye sebep olsa da, müslüman ümmetin hayatından bu ilkeyi
kaldırmaya ilişkin korkunç mazeretlerin geçersiz kılınması için... Çünkü doğru
yoldaki ümmetin varlığı bu ilkeye bağlıdır. Ve doğru yoldaki ümmetin varlığı da
yolda karşılaşılan diğer tüm zararlardan daha önemlidir kuşkusuz.
Üstelik İslâm düzeninin gerçek görüntüsü, ayetin sonunu getirmeden tamamlanmış
olmuyor. Ayete baktığımızda görüşler arasında tercih yapmak, bazısını
uygulamadan alıkoymanın "şûra" ilkesinin yerine gelmesi için yeterli olmadığını
görürüz. Sonuçta Allah'a güvenip dayanmaktan alıkoymamalıdır insanı.
"Ama karar verince artık Allah'a dayan. Hiç kuşkusuz Allah kendisine dayananları
sever."
"şûra"nın görevi, en isabetli görüşü ortaya çıkarmak, ortaya atılan
ihtimallerden birini seçmektir. İş bu noktaya varınca "şûra"nın rolü biter artık
"uygulama" fonksiyonu devreye girer.
Allah'a güvenip dayanarak kararlaştırılan görüşü büyük bir azim ve kararlılıkla
uygulama işi, Allah'ın çizdiği kadere ve sonuçları dilediği gibi yönlendiren
Allah'ın iradesine bağlar.
Resulullah, Rabbanî ve Nebevî zırhını giyerken, ümmete "şûra"yı yani görüş
bildirmeyi, en tehlikeli ve en büyük işlerde bile uygulama sorumluluğunu
taşımayı öğretiyordu. "şûra"dan sonra hareket etme, Allah'a güvenip dayandıktan
sonra (sonunu ve varacağı yeri bildiği halde) kendini Allah'ın kaderine teslim
etmekten ibaret ikinci zırhını da kuşanıyordu. Böylece çıkış emri uygulandı.
Resulullah eve girdi, nereye gittiğini, kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını
bekleyen acıları ve kurbanları çok iyi bildiği halde zırhını ve silahlarını
kuşandı. Ardından Medine'nin dışına çıkmaya taraftar olanlar, Resulullah'ı
istemediği bir şeye zorladıklarına ilişkin endişeleri ve tereddütleri ile
düşmanı karşılamak veya Medine'de beklemek konusunda dilediği gibi davranması
hususunda Resulullah'ı serbest bırakmaları... Evet böyle bir fırsatın doğması
bile O'nun kararından döndürmeye yetmedi. Çünkü O, onlara toplu bir ders vermek
istiyordu. "şûra" dersini, Allah'a güvenip dayanmak ve O'nun kaderine teslim
olmakla beraber azmedip kararlılık göstermek dersini de vermek istiyordu. Onlara
"şûra"nın bir zamanının olduğunu, bundan sonra tereddüte, görüş tercih etmeye ve
görüşleri yeni baştan değerlendirmeye yer olmadığını öğretmek istiyordu. Çünkü
bu, aceleciliğin, edilgenliğin ve bitmez tükenmez kararsızlığın belirtisidir.
Oysa yapılacak iş, görüş bildirip "şûra"ya başvurmaktır. Allah'a güvenip
dayandıktan sonra azim ve kararlılık göstermektir. Allah da bunu seviyor:
"...Allah kendisine dayananları sever..."
Allah'ın ve O'nun taraftarlarının sevdiği dostluk, müminlerin özenle koruması
gereken dostluktur. Hatta bu, müminlerin ayırıcı özelliğidir. Allah'a güvenip
dayanmak, her işi sonuçta O'na döndürmek İslâm düşüncesinde ve İslâmî hayatta
beliren son denge çizgisidir. Bu, her işin Allah'a döneceğine ve Allah'ın
dilediğini yapabildiğine ilişkin büyük gerçekle birlikte hareket etmektir.
Kuşkusuz, bu "Uhud"dan çıkarılan büyük derslerden biridir. Herhangi bir çağda
yaşayan özel bir nesil için değil tüm müslüman nesiller için bir tecrübe
birikimidir.
Allah'a güvenip dayanma gerçeğinin yerleşmesi ve sağlam temelleri üzerinde
yükselmesi için sûrenin akışı, zafer ve bozgun konusunda etkin gücün Allah'ın
gücü olduğunu, yardımın o'ndan bekleneceğini, yenilgi konusunda O'ndan
korkulacağını, yönelişin O'na olacağını, hazırlık yapıldıktan, sonuçtan el çekip
onu tamamen Allah'ın kaderine bağladıktan sonra O'na güvenilip dayanılacağını
bildirerek sürmektedir:
"Eğer Allah size yardım ederse sizi biç kimse yenemez. Fakat eğer sizi yüzüstü
bırakırsa O'ndan başka size kim yardım edebilir? Müminler sadece Allah'a
dayansınlar."
İslâm düşüncesinde, Allah'ın kaderinin mutlak etkinliği
ile bu kaderin insanların; davranış, eylem ve işlerinin sonucunun
gerçekleşmesi arasında şaşmaz bir denge vardır. Yüce Allah'ın kanunu
sonuçların sebeplerden sonra gelmesini öngörmektedir. Ancak sonuçları
doğuran bizzat sebeplerin kendisi değildir. Müessir etken Allah'tır. Ve yüce
Allah, kaderi ve iradesi uyarınca sonuçları sebeplerden sonraya bırakmıştır.
Bu yüzden insandan, görevini yerine getirmesini, çaba sarf etmesini, gereken
neyse onu yapmasını istemektedir. Sonra da bunların miktarına uygun sonucu
meydana getirmektedir.
Böylece sonuçlar ve akıbetler, Allah'ın dilemesine ve
kaderine bağlanmış olur. Çünkü yalnızca O, birşeyin olmasına ve dilediği
gibi oluşmasına izin verir. Bu şekilde müslümanın düşüncesiyle eylemi
arasında denge sağlanmış olur. O, elinden geldiğince çalışır, çaba sarf
eder, bunların sonucu konusunda da Allah`ın kaderine ve iradesine bağlanır.
Onun düşüncesinde, sonuçlarla sebepler arasında kesinliğe yer yoktur. Hiçbir
işte Allah'ı zorunlu kılamaz.
İşte burada ayet-i kerime, savaşın -hangisi olursa olsun- kaçınılmaz sonuçları
olan zafer ve yenilgi konusunda müslümanları, Allah'ın kaderine ve dilemesine
döndürmektedir. Onları Allah'ın iradesine ve gücüne bağlamaktadır. Şayet Allah
onlara yardım ederse kimse onları yenemez. Bu varlık aleminde yaradan, tam ve
mutlak bir gerçektir. Çünkü, Allah'ın kuvvetinden başka kuvvet, O'nun gücünden
başka güç ve O'nun dilemesinden başka dileyiş söz konusu değildir. Herşey ve her
olay O'ndan kaynaklanır. Ancak tam ve mutlak gerçek olan bu anlayış,
müslümanları metodu uygulamaktan, direktiflere uymaktan, yükümlülükleri yerine
getirmek ve çaba sarf etmekten alıkoyamaz. Bütün bunlardan sonra da Allah'a
güvenip dayanmak zorundadır müslüman:
"Müminler sadece Allah'a dayansınlar."
Böylece müslümanın düşüncesi, Allah'tan başkasından birşey isteme düşüncesinden
kurtulmuş olur. O, kalbini doğrudan varlık aleminde etkin olan güce bağlar.
Böylece zafer, korunma ve sığınma için ham hayallerden ve boş sebeplerden elini
çeker. Sonuçların meydana gelişinde varılacak noktanın gerçekleşmesinde ve her
işi hikmeti uyarınca plânlamasında yalnızca Allah'a güvenip dayanır. Bundan
sonra da her ne şekilde olursa olsun, Allah'ın takdiriyle meydana gelen herşeyi
içtenlikle kabul eder.
Bu teslimiyet İslâm'ın dışında olan her insan kalbinin tanımadığı olağanüstü bir
dengedir.
Daha sonra ayet-i kerime; emanete, yönetime, ihanetten sakındırma, hesap gününü
hatırlatma ve ruhları hırpalamadan görevi yerine getirmeye sevk etme konusunda
bu eksenden çizgiler uzatmak için Nübüvvete ve onun ahlâki, özelliklerine
dönmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir. Kim
bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra
herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, hiç kimseye haksızlık edilmez."
Okçuların dağdaki mevzilerini terk etmesinin nedenleri arasında, Resulullah'ın
ganimetten kendilerine pay ayırmayacağı endişesi de yer almaktaydı. Aynı şekilde
bazı münafıklar daha önce "Bedir" ganimetlerinden bir kısmının saklandığını
söylemiş ve bu konuya Resulullah'ın ismini de karıştırmaktan çekinmemişlerdi.
İşte burada surenin akışı, bütün peygamberlerin ihanet etme ihtimalini ortadan
kaldıran bir hüküm yerleştirmektedir. Yani mallardan veya ganimetten herhangi
bir şeye el koymaları, askerden bazısına pay ayırmadan diğerleri arasında
paylaştırmaları, yahut herhangi bir şeye ihanet etmelerinin söz konusu
olmayacağını bildirmektedir:
"Hiçbir peygamberin kamu mallarında yolsuzluk yapması söz konusu değildir."
Olur şey değil. Kesinlikle hiçbir peygamberin özellik, tabiat ve ahlâkında böyle
bir şeyin olması mümkün değildir. Buradaki olumsuzluk, eylemin meydana geliş
ihtimaline ilişkindir. Helallığını ya da olabilirliğini yasaklamak için
değildir. Çünkü peygamberin; güvenilir, adil ve tertemiz tabiatlı oluşu başından
itibaren ihanetin meydana gelmesine engeldir. Bir diğer kıraatte (Yeğullu) fiili
meçhul sığasıyla okunmaktadır. Bu durumda bir peygambere ihanet edilmeyeceği ve
ona uyanların kendisinden herhangi bir şey gizleyemeyeceği anlamı ortaya çıkar.
Dolayısıyla herhangi bir şeyde peygambere ihanet etmeye nehyetme söz konusu
edilmiş oluyor. Bu kıraat Hasan el-Basri'nin kıraatıdır.
Ardından, emanete ihanet edenlere, kamu malından ya da ganimetten herhangi bir
şey gizleyenlere yönelen şu korkunç tehdit yer almaktadır:
"Kim bir yolsuzluk yaparsa kıyamet günü yolsuzluk malını taşıyarak gelir. Sonra
herkese kazandığı eksiksiz olarak verilir, biç kimseye haksızlık edilmez."
İmam Ahmed şöyle rivayet eder: Süfyan Zührî'den aktardı. O da Urve'nin şöyle
dediğini işitmişti. Ebu Hamîd es-Saîdî anlattı: Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) Ezd kabilesinden İbn-i Uteybe adında birini zekâtları toplamak
için görevlendirdi. Adam gelip şöyle dedi: "Bunlar sizin, bunlar da bana hediye
edildi. Bunun üzerine Resulullah mimbere çıktı ve şöyle dedi: `Bu iş için
görevlendirdiğimiz görevliye ne oluyor da, bunlar sizin, bunlar da bana hediye
edildi' diyor. Babasının ya da anasının evinde oturup bekleseydi bunlar hediye
edilecek miydi? Muhammed'in nefsi elinde olana and olsun ki sizden biriniz ondan
birşey götürürse kıyamet günü hayatında götürdüğü o şeyle gelir. Ya bağıran bir
deve, ya böğüren bir sığır ya da meleyen bir koyunla gelir. Sonra biz
koltuklarının altını görene kadar iki elini kaldırdı. Sonrada üç kere şöyle
dedi: "Allah'ım tebliğ ettim mi?" (Buhari-Müslim)
Bir başka rivayette İmam Ahmed kendi isnadiyle Ebu Hüreyre'den şöyle nakleder:
"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve
onu korumaya büyük önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden
birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et'
demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ
etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin boynunda kişneyen bir at olduğu halde
gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir
şey yapamam. Çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda
altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem.
Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim'
diyeceğim." ( Buhari-Müslim)
İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den şöyle rivayet eder:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden
kimi bir konuda vazifelendiririz de bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete
ihanettir. Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah derili
biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O
`Ya Resulullah benden verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye
sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine şöyle
buyurdu: `Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde az
çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu Davud
değişik yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman kitlenin eğitimindeki
fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler. Onları
insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde emanete riayet eden, takva sahibi
ve her ne şekilde olursa olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk
halinde yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan bile ganimet
olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği halde,
getirip komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü nassına
muhatap olmaktan ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı korkunç ve
utandırıcı durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda nefsinde olumsuz bir
duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun
duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini, peygamberinin ve
Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten titizlikle korunuyordu. Çünkü
ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer
bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının verileceğini ve kimseye haksızlık
edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır: "Müslümanlar Medain şehrine girip
ganimetleri topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir malı getirip
ganimetleri toplayan kişiye verdi. Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar
`Bunun gibisini görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk olsunlar, yanına
bile yaklaşamazlar. Adama bundan birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki
onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun üzerine adam da bir
özellik olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?' dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz
için sizden başkasına da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd
eder O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve arkadaşlarına
gidip kim olduğunu soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin Amr b. Abdi Kay
olduğunu öğrendiler." (Taberi Tarihi c.4, s.16)
İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu
konuda anlatılanlar nerdeyse efsane sayılacak derecededir.
Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet konusundan, değerlerin ölçülmesine
geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri bildiriyor:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu?
Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı ş yeridir."
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını
görmektedir."
Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların çok küçük kaldığı bir
değişimdir. Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği şeylerin yükseltilmesi,
ufkunun genişlemesi ve asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine ilişkin
olağanüstü eğitim metodundan bir temas örneğidir:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu?
Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."
İşte "değer" budur. İlgi ve seçim alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı burasıdır.
Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip
Allah'ın hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü dönüş yerine) giden
arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok farklı şeyler...
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır."
"Herkes derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma,
ne tolerans ne de fazlalık...
"Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere
yapılan iyiliğin büyüklüğüne dönerek son buluyor.
ALLAH'IN LÜTFU
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içinde idiler."
Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun)
kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu ümmetin inşasında,
eğitim-öğretiminde, önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim hikmet ve temizliğe
dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü
derin ve değişik işaretleri içermektedir.
Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki durumun
değişmesine, zaferin yenilgiye dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına
doğrudan neden olan bu değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü
büyük Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette,
gölgesinde tüm yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve
değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz
eğitim temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin
başka şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü kızartır; nerde
kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra savaşta müslümanların başına gelen yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz
edilmektedir. Çünkü böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa
değinmek, gölgesinde her türlü acının ve zararın yanında bütün yaralanma ve
kurbanların son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü eğitim metodunun
derin temaslarından biridir. Böylece lütuf tazim edilmekte, müslümanların
hayatındaki herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen belirginleşmektedir.
Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor,
kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık
içinde idiler."
Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka bir duruma ve bir dönemden
başka bir döneme geçişi ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin
arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık hayatında bu ümmetten büyük bir görev
isteyen ve peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan Allah'ın
kaderini kavramış olur. O halde böylesine önemli bir görevi bulunan bir ümmetin
şu önemli hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle kafasını meşgul
etmesi uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen
kurbanlar ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar, ayetlerin akışında hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı
duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı Kur'an ayetini
karşılayabilmek için özetleyerek genel bir değiniyle yetiniyoruz:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta
bulundu."
Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu peygamberin
"kendilerinden" olması büyük bir lütuftur. Celal sahibi Allah'ın bazı
yaratıklarına kendi katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması ancak
Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı bu yüce
lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının hiçbirinden karşılık beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce
Allah'ın onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle
kendilerini saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne
yapabilirlerdi? Yine yüce Allah bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği
yapsın?
Peygamberin "kendilerinden" olması da bu lütfu
arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı
"kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir kapsayıcılığa
sahiptir.
Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki bağ, ruhun
bir diğer ruhla kurduğu bağdır; bireyle tür arasındaki bağ değildir. Sorun
peygamberin onlardan biri olmasıyla bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve
yücedir. Sonra, müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve Allah'ın
bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp yükselebilirler. Bu da müminlere
büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla peygamberlerin
ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın olmasına da somutlaşan
bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında, hayatlarında ve
tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir belirginleşmektedir:
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları
arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce
sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği iyilik en büyük
alanda belirginleşiyor.
"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile Allah'ın
huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da şükür ve
namaz için secdeye durmasına yeterlidir.
Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda bulunduğunu,
kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi zatından ve sıfatlarından ilahlığın
gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için hitab ettiğini insan
anlarsa Allah'ın büyük ikramını kavramış olur. Sonra kendisinden -şu
insandan- şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından, girinti ve
çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz ettiğini, kendisini diriltecek
kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını ve genişliği
göklerle yer kadar olan Cennete davet için hitap ettiği düşününce daha da
iyi anlayacaktır konumunu...
Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve iyilikten başka
nedir ki?
Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir. Zayıf
insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı kuşatıyor,
iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin zat, fakire
hitab ediyor, onu davet ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın...
İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu iyiliğe
bakın...
Onları temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır.
Kalplerini düşüncelerini ve duygularını temizlemektedir. Evlerini,
eşyalarını ve ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını, toplumlarını ve
düzenlerini temizlemektedir. Onları; çirkin putperestliğin, hurafe ve
efsanelerin pisliğinden insanı ve insanlığın anlamını alçaltan tören, arma,
alışkanlık ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden
temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun bulaştığı duygulardan,
sembollerden, geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET DÖNEMİ
Her cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı birtakım
kirleri vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan kirli
davranışları vardı.
Bu kirli davranışların bir kısmını, yanındaki müslüman
muhacirleri kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle
Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan Cafer b.
Ebu Talib tavsif etmektedir:
"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara kulluk
eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık bağlarını keser komşulara
kötülük yapardık. Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah bizden
soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber
gönderene kadar böyle devam ettik. Allah'ı birlememiz ve sadece O'na
kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a çağırdı. Bizim ve
atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka taştan putları bırakmamızı
istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, sıla-i rahime bağlı
kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden ve kan dökmekten el
çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi, yetim malını
yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta
bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı
olsun) sözlerinde bu kirli davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de
de bu aşağılık hayvani ve çirkin durum olduğu gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir
adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da
nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam
karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan
hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur, ilişkide
bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu
daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı.
Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.
c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak
üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla
ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra
onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın
onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin
çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu
o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir
kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar
fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen
bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına
toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde
bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını
verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam bundan
kaçınamazdı "
Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve
hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı
yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi,
düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya
kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana
çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın
toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide
bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi... Ne
aşağılık bir düşünce...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun
fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken
hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.
Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm
olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın
sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların
Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan
yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle
evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal
konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas
(Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya
kayınpederi öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese
tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı"
Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını
içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der:
"Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride
bırakırsa, varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar,
kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini
almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse
kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından
yararlandığı halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf
zarar vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından
haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı.
(Nisa suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun
bırakıldığı bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek
rahatlıkla dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan
evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)
Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya
gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap
kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir
hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız
çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı. Kimisi
kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir utançtan
korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve
topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve
fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."
İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp
gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi.
Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı
ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı
atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad
Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık,
basit şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı. Her
kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu bulunurdu.
Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta bulundukları bir putları
olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son yaptığı şey putunu okşamak
olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu
okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi
ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü
yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da
Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin
içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane
put bulunurdu. (Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa
tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder:
"Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar
diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun
getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam
yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır, içlerinde hoşuna
gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine sacayağı yapardı.
Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.
Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde
olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok
ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah
katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı
olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak
koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde
etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa
kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi
Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve
cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi
Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der.
(Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)
Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata
yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek
düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu
ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri
pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları
olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları
bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve
toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar
sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail
kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı.
Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un
devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey
değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında
savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti.
Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve
defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b.
Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken,
Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat
atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından
öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde
öldürülüp gitti."
Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda
sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir.
Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve
kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde
üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal
pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan
insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları
başka nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği
vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri,
düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını
düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri
vardır demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü
bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap
cahiliyyesinden farklı değildir.
Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine,
moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine,
radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve
diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına
kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal
toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine
bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her aileyi,
her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve
toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin
gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.
Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O
düşük hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde
sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü
o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların
şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu
ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden
temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi
kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.
GÜNÜMÜZ CAHİLİYYESİ
"Kendilerine kitap ve hikmeti öğretiyor."
Bu ayetin muhatapları okuma-yazma bilmez cahillerdi. Hem yazmayı bilmezlerdi hem
de akli olgunluğa erişmemişlerdi. Herhangi bir alanda, evrensel bilgi
ölçütlerinde bir değere sahip bilgileri, herhangi bir konuda evrensel bir değere
sahip bir bilgi kaynağından doğan ilgileri olmadığı halde bu Risalet onları
dünyaya üstad ve aleme egemen olacakları bir noktaya getirdi. Bir akideden
kaynaklanan fikrî, toplumsal ve sistemli bir metoda sahip kişiler oldular. Bu
metod o zamanki insanları cahiliyyeden kurtardığı gibi bugün de bunca
materyalist bilimsel gelişmişliğine, sınai ürünlerin bolluğuna ve uygar-refah
düzeyinin yüksekliğine rağmen, ahlâkî ve toplumsal açıdan eski cahiliyyenin tüm
özelliklerini özünde barındıran modern cahiliyyeden, onun, hayatın hedeflerine
ilişkin düşüncelerinden ve insanlık için belirlediği amaçlardan bu sefer de yine
o kurtaracaktır Allah'ın izniyle.
"...Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içindeydiler..."
Düşünce ve itikatta sapıklık... Hayat anlayışında sapıklık... Amaç ve
yönelişlerde sapıklık... Gelenek ve hayat tarzında sapıklık...
O gün, bu ayete muhatap olan Araplar, kuşkusuz, geçmiş hayatlarını
hatırlıyorlardı. İslâm'ın kendilerinde meydana getirdiği değişimin özünü
kavramışlardı. Bunun, İslâm olmadan gerçekleşemeyeceğini ve insanlık tarihinde
eşine rastlanmayacak bir değişim olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Kendilerini, kabile hayatından, kabilesel değerlerden ve kan davalarından
kurtaranın İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu kavramışlardı. Sadece bir ümmet
olmaları için değildi tabii. Daha çok -bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir
sürede ve uzun zaman olan hazırlanma gibi birşey olmaksızın- beşeriyete önder
olmaları, ideallerini, hayat metodlarını ve düzenlerini beşeriyetin uzun tarihi
boyunca eşine rastlanmayacak bir tarzda belirlemeleri içindi bu değişim.
Ulusal konumları belirlediği kadar, siyasal ve uluslararası alanlarda da varlık
göstermelerini, her şeyden önce ve önemli olan insani varlıklarını kazandıranın
İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. İnsanlıklarını yücelten,
ademiyetlerini onurlandıran, hayat düzenlerinin tümünü bu onur esasına
dayandıran ve yüce Rabblerinin katından bir ihsan ve lütuf olarak gelenin İslâm
olduğunu kavrıyorlardı. Bundan sonra bunu bütün beşeriyete sunmuş ve "İnsan"ın
nasıl saygın olacağını ve yüce Allah'ın onurlandırmasıyla nasıl onurlanacağını
tüm insanlığa öğretmişlerdi. Ne yarımadada ne de başka bir yerde bu konuda
kendilerini geçen olmadı. Geçen bölümde değindiğimiz "Şûra" konusu da, yüce
Allah'ın kendilerine büyük bir lütfu idi. Bu lütuf bu ilahi metodun bir yönünü
oluşturmaktadır.
Onlar, aleme sunacakları bir mesajlarının, beşer hayatına ilişkin bir
görüşlerinin ve insan hayatını düzenleyecek bir yöntemlerinin olmasını sağlayan
nimetin İslâm -ama yalnız İslâm- olduğunu biliyorlardı. Büyük insanlık tarihinde
beşeriyeti ileriye götürecek bir mesaj, bir dünya görüşü ve hayat prensibi
olmaksızın varlığını sürdüren bir millet söz konusu değildir.
İslâm, onun varlık hakkındaki düşüncesi, hayat görüşü, toplumsal şeriatı, insan
hayatına ilişkin düzeni, gölgesinde "insan"ın mutlu olabildiği bir düzenin
oluşması için yerleştirdiği ideal, pratik ve hareketli metodu... Bu
özellikleriyle İslâm; Arapların tüm dünyaya sundukları, onunla tanındıkları,
saygı gördükleri ve bu sayede önderliği devraldıkları "Özel kimlikleridir"
Bugün ve yarın bundan başka bir kimlik taşıyamazlar. Bunun dışında dünyada
onunla tanınacakları bir başka mesajları yoktur. Ya bu mesajı taşıyacaklar,
böylece beşeriyet onları tanıyıp saygı gösterecek ya da bunu terk edecekler,
sonuçta da -daha önce oldukları gibi- hiç kimse tarafından bilinmeden ve
tanınmadan başıboş bir hayat yaşayıp gideceklerdir.
Bu mesajı sunmazlarsa, insanlığa sunacakları başka neleri var ki?
İnsanlığa, edebiyat, sanat ve bilim. alanında dahiler mi sunacaklar? Oysa
yeryüzünde diğer halklar onları bu alanda oldukça geride bırakmış. Üstelik
beşeriyet, hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda boğazına kadar "deha"
deryasına gömülmüştür. Hayatın bir ayrıntısı sayılan bu alanda bir dahiye
ihtiyaç duyulmadığı gibi böyle bir beklenti de söz konusu değildir.
Herkesin önünde eğileceği, onunla sokakları dolduracakları ve ellerindeki ürünle
herkesi cezb edecekleri ileri sanayi alanında deha çapta ürünler mi sunacaklar?
Bu alanda da birçok halk onları geride bırakmış, öncülük direksiyonunu eline
geçirmiştir.
Kendi elleriyle meydana getirdikleri, kendi düşüncelerinin ürünü toplumsal bir
felsefî ekol mu, ya da ekonomik ve idari metodlar mı sunacaklar? Yeryüzü bu tür
felsefeler, ekoller ve metodlarla dolup taşmaktadır. Bu sapık metodlar sayesinde
de büyük bir bedbahtlık içinde yaşamaktadır.
O halde beşeriyete öğretecekleri ve bu konuda öncelikli, ileri ve imtiyazlı
sayılacakları ne sunabilirler?
Bu büyük mesajdan başka bir şeyleri yok... Şu eşsiz metoddan başka hiçbir
şeyleri yok. Allah'ın kendilerini seçtiği, bununla onurlandırdığı ve bir
zamanlar onların eliyle tüm insanlığı kurtardığı bu lütuftan başka hiçbir
şeyleri yok. İnsanlık bugün her zamankinden daha çok bu mesaja muhtaçtır. Çünkü
insanlık, bedbahtlık, şaşkınlık, bunalım ve iflas bataklığına düşmüştür.
Kuşkusuz geçmişte tüm insanlığa sundukları ve ilgilerini çektikleri yegane
nitelikleri sadece budur. Bugün de insanlığa bunu sunabilirler. Bu sayede
kurtulabilirler ancak.
Büyük milletlerden herbirinin insanlığa sunduğu bir mesajı vardır. En büyük
millet, en büyük mesajı taşıyan, en üstün metodu sunan ve hayata ilişkin yüksek
dünya görüşüyle sivrilen millettir.
Araplar bu mesaja sahip bulunmaktadırlar. -Bu hususta
onlar asıldırlar, diğer halklar ise onlara ortak konumundadırlar-. Acaba
hangi şeytandır onları bu büyük hazineden uzaklaştıran, hangi şeytan?..
Yüce Allah'ın bu millete bir Resul ve Risalet
göndermekle bahşettiği lütuf çok büyüktür hem de çok. Onu bu lütuftan,
şeytandan başkası uzaklaştıramaz. Ve O, Rabbine karşı bu şeytanı kovmakla
sorumludur.
UHUD SAVAŞININ DEVAMI
Ayetlerin akışı, savaşta meydana gelen olayları anlatma
ve onları değerlendirmede bir adım daha atmaktadır. Henüz tecrübe
süzgecinden geçmemişler, olaylarla yoğrulmamışken, işin pratiğini,
kuralların özünü ve kanunlara sarılmayan; varlık, hayat ve akidenin özündeki
ciddiyete uymayan hiç kimseyi kayırmayan pratik hayatın ciddiyetini henüz
yaşamamışken -müslüman oldukları halde- işin geldiği noktada dehşete
kapılmalarını, başlarına gelenin meydana gelişine şaşırmalarını ve iş
konusundaki düşüncelerinin davranışlarından dolayı olduğunu ve
uygulamalarının tabii bir sonucu olduğunu açıklamaktadır. Ancak onları bu
noktada bırakmamakta, -çünkü bu durum, gerçek de olsa nihai gerçek değildir-
sebepler ve sonuçların arka plânındaki Allah'ın kaderine, adet ve kanunların
ötesindeki iradesine bağlamaktadır. Böylece meydana gelen olaydaki hikmeti
kendilerine ve uğruna cihad ettikleri davalarına hayırlı olanın
gerçekleşmesine, bu tecrübeyle onların bundan sonrasına hazırlanmasına,
kalplerinin arınmasına, saflarının olayların ortaya çıkardığı münafıklardan
ayrılmasına ilişkin hadiselerin ötesindeki Allah'ın plânını açıklamaktadır.
Her iş, sonunda Allah'ın iradesine ve plânına dayanmaktadır. Böylece
Kur'an'ın ince ve derin açıklamasında gizli gerçek, düşüncelerinde ve
duygularında iyice olgunlaşmaktadır.
165- Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet, bu kez sizin başınıza
gelince "Bu nereden geldi?" demediniz mi? De ki; "O musibet kendinizden
kaynaklandı." Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter.
166- İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri
belirlemesi için meydana geldi.
167- Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara "Geliniz, Allah yolunda
savaşınız, ya da savunma yapınız " denince "Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka
peşinizden gelirdik " dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar.
Kalplerinde olmayan şeyi ağızları ile söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların
gizli tuttukları duyguları çok iyi bilir.
168- Onlar, evlerinde oturup savaşa katılan
kardeşleri için "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi,
öldürülmezlerdi"diyenlerdir. De ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi
başınızdan savın bakalım."
Yüce Allah; sancağını taşıyan ve akidesine inanan
dostlarına yardım etmeyi üzerine almıştır. Ancak bu yardımı, kalplerinde
iman gerçeğinin olgunlaşmasına, düzen ve hayat tarzlarında imanın
gereklerini yerine getirmelerine, güçleri oranında hazırlık yapmalarına ve
imkanları nisbetinde çaba sarf etmelerine bağlamıştır. İşte Sünnetullah
budur. Ve Sünnetullah'ta hiç kimse kayırılmaz. Müslümanlar ne zaman bu
işlerden birinde bir eksiklik yaparlarsa, bu eksikliğin sonucuna
katlanmalıdırlar. Çünkü müslüman oluşları, kendileri için adetin bozulmasını
ve kanunun iptalini gerektirmez. Onlar, hayatlarının tümünü Sünnetullah'a
uydurmak ve ilahi kanunlar doğrultusunda düzenlemekten dolayı müslümandırlar
zaten.
Ancak müslümanlıkları boşa gitmeyecektir, ziyan
olmayacaktır. Çünkü teslimiyetleri Allah içindir. Allah'ın sancağını
taşımaları, O'na uymaya gayret etmeleri ve O'nun metoduna tabi olmalarından
dolayı, hataya uygun düşen, acı, yara ve kayıpları tattıktan sonra bu hatayı
iyiliğe çevirmek akidenin daha bir netleşmesi, kalplerin daha iyi arınması,
safların iyice temizlenmesi, onları vaad edilen zafere yaklaştırması,
böylece hayır ve bereketle sonuçlandırması yüce Allah'ın şânındandır...
Müslümanlar hiçbir zaman Allah'ın korumasından, gözetiminden ve yardımından
uzaklaştırılmazlar. Aksine, yolda başlarına birtakım darbeler, acı ve
sıkıntılar geldikçe, Allah tarafından hep yol azığıyla desteklenmişlerdir.
Bu açıklık ve kesinlikle beraber yüce Allah, meydana
gelen olaydan dolayı paniğe kapılıp sorular sorup duran müslüman kitleyi ele
almakta, onlara takdirinden kaynaklanan uzak hikmeti açıkladığı gibi kendi
davranışlarından kaynaklanan yalçın sebebi de ortaya çıkarmaktadır. Bu arada
münafıkları da, ne sakınmanın ne de geride kalıp oturmanın kendisinden
koruyamadığı ölüm gerçeğiyle yüzyüze getirmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığımız musibet başınıza
gelince `Bu nereden geldi?' demediniz mi? De ki; O musibet kendinizden
kaynaklandı. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Müslümanların Uhud'da başlarına bir felaket geldi. Bu
acı günde karşılaştıkları bunca yara ve acıların dışında ayrıca yetmiş şehid
verdiler. Müslüman oldukları halde Allah'ın düşmanı müşrikler onlara galip
geldi. Halbuki onlar müslümandılar ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Fakat
aslında bu felaketi tadan müslümanlar, bunun iki katını müşriklere isabet
ettirmekle daha üstün durumda idiler; çünkü Bedir günü Kureyş'in ileri
gelenlerinden yetmiş tanesini öldürmekle benzeri bir musibeti düşmanlarının
başlarına getirmişlerdi.
Müslümanlar aynı galibiyeti Uhud savaşının
başlangıcında, henüz Allah'ın ve O'nun Resulünün emrine uyuyorlarken,
ganimet arzusu karşısında zaafa kapılmàmışken ve mümin gönüllerde yer
etmemesi gereken duygular ruhlarında depreşmemişken tekrar elde ediyorlardı.
Onlar panik içinde sorup duruyorlarken yüce Allah bütün
bunları onlara hatırlatıyor ve meydana gelen olayı direkt yakın sebebine
döndürüyor:
"...De ki; O musibet kendinizden kaynaklandı."
İş konusunda sarsıntı geçiren, bozulan ve çekişen bizzat sizin nefsinizdir.
Allah ve Resulünün şartını yerine getirmeyen sizdiniz. Arzu ve heveslerin
etkilediği, kendi nefsinizdi. Resulullah'ın emrine ve savaş stratejisine isyan
eden sizdiniz. Bu sonuç meydana gelmesini istemediğiniz şey. Sopra da "bu nasıl
olur?" diyorsunuz. Sünnetullah'ta kendi durumunuza uygun olanıyla karşılaştınız.
Müslüman veya müşrik olsun insan kendini Sünnetullah'ın işleyişine sundu mu
gerekli karşılığı alacaktır. Hiç kimsenin kayırılması için bu kanun bozulmaz.
Bir kere, insanın ilk önce Allah'ın sünnetine kendini uydurması, teslimiyetin
olgunluk derecesini göstermektedir.
"Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Gücünün gereği, sünneti uygulaması, kanunuyla hükmetmesi, her işin hükmü ve
iradesi uyarınca hareket etmesi ve varlık alemini, hayatı ve olayları
dayandırdığı yasalarını askıya almamasıdır.
Bununla beraber, her işin ötesinde gördüğü bir hikmetten dolayı Allah'ın takdiri
yer almaktadır. Meydana gelen her olayın, her hareketin, her gelişmenin ve bütün
evrende yeralan her akışın ötesinde Allah'ın takdiri sürekli mevcuttur.
İLÂHÎ KANUN
"Îki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah'ın izni ile
gerçekleşti."
Hiçbir şey rastlantı sonucu ve boşuna meydana gelmemiştir. Faydasız ve başıboş
da değildir. Her hareket, şu evrenin yaradılışında planlanmış ve kendisine özgü
sebep ve sonuçları olan bir kadere göre hareket etmektedir. Bütün hareketler,
-bozulmaz, askıya alınmaz ve hiç kimseyi kayırmaz sağlam adet ve kanunlara uygun
meydana gelmekle beraber- belirlenen proğramları plânında gizli bir hikmeti
gerçekleştirmekte ve hep birlikte evrenin nihai "proje"sini tamamlamış
olmaktadırlar.
İslâm düşüncesi bu alanda, insanlık tarihi boyunca hiçbir düşüncenin ulaşmadığı
bir evrensellik ve dengecilik düzeyine ulaşmıştır.
Evrende değişmez bir kanun ve kesin kurallar vardır. Değişmez kanunun ve kesin
kuralların ötesinde de etkin bir irade ve serbest ilahi meşiyet vardır.
Bu kanun, kurallar, irade ve meşiyetin ötesinde de herşeyin çerçevesinde cereyan
ettiği ince bir hikmet yatmaktadır. Aralarında insan da olmak üzere herşey
hakkında hükümran olan bu kanun ve geçerli olanlar da bu kurallardır. İnsan,
özgür iradesinin ürünü hareketleri ve kendi düşünce ve değerlendirmesinin sonucu
davranışları neticesinde bu kurallarla karşılaşır, böylece kuralların işlemesini
sağlar ve onlardan etkilenir. Ancak, bütün bunlar, Allah'ın kaderi ve dileyişi
uyarınca meydana gelmekte, aynı zamanda O'nun hikmet ve takdirini
gerçekleştirmektedir. İnsanın iradesi, düşüncesi, hareket ve davranışları
Allah'ın adet ve kanununun bir parçasıdır. İnsan bütün yaptıklarını bunlarla
yapar. Allah, çizdiği kader ve plan çerçevesinde gerçekleştirdiği herşeyi bu
adet ve kanun sayesinde gerçekleştirir. Hiçbir şey bu adet ve kanunun dışına
çıkamaz. Onlara karşıt olamaz, Allah'ın iradesini ve takdirini bir kefeye,
insanın irade ve faaliyetlerini de karşıt kefeye koyanların düşündükleri gibi
faaliyetine karşı koyamazlar. Asla!.. İslâm düşüncesinde durum böyle değildir.
Çünkü insana; varlığını, düşüncesini, iradesini, takdirini, değerlendirme
yeteneğini ve yeryüzünde faaliyet imkânını bahşederken, bunlardan hiçbirini,
kendi sünnetine zıt, yüce iradesine muhalif kılmamıştır. Şu büyük evrene ilişkin
kaderinin ötesindeki nihai hikmetin dışına da çıkamaz. Ancak yüce Allah, insanın
takdir edip idare etmesini, hareket etmesini, etkilenmesini, Sünnetullah'la
karşılaşıp onlara uymasını, bu karşılaşmanın insana verilecek karşılığını;
lezzet, acı, rahatlık, yorgunluk, mutluluk ve bedbahtlık şeklinde tam olarak
almasını, bu karşılaşma ve sonucunun ötesindeki herşeyi kuşatan kaderinin ahenk
ve denge içinde gerçekleşmesini sünnetin ve takdirinin bir gereği kılmıştır.
Uhud savaşında meydana gelen bu olaylar, evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesi
hakkındaki sözlerimize örnektir. Kuşkusuz yüce Allah müslümanlara, zafer ve
yenilgi hakkındaki sünneti ve şartını öğretmişti. Onlar da bu sünnet ve şarta
aykırı hareket etmişlerdi. Bunun sonucunda da acı ve yaralarla karşılaşmışlardı.
Ancak mesele bu noktada bitmiyor, çünkü bu karşı çıkmanın ve acı çekmenin
ötesinde, saftaki müminlerle münafıkların ayrılması, mümin kalplerin
arındırılması, düşünce bulanıklığından, zaaf ve eksikliklerden temizlenmesine
ilişkin Allah'ın kaderinin gerçekleşmesi yer almaktadır.
Bu da işlevi bakımından -acı ve zararın ötesinde- müslümanlar için hayırlı
olmuştur. Kuşkusuz bu sonucu, Kanûn-u İlâhî uyarınca elde etmişlerdi. Çünkü
Allah'ın metoduna teslim olan, bütün hayatlarında onu uygulayan müslümanlara
yardım edip onları gözetmek, sonuçta acılarını tatmış olsalar bile işledikleri
hataları nihai hayırlarına bir araç kılmak Allah'ın sünnetidir. Nitekim, acı
çekme; arınma, eğitim ve hazırlık için de bir araçtır.
Bu sert ve yalçın konumda müslümanların ayakları rahatlamakta, kalpleri hiçbir
kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık duymadan tatmin olmaktadır. Çünkü onlar,
Allah'ın kaderi ile yüz yüzedirler. Hayatlarında O'nun kanunlarıyla hareket
etmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın gerek kendilerine gerekse çevrelerindekilere
dilediğini yapacağını biliyorlar. Çünkü onlar, yüce Allah'ın onunla dilediğini
gerçekleştirdiği kaderi için birer hammadde konumundadırlar. İşledikleri tüm
yanlışlar ve doğrular -yanlışları ve doğrularından dolayı karşılaştıkları tüm
sonuçlar Allah'ın kaderi ve ince hikmeti ile hareket ettiğini ve bu yolda
hareket ettikleri sürece de kendilerini iyiliğe doğru götüreceğini gayet iyi
biliyorlar:
"İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet, Allah'ın izni ile
gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri belirlemesi için meydana geldi."
"Bir de münafıkları ayırd etmesi içindi. Onlara `Geliniz, Allah yolunda
savaşınız' denince; `Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik'
dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi
ağızlarıyla söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların gizli tuttukları
duyguları çok iyi bilir."
Yüce Allah burada, Abdullah bin Ubey bin Selul ve
beraberindekilerin konumuna işaret etmekte ve onları "münafıklar" diye
adlandırmaktadır. Bu noktada yüce Allah, onları ortaya çıkarmakta, müslüman
safları onlardan temizlemektedir, o günkü gerçek konumlarını
belirlemektedir: "...O gün onlar imandan çok küfre yakın idiler..." Orada
müslümanlarla müşrikler arasında savaş çıkacağını bilmediklerinden dolayı
geri döndüklerini iddia ederken doğru söylemiyorlardı. Gerçek neden bu
değildi, onlar: "...kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar."
Tamamen akidenin kontrolüne bırakmadıkları kalplerinde nifak vardır.
Kişiliklerini ve beşerî değerlerini, akide ve iman değerlerinin üstüne
çıkarmışlardır. Uhud günü Resulullah, (salât ve selâm üzerine olsun)
görüşünü kabul etmedi diye ayrılan münafıkların başı Abdullah b. Ubey ne
yaptıysa, bundan önce de Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) ilahî
bir mesajla Medine ye geldiğinde kendilerinin başkanlıktan yoksun
bırakılması ve başkanlığı bu dine ve onun taşıyıcısına vermesi karşısında da
aynı davranışı göstermişti. Kalplerde bu vardı. Müşrikler, Medine'nin
kapılarına dayanmışken münafıkların geri dönmelerinin sebebi buydu.
Kendilerine "Geliniz Allah yolunda savayız ya da savunma yapınız" diyen
gerçek müslüman Abdullah b. Haram'a "Eğer savaşmayı bilseydik mutlaka
peşinizden gelirdik" diyerek itiraz etmeleri bundandı. İşte bu ayette yüce
Allah gerçek durumlarını ifşa ediyor:
"Hiç kuşkusuz Allah onların gizli tuttukları duyguları
çok iyi bilir."
Sonra, saflarda ve ruhlarda sarsıntının meydana
gelmesindeki konumlarını ortaya çıkararak sürüyor ayet-i kerime:
"Onlar evlerinde oturup savaşa katılan kardeşleri için
`Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi' diyenlerdir."
Özellikle başta kavmi arasındaki otoritesini sürdüren,
münafıklığı henüz daha ortaya çıkmamış ve müslümanlar arasındaki mevkisinin
sarsılmasına neden olan bu vasıfla henüz vasıflandırılmamış Abdullah b. Ubey
olmak üzere, diğer münafıklar ayrılık sonucu saflarda ve ruhlarda kargaşa ve
sarsıntı meydana getirmekle yetinmiyorlar:
"...Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi öldürülmezlerdi"
diyerek, savaştan sonra şehid ailesi ve arkadaşlarının kalplerine sarsıntı
ve hayıflanma duygularını yaşamaya çalışıyorlardı.
Böylece, ayrılmalarında bir hikmet ve maslahat
olduğunu, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat edip uymakta da
bir zarar ve ziyan olduğunu yaymak istiyorlardı. En fazla da, Allah'ın
çizdiği kaderi, ecelin kesinliği, ölüm ve hayatın hakikati ve bunların
yalnızca Allah'ın kaderine bağlılığı konusundaki saf İslâm düşüncesini
bozuyorlardı. Bu yüzden ayet-i kerime, bir taraftan hilelerini bozmak, diğer
taraftan İslâm düşüncesini düzeltip onu bulanıklıktan kurtararak kesin ve
doğru olanı yerleştirmek suretiyle gerekli karşılığı vermektedir:
"Eğer doğru söylüyorsanız, ölümü kendi başınızdan samız
bakalım."
Ölüm, hem cihada çıkan hem de evinde oturanı, hem
cesuru, hem korkağı, hülâsa herkesi alır götürür. Ne hırs, ne korunma geri
çeviremez ölümü. Korku ve geride beklemek de ertelemez. Bunun en güzel
kanıtı tartışma götürmez pratik hayattır. Kur'an-ı Kerimde bu pratik hayatla
onlara cevap vermekte, iğrenç hilelerini bozmakta, gerçeği yerine
oturtmakta, böylece müslümanların kalplerini sağlamlaştırıp üzerine güven,
huzur ve yakîn duygularını akıtmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in savaştaki olayları sunarken,
olayların öncesinde, savaşın hemen arefesinde meydana gelen bu olaya
-Abdullah b. Ubey ve beraberindekilerin savaştan geri kalmalarını- değinmeyi
ertelemesi, oluşun içinde bu noktaya yer bırakması dikkat çekicidir.
KUR'AN EĞİTİMİ
Bu erteleme, Kur'an'ın eğitim metodunun belirgin
özelliklerinden birini taşımaktadır. Kuşkusuz bu olayı, yerleştirdiği İslâm
düşüncesinin belli başlı kurallarını yerleştirmek, yerleştirdiği gönüllere
doğru duyguları oturtmak ve değerler için koyduğu bu ölçüleri belirlemek
için ertelemişti. Sonra da "münafıklara", davranışlarına, bundan sonraki
uygulamalarına işaret etmektedir. Çünkü ruhlar bu davranışları, doğru
düşünceden, doğru ölçütteki doğru değerden sapmanın ürünü bu uygulamaları
algılayacak düzeye gelmiştir artık... İmanî düşüncenin ve değerlerin
müslümanın nefsinde böyle yer etmesi, düşünce ve değerlerin gerçek
mahiyetini, iş ve şahısların gerçek ölçüsünü verecek doğru ölçütlerin bu
şekilde yerleştirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra, işleri ve şahısları bu
ölçüte göre değerlendirir insan... Ve bu saf imanî duyguyla onlara, aydınlık
ve doğru hüküm uygulanabilir...
Bu ertelemede, eşsiz Kur'an metodunun bir başka
özelliği de gizlidir. Çünkü Abdullah b. Ubey -daha önce değindiğimiz gibi- o
ana kadar kavmi arasında saygın bir konumdaydı. Bu yüzden "Şûra" ilkesinin
yerleşmesi ve uygulaması toplum içinde itibarı olanların görüşüne başvurmayı
gerektirdiğinden Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) kendi görüşüne
başvurmadı diye kibirlenmişti. Bu büyük münafığın uygulamaları müslümanların
safında sarsıntı ve düşüncelerinde karışıklıklar meydana getirmişti. Nitekim
bundan sonra öldürülenlere ilişkin sözleri de gönüllere hasret, duygulara
karışıklıklar serpmişti. O'nun davranışlarının ve sözlerinin küçümsenmesi,
savaşın öncesinde meydana gelmesine rağmen, Kur'an'ın sunuş tarzında öne
alınması ve bu işi yapmaya kalkışanların vasıflarının "münafıklık yapanlar"
olarak adlandırılması gerçekten anlamlıdır. Ayrıca bu davranışları şu hayret
sigasıyla -münafıkları görmez misin- diye özetlemek ve en büyüklerinin adını
veya şahsını anmadan, yine bu davranışı yapmaya kalkışan herkesin, hakettiği
gibi iman ölçeğinde onunla eşit durumda olmaları yüzünden surenin akışında
başka münafıkları değerlendirdiği gibi münafıklar arasında belirsiz olarak
kalması için açıklamaması ve sona bırakması bu eşsiz eğitim metodunun
içerdiği bir hikmet olsa gerektir.
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLER
Kalpler huzura kavuşup vicdanlar, evrende yürürlükte
olan yasa, işlerin ötesindeki Allah'ın kaderi, bu takdir ve planın arka
planındaki hikmeti... Sonra olması için yazılmış ecel ve geride kalmanın
erteleyemediği savaşa çıkmanın çabuklaştıracağı; hırs, sakınma ve tedbirin
önleyemediği mukadder ölüm gerçeği ile istikrar bulduktan sonra...
Evet bundan sonra ayetlerin akışı bir diğer hakikati
açıklamakla sürüyor. Hem özü hem de etkisi itibariyle büyük bir hakikat...
Allah yolunda öldürülenlerin ölüler olmayıp diri oldukları hakikati... Onlar
Rabblerinin izinden, kendilerinden sonra oluşan hayattan ve olaylarından
kopmamışlardır. Bu cemaatin yaptıklarından etkilendikleri gibi ona da etki
ediyorlar. Bilindiği gibi etki ve etkilenme hayatın belirtisidir.
Ayet Uhud savaşında şehid düşenlerin hayatı ile
şehadetlerinden sonra meydana gelen olaylar arasında sağlam bir ilgi
kurduktan sonra, kendilerine isabet eden bunca yaraya rağmen, Allah ve
Resulü'nün çağrısına karşılık veren, savaş alanını bırakıp gittikten sonra
Medine'ye saldırmalarından korkup Kureyş'i takip eden, Kureyş'in
toparlanmasıyla kendilerini korkutmaya çalışan insanlara aldırış etmeyip
sadece Allah'a güvenip dayanan ve bu konumlarıyla imanın anlamını ve
hakikatini gerçekleştiren bir grup müminin konumlarını tasvir ediyor.
169- Sakın Allah
yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız, tersine onlar yaşıyor ve Allah katında
besleniyorlar.
170- Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu
nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz kendilerine
katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına
sevinçlidirler.
171- Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile O'nun müminlerin
mükâfatını kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor.
172- O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve peygamberin savaşma
çağrısına uydular, onlardan "İhsan" (Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek
-Mütercim-) ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir.
173- O kimseler ki, insanlar kendilerine "Düşmanlarınız size saldırmak için
yığınak yaptılar, onlardan korkmalısınız"dediklerinde, bu sözden imanları daha
güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir" dediler.
174- Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine
hiçbir zarar dokunmadı, Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah büyük
lütuf sahibidir.
175- O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur, o
halde eğer gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz.
Yüce Allah mümin kalplerde kader ve ecel hakikatini
iyice belirginleştirmek, münafıkların "Eğer bizim sözümüzü dinleselerdi
öldürülmezlerdi" sözleriyle öldürülenler hakkında yaydıkları; kuşku,
karışıklık ve hayıflanma duygularını: "De ki; Eğer doğru söylüyorsanız ölümü
kendi başınızdan savın bakalım" meydan okuyuşuyla bertaraf etmek istemiştir.
Yüce Allah, bu değişmez hakikatin eşiğinde mümin
kalpleri huzura kavuşturduktan sonra, bu kalplerin huzur ve güvenini
artırmak için Allah yolunda öldürülen -Allah yolunda öldürülen, kalplerini
bu mananın dışındakilerden arındıran ve diğer tüm şartlardan
soyutlananlardan başkası şehid değildir- şehidlerin varacağı sonucu
açıklamayı dilemiştir. Bu şehidler diridirler. Bütün hayat özelliklerine
sahiptirler. Onlar, Rabblerinin yanında "rızıklanmaktadırlar". Rabblerinin
fazlından verdiği ile sevinmektedirler. Geride kalan müminlere vardıkları
sonucu müjdelemek istemektedirler. Ayrıca geride kalan kardeşlerinin
yaşadığı olaylarla da ilgilenmektedirler. Kuşkusuz bütün bunlar; yararlanma,
müjdeleme, ilgilenme, etki etme ve etkilenme dediğimiz hayat belirtileridir.
Onlar, elde ettikleri Allah'ın fazlı ve O'nun yanındaki makam ve rızkın
yanında hayat ve olaylarla ilişki içindeyken ayrılıklarından dolayı duyulan
bu hasret de ne oluyor? İnsanların, dipdiri şehidle geride kalan
kardeşlerine ilişkin düşüncelere koydukları mesafe de nerden çıktı? Burada
ve orada sürekli Allah'la birlikte olan müminlerin nazarında, mesafelerin ve
engellerin hiçbir değeri yokken, bu hayatla hayat sonrası alem arasında
konulan bu engel de nedir?
Bu büyük gerçeğin iyice belirginleşmesi, olayları
değerlendirmede büyük önem arzetmektedir. Bir kere o, farklı hayat çeşitleri
ve durumlarıyla birlikte varlıkların hareketine ilişkin düşünceyi de
dengeler. -Hatta yeni baştan inşa eder. Artık bu bir sürekliliktir,
kesintiye uğramaz. Çünkü ölüm yolculuğunun sonu değildir. Hatta ölüm
öncesiyle sonrası arasında mutlak anlamda bir engel de söz konusu değildir.
Kuşkusuz bu, müminlerin hayat ve ölümü karşılayışlarına
ve buradan orayı tasavvur edişlerine ilişkin duygularda büyük etkisi bulunan
yepyeni bir bakış açısıdır.
"Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız.
Aksine onlar yaşıyor ve Allah katında besleniyorlar."
Ayet, Allah yolunda öldürülen, böylece hayattan ayrılıp
gözlerden uzaklaşanların "ölü" sayılmasını yasaklayan bir hükümdür. Ayrıca
onların "Rabbleri katında diri olduklarını" da isbat eden bir nasstır. Bu
yasaklama ve isbatı canlılara özgü bir sıfat takip etmektedir. Onlar
"besleniyorlar."
Bununla beraber -şu fani dünyada yaşayan- bizler, sahih
hadislerin bildirdiklerinin dışında şehidlerin sürdüğü hayatın şeklini
bilemiyoruz. Ancak herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olanın zatından gelen
bu doğru nass, tek başına ölüm ile hayat ve her ikisinin arasındaki ayrılık
ve bütünlüğe ilişkin anlayışımızı değiştirmeye yeterlidir. Aynı zamanda
meydana gelen olayların gerçek mahiyetinin bizim algıladığımız dış
görünüşleri gibi olmadıklarını öğretmeye de yeterlidir. Çünkü biz, mutlak
hakikatlere ilişkin anlayışımızı, algıladığımız dış belirtilere
dayandırmaktayız. Bu da hakikati bütünüyle kavramak için yeterli değildir. O
halde bu konuda gerçeği açıklamaya kadir yüce Allah'ın açıklamasını
beklemekten başka seçeneğimiz yoktur.
Onlar bizim gibi insandırlar. Öldürülüyorlar, dış
görünüşünü bildiğimiz hayattan kopuyorlar. Bize göründüğü kadarıyla hayattan
ayrılıyorlar. Ancak onlar, "Allah yolunda öldürüldükleri" ve O'nun uğrunda
her türlü nimetten; cüz'î ve küçük amaçlardan soyutlandıkları, ruhlarını
Allah'a bağladıkları ve O'nun yolunda canlarıyla mücadele ettikleri... Evet
onlar bu şekilde öldürüldükleri için yüce Allah, dosdoğru bir haberle
onların "ölüler" olmadıklarını bize bildirmekte ayrıca onlara ölü dememizi
yasaklamaktadır. Kendi katında diri olduklarını te'kid etmekte ve onların
beslendiklerini bildirmektedir. Allah'tan gelen rızkı canlılar gibi
almaktadır bunlar. Nitekim yüce Allah, onlarda bulunan diğer hayat
belirtilerini de bildirmektedir:
"Allah'ın keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden
dolayı sevinç içindedirler."
Allah'ın rızkını sevinerek karşılıyorlar; çünkü onlar
bunun yüce Allah'ın kendilerine karşı bir lütfu olduğunu algılıyorlar. Bu
da, yüce Allah'ın onlara kendi yolunda öldürülmesinden hoşnut olduğunun
kanıtıdır. O halde O'nun hoşnutluğunun göstergesi olan rızkından çok, onları
ne sevindirebilir?
Sonra onlar geride kalan kardeşleriyle de
ilgileniyorlar. Yüce Allah'ın mücahid müminlere olan hoşnutluğundan
bildiklerini müjdelemek istiyorlar:
"Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için
korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidir."
"Onların sevinci Allah'tan gelen nimet ve lütuf ile
O'nun müminlerin mükâfatını kayba uğratmayacağı müjdesinden kaynaklanıyor."
Onlar "Arkalarındaki henüz kendilerine katılmamış"
kardeşlerinden uzaklaşmamışlar ve onlarla bağlarını koparmamışlardır. Çünkü
onlar, beraberlermiş gibi "diridirler" dünya ve ahirette elde ettikleriyle
müjdeliyorlar birbirlerini, müjdelerinin içeriğini de "kendilerinde korku ve
üzüntü söz konusu olmadığı" gerçeği oluşturmaktadır. Kuşkusuz onlar bunu
öğrendiler, "Rabblerinin katında" 'ki hayat O'nun nimet ve fazlından elde
ettikleri lütuflar, bunun gerek müminlere karşı Allah'ın bir iyiliği
olduğuna ve O'nun müminlerin ecrini zayi etmeyeceğine olan kesin
inançlarıyla ikna olmuşlardır.
Şehidlerin, -Allah yolunda öldürülen-
gerçekleştirmediği hangi hayat belirtisi kaldı ki? Arkalarında kendilerine
katılmamış kardeşlerinden ne ayırabilir onları? Hangi şey canlılar ve
hayatla ilişki içinde olmakla beraber, yüce Allah'ın katına yapılan
yolculuktan dolayı; gıpta, hoşnutluk ve yakınlık duyulacak bu aşamayı
arkalarında kendilerine katılmamışların ruhlarında meydana getirebilir?
Bu -Allah yolunda olduğu zaman- ölüm kavramında,
canlarıyla cihad edenlerin ölüm karşısındaki duygularında ve arkalarında
kalanların ruhlarında gerçekleştirilen büyük bir değişikliktir. Aynı zamanda
bu, dünyanın çerçevesini ve basit hayat görüntülerini aşmak suretiyle,
hayatın alanının belirtilerini, şekillerini daha da genişletmektir. Onun
böylesine geniş ve büyük bir sahayı kapsaması, bir şekilden başka bir şekle,
bir hayattan başka bir hayata geçişte belleklerimizde ve düşüncelerimizde
oluşan engelleri etkisiz hale getirmektedir.
Bu ve benzeri Kur'an ayetlerinin müslümanların
kalplerine yerleştirdiği bu yeni anlayışa uygun olarak aziz mücahidler
-Allah yolunda- şehadet talep etmeye yöneltiliyorlar. (Bazı örneklerini
savaşı ele aldığımız sözlerimizin başında anlatmıştık; oraya
başvurulabilir.)
Bu büyük gerçeğin yerleşmesinden sonra, savaş alanında
şehid düşenler tarafından Rabbleri katında kendileri için hazırlanan
nimetlerle müjdelenenler "müminler"dir. Bunlardan söz edilmekte, kim
oldukları belirtilmekte, özellikleri, nitelikleri ve Rabbleriyle olan
hikayeleri anlatılmaktadır:
"O müminler ki yaralandıktan sonra Allah'ın ve
peygamberin savaşma çağrısına uydular. Onlardan "ihsan" ilkesine uyanlar ile
takva sahiplerini büyük bir ödül beklemektedir."
"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha
güçlenerek `Allah bize yeter. O ne güzel bir vekildir' dediler."
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri döndüler, kendilerine
hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular. Hiç kuşkusuz Allah, büyük
lütuf sahibidir."
Onlar, bu acı çarpışmanın ertesi günü, beraberinde tekrar savaşmak için
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından çağrılan kişilerdir.
Üstelik yaralardan dolayı bitkin düşmüşler, daha dün savaş alanında ölmekten kıl
payı kurtulmuşlardı. Saldırının korkusunu, yenilginin acısını ve felaketin
şiddetini henüz unutmamışlardı. Aldıkları bunca yarayla beraber birçok
yiğitlerini de kaybetmişlerdi. Sayıları da azdı.
Ancak Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu.. Yalnız
onları... -Bazılarının söyleyebileceği gibi, onları güçlendirmek ve sayılarını
artırmak için- savaşa katılmayanların kendisiyle birlikte gelmesine müsaade
etmemişti.. Onlar da çağrıyı kabul ediyorlar. Resulullah'ın çağrısına uyuyorlar
-ayetlerin akışının yerleştirdiği, özü itibariyle ve anlayışlarında da böyle yer
ettiği gibi bu aynı zamanda Allah'ın çağrısıdır- Böylece kendilerine yara isabet
ettiği, büyük zarara uğradıkları ve yaralarla bitkin düştükleri halde Allah'ın
ve Resulü'nün çağrısına koşmuşlardır.
Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onları çağırıyordu. Yalnız
onları... Bu çağrı ve ondan sonra gelen icabet, içinde çeşitli ilhamları
taşımakta ve bir kısmına değineceğimiz büyük hakikatleri göstermektedir.
Bununla Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanların gönüllerinin ve
duygularının buluştuğu noktanın; yenilgi, acı, eziyet ve yaralarla dolu
olmamasını dilemiş olabilir. Bu yüzden, gönüllerinde bunun bir deneme ve imtihan
olduğunu, yoksa yolun sonu olmadığını yerleştirmek için Kureyş'i takip etmeye ve
onları kovmaya çağırmaktadır. Kuşkusuz onlar hâlâ güçlüdürler. Galip düşmanları
da zayıftır. Bu olay bir kere oldu ve geçti artık. Nitekim onlar da zaaf ve
dağılmaktan kurtulup Allah ve Resulü'nün çağrısına uyunca üstünlük
sağlamışlardı.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) müşriklerin gönüllerinde ve
duygularında zafer sarhoşluğunun uzun sürmemesini dilemiş olabilir. Bu yüzden
dünkü savaşta hazır bulunanlardan arta kalanlarla Kureyş'i takip ediyor. Böylece
Kureyş'in müslümanlara karşı amaçlarına ulaşamadıklarını ve kendilerini takip
edip tekrar saldıracak kişilerin kaldığını hissetmelerini sağlıyordu.
Siyer rivayetlerinde anlatıldığı gibi bunlar gerçekleşmiş olaylardır. Belki de
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bununla müslümanların ve onların
ötesinde tüm dünyanın, yeryüzünde varolan bu yepyeni gerçeğin yerleştirdiğini
duyumsamamalarını dilemiştir. Kendisine inananların ruhlarında herşeye bedel bir
akidenin varolduğu gerçeği... İnsanlık da ondan başka hiçbir şeye ihtiyaç
duymadıklarını, hayatlarında onun dışında bir amaçlarının olmadığını, sırf bu
akide için yaşadıklarını bilsin istemiştir. Ayrıca ondan sonra kendileri için
herhangi bir şeyin kalmasını istemediklerini, onun için harcayamayacakları, onun
uğruna feda etmeyecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını bilmelerini dilemiştir.
Kuşkusuz bu, o zaman için şu yeryüzünde yepyeni bir olaydı. Bu yüzden
-müslümanlardan sonra- tüm yeryüzünün, bu olayın meydana gelişini ve büyük
gerçeğin varlığını hissetmesi kaçınılmazdı...
Hiçbir şey, bu büyük gerçeğin doğuşunu, yaralı oldukları halde, Allah ve
Resulü'nün çağrısına koşanların, saf, heybetli ve korkutucu bir şekilde; sırf
Allah'a dayanıp güvenerek, insanların sözlerine, -Ebu Süfyan'ın elçisinin
bildirdiği gibi- Kureyş'in toparlanmasıyla korkutmalarına ve münafıkların
Kureyş'in yapacaklarını abartmalarına aldırmadan tekrar savaşa çıkışları kadar
ifade gücüne sahip değildir:
"O kimseler ki insanlar kendilerine `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde bu sözden imanları daha
güçlenerek `Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' dediler."
Şu heybetli ve ürpertici tablo, bu büyük gerçeğin doğuşunun kesin bir
ilânıdır... Bütün bunlar, Peygamberin hikmetli uygulamasının işaret ettiği bazı
gerçeklerdir.
Bazı siret rivayetleri, bu yaralanma ve Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) çağrısına koşma olayını detaylı anlatmaktadırlar.
Muhammed bin İshak şöyle der: Bana Abdullah b. Harice b. Zeyd b. Sabit Hz.
Osman'ın kızı Aişe'nin kölesi Ebu Saib'den anlattı; Resulullah'ın Beni Abdul
Eşhel'den olan bir arkadaşı Uhud savaşını görmüş ve şöyle anlatmıştı: Ben ve
kardeşim Resulullah'la birlikte Uhud'a katılmış ikimiz de yaralı geri dönmüştük.
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) müezzini düşmanı takibe çıkacağını
duyurunca, kardeşime -belki de kendime- şöyle dedim: "Resulullah'la birlikte
savaşa çıkmayı kaçıracak mıyız? Vallahi binecek bir hayvanımız olmadığı gibi
ağır yaralıydık da. Buna rağmen Resulullah'la (salât ve selâm üzerine olsun)
beraber çıktık. Benim yaralarım daha hafifti, kardeşim ağırlaşınca müslümanların
konakladığı yere kadar onu sırtımda taşıdım."
İbn-i İshak şöyle der: Uhud savaşı Şevval ayının
onbeşinde olmuştu, onaltıncı gecenin sabahında Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) müezzini halkı düşmanı takip etmeye çağırıyordu. Bu arada dün
bizimle beraber olmayanlar bugün bize katılmasınlar diyordu. Bunun üzerine
Cabir b. Abdullah b. Amr b. Haram, Resulullah'a gelerek şöyle dedi: Ya
Resulullah, babam, aralarında bir erkek bırakmadan bu kadınları terk etmemiz
ne sana ne de bana yakışmaz diyerek beni, yedi kız kardeşime bakmam için
geride bıraktı. Ve bana "Resulullah'la birlikte savaşa çıkmaya seni kendime
tercih etmem ve burada kardeşlerini koru" diyerek beni geri bıraktı. Ben de
onlarla birlikte kaldım. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) onun kendisiyle birlikte çıkmasına müsaade etti.
Allah'tan başka güvence tanımayan, O'ndan hoşnut olan,
O'nunla yetinen, zorluk karşısında imanları artan ve insanların kendilerini
düşmandan korkutmaları karşısında "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir"
diyen büyük ruhlarda bu büyük gerçeğin yer etmesi için işte böyle
yardımlaştılar onlar.
Sonuç da, beklendiği ve sırf Allah'a dayanıp güvenen,
O'nunla yetinen ve O'ndan başka herşeyden soyutlananlara Allah'ın vaadettiği
gibi oldu:
"Bundan dolayı Allah'tan gelen nimet ve lütufla geri
döndüler. Kendilerine hiçbir zarar dokunmadı. Allah'ın rızasına uydular."
Kurtuldular -hiç kötülük görmeden- Allah'ın
hoşnutluğunu elde ettiler. Kurtuluş ve hoşnutlukla geri döndüler.
"...Allah'tan gelen bir nimet ve lütufla..."
İşte bu noktada ayet-i kerime onları bağışlar konusunda
ilk sebebe döndürüyor: Allah'ın dilediğine, verdiği nimet ve bolluğa... Bu
arada heybetli konumlarını da zikretmeyi ihmal etmiyor. Çünkü onlar bu
konumlarıyla işi Allah'ın nimet ve fazlına döndürüyorlar. Zaten bu, her
iyiliğin döndüğü büyük esastır. Onların bu konumları da bu sonsuz nimetin
bir yönünü oluşturmaktadır.
"...Allah büyük lütuf sahibidir."
Bununla yüce Allah, bu durumlarını, bu konumlarını,
ölümsüz kitabında ve evrenin her tarafında yankılanan kelamında tescil
etmektedir. Kuşkusuz bu; harika bir tablo ve şerefli bir konumdur.
İnsan bu tabloya ve konuma bakınca bu cemaatin
bünyesinin bir günle gece arasında tamamen değiştiğini, olgunlaştığını,
durulduğunu, üzerinde bulundukları yerle mutmain olduklarını,
düşüncelerindeki kapalılığı giderdiklerini, her işi ciddiyetle ele
aldıklarını, daha dün saflarda ve düşüncelerde baş gösteren kararsızlık ve
kargaşadan kurtulduklarını hissediyor. Oysa bu kitlenin dünkü konumlarıyla
şimdiki konumları arasında sadece bir gece geçmişti. Fark ne kadar da
büyük... Mesafe ne kadar da uzak!
Kuşkusuz acı tecrübeler, olayların şiddetle sarstığı
ruhlara yapacağını yapmıştır. Kapalılık giderilmiş, kalpler uyandırılmış,
ayaklar sabitleşmiş ve ruhlar azim ve kararlılıkla dolmuştur.
Evet... Acı imtihanlardaki Allah'ın lütfu son derece
büyüktür.
Sonunda bu bölüm, korku, panik ve ümitsizliğin sebebini
açıklayarak son bulmaktadır. Buna göre dostlarını korku ve dehşetin kaynağı
kılan, onlara güç ve heybet görüntüsü kazandıran şeytandır. Bu yüzden
müminin, şeytanın hîlesini bozması ve çabasını boşa çıkarması gerekmektedir.
Öyleyse şu şeytanın dostlarından korkmamalıdırlar ve onlardan
ürkmemelidirler. Yalnız ve yalnız Allah'tan korkmalıdırlar. Korkulması
gereken, kuvvetli, güçlü ve Kahhar olan Omdur çünkü.
"O şeytan sizi yardakçıları ile korkutur. O halde eğer
gerçekten mümin iseniz onlardan değil, benden korkunuz."
Dostlarının durumunu olduğundan büyük gösteren, onlara
güç ve kuvvet kisvesi giydiren, kalplere onların güç ve iktidar sahibi
oldukları, fayda ve zarar dokundurmaya güçleri yettiği duygusunu salan
bizzat şeytandır. Bununla arzu ve amacını yerine getirmeyi, yeryüzünde
kötülük ve bozgunculuğun gerçekleşmesini, başların kendi önünde eğilmesini,
kalplerin kendisine uymasını, kendisine karşı bir itiraz sesinin
yükselmemesini, kimsenin kendisine isyan edip şer ve bozgunculuktan
alıkoymaya kalkışmayı düşünmemesini dilemektedir.
Şeytan, batılın yaygınlaşmasında, kötülüğün artmasında
ve hiç kimsenin karşı duramayacağı, hiçbir savunmanın engelleyemeyeceği,
hiçbir muhalifin yenemeyeceği şekilde; güçlü, kuvvetli, caydırıcı ve zorba
olmasından yarar ummaktadır. Şeytan, işin böyle olmasında yarar ummaktadır.
Çünkü O'nun dostları, korku ve endişe perdesi altında, terör ve zorbalığın
gölgesinde, yeryüzünde onun direktiflerini uygulamaktadırlar. Böylece
iyiliği kötülüğe, kötülüğü de iyiliğe çevirirler. Bozgunculuk, batıl ve
sapıklığın yaygınlaşmasını sağlarlar. Hakk'ın, doğruluğun ve adaletin sesini
gizlerler. Kendilerini yeryüzünde kötülüğün koruyucusu, iyiliğin katili
tanrılar yerine koyarlar. Kimsenin kendisine isyan etmesine, karşı
çıkmasına, önderlik makamından uzaklaştırmasına müsade etmezler. Hatta hiç
kimsenin yaygınlaştırdıkları batılı küçümsemesine ve susturdukları Hakk'ı
ortaya çıkarmasına bile göz yummazlar.
Hileci, aldatıcı ve hain şeytan, dostların arkasına gizlenir, vesvesesine râm
edemediği kimselerin gönüllerine onlarla korku salar. İşte burada yüce Allah
O'nun hile ve tuzaklarını, hiçbir kisvenin gizleyemeyeceği şekilde ortaya
çıkarmakta ve ondan sakınabilmeleri için onun gerçek mahiyetini, hile ve
tuzaklarının gerçek durumunu müminlere göstermektedir. O halde şeytanın
dostlarından çekinmemelidirler ve onlardan korkmamalıdırlar. O ve dostları,
Rabbine sığınan, O'nun gücüne dayanan müminin kendilerinden korkmayacağı kadar
zayıftırlar. Kuşkusuz, korkulup endişe duyulacak tek güç, fayda ve zarar
dokundurabilen güçtür. O da Allah'ın gücüdür. Allah'a iman edenler yalnızca
O'nun gücünden korkarlar. Onlar sadece O'ndan korktukları sürece herkesten daha
güçlü olurlar. Yeryüzünde hiçbir güç onların karşısında duramaz olur. Ne
şeytanın ne de dostlarının gücü...
"...Müminseniz onlardan değil benden korkunuz"
TESELLİ
Olayların sunulması ve değerlendirilmesinin sonunda ayetlerin akışı Resulullah'a
(salât ve selâm üzerine olsun) yönelmekte; kâfirlerin küfürlerinden dolayı
mübarek kalbinde oluşan keder ve hüzün üzerine, kendisini teselli edip
desteklemekte ve bu durumun yüce Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacağı
bildirilmektedir. Bu Allah'ın bir denemesidir ve O'nun takdiri doğrultusunda
meydana gelmektedir. Kuşkusuz yüce Allah onların yaptıklarını, küfürlerini ve
ahirette kendilerini bekleyen yoksunluklarını bilmektedir. Bu yüzden onların
küfür içinde sonuna kadar yüzmelerine müsaade etmektedir. Oysa onlara hidayet
sunulmuştu. Onlarsa küfrü tercih etmişlerdi. Bu yüzden küfür içinde yüzer
durumda bırakıldılar. Günahlarının artması için hem zaman hem de rahatlık
bakımından kendilerine süre veriliyor. Bu mühlet ve süre omuzlarına bir vebal,
başlarına bir musibetten başka birşey değildir. Olayların sunulması, her olayın
arkasında gizli, Allah'ın hikmet ve planını açıklanmasıyla son bulmaktadır.
Kuşkusuz müminlerin denenmesi ve kafirlerin bir süre bekletilmesinin ardında
pisin temizden ayrılması bulunmaktadır. Kuşkusuz kalplerin durumu, yüce Allah'ın
kendine özgü kıldığı gaybın kapsamındadır. İnsanların herhangi birşey bilmesi
söz konusu değildir. Ancak yüce Allah bu gaybı, insana, münasip bir şekilde ve
onun algılayacağı bir yöntemle ortaya çıkarmayı dilemiştir. Müminlerin denenmesi
ve kafirlere süre tanınması, kalplerin gizliliklerinin ortaya çıkması, pisin
temizden ayrılması, müminlerin Allah'a ve Resulü'ne kesin ve yakinî bir şekilde
bağlanmaları amacına yöneliktir.
176- Doludizgin küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a hiçbir zarar
veremezler. Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları büyük bir azap
bekliyor.
177- İman karşılığında kâfirliği satın alanlar
Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onları acıklı bir azap bekliyor.
178- Kafirler, sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat tanımamızın
iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın diye mühlet
tanıyor, fırsat veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap bekliyor.
179- Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis
olanı temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi, gaybın bilgisine de
erdirecek değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O
halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan
sakınırsanız size büyük bir ödül vardır.
Müminlerin isabet aldıkları, müşriklerinse zafer ve galibiyetle döndükleri
savaşta meydana gelen olayların sunulmasının bu şekilde sona ermesi, ne uygun ve
ne de münasiptir... Hakk'la batıl arasında baş gösterip, hakkın bu şekilde
isabet aldığı, batılınsa saldırgan ve azgın göründüğü her savaşta, bazı
kalplerde, bu tür yalancı kuşkular kaynamış veya kınanmış beklentiler yer
almıştır.
Bu yalancı kuşkular ve kınanmış beklentiler hep olagelmiştir. Ama neden ya
Rabbi? Neden hakk isabet alıyor da batıl kurtuluyor? Niçin batılla karşılaştığı
her seferde hakk zafer elde etmiyor, galibiyet ve ganimetle dönmüyor? Yoksa 0,
zaferi hak eden hakkın kendisi değil midir? Batıla bu üstünlük nerden geliyor?
Batılın hakk ile çarpışmasında böyle sonuçlarla dönmesi ve böylece kalplerin
bozulup sarsılması nereden kaynaklanıyor?
Müslümanların, Uhud günü panik ve hayret içinde "bu neden" demeleriyle bu olay
fiilen gerçekleşmişti.
Bu sonuç bölümünde, son cevap ve nihai açıklama yer almaktadır. Bununla yüce
Allah, bitkin kalpleri rahatlatmakta, bu noktada kalpleri, içlerini kaplayan
kötü duygulardan arındırmakta ve dün, bugün ve yarın meydana gelecek her olayın
arkasındaki; kanununu, takdirine ve plânını açıklamaktadır. Hakkla batılın
karşılaştığı ve bugünkü gibi sonuçlanan her çarpışma da öyle...
Batılın herhangi bir çarpışmada galip gelmesi ve bir zaman diliminde güçlü
görünmesi, yüce Allah'ın O'nu bıraktığı ya da yenilmeyecek bir güç olduğu veya
hakka, kalıcı ve öldürücü zararlar dokundurabileceği anlamına gelmez.
Aynı şekilde, herhangi bir çarpışmada hakkın sınanması, bir zaman diliminde
zayıf görünmesi, yüce Allah'ın onları yalnız bıraktığı veya unuttuğu ya da
batıla dilediği gibi öldürüp eziyet etmesi için terk ettiği anlamına gelmez.
Asla!.. Bunda ve onda bir hikmet ve plân vardır. Yolun sonuna varması, en iğrenç
günahları işlemesi, kötülüklerin en ağırı yüklenmesi, böylece hakettiği en
şiddetli azabı tatması için batıla süre tanınmaktadır. Pisin temizden ayrılması
için, hakk da imtihana tabi tutulur... Böylece imtihan karşısında direnenler
büyük sevaplar kazanırlar. Kuşkusuz bu, hakk için bir kazanç, batıl için ise bir
kayıptır. Bunlar, gerek burada gerek orada kat kat artırılacaktır:
"Doludizgin küfre kaçanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a
hiçbir zarar vermezler. Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor. Onları
büyük bir azap bekliyor."
Burada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
teselli edilmekte ve küfre dalanları, orada koşuşanları, sanki kendileri
için bir hedef dikilmiş de oraya varmak için yarışır gibi ısrarlı, hırslı ve
süratli hareketlerini görmekten dolayı gönlünü kaplayan hüzün
giderilmektedir.
Bu ifade, ruhsal bir durumu pratik bir şekilde tasvir
etmektedir. Birtakım insanların, konulan ödülü elde etmek için yarışır gibi
küfür, batıl, kötülük, günahkârlık yolunda büyük bir çaba harcadıkları
görülür. Arkasından kovalayan biri varmış gibi ya da mükâfat kazanması için
önden biri çağırıyor gibi ısrarla, şiddetle ve gayretle yol aldığı görülür.
Uyarılarına kulak vermedikleri için Cehennem'e koşuşan
bu kulları geri çevirme imkanına sahip olmadığından dolayı Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) kalbi hüzünlenmekteydi. Nitekim, Cehennem'e
sürüklenen ve küfür içinde koşuşan bu insanların müslümanlara ve Allah'ın
davasına dokundurdukları kötülük ve işkenceler ve sonuçta saflarını seçmek
için Kureyş'le girişilen savaşın sonucunu bekleyen topluluklar arasındaki
İslâm'ın yayılmasını engellemelerinden dolayı da kalbi kederleniyordu.
Kureyş müslüman olup boyun eğince insanlar dalga dalga Allah'ın dinine
girmeye başlamıştı. Bütün bunların Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) kalbinde yer ettikleri kuşkusuzdur. Bu yüzden yüce Allah Resulü'ne
güven vermekte, kalbini kaplayan hüznü gidererek teselli etmektedir.
"Doludizgin küfre koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah'a
hiçbir zarar veremezler."
Şu basit kullar Allah'a hiçbir zarar veremezler.
Aslında konu, açıklamaya bile ihtiyaç duymuyor. Ancak yüce Allah, akide
sorununu kendi sorunu ve müşriklerle girişilen savaşı kendi savaşı kılmayı,
böylece bu akidenin ve bu savaşın ağırlığını Resulullah'ın ve müslümanların
omuzundan kaldırmayı dilemektedir. O halde şu küfürde koşuşanlar Allah'la
savaşmaktalar. Oysa O'na zarar veremeyecek kadar zayıftırlar. Buna göre,
küfürde ne kadar koşuşsalar, Allah'ın dostlarına ne kadar işkence etseler de
ne Allah'ın davasına ne de davayı yüklenenlere hiçbir zarar veremezler.
Peki bunlar doğrudan doğruya Allah'ın düşmanları
oldukları halde yüce Allah niçin onların kurtulup gitmelerine, galibiyetle
övünmelerine müsaade ediyor?
Çünkü yüce Allah onlara daha büyük bir yenilgi ve daha
ağır bir zillet plânlamaktadır:
"...Allah onlara hiçbir pay bırakmamayı diliyor."
Bütün enerjilerini harcamalarını, günahın tümünü
yüklenmelerini, bütün azabı hak etmelerini ve yolun sonuna kadar küfürde
koşuşmalarını dilemektedir...
"...Onları büyük bir azap bekliyor."
Ancak yüce Allah'ın onlara bu aşağılık sonucu uygun
görmesinin sebebi nedir? Çünkü onlar imana karşılık küfrü satın almakla bunu
hak etmişlerdir:
"İman karşılığında kafirliği satın alanlar Allah'a
hiçbir zarar veremezler. Onları acıklı bir azap bekliyor."
Kuşkusuz imanı kolaylıkla elde edebilirlerdi. Evrenin
sayfalarında ve fıtratın derinliklerinde imanın kanıtları serpiştirilmiş
durumdadır. Şu olağanüstü varlık alemi projesinin harikulâde uyum ve
mükemmelliğinde, ayrıca doğrudan doğruya fıtratın yapısında ve varlıklarla
uyuşmasında, sanatkâr eli ve sanatın eşsizliğini duyumsamaları ve imanın
işaretlerini rahatlıkla bulabilmeleri yerleştirilmiştir. Sonra iman
davasının çağrısı bizzat Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
diliyle yapılmıştır. Davanın tabiatı, fıtratla uyuşması, güzelliği,
ahenkliliği, hayat ve insanlar için en uygun metod oluşu da iman etmek için
bir kanıttır.
Evet iman kendilerine bahşedilmişti. Ancak onlar
bilerek ve kanıtlarını görerek imanı satıp karşılığında küfrü alıyorlar. Bu
yüzden, küfürde koşuşmak üzere Allah tarafından terk edilmeyi, bütün
enerjilerini bu uğurda harcayıp ahiret sevabından hiçbir pay elde etmemeyi
hak ediyorlar. İşte bu yüzden yüce Allah'a hiçbir zarar veremeyecek kadar
zayıftırlar. Çünkü onlar tam bir sapıklık içindedirler ve hakk namına hiçbir
şeye sahip değildirler. Yüce Allah sapıklığa bir güç indirmemiş, batıla bir
kuvvet bahşetmemiştir. Son derece kabarık görünmelerine ve geçici bir süre
için müminlere eziyet etmelerine rağmen, bu basit ve gülünç güçleriyle
Allah'ın dostlarına ve O'nun davasına zarar vermekten uzaktırlar.
"Onları acıklı bir azap bekliyor."
Müminlere dokundurdukları elemle kıyaslanamayacak kadar
şiddetli bir elem! ..
"Kafirler, sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat
tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın
diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz. Onları onur kırıcı bir azap
bekliyor."
Surenin akışı bu ayette; Allah'ın ve hakkın
düşmanlarını, kendilerine hiçbir azap ulaşmadan; görünürde güç, iktidar, mal
ve mevkiden yararlanır durumda gören bazı kalplerde kaynayan düğümlere,
birtakım kalplerde dolaşan şüphelere ve nice ruhlarda depreşen sitemlere
değinmektedir. Bunlar, hem kendi kalplerini hem de çevrelerindeki insanların
kalplerini bozan kimselerdendirler. Bir de, yüce Allah'ın batıldan,
kötülükten, inkarcılıktan ve azgınlıktan hoşnut olduğunu, bu yüzden ona süre
tanıdığını ve dizginlerini serbest bıraktığını ya da yüce Allah'ın hakk ile
batıl arasındaki savaşa müdahale etmediğini, batılın hakkı yutmasına göz
yumduğunu ve zaferine karışmadığını sanan kimsede iman zaafı vardır. Yahut
şu batılın hakk olduğunu, yoksa yüce Allah'ın gelişip büyümesine, sonuçta
galip gelmesine müsaade etmeyeceğini veya şu yeryüzünde hakka galip gelmenin
batılın bir özelliği olduğunu yahut da zaferin sadece hakka özgü olduğunu
sanan ve böylece Allah hakkında haksız yere cahiliye zannı besleyen zayıf
imanlı kimselerdendir. Sonra!.. Batıl taraftarları, zalimler, tağutlar ve
bozguncular, kibir içinde yüzerek, küfürde koşuşur durumda, azgınlık içinde
terk edilirler. Onlar da işlerinin yolunda olduğunu ve karşılarına
dikilmesinden korkulacak bir gücün söz konusu olmadığını zannederler.
Bütün bunlar batıldır, Allah hakkında haksız zan
beslemedir. Durum hiç de böyle değildir. İşte bizzat yüce Allah kâfirleri
böyle bir zanna kapılmamaları konusunda uyarıyor. Şayet yüce Allah, onları
koşuştukları küfürden alıkoymuyorsa, dünyada yararlanıp eğlenecekleri bir
pay bahşetmişse... Evet, yüce Allah'ın onları bu şekilde denemesi bir
fitnedir, sağlam bir tuzaktır. Ve uzun vadeli bir cezalandırmadır:
"Kâfirler sakın kendilerine mühlet vermemizin, fırsat
tanımamızın iyiliklerine olduğunu sanmasınlar. Onlara sırf günahları artsın
diye mühlet tanıyor, fırsat veriyoruz."
Şayet onlar uyarıcı bir sınamayla, nimetin
oyalayıcılığından Allah tarafından kurtarılmayı haketmiş olsalardı kuşkusuz
denenirlerdi. Ancak yüce Allah onlara iyilik dilemiyor. Çünkü onlar, imana
karşılık küfrü satın aldılar. Küfürde koşuştular, onun uğruna çaba sarf
ettiler ve böylece imtihan aracılığıyla nimet ve iktidarın oyalayıcılığından
kurtulmayı hak etmediklerini gösterdiler.
"...Onları onur kırıcı bir azap bekliyor."
Sahip oldukları makamın, işgal ettikleri konumun ve
elde ettikleri nimetin karşılığı alçaklıktır.
Böylece Allah tarafından imtihana tabi tutulmanın bir
nimet olduğu ve bunun, yüce Allah'ın kendilerine iyilik dilediği kimselerden
başkasına isabet etmediği gerçeği de açığa çıkmış oluyor. Dostları bir
imtihana uğramışlarsa bunun nedeni yüce Allah'ın onlara dilediği bir
iyiliktir. Bu imtihan, Allah'ın dostlarının uygulamalarının karşılığı olarak
meydana gelmiş olsa da arkasında gizli bir hikmet, latif bir plan ve
Allah'ın mümin dostlarına dilediği lütfu yatmaktadır.
İşte böylece kalpler istikrara ve ruhlar da güvenceye
kavuşmuştur. Açık ve dosdoğru İslâm düşüncesindeki bu basit; ancak temel
gerçekler, böyle yer etmiştir.
Kuşkusuz Allah'ın hikmeti ve müminlere olan iyiliği,
onları değişik koşulların etkisiyle saflarda çalkantılara sebep olan ve
hiçbir zaman İslâm'ı sevmeyen münafıklardan ayırmayı gerektirmiştir. Bu
yüzden yüce Allah bu yolda pisi temizden ayırmak için davranışları ve
düşünceleri nedeniyle onları Uhud'da bu şekilde imtihana tabi tutmuştur:
"Allah müminleri şimdi içinde bulunduğumuz durumda bırakacak değildir. Pis olanı
temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi gaybın bilgisine de erdirecek
değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde
Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan
sakınırsanız size büyük bir ödül vardır."
Kur'an ayeti, müslüman safları iyice belirginleştirmeden karmakarışık
bırakmanın; kalpleri, imanın sevecenliğinden ve İslâm'ın ruhundan yoksun olduğu
halde iman davasının arkasında ve İslâm görüntüsünün ardında gizlenen
münafıkları ortaya çıkarmanın yüce Allah'ın şanından olduğu gibi uluhiyetin de
gereği olduğunu kesinlikle bildirmektedir. Yüce Allah müslüman ümmeti, evrensel
ve büyük bir rol üstlenmesi, muazzam ilahi metodu yüklenmesi ve yeryüzünde eşsiz
bir hayat tarzı ve yepyeni bir düzen meydana getirmesi için ortaya çıkarmıştır.
Bu önemli rol, soyutlanmayı, berraklığı, belirginliği ve titizliği
gerektirmektedir. Aynı zamanda saflarda bozukluğun ve yapıda herhangi bir
çatlaklığın olmaması da kaçınılmazdır. Kısacası, bu ümmetin tabiatının büyüklüğü
bakımından, yeryüzünde yüce Allah'ın kendisine takdir ettiği role ve ahirette
kendisine hazırladığı konuma uygun bir kapasitede olması lazımdır.
Bütün bunlar da; içindeki pisliğin temizlenmesi için safta erimeyi, yapıdaki
zayıflığın giderilmesi için basınç uygulamayı gönüllerde ve vicdanlarda
bulunanların iyice ortaya çıkması için de aydınlatmayı zorunlu kılmaktadır. Bu
yüzden pis olanla temiz olanı birbirinden ayırmamak yüce Allah'ın şanından
değildir. Müminleri bu büyük sarsıntıdan önceki halleri üzere bırakmak O'na
yakışmaz.
Ayrıca, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı gaybın da insanlar tarafından bilinir
olması O'nun yüceliğine yakışmaz. Bir kere yüce Allah, insanların tabiatını
gaybı algılayacak bir kapasitede yaratmamıştır. Onların beşerî alıcı cihazları
gaypten az bir şeyi algılayacak şekilde proğramlanmıştır. Onun bu şekilde
proğramlaması da ayrıca, bir hikmete yöneliktir. Yeryüzünde hilafet görevini
yerine getirecek kapasitede proğramlanmıştır. Bu görev de gaybı bilmeyi
gerektirmemektedir. Beşerî özellik bütünüyle gaybı algılaması için açılacak
olursa tamamen yok olur. Çünkü bu cihaz, ruhunu yaratıcısına, bedenini de şu
evrenin bedenine bağlayacak olan az bir kısmından geri kalan başlıcasını
algılamayacak şekilde hazırlanmıştır. En basitinden, şayet sonunu bilecek olursa
yeryüzünün imarı için elini ayağını kıpırdatmayacaktır. En azından, yeryüzünün
imarı için zaman ayırmayacak kadar bu sonuçla ilgilenecektir.
Bunun için insanlar gaybı bildirmesi yüce Allah'a yakışmadığı gibi, hikmetinin
gereği ve sünnetinin sonucu da bu değildir.
O halde yüce Allah, pis olanı temiz olandan nasıl ayıracaktır? Müslüman safların
temizlenmesi, bulanıklıktan soyutlanması, nifaktan arınması ve müslüman ümmeti,
yerine getirmesi için seçtiği evrensel role hazırlaması hususundaki ilahi
özelliğini ve sünnetini nasıl gerçekleştirecektir?
"Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer."
Risalet yoluyla O'na inanmalı ya da inkar etmek yoluyla, risaletin gereklerini
gerçekleştirmek için resullerin giriştiği cihad ve bu cihad yoluyla
arkadaşlarıyla uğradıkları imtihanlar aracılığıyla yüce Allah'ın sıfatı
gerçekleşir, sünneti uygulanır. Bu sayede yüce Allah pisi temizden ayırır,
kalpleri arındırır, ruhları temizler. Kuşkusuz meydana gelen herşey, Allah'ın
kaderine uygun olarak meydana gelecektir.
Böylece hayatta gerçekleşen Allah'ın hikmetinin bir tarafının üzerinden perde
kaldırılmış oluyor. Ve bu gerçek, köklü, açık ve aydınlık bir şekilde yeryüzünde
yerleşmiş oluyor böylece...
Hakikatin parlak, sade ve huzur verici sahnesi önünde, kişiliklerinde imanın
anlamını ve gereklerini gerçekleştirmeleri için ayet-i kerime müminlere
yönelmekte ve müminleri bekleyen yüce Allah'ın lütfunu gözler önüne
getirmektedir:
"...O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanın, eğer iman eder ve
günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül vardır."
Bu açıklama ve güvenceden sonra şu direktif ve teşviklerin yer alması, Uhud'da
meydana gelen olayların sunulmasına ve ardından yapılan değerlendirmelere uygun
düşmektedir.
UHUD SAVAŞININ KAPSADIĞI
GERÇEKLER
Sonra... Kuşkusuz savaş ve Kur'an'ın onun üzerine yaptığı değerlendirmeler
birçok önemli gerçeği ortaya çıkarmıştır. Son derece geniş ve hacimli
olmalarından dolayı, onları ard arda ve haklarını vererek, Fi Zılâl'de takip
ettiğimiz yöntem bakımından son derece zordur. Ancak biz, en kapsamlı ve en
belirginlerini sunmakla yetineceğiz. Kur'an-ı Kerim'in yeri geldikçe ders
alınması ve delil olması için arz ettiği gibi savaşta meydana gelen diğer
olaylar bunlarla kıyaslanabilir.
1- Kuşkusuz savaş ve onun ardından yapılan değerlendirmeler bu dinin özündeki
mevcut büyük ve temel bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bu da, Allah'ın beşer
hayatı için koyduğu hayat metodu ve onun insan hayatındaki uygulanış biçimidir.
Bu, başta gelen basit bir gerçektir. Ancak, genellikle unutulur bu gerçek. Ya da
ilk başta algılanmaz. Bu unutmadan ve algılamamadan dolayı bu dine, onun insan
hayatındaki tarihsel olgusuna, dün, bugün ve yarın üstlendiği role ilişkin bakış
açılarında önemli yanlışlıklar meydana gelmiştir. Bazılarımız, insan tabiatını,
fıtri enerjilerini, maddi olgusunu, gelişmesinin hangi aşamasında olduğunu ve
hangi konumda bulunduğunu göz önünde bulundurmadan -madem ki, Allah'ın insan
hayatı için seçtiği metod budur- bu dinden insan hayatında harikalar yaratmasını
beklemekteyiz.
Onun bu şekilde hareket etmediğini, aksine, beşer enerjisinin ve maddi olgusunun
sınırları içinde hareket ettiğini, bu enerjinin ve bu olgunun sürekli bu dinle
beraber yürüdüğünü bazan açıkça onların etkilendiklerini ya da insanların ona
uymaları oranında etkilendiklerini, insanlara toprağın ağırlığı, arzu ve
şehvetlerinin çekiciliği ağır basınca, bu dinin çağrısına veya onunla birlikte
tam manasıyla hareket etmeye yanaşmayınca bu etkilenmenin tersine de
olabileceğini görünce... Evet, bunu açıkca görünce beklemedikleri bir hayal
kırıklığına uğrarlar. (Bu din Allah katından olduğu halde) pratik hayata ilişkin
dini metoda olan bağlılıkları kopma derecesine gelir ya da mutlak anlamında
dinden kuşkulanmaya başlarlar.
Bunlar, bu dinin tabiatını ve uygulanış biçimini kavrayamamaktan ya da bu başta
gelen basit gerçeği unutmaktan doğan bir tek hatadan kaynaklanan hatalar
zinciridir.
Kuşkusuz bu din, insanlık hayatı için bir metoddur. İnsanların hayatında ancak
onların çabası ve güçleri oranında gerçekleşebilir. İnsanların fiilen üzerinde
bulundukları noktadan, onların maddi olgularından işe girişir ve çabaları
elverdiğince onları yücelere ulaştırır.
Onun en belirgin özelliği; her harekette atılacak adımda bir an bile, insan
fıtratının özelliğinden, gücünün sınırından ve maddi olgusundan habersiz
olmamasıdır. Aynı zamanda bu din -bazı zamanlarda bunu fiilen gerçekleştirdiği
ve ciddi olarak çalışıldığı sürece her zaman gerçekleşeceği gibi- insanlığı öyle
bir aşamaya ulaştırmıştır ki; bu aşamaya hiçbir beşeri metod insanlığı
kesinlikle ulaştıramaz.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bütün hata, bu dinin tabiatını
kavramamaktan ya da unutmaktan doğmaktadır. Yine beşerin pratiğine dayanmayan,
onu değiştiren, başka bir şekle sokan, insanın fıtratıyla, eğilimleriyle,
yetenekleriyle, güçleri ve tüm maddi olgusuyla ilişkisi bulunmayan harikaların
beklentisi içinde olmaktan kaynaklanmaktadır.
O halde bu Allah katından değil midir? Hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve herşeye
kadir güçten gelmedi mi bu din? Peki niçin sadece insanın gücü dahilinde hareket
ediyor? Hareket etmesi için beşerin çabasına neden ihtiyaç duyuyor? Sonra niye
her zaman galip gelmiyor? Ona inananlar sürekli zafer kazanmıyor? O halde, ona
uyanların zaman zaman, tabiatın, şehvetlerin ve maddi olguların ağırlığına yenik
düşmesi neden? Kimi zaman, batılın taraftarlarının, hakk mensuplarına galip
gelmesinin sebebi nedir?
Bütün bunlar -daha önce gördüğümüz gibi- bu dinin tabiatının ve onun uygulanış
biçiminin başta gelen ve basit gerçeğini kavrayamamaktan ya da unutmaktan
kaynaklanan sorular ve kuşkulardır.
Kuşkusuz yüce Allah, bu din aracılığıyla ya da onun dışındaki araçla insanın
fıtratını değiştirebilir. Daha baştan, onu değişik bir fıtratta da yaratabilirdi
kuşkusuz. Ancak yüce Allah, insanı bu fıtrat üzere yaratmayı dilemiştir. Onun
irade sahibi ve dilediğini yapabilir olmasını dilemiştir. Hidayeti de bu çabanın
ve yapabilme gücünün karşılığı kılmayı dilemiştir. İnsan fıtratının, yok
olmaksızın, değişmeksizin ve devre dışı kalmaksızın sürekli hareket etmesini
dilemiştir. Hayat metodunun, insan hayatında insanların çabaları ve onların gücü
dahilinde gerçekleşmesini dilemiştir. Bunların tümüne, insanın sarf ettiği çaba
oranında ve pratik hayat koşulları dahilinde ulaşmasını dilemiştir.
Yarattığı hiç kimsenin; "Niye böyle dilemiştir?" diye sormaya hakkı yoktur.
Çünkü O'nun yarattıklarından hiçbiri ilah değildir. Evrenin düzenine, bu düzenin
varlıklar aleminde yeralan her varlığın tabiatındaki sonuçlarına ve özel
"planla" varolan herşeyin yaratılışının arkasında gizli hikmete ilişkin bir
bilgileri olmadığı gibi, bilme imkanları da söz konusu değildir.
Bu noktada "niçin?" sorusunu ciddî bir mümin soramaz. Çünkü O, kendi gerçeğini
ve sıfatlarını kalbine tanıtan Allah'a karşı son derece edeplidir. Ayrıca O,
insan idrakinin bu alandaki işleri algılayacak kapasitede olmadığını çok iyi
bilmektedir. Kâfir de soramaz; Çünkü O, işin başında Allah'ı tanımıyor. Şayet
uluhiyetini tammış olsaydı bununla beraber bunların da O'nun uluhiyetinin
özelliği ve gereği olduğunu bilirdi.
Ancak, bu soruyu laubâli ve cıvık kimseler sorabilir. Bunlar ne samimi mümin ne
de ciddi bir kâfirdir. Bu yüzden araştırmaya ve üzerinde durmaya değmez.
Uluhiyetin gerçeğinden habersiz cahiller de sorabilir bu soruyu. Bu cahile
doğrudan cevap vermek gerekmez. Ancak, kabul edip mümin olduğu ya da inkar edip
kâfir olduğu ortaya çıkana kadar uluhiyetin gerçeğini anlatmak gerekir. Böylece
tartışma bitebilir, yoksa cedelleşme alır gider.
O halde, Allah'ın yarattığı hiç kimse O'na "insanın bünyesini neden bu fıtrat
üzere yarattın?" diye soramaz. Aynı zamanda, bu fıtratı, yok olmayacak ve
işlevsiz kalmayacak şekilde hareketli kılmasının ve ilahi metodun hayatında
gerçekleşmesini, beşerin çabasına ve enerjisine bağlı kılmayı dilemesinin
sebebini de soramaz.
Ancak O'nun yarattığı herkesin bu gerçeği kavraması, beşer pratiğinde işlevini
yerine getirdiğini görmesi, beşer tarihini onun ışığında yorumlaması, bir
taraftan tarihin seyir çizgisini düşünürken diğer taraftan bu çizgiyi nasıl
karşılayacağını bilmesi gerekmektedir.
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiği
şekliyle İslâm'da somutlaşan ilahi hayat metodu, sırf Allah tarafından
indirilmiş olması yahut yalnızca insanlara tebliğ edilip açıklanması ile
yeryüzünde insanların dünyasında gerçekleşmiş olmaz. Yüce Allah'ın feleğin
dolaşımında, yıldızların akışında ve sonuçları tabii sebeplerinden sonraya
bırakmasındaki kanununu yürüttüğü kahredici gücüyle de gerçekleşmez. Ancak,
ona tam anlamıyla inanan bir topluluğun yüklenmesi, güçleri oranında ona
uygun hareket etmeleri, onu hayatlarının ödevi ve en büyük gayeleri
edinmeleri ile mümkündür. Ayrıca diğer insanların da kalplerinde ve pratik
hayatlarında gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri ve bu gaye için hiçbir
çabadan ve hiçbir enerjiden kaçınmamaları ile mümkün olur. Bu topluluk hem
kendilerinin hem de bàşkalarının ruhlarındaki beşerî eksiklikler, heva ve
bilgisizliklerle mücadele eder. Bu metoda karşı koymak için beşeri eksiklik,
heva ve bilgisizliği kışkırtanlara karşı mücadele eder. Bütün bunlardan
sonra bu metodu, beşer fıtratının gücü oranında gerçekleştirmiş olur.
Üstelik insanları fiilen bulundukları noktadan ele alır. Bu metodun
aşamalarında ve uygulanışında insanların pratik durumlarından ve bu olgunun
gereklerinden hiçbir zaman habersiz olmaz. Sonra bu topluluk sarf ettiği
çaba, başvurduğu hareket yöntemleri ve bu yöntemleri seçmekteki isabeti
oranında kendi içinde ve insanların nefislerinde savaşta bazan zafer kazanır
bazan da bu savaşta yenik düşer. Herşeyden, her çabadan ve her araçtan önce
burada, bir başka önemli husus yer almaktadır. O da, bu topluluğun bu gaye
için herşeyden soyutlanması, bu metodun gerçeğini bizzat temsil etmesi, bu
metodu koyan yüce Allah ile sürekli ilişki içinde olması, O'na bağlanması ve
O'na güvenip dayanmasıdır.
İşte bu dinin gerçeği ve uygulanış biçimi budur.
Hareket çizgisi ve kullandığı araç budur.
Aynı zamanda bu, Uhud savaşında meydana gelen olaylar
ve bu olayların değerlendirmesiyle onları eğiten yüce Allah'ın müslüman
kitleye öğretmek istediği bir gerçektir.
Savaşın bazı noktalarında bu gerçeği temsil bakımından
bu toplulukta bir kusur bulunduğunda, pratik hareket yöntemlerine başvurmada
bir eksiklik baş gösterdiğinde, bu temel gerçeği göz ardı ettiğinde ya da
büsbütün unuttuğunda kendi düşüncesine ve uygulamasına bakmaksızın müslüman
oluşundan dolayı kesinlikle zafere ulaşacağına inandığında yüce Allah onları
yenilgiyle yüzyüze getirerek yenilgi acısını tattırdı. Sonra gelen şu
Kur'anî değerlendirme de olayı bu hakikate döndürmektedir:
"Karşı tarafa iki katını tattırdığınız musibet bu kez
sizin başınıza gelince `Bu nereden geldi' demediniz mi? De ki; `O musibet
kendinizden kaynaklandı: Hiç şüphesiz Allah'ın gücü herşeye yeter."
Ancak, ayetleri sunarken söylediğimiz gibi,
müslümanları bu noktada terk etmiyor. Onları sebep ve sonuçların ötesindeki
Allah'ın kaderine bağlayıp, pratik uygulamaları gibi görünen, sebepler
sonucu meydana gelen bu imtihanın arkasındaki kendisi için hayırlı olan
iradeyi de ortaya çıkarıyor.
Kuşkusuz ilahî metodun, insanların çabasıyla hareket
edip gerçekleşir olması ve bu düzeyde insanların uygulamalarında etkin
olması büsbütün iyiliktir. Bu haliyle o, insan hayatını ıslah eder, bozmaz
ya da monoton bir şekle sokmaz. İnsan fıtratını düzeltir, uyandırır ve onu
asıl düzeyine döndürür. Gerçekten bu iman uğruna tebliğ ve açıklama gibi dil
ile ve hidayet yoluna saldıran isyancı güçleri bertaraf etmek gibi el ile
insanlarla cihada girişmedikçe iman hakikati tam anlamıyla kalplerde yer
etmez. Girişilen bu savaşta imtihanlarla yüzyüze gelip, cihada, işkencelere,
yenilgiye ayrıca zafere karşı sabretmedikçe -kuşkusuz zafere sabretmek
yenilgiyi sabretmekten daha zordur- kalpler arınıp saflar iyice
belirginleşmedikçe, toplum yolda dosdoğru hareket etmedikçe, yüksek bir
olgunluğa erişip sırf Allah'a dayanıp güvenmedikçe gerçekleşmez iman davası.
Bu iman için insanlarla cihada girişmedikçe iman
gerçeği bütünüyle kalplerde yer etmez. Çünkü bu durumda O, insanlarla cihada
girişirken ilk başta kendini güvencede ve selamette hissettiği zamanlarda
asla göremeyeceği imana ilişkin ufuklar açılır önünde. İnsanlar ve hayata
dair bunun dışında hiçbir zaman anlayamayacağı gerçekleri kavrama imkanı
bulur. Nefsi duyguları, düşünceleri, davranışları, özellikleri, heyecan ve
tepkileriyle bu zor ve acı deney olmaksızın kesinlikle ulaşamayacağı bir
düzeye ulaşır.
Tecrübe, imtihan ve musibetlerle yüzyüze gelmedikçe,
bünyesindeki her birey kendi gücünün ve amacının gerçek durumunu
kavramadıkça, sonra kendisini oluşturan kerpiçlerin gerçek mahiyetini bu
kerpiçlerin dayanıklılığını ve bir çarpışma anındaki sağlamlıklarını
bilmedikçe iman gerçeği toplumda da gereği gibi yer etmiş olmaz.
Uhud'da meydana gelen olaylar ve bu suredeki o olaylara
ilişkin değerlendirmelerle müslüman kitleyi eğiten yüce Allah'ın kendilerine
isabet edenin görünen sebebini açıkladıktan sonra, "İki topluluğun
karşılaştığı gün başınıza gelen, Allah'ın izniyle gerçekleşti. Bu musibet
Allah'ın müminleri belirlemesi içindir." ..: `Bir de münafıkları ayırd
etmesi içindir". Sonra "Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz durumda
bırakacak değildir, pis olanı temiz olandan ayıracaktır." derken müslüman
kitleye bu gerçeği öğretmek istiyordu. Daha sonra yüce Allah, onları bütün
sebeplerin ve olayların arkasındaki Allah'ın kaderi ve O'nun hikmetine ve
mümin ruhlarda iyice yer etmedikçe tamamlanması mümkün olmayan büyük iman
gerçeğine döndürmektedir. "Eğer siz (Uhud'da) yara aldınız ise
karşınızdakiler de benzeri bir yara almışlardır. Biz bu tür acı günleri
insanlar arasında dolaştırırız. Allah'ın kimlerin mümin olduklarını
belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler seçmesi içindir bu. Hiç kuşkusuz
Allah zalimleri sevmez. Bunun bir başka sebebi de Allah'ın müminleri
arındırması ve kafirleri yok etmesidir."
O halde -en sonunda- bu sebepler, olaylar, şahıslar ve
hareketlerin arka planında gizli olan; Allah'ın kaderi, planı ve hikmetidir.
Aynı zamanda bu, olayların ve onlara ilişkin aydınlatıcı değerlendirmenin
ötesinde yeralan evrensel ve mükemmel İslâm düşüncesidir.
2- Savaş ve onun üzerine yapılan değerlendirmeler,
insan nefsine, onun fıtratının özelliğine, insan çabasının tabiatına ve
ilahi metodu gerçekleştirmede ulaşabileceği düzeye ilişkin büyük ve temel
bir gerçeği ortaya çıkarmıştır.
Kuşkusuz insan nefsi -bir olgu olarak- eksiksiz
değildir. Ancak, şu yeryüzünde kendisine takdir edilen mükemmellik düzeyinde
ulaşabilecek kadar gelişme ve yükselme yeteneğine sahiptir de.
İşte biz, hakkında yüce Allah'ın "siz insanlar için
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" dediği ümmetin zirvesini temsil eden bir
kitlede somutlaşan bir grup insanı -oldukları gibi, tabii halleriyle-
görmekteyiz. Bunlar mutlak anlamda insanlık için tam bir örnek oluşturan
Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) arkadaşlarıdırlar... Bizim
gördüğümüz nedir?.. Bir grup insan görüyoruz, içlerinde zaaf ve eksiklik
var. Haklarında yüce Allah'ın "İki topluluğun karşılaştığı gün başınıza
gelen musibet, Allah'ın izni ile gerçekleşti. Bu musibet, Allah'ın müminleri
belirlemesi için meydana geldi" ve "Allah size verdiği sözü gerçekleştirdi.
Hani size sevdiğinizi (zaferi) gösterdikten sonra bozuluncaya, savaş
konusunda görüş ayrılığına düşünceye kadar müşrikleri kırıp geçiriyordunuz.
Kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordu. Sonra sizi deneyden
geçirmek için onları başından savdı" dediği kimseler var. İçlerinde "O zaman
içinizden iki topluluk bozulmak üzereydi. Halbuki dostları Allah'tı.
Müminler Allah'a güvenip dayansınlar" denilen kimseler de vardı. İçlerinde
yenilip dağılanlar da olmuştu.. Nitekim yüce Allah bu olayı şöyle
vasıflandırmaktadır: "Hani peygamber arkanızdan sizi çağırırken, hiç kimseye
bakmadan kaçıyordunuz; ne kaybettiğinize ve ne de başınıza gelene
üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı."
Bunların tümü de iman etmiş müslümanlardı. Ancak daha
yolun başındaydılar. Eğitim ve oluşum dönemini yaşıyorlardı. Onlar bu işi,
ciddiye alıyorlardı, işlerini Allah'a teslim etmişlerdi. O'nun tayin edip
belirlediği önderlikten hoşnuttular. Bütünüyle O'nun metoduna boyun
eğmişlerdi. Bu yüzden yüce Allah onları himayesinden kovmuyor, aksine onlara
acıyor, onları affediyor ve Peygamberine de onları affetmesini, bağışlama
dilemesini, onlardan kaynaklanan bunca olaydan ve şûranın sonunda cereyan
eden bunca sıkıntıdan sonra iş hususunda onlara danışmasını emrediyor. Evet
yüce Allah, bu davranışlarının sonucunu tatmak üzere onları saftan dışarı
atmamıştı. Onlara hiçbir zaman, bu tecrübe sonucu sizde baş gösteren bu zaaf
ve eksiklikten sonra bu dava için bir işe yaramazsınız dememiştir. Onların
bu zaaf ve eksikliklerini kabul etmiş, onları musibet ve imtihanlarla
eğitmiş ve içinden birtakım dersler ve öğütler almaları için direktifler
vermişti. Ancak bütün bunlar rahmet, bağışlama ve hoşgörü sınırları içinde
olmuştu. Evet onlar, bilmeleri, kavramaları ve olgunlaşmaları için ateşle
dağlanıyorlardı... Eksiklikleri ve nefislerinin gizlilikleri ortaya
çıkarılıyordu; ancak, utandırmak, rezil etmek, küçültmek, zora sokmak ya da
güç yetiremeyecekleri şeyi yüklemek için değildi bunlar. Ellerin tutulup
Allah'ın kopmaz ipine bağlı oldukları sürece kendilerine güvenmeleri,
kendilerini küçük görmemeleri ve amaca ulaşma hususunda karamsarlığa
kapılmamaları telkin ediliyordu.
Nitekim amaçlarına ulaştılar. Savaşın başlangıcında sayılan davranışlar onları
mağlup etmişti. Ama neticede amaçlarına ulaştılar. Çünkü yenilgi ve ağır yaralar
aldıkları günün ertesinde; korkmadan, çekinmeden ve haklarında yüce Allah'ın "O
kimseler ki, insanlar kendilerine; `Düşmanlarınız size saldırmak için yığınak
yaptılar, onlardan korkmalısınız' dediklerinde, bu sözden imanları daha
güçlenerek; `Allah bize yeter, O ne güzel bir vekildir' derler" demesini
hakedecek şekilde sarsılmadan Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile
birlikte düşmanı takip etmeye çıkabildiler.
Bundan sonra yavaş yavaş işler ve gelişme büyüyünce uygulamalar da değişmeye
başlamıştı. Buradaki gibi, çocuklara özgü bir şekilde eğitilmelerinden sonra
büyükler gibi sorgulanır oldular. Berae suresindeki Tebuk savaşına ve o savaştan
geri kalan birkaç kişinin Allah ve Resulü tarafından o denli şiddetle
sorgulanmasına bakan biri, uygulamalarda ve Allah'ın harikulâde eğitim metodunun
aşamalarındaki açık farklılığı rahatlıkla görebilir. Ayrıca Uhud'daki toplulukla
Tebük'teki topluluk arasındaki farklılığı da görebilir. Oysa bunlar aynı
kişilerdi. Ancak ilahî eğitim onları, bu üstün düzeye ulaştırmıştır. Buna rağmen
onlar yine de insandırlar. İçlerinde zaaf, eksiklik ve hata baş göstermiştir.
Bununla beraber bağışlanma dilemişler, tevbe edip Allah'a dönmüşlerdir.
Kuşkusuz bu metod, insan tabiatını yeryüzünde kendisine takdir edilen en yüce
olgunluk derecesine ulaşsa da onu değiştirmeden, işlevini görmez bir duruma
sokmadan ve gücünün yetmeyeceği şeyi yüklenmeden korur.
Bu, insanlığı sürekli bir hedef belirlemede ve bu eşsiz metodun gölgesinde
çalışıp gelişmesinde büyük bir değer arzeden bir gerçektir. Şu cemaat bu yüksek
zirveye, içinde yüzdükleri bataklıktan yavaş yavaş ulaşırlar. Bu dersin akışında
sunduğumuz gibi cahiliyyede her bakımdan geri kalmış kitlenin meşakkatlerle dolu
bir yolu katettiği kaypak bir zemindi bu. Bütün bunlar, bataklık içinde gömülmüş
olsa bile şu yüce seviyeye çıkabilme hususunda insanlığa büyük bir ideal
bahşetmektedir. Bu topluluğu, harikulâde bir şekilde meydana gelmiş eşine
rastlanmaz bir toplum yapmakla değerini düşürmez. O, olağanüstü bir şekilde
meydana gelmemişti. Aksine insanların çabası ve daha önce gördüğümüz gibi birçok
şey meydana getirebilen insanların güçleri dahilinde gerçekleşen ilahi metod
tarafından meydana getirilmiştir.
Bu metod, her toplumu bulunduğu noktadan, içinde bulunduğu pratik durumdan ele
almaktadır. Sonra da şu kitleyi basit Arap cahiliyyesinden, o bataklıktan
çıkardığı gibi yücelere ulaştırır. Sonra da çeyrek yüzyılı geçmiyecek gibi kısa
bir zaman diliminde böylesine yüksek zirvelere çıkarır.
Yerine getirilmesi gereken birtek koşul vardır: İnsanlar, önderliklerini bu
metoda teslim edecekler, ona inanacaklar, ona teslim olacaklar, onu hayatlarının
temeli, hareketlerinin sembolü ve şu uzun ve meşakkatli yolda stratejilerini
belirleyen mercî edineceklerdir.
3- Savaşın ve onun üzerine yapılan değerlendirmelerin ortaya çıkardığı üçüncü
gerçek; Allah'ın metodunda müslümanın nefsi ile, müslüman cemaat ve tüm
alanlarda düşmanlarıyla giriştiği savaşlar arasındaki sağlam ilişkidir. Akide,
düşünce, ahlâk, hayat tarzı, siyasi, ekonomik ve toplumsal düzen arasındaki
kuvvetli bağdır. Bir de tüm savaşlardaki zafer ve yenilgi arasındaki ilgidir.
Kuşkusuz bunların tümü zafer veya yenilgi elde etmekte başlıca etkenlerdir.
Bu yüzden ilahi metod, insan ruhunda ve beşer topluluklarındaki bu korkunç
alanda işlevini yürütmektedir. Bu alan, genişliklerin, noktaların, çizgilerin ve
renklerin birbirine girdiği bir alan olduğu kadar, eksiksiz ve kapsamlı bir
alandır da. Bütün bu genişlikler, noktalar, çizgiler ve renkler arasındaki
ilişki ve ahenk zayıflayınca hareket stratejisi bozulur ve dağılır. Bu da,
hayatı bütün olarak ele alan, parçalayıp dağıtmayan, nefsin ve hayatın tüm
yönleriyle ilgilenen hayatın girift ve uzak özelliklerini avucunda toplayan,
tümünü birden ve uyum içinde harekete geçiren, böylece bireyin kopmasına,
toplumun da parçalanıp bölünmesine engel olan ilahi metodun ayırıcı bir
özelliğidir.
Bu birliktelik ve birbirine girmiş bu ilişkilerin örneklerini -Kur'an'ın
değerlendirmesinde- hatalardan ve onların zafer ve yenilgi hakkındaki düşünce ve
kazandıkları bazı şeylerden dolayı savaştan geri dönenlerin zaafından
yararlanmak isteyen şeytanla ilgilidir...
"İki topluluğun karşılaştığı gün savaştan geri dönenlerinizi şeytan bazı
günahkar duyguları yüzünden ayartmaya girişmişti."
Nitekim Peygamberlerle beraber savaşıp görevlerini yerine getiren ve savaşın
başlangıcında günahlarından dolayı bağışlanma dileyenlerin müminler tarafından
uyulması gereken örnekler olduğunu da bildiriyor:
"Nice peygamber var ki çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı. Bunlar
Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun
eğmediler. Allah sabırlıları sever."
"Onlar sadece; `Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve davranışlarımızdaki aşırılıkları
affeyle, ayaklarımızı kaydırma ve kafirler karşısında bize yardım et'
demişlerdir."
"O müminler ki, yaralandıktan sonra Allah'ın ve Peygamberin savaşma çağrısına
uydular, onlardan "İhsan" ilkesine uyanlar ile takva sahiplerini büyük bir ödül
beklemektedir."
Müslüman kitleye yönelik direktifler arasında savaş anında korkmamaları ve
üzülmemeleri için günahlardan arınıp bağışlanma dilemeleri de yer almaktadır.
"Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer kadar olan muttakiler için
hazırlanan cennete koşuşun."
"Onlar her bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler.. İnsanların
kusurlarını affederler. Ve Allah da ihsan edenleri sever"
"Onlar ki, bir kötülük yaptıklarında ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı
anarak günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah'tan başka kim günahları
bağışlar? Onlar bile bile yaptıklarında ısrar etmezler."
Bundan önce de ehl-i kitabın içine düştüğü zillet ve yenilginin sebebinin haddi
aşıp günâhlara dalmak olduğunu açıklamıştı:
"Nerede bulunursa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın
ve insanların ahdine sığınanlar müstesna. Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine
bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan edip haddi aşmalarındandır."
Ayrıca, savaşta meydana gelen olayların değerlendirilmesi yapılırken araya
hatalar ve onlardan tevbe etmenin de sokuşturulduğunu, bütün surenin akışında
takvadan ve muttakilerden bolca söz edildiğini, farklı konularına rağmen surenin
atmosferi ile savaş atmosferi arasında sağlam bir bağ kurulduğunu görürüz.
Faizden vazgeçmeye, Allah'a ve Resulü'ne itaat etmeye, insanları bağışlamaya,
öfkeyi yenmeye ve iyilik yapmaya çağrı yapıldığını da görürüz. Kuşkusuz bunların
tümü, nefis, hayat ve toplumsal sistem için birer arınma aracıdırlar. Surenin
tümü bu önemli ve temel hedefe yönelme bakımından sağlam bir bütün
oluşturmaktadır.
4- Dördüncü gerçek, İslâm'ın eğitim metodunun özelliğine ilişkindir. Bu metod
müslüman kitleyi; olaylar, ruhlarda meydana getirdiği duygular, heyecanlar,
tepkiler ve bu olayları değerlendirmeyi ele almaktadır. Kur'an'ın Uhud savaşı
üzerine yaptığı değerlendirme gibi... Bu değerlendirmede, olaydan etkilenen
insan ruhunu doğru bir şekilde etkilenmesi için tüm yönleriyle ele almaktadır.
Ayrıca ruhun istikrar bulması ve huzura kavuşması için de kendine uygun görülen
bu hakikat özüne yerleştirilmektedir. Bu metod, bakışları ona yöneltmedikçe,
ışık tutmadıkça, insan ruhunun derinliklerindeki birçok gizliliği ve kapalılığı
ortaya çıkarmadıkça, hiçbir yönü, hiçbir çizgiyi, hiçbir düşünceyi ve hiçbir
tepkiyi göz ardı etmez. O, nefsi bütün çıplaklığıyla önünde tutmaktadır.
Böylece, derinliklerine kadar iyice arındırılmakta, nurun aydınlığında tertemiz
bir hale getirmektedir. Duyguları, düşünceleri ve değerleri düzeltmekte, sağlam
İslâm düşüncesinin ve istikrarlı İslâmî hayatın dayanmasını istediği ilkeleri
birbir yerleştirmektedir. Bu arada her yerdeki müslüman kitlenin başına gelen
olayların bütün genişliğiyle aydınlanma ve eğitim için bir araç edinmenin
gereğini de ilham ettirmektedir.
Uhud savaşı üzerine yapılan değerlendirmeye baktığımızda büyük bir titizlik,
derinlik, kapsayıcılık ve dikkat gözlemlemekteyiz. Tüm duraksamalara,
hareketlere ve dolambaçlara yönelen ince bir titizlik ve dikkat... Nefsin
gözeneklerinden ve saklı duygularından kaynaklanan kuşkuları ele alışta büyük
bir derinlik... Ayrıca nefsin ve meydana gelen olayın tüm boyutlarını içermesi
açısından da olağanüstü bir kapsayıcılık görmekteyiz. Sebep ve sonuçları üzerine
yapılan ince, derin ve kapsamlı analiz, duraksamalarda ve olayın meydana geliş
sürecinde faaliyeti bulunan birtakım etkenler de göze çarpmaktadır. Nitekim,
tasvirlerde bir canlılık, ahenk ve duygusallık da görmekteyiz. Öyle ki, İfade ve
tasvirle birlikte derin ve heybetli duygu dalgaları da yer almaktadır.
Bu vasıflandırma ve değerlendirme şekli karşısında hiçbir katılık duramaz; çünkü
sahneleri -nerdeyse hareket edecek bir şekilde- gözler önüne seren canlı bir
vasıflandırmadır bu. Etrafa etkileyici bir hareketlilik, nüfûz edici bir
parlaklık ve coşkun bir duygusallık saçmaktadır.
5- Beşinci gerçek de yine ilahi metodun pratiğine ilişkindir. Bu metod, pratik
hayatta eserler inşa etmek için bizzat işe girişmektedir. Ne teorik ilkeler ne
de soyut direktifler sunar. Teorilerini ve direktiflerini uygular ve hareket
ettirir. Bu metodun pratikliğinin en açık örneği savaştaki "Şûra" ilkesinin
uygulanışındaki konumudur.
Kuşkusuz Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yeni yeni oluşmakta olan ve
her yönden düşmanlarla kuşatılmış olan müslüman kitleyi karşılaştıkları bu acı
deneyden uzak tutabilirdi. Üsteki düşmanlar kalelerinin arkasında sinsi sinsi
beklemekteydiler. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'yi sağlam bir
zırha benzeten sadık rüyasına dayanarak, savaş taktiği hususunda kendi görüşünü
uygulasaydı, yani arkadaşlarına danışmasaydı ya da topluluğun tercih ettiği
görüş uymasaydı yahut evinden çıkarken, inanan arkadaşlarının pişman olmasından
doğan fırsattan yararlanıp görüşünden dönseydi, müslüman kitleyi yüzyüze
geldikleri bu acı deneyden uzak tutabilirdi.
Ancak O, -bütün bu sonuçları doğuran- "Şûra"nın kararını uyguluyor. Müslüman
kitleyi toplumsal sorumluluğun neticeleriyle karşı karşıya getirmek için
kararlaştırılan görüşü uyguluyor. Böylece onlara, görüş bildirmenin ve
davranışların sorumluluğunun nasıl taşınacağını öğretiyor. Çünkü bu onun ve
uyguladığı ilahi metodun ölçüsünde büyük zararlardan sakınmaktan ve kitleyi bu
acı deneyden uzak tutmaktan daha önemlidir. Kitleyi bu deneyden uzak tutmanın
anlamı, onu tecrübeden, bilgiden ve eğitimden yoksun bırakmaktır.
Yine savaştan sonra bu ilkenin iyice yerleşmesi bakımından acı sonuçlarını
karşılamak hususunda "Şûra"ya başvurulmasına ilişkin ilahi emir gelmektedir. Bu
yöntem, bir taraftan iyice yerleşmesi diğer taraftan metodun temellerinin
açıklanması için daha güçlü ve daha derin bir yöntemdir.
Kuşkusuz İslâm, toplum onu uygulayacak duruma gelsin diye hiçbir ilkenin
uygulanmasını ertelemez. O, bu ilkeleri fiilen uygulamadıkça toplumun
hazırlanamayacağını çok iyi bilmektedir. Yine -Şûra gibi- toplumsal hayatın
temel ilkesinden kitleyi yoksun bırakmanın, bu ilkeleri ilk defa uygulamaktan
doğan acı sonuçlarla yüzyüze gelmekten daha kötü olduğunu da bilmektedir.
Kuşkusuz uygulamadaki hatalar -son derece büyük de olsalar- ilkeyi tamamen
bırakmayı gerektirmez. Hatta uygulamayı bir süre için bile durdurmayı
gerektirmez. Çünkü bu, toplumun gelişmesini, hayat ve yükümlülüklerle deney
kazanmasını bir kenara atmak veya bir süre için durdurmaktır. Hatta bu, bir
ümmet olarak varlığına kesinlikle son vermektir.
Bunlar "Şûra"nın savaş alanındaki sonuçlarına rağmen yeralan yüce Allah'ın şu
sözlerinden istifade edilen duygulardır:
"...onları affet, bağışlanma dile onlara, iş hususunda onlarla müşavere et."
Teorik ilkelerin pratik uygulanışı, kararlaştırılan bir görüşten sonra tekrar
"Şûra"ya başvurmayı kararsızlık ve kaypaklık sayarak reddeden Resulullah'ın
(salât ve selâm üzerine olsun) davranışlarında ortaya çıkmaktadır. Bu da "Şûra"
ilkesini sürekli kararsızlıklar ve dönekler için bir araç olmaktan korumaktadır.
Aşağıdaki etkileyici ve eğitici sözü de bunu göstermektedir:
"Bir peygambere, zırhını kuşandıktan sonra Allah onun hakkındaki hükmünü verene
kadar onu çıkarması yakışmaz." Metodda, direktif ve uygulama birbirini takip
eder.
6- Son olarak Kur'an-i Kerim'in değerlendirmesinden, Resulullah'a (salât ve
selâm üzerine olsun) eşlik eden ve Allah yanında şu ümmetin en şereflisini
temsil eden müslüman kitlenin konumuna ilişkin bir gerçeği öğrenmekteyiz. Bu
gerçek, Allah'ın izniyle İslâmî hayatı yeniden inşa etmede son derece yararlı
olacaktır.
Allah'ın metodu değişmezdir, değerleri ve ölçüleri de... İnsanlar ya ondan
uzaklaşırlar ya da ona yaklaşırlar. Düşünce ve sistemin temellerinde hem
yanılabilir hem de doğruyu bulabilirler. Ancak, onların hataları bu metoda
yüklenemez, sabit değer ve ölçülerini değiştiremez.
İnsanlar düşünce ve davranışlarda hata işlediklerinde hatalı olarak nitelenecek
insandır, metod değildir. Dolayısıyle ilahi nizam da derecesi ve değerleri ne
olursa olsun insanların hatalarını ve sapkınlıklarını görmezden gelmez.
Sapıklıklarına uymak için kendisi de sapmaz.
Buradan öğreniyoruz ki, şahısları temize çıkarmak için metodu değiştirmek
gerekmez. Bir de metodundaki ilkelerin, sağlam, net ve kesin olması; kendisinde
hata yapanları ya da sapanları kesinlikle temize çıkarmaması dolayısıyle bu
ilahi metodun müslüman ümmetin iyiliğine olduğunu öğreniyoruz. Bu tahrif ve
değiştirme İslâm için, büyük müslüman şahsiyetlerin hatalı veya sapmış olarak
nitelendirilmesinden daha tehlikelidir; Çünkü metod, kişilerden daha büyük ve
daha kalıcıdır. İslâm'ın tarihsel pratiği müslümanların, tarihlerinde yaptığı ya
da meydana getirdiği, herşeyden ibaret değildir. Ancak, onların İslâm metoduna,
değişmez ilke ve değerlerine tamamen uygun olarak sergiledikleri tüm
davranışlarından ibarettir. Aksi halde tüm davranışlar hatadır, sapıklıktır. Ne
İslâm'a ne de İslâm tarihine mal edilir. Ancak mensuplarına mal edilebilir ve
onları hatalı, sapkın veya tamamen İslâm'dan çıkmış gibi hakettikleri sıfatla
nitelendirilebilirler. Kuşkusuz İslâm tarihi -ismen ya da dille müslüman olsalar
da- müslümanların tarihi değildir. İslâm tarihi, İslâm'ın gerçek anlamda
insanların düşüncelerinde, davranışlarında, hayat tarzlarında ve toplumsal
düzenlerinde uygulanışıdır. İslâm sabit bir eksendir. İnsanların hayatı onun
etrafında değişmez bir yörüngede döner. Şayet onlar bu yörüngeden çıkmışlarsa ya
da bu ekseni bırakıp ayrılmışlarsa İslâm nerede, onlar nerededir? İslâm'a mal
edilen ya da İslâm'ı onlarla yorumlayan insanların bu uygulama ve davranışlarına
ne demeli? İslâm metodunun dışına çıktıkları, onu hayatlarında uygulamaya
yanaşmadıkları halde kendilerini müslüman diye nitelendirmeleri de ne oluyor?
Onlar daha önce bu metodu hayatlarında uyguladıkları için müslümandırlar;
isimleri müslüman ismi olduğu ya da dilleriyle "biz müslümanız" dedikleri için
değil.
Müslüman kitlenin hatalarını ortaya çıkarırken, zaaf ve eksikliklerini
belirleyip ardından onlara acıyarak kusurlarını bağışlarken, imtihan alanında
zaaf ve eksikliklerinin sonucunu tattırmış olsa da bu günahlarını silerken yüce
Allah'ın müslüman ümmete öğretmek istediği bütün bu hakikatlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in savaşı -Uhud savayı- sunması sona erdi. Ancak müslüman kitle
ile Medine'de etrafını saran düşmanları -özellikle yahudiler- arasında süregelen
savaş henüz bitmemiştir. Bu mücadele, tartışma, kuşku ve karışıklık yayma, hile,
aldatma, pusu kurma ve tedbir alma savaşıdır. Bu savaş surenin büyük bir kısmını
kapsamaktadır.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşının ardından, kin ve
hileleri, müslümanları incitmeleri, Medine'ye gelip kendi başkanlığında Evs ve
Hazreç müslümanlarından oluşan bir devlet kurduktan sonra onlarla vardığı
antlaşmayı bozmalarından dolayı Beni Kaynuka'yı Medine'deki yerlerinden
sürmüştür. Ancak, çevresindeki Beni Nadr, Beni Kureyza ve bunların dışında
Hayber ve yarımadanın başka taraflarındaki yahudiler yerlerinde duruyorlardı.
Bunlar Medine'deki münafıklar, Mekke'deki ve Medine'nin çerçevesindeki
müşriklerle haberleşiyor, biraraya geliyor, birbirleriyle ilişki kuruyorlardı.
Müslümanlara karşı aralıksız olarak sürekli tuzaklar planlıyorlardı.
Al-i İmran suresinin başlarında yahudiler, müslümanların eliyle müşriklerin
başına gelen durumdan sakındırılmışlardı:
"Kâfirlere de ki; mutlaka yenilecek ve Cehennemde toplanacaksınız, o ne kötü
yerdir." "Karşılaşan iki toplulukta sizin için bir delil vardır. Bir topluluk
Allah yolunda savaşıyordu diğeri de kâfirdi. Gözlerinin görüşüyle onları
kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla güçlendirir.
Kuşkusuz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) Bedir savaşı sonrasında davranışlarına
kin, hile ve tuzaklarına bir cevap olarak gelen bu sakındırmayı onlara tebliğ
edince bunu edepsizce karşılayıp şöyle dediler: "Ey Muhammed, tecrübesiz ve
savaştan anlamayan Kureyş'ten bir grubu öldürdüm diye aldanma. Allah'a andolsun
ki, şayet bizimle savaşacak olsaydın, daha önce benzerini görmediğin insanlar
olduğumuzu bilirdin." Sonra da bu surede çeşitli şekilleri aktarılan hile ve
desiselerine devam ettiler. Giderek Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
ile vardıkları sözleşmeyi iptal ettiler. Bunun üzerine Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) hükmüne boyun eğene kadar bölgelerini kuşattı. Arkasından
onları Medine'den uzaklaştırıp Ezriat'a sürdü. Beride, görünürde sözleşmeye
bağlı kalan Beni Kureyze ve Beni Nadr kaldı. Ancak onlar da, hile, tuzak, kuşku,
karışıklık, fitne ve yahudilerin tüm tarihinde ortaya koydukları, en doğru sicil
olan ve Allah'ın kitabının onayladığı ve yeryüzü sakinlerinin bu melûn ulustan
gördüğü diğer özelliklerini de sergilemekten geri kalmadılar.
Bu derste yahudilerin bazı davranışları ve sözleri aktarılmaktadır..
Müslümanlara karşı olan kötü davranışlardan sonra Allah'a karşı da edepsiz bir
tavır sergiledikleri ortaya çıkmakta dir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) verdikleri malî taahhütlerinde cimri davrandıkları gibi giderek Allah
hakkında şöyle demeye başlamışlardı:
"Kuşkusuz Allah fakirdir, biz ise zenginiz."
Bu arada, yüzyüze kaldıkları İslâm çağrısını savmak
için ileri sürdükleri zayıf bahaneleri de ortaya çıkıyor. Oysa bilinen
tarihsel olay bu bahanelerini ve karşı çıkışlarını yalanlamaktadır. Bu olgu,
Allah'a verdikleri söze karşı çıkmalarını, onlardan açıklamasını istediği
hakkı gizlemelerini, arkalarına atmalarım, az bir ücretle satmalarını,
istedikleri mucizeyi ve kabul etmedikleri kanıtları getiren peygamberleri
haksız yere öldürmelerini ortaya koymaktadır.
Yahudilerin peygamberlerine karşı tavırlarını ve
Rabbleri hakkında söylediklerini utandırıcı bir şekilde ortaya çıkarılması
ve müslüman kitleye karşı kötü pozisyonları, onları müşriklerle birlikte
müslümanlara karşı düzenledikleri, hile, tuzak ve eziyetler hazırlamaya sevk
etmiştir. Yüce Allah'ın müslüman kitleyi sağlam bir şekilde eğitmesi,
çevrelerinde olan şeyleri ve kimseleri göstermesi, faaliyette bulundukları
yerin, kendileri için kurulan kapan ve tuzakların, yol boyunca kendilerini
bekleyen acıların ve fedakarlıkların özelliklerini öğretmesi de bu
açıklamayı gerektirmiştir. Medine'deki yahudilerin müslüman kitlelere
kurduğu hileler Mekke'deki müşriklerin hazırladığından çok daha katı ve daha
tehlikeliydi. Tarih boyunca müslüman kitlelere hazırlanan tuzakların en
tehlikelisi de bunlardan gelenler olsa gerektir.
Etkileyici sunuş esnasında müslümanlara yönelik Rabbanî direktiflerin ard arda
yer aldığını görmemiz bu yüzdendir. Bu esnada, kalıcı ve geçici değerlerle
yüzyüze getirildiklerini görmekteyiz. Kuşkusuz yeryüzündeki hayat ecelle
sınırlıdır. Her halûkârda her nefis ölümü tadacaktır. Ceza oradadır. Kâr ya da
zarar orada belli olacaktır.
"Kim ateşten uzaklaştırılıp Cennete sokulursa işte o, kurtulmuştur. Dünya hayatı
aldatıcı bir metadan başka birşey değildir."
Onlar mallar, canlar ve gerek müşriklerden, gerekse ehl-i kitap olan
düşmanlarından görecekleri eziyetlerle denenmektedirler. Sabır, takva ve
kendilerini ateşe düşmekten çekip kurtaracak metoda uymaktan başka birşey
koruyamaz onları.
Medine'deki müslüman kitleye yönelik bir direktif bugün
ve yarın geçerli olup, yüce Allah İslâm'ı yeniden yaşamak ve Allah'ın
himayesinde yine İslâmî bir hayat kurmak için yolun prensiplerine uymaya
özen gösteren her müslüman kitleye yol göstericilik işlevini yürütecektir.
Onlara -aynı müşrik, dinsiz ve ehl-i kitap gibi olan- evrensel siyonizm,
haçlı ve komünist düşmanları kurdukları tuzak ve kapanların, kendilerini
bekleyen acı, fedakârlık, eziyet ve imtihanların özelliklerini
gösterecektir. Kalplerini ve bakışlarını oradakine, Allah'ın yanındakine
yöneltecektir. Böylece eziyet, ölüm, cana ve mala yönelik fitneler basit
gelecektir müslümana. İlk müslüman kitleye olduğu gibi O'na da şöyle
seslenecektir:
"Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü size
eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Cehennem ateşinden uzaklaştırılıp
Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı aldatıcı bir hazdan
başka birşey değildir. Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle
deneneceksiniz, gerek ehl-i kitaptan gerek müşriklerden inciltici söz
işiteceksiniz. Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin,
kesin kararlılığınızın bir belirtisidir." (Al-i İmran suresi; 185-186)
Kur'an aynı Kur'an'dır. Bu ümmetin ölümsüz kitabı... Evrensel yasası... Hidayet
rehberi... Güvenilir önderi... Düşmanları da aynı düşmanlar, yol aynı yol...
180- Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde
cimrice davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında
tuttukları mal kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yeryüzünün
mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
181- "Allah fakir, biz ise zenginiz" diyenlerin
sözünü Allah işitti. Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere
peygamberleri öldürmelerini hesaplarına yazacak ve onlara "Kavurucu azabı
tadın bakalım" diyeceğiz.
182- Bu kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah'ın, kullara
haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir.
183- "Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi göstermedikçe hiçbir peygambere
inanmayalım diye Allah bize kesin direktif verdi" diyenlere de ki; "Benden önce
size açık belgeler getiren ve sözünü ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler
geldi. Eğer doğru söylüyorsanız, onları niçin öldürdünüz?"
184- Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin
ki) senden önce açık mucizeler, sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok
peygamberi de yalanlamışlardı.
Bu bölümdeki ilk ayette kimlerin kastedildiğine,
cimrilikten ve kıyamet günündeki sonuçtan sakındırıldığına ilişkin güçlü bir
rivayet söz konusu değildir. Ancak ayetin burada yer alması kendisinden
sonra gelen yahudiler hakkındaki ayetlerle ilgili olduğu görüşünü
desteklemektedir. Çünkü "Allah fakirdir biz ise zenginiz" diyen -Allah
kahretsin- onlardır. "Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi
göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif
verdi." diyen yine onlardır.
Anlaşılıyor ki, ayetlerin bütünü, yahudilerin
Resulullah'la vardıkları anlaşmadan doğan malî sorumluluklarını yerine
getirmeye çağırılması, bir de Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun)
iman edip Allah yolunda infak etmeye davet edilmeleri üzerine nazil
olmuştur.
Bu tehditvâri sakındırma, yahudilerin Muhammed'e (salât
ve selâm üzerine olsun) iman etmemelerindeki bahanelerini ortaya çıkarmak
için olduğu kadar yüce Allah'a karşı takındıkları edepsiz tavra bir cevap
olup bahanelerini yalanlamak için de nazil olmuştur. Beraberinde,
kendisinden önceki peygamberlerin kavimlerinden gördüklerinin anlatılması
ile onların yalanlamaları karşısında peygambere bir destekte inmiştir. Bu
peygamberler arasında İsrailoğulları'nın tarihinde bilindiği gibi,
kendilerine kanıtlar ve mucizeler getirdikleri halde yahudiler tarafından
öldürülen Beni İsrail peygamberleri de yer almaktadır.
"Allah'ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde cimrice
davrananlar sakın bu tutumlarının kendileri hesabına hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Tersine bu, onlar hesabına kötüdür. Cimrilikle yanlarında
tuttukları mal, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve
yeryüzünün mirası Allah'a aittir. Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
Ayetin anlamı geneldir.. Sorumluluklarını yerine
getirmekte cimrilik yapan yahudileri kapsadığı gibi onların dışında Allah'ın
lütfundan verdiği şeylerde cimrilik yapan ve bu cimriliğin, malları koruması
ve infakla heder olmasını önlemesi bakımından hayırlı olduğunu sanan herkesi
kapsamaktadır.
Kur'an ayeti onları bu yanlış zandan sakındırmakta ve biriktirdikleri şeylerin
kıyamet günü ateş şeklinde boyunlarına geçirileceğini bildirmektedir. Bu korkunç
bir tehdittir. İfade,onların "Allah'ın lütfundan verdiği şeylerde cimrilik..."
yaptıklarını zikrederken, cimriliğin kötülüğünü daha bir arttırmaktadır.. Çünkü
onlar, aslında kendilerine ait olmayan bir malda cimrilik yapmaktadırlar. Bu
dünyaya derileri de dahil hiçbir şeye sahip olmadan gelmişlerdir. Yüce Allah
lütfundan onlara vermiş, onları zenginleştirmiştir.. Ancak Allah lütfundan
verdiği şeyleri infak etmelerini isteyince Allah'ın lütfunu hatırlamadılar bile.
Az bir şey infak etmekle cimrilik yaptılar. Biriktirdikleri şeylerin kendileri
için hayırlı olduğunu sandılar. Aslında bu korkunç bir kötülüktür... Üstelik
onlar -bütün bunlardan sonra- mallarını geride bırakıp gideceklerdir. Herşeyin
varisi de Allah'tır. "...Göklerin ve yeryüzünün mirası Allah'a aittir" Bütün
biriktirdikleri kısa bir süre içindir. Sonra da hepsi Allah'a dönecektir. Sadece
Allah rızası için infak ettikleri kalacaktır onlara, biriktirdikleri ise kıyamet
günü boyunlarına geçirilecek ve O'nun katında kendileri için bekletilecektir.
Ardından, Allah'ın lütuf olarak verdiği malı ellerinde
bulunduran, böylece kendilerinin Allah'tan daha zengin olduklarını, O'nun
mükafatına ve kendi yolunda (ki bunu kendisinden bir lütuf ve kendilerine
verilen güzel bir borç olarak nitelendirmektedir.) infak edenlere vaadettiği
"kat kat" arttırmasına ihtiyaçlarının olmadığını sanan yahudiler
kınanmaktadırlar. Çünkü onlar, küstahça şöyle diyorlardı: "Allah'a ne oluyor
ki malımızdan kendisine borç vermemizi istiyor! Buna karşılık da "kat kat"
vereceğini vaadediyor. Oysa faizden ve "kat kat" arttırmaktan nehyeden
O'dur." Kuşkusuz bu küstahlıktan ve Allah'a karşı edepsiz bir tavır
takınmaktan kaynaklanan bir kelime oyunudur.
"Allah fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü
Allah işitmiştir. Gerek bu sözlerini ve gerekse sebepsiz yere peygamberleri
öldürmelerini hesaplarına yazacağız, ve onlara `kavurucu azabı tadın
bakalım' diyeceğiz."
"Bu, kendi elleriniz ile yaptıklarınız yüzündendir.
Yoksa Allah'ın, kullara haksızlık etmesi kesinlikle söz konusu değildir."
Yahudilerin ilahi hakikate ilişkin kötü düşünceleri,
tahrif edilmiş kitaplarında yaygındır. Ancak buradaki düşünceleri, kötü
düşünce ve edepsiz tavır bakımından son derece aşırıdır. Bu yüzden peşi sıra
gelen bu tehditleri hak etmektedirler.
"...dediklerini.. yazacağız."
Onları hesaba çekmek için. O terk edilecek, unutulacak
ya da boş verilecek değildir... Bunun yanında geçmiş günahlarının tescili de
söz konusudur; -bu günahlar bütün ırkların, soyların günahını içermektedir-
çünkü onlar, günah ve isyanda bir bütündürler.
"...Sebepsiz yere peygamberleri öldürmelerini..."
İsrailoğulları'nın tarihi, peygamberleri öldürmelerine
ilişkin günahların silsilesini bildirmektedir. Son olarak da Mesih'i (selâm
üzerine olsun) öldürmeye kalkışmışlardı. O'nu öldürdüklerini iddia ederek bu
korkunç cürümle övünmektedirler:
"Kavurucu azabı tadın bakalım diyeceğiz."
İfadedeki (Harik) kelimesinden, azabın müthişliği ve
korkunçluğu amaçlanmaktadır. Ayrıca azap sahnesinin; heybeti, alevi ve
kavuruculuğuyla somutlaştırılması kastedilmektedir. Kuşkusuz bu, haksız yere
peygamberleri öldürerek o iğrenç suçu işlemenin ve "Allah fakirdir, biz ise
zenginiz" gibi çirkin bir söz sarf etmenin cezasıdır.
"Bu, yaptıklarınızın karşılığıdır."
Uygun bir cezadır bu. Herhangi bir haksızlık ya da
kabalık söz konusu değildir.
".. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez"
İfadedeki "Abd (kul)" kelimesi onların gerçek
durumlarını ortaya koymaktadır. Yüce Allah'a kıyasla, kullardan birer
kuldurlar sadece. Bu ifade, bir kulun "Allah fakirdir biz ise zenginiz"
demesinde ve peygamberleri öldürmesindeki cürmün ve edepsiz tavrın
kötülüğünü daha da arttırmaktadır.
"Allah fakirdir, biz ise zenginiz" diyenler ve
peygamberi öldürenler -kendi iddialarına göre- sunacakları bir kurban
getirmedikçe, bazı İsrailoğulları peygamberlerinin gösterdiği gibi mucize
gerçekleşip ateş kurbanı yemedikçe herhangi bir Resule inanmayacaklarını
söyleyenler yahudilerdir. Allah emrettiği için Muhammed'e (salât ve selâm
üzerine olsun) inanmadıklarını iddia ediyorlardı. Muhammed de bu mucizeyi
göstermeyeceğine göre sözlerinde durmalıymışlar. (!)
İşte burada Kur'an tarihsel olguyu yüzlerine
vurmaktadır. İstedikleri mucizeyi ve Allah'ın apaçık ayetlerini getirdikleri
halde peygamberleri öldürenler bunlardır...
"Ateşin yakıp yiyeceği bir kurban mucizesi
göstermedikçe hiçbir peygambere inanmayalım diye Allah bize kesin direktif
verdi' diyenlere de ki; `Benden önce size açık belgeler getiren ve sözünü
ettiğiniz mucizeyi gösteren peygamberler geldi. Eğer doğru söylüyorsanız,
onları niçin öldürdünüz?"
Bu, yalanlarını, vehimlerini, küfürde ısrarlarını,
sonra da övünüp Allah'a iftira etmelerini ortaya çıkaran kuvvetli bir
yüzleştirmedir.
Ayet-i kerime burada, teselli etmek, yardım etmek,
onlardan gördüğü şeylerin asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamber kardeşlerinin
karşılaştığı şeylerin benzerleri olduklarını bildirerek rahatlaması için
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ,yönelmektedir:
"Bunlar eğer seni yalanlıyorlarsa (bilesin ki) senden
önce açık mucizeler, sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren birçok peygamberi
de yalanlamışlardı."
Yalanlanan ilk elçi O değildir... Ard arda gelen uluslar -özellikle yahudiler
kendilerine kanıtlar, mucizeler, -Zebur gibi- ilahi direktifleri içeren
sahifeler ve Tevrat ile İncil gibi aydınlatıcı kitabı getiren elçileri de
yalanlamışlardır. İçindeki yorgunluk ve meşakkate rağmen, Resul ve Risaletin
yolu budur. Gerçek yol sadece budur.
Bundan sonra ayetlerin akışı müslüman kitleye yönelmekte, üzerine düşmeleri ve
uğruna feda olmaları gereken değerlerden, yoldaki dikenlerden, yorgunluk ve
acılardan söz etmekte; onlara sabır, takva, direnç ve dayanıklılık telkin
etmektedir.
185- Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılıkları,
kıyamet günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O zaman kim Céhennem ateşinden
uzak tutulur da Cennet'e konursa gerçekten başarıya ulaşmıştır. Dünya hayatı
aldatıcı bir hazdan başka birşey değildir.
186- Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneyden geçirileceksiniz,
gerek kitap ehlinden ve gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz.
Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah tan korkarsanız, bu tutum
azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir.
Şu gerçeğin ruhlarda iyice yer etmesi gerekir.
Yeryüzündeki hayatın geçici olduğu, ecelle sınırlı olduğu, kesinlikle
sonunun geleceği gerçeği.. Salihler de ölür, bozguncular da ölür. Cihad
edenler öldüğü gibi geride kalanlar da ölür. Akide sayesinde yücelenler gibi
kullara boyun eğenler de ölür. Haksızlık yapmaktan kaçınan cesurlar öldüğü
gibi ne pahasına olursa olsun hayata sarılan korkaklar da ölür. Büyük
değerlere, üstün hedeflere sahip olanlar gibi ucuz bir meta için yaşayan
ahmaklar da ölür.
Herkes ölecektir... "Herkes kesinlikle ölümü tadacaktır." Her nefis bu şerbeti
tadacak ve bu hayattan ayrılacaktır. Bu şerbeti ve elden ele dolaşan bu kadehi
içmede nefisler arasında bir fark yoktur. Fark başka bir şeydedir. Değişik bir
değerde söz konusudur farklılık. Sonuçta varılacak yerde fark vardır.
"Yaptıklarınızın karşılığı, kıyamet günü, size eksiksiz olarak verilecektir. O
zaman kim ateşten uzaklaştırılırsa... O, başarıya ulaşmıştır."
Budur üzerinde ayrılık söz konusu olan "değer". Falana falandan farklı muamele
yapılması gereken korkunç "sonuç" budur..
"...Kim Cehennem ateşinden uzak tutulur da Cennet'e konursa o, başarıya
ulaşmıştır."
Ayet-i kerimede geçen "Zuhziha" kelimesi, vurgusu, kelime yapısı ve kalıcı
etkisiyle bizzat anlamını somutlaştırmaktadır. Sanki ateşin yaklaşanı yutacak ve
girdabına alacak bir cazibesi varmış da onu azar azar bu azgın cazibeden çekip
uzaklaştıracak birine ihtiyaç duymaktadır. Kim ateşin bu girdabından
uzaklaştırma imkanına sahip olur, ateşin çekiciliğinden kurtarılıp Cennet'e
sokulursa kuşkusuz o insan kurtulmuştur.
Güçlü bir tablo... aksine, canlı bir sahne... İçinde
hareket, alem ve çekicilik yok mu? Nefis, kendisini günahın çekiciliğinden
çekip uzaklaştıracak birine muhtaç değil midir? Kesinlikle evet. İşte onun
ateşten uzaklaştırılması budur. İnsan -sürekli çalışmasına ve daimi
uyanıklık içinde bulunmasına rağmen- Allah'ın lütfu olmadan amellerinde hep
kusur etmez mi? Evet, işte onun ateşten uzaklaştırılması budur. Allah'ın
lütfu insana ulaşınca ateşten uzaklaştırılmış olur böylece.
"...Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka birşey
değildir."
Dünya hayatı bir metadır. Ancak gerçek bir meta değil,
uyanıklık ve intibah metaı değil, aldatıcı bir metadır. İnsanı aldatıp
gerçek bir metâ olduğunu vehmettiren bir metâ. Ya da aldanma ve hileye sebep
olan bir meta. Gerçek meta ise, elde etmek için çaba sarf etmeyi hakeden
metadır. İşte orada! Ateşten uzaklaştırıldaktan sonra Cennet'le kurtuluştur.
Bu gerçek, nefiste yeredince, nefis, hayata sarılma
hikayesini hesabından çıkarınca, -her halukârda her nefis ölümü
tadacağından- aldatıcı ve geçici meta hikayesini bir kenara atınca... Bu
esnada yüce Allah, müminlere kendilerini bekleyen mal ve can hususundaki
sınamadan söz etmektedir. Çünkü artık ruhları imtihana hazırlanmıştır.
"Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle
deneneceksiniz. Gerek kitap ehlinden, gerekse müşriklerden birçok incitici
söz işiteceksiniz. Eğer (bunlara karşı) sabreder ve Allah'tan korkarsanız bu
tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir belirtisidir."
Akidelerin ve davetlerin kuralı budur. İmtihan
kaçınılmazdır. Mal ve can hususunda eziyet çekmek zorunludur. Sabır, direnç
ve kararlılıktan başka seçenek yoktur.
Cennet'e giden yol budur. Kuşkusuz Cennet tuzaklarla çevrilmiştir, nitekim ateş
de şehvetlerle...
Bu davayı yüklenip gereklerini yerine getirecek bir kitle oluşturmak için başka
yol da söz konusu değildir. Bu kitleyi eğitmek, iyilik, kuvvet ve dayanıklılık
gibi gizli yönlerini ortaya çıkarmak için başvurulacak yol budur. Bu
sorumlulukları pratik olaràk uygulamak insan ve hayatın hakikatini öğrenmek için
tek çıkar yol budur.
Bunun nedeni, davaya inananların kararlılıklarını tesbit etmektir. Çünkü davayı
yüklenip ondan dolayı sabredecek güvenilir kişiler onlardır.
Bu uğurda çektikleri işkence ve imtihanlar, onun yolunda verdikleri şerefli ve
saygın kurbanlar, davanın şerefli ve saygın olması içindir.. Çünkü durum ne
olursa olsun bundan sonra ondan sapmaları söz konusu olmaz.
Bir de dava ve davetçinin temelinin sağlam olması içindir bu. Çünkü gizli
güçleri ortaya çıkaran, geliştiren, bir noktada yoğunlaştırıp yönlendiren
dirençtir. Yeni davalar, köklerinin sağlamlaşıp derinleşmesi ve fıtratın
derinliklerinde ki mümbit toprağa ulaşması için böylesi güçleri edinmek
zorundadır.
Hayatı ve cihadı pratik olarak uygulamayan davetçilerin bizzat kendi
hakikatlerini, beşer nefsinin gizliliklerini kitle ve toplumların hakikatini
öğrenmeleri için de bir araçtır bu. Böylece onlar davalarının ilkeleriyle, kendi
nefislerinde ve tüm insanların nefislerindeki şehvetlerinin nasıl dolaştığını
görürler. Nefislerde şeytanın etkilediği açıkları, yolun kaygan kısımlarını ve
sapıklığın izlerini öğrenirler.
Sonra Allah'a... O'na karşı çıkanların en sonunda bunda bir iyiliğin
bulunduğunu, O'na inananların bunca eziyetlerle karşılaşmalarına rağmen
direnmelerini sağlayan bir sırrın varlığını kavramaları da amaçlanmaktadır.
Çünkü böyle bir durumda, O'na karşı çıkanlar dalga dalga O'na döneceklerdir
sonunda.
Davaların kuralı budur.. Kararlı ve güçlü kimselerden başlıcası, zorluklara
sabretmek, acı sarsıntılar esnasında Allah'tan korkmayı sürdürmek. Haksızlık
edip haktan uzaklaşmaktan yüz çevirmek, Allah'ın rahmeti hususunda ümitsizliğe
kapılmamak, zorluklarla karşılaşırken Allah'ın yardımından ümitsiz olmamak...
Bütün bunları kararlı ve güçlü kimselerden başkası gerçekleştiremez.
"Allah'tan korkarsanız bu tutum azimliliğinizin, kesin kararlılığınızın bir
belirtisidir."
Medine'deki müslüman kitle, kendisini bekleyen fedakârlık ve acıları
çevrelerindeki ehl-i kitaptan ve düşmanları müşriklerden görecekleri can ve mala
gelecek musibeti böyle öğreniyordu. Buna rağmen yoluna devam ediyordu.
Dağılmadan, kararsızlık göstermeden, ökçelerinin üzerinden geriye dönmeden...
Çünkü onlar her nefisin ölümü tadacağını ve ücretlerin ödeneceği zamanın kıyamet
günü olduğunu, o gün ateşten uzaklaştırılıp Cennet'e sokulanın kurtulacağını,
üzerinde durdukları şu katı ve belirgin yeryüzündeki ve yürüdükleri şu amaca
ulaştırıcı ve açık yoldaki `hayatın aldatıcı bir metadan başka birşey
olmadığını, çok iyi biliyorlardı.
Yeryüzü dava adamlarının gözünde her zaman katı ve belirgindir. Amaca ulaşmak
için tutulacak yol, her insanın görebileceği şekilde açıktır. Bu davanın
düşmanları asırlar ve nesiller boyu süregelen düşmanlardır. Asırlar ve
nesillerden beri ona karşı tuzaklarını kurmaya devam ediyorlar. Kur'an da o
Kur'an'dır.
Zamanın değişmesiyle, imtihan ve fitne araçları, müslüman kitleye karşı
başlatılan propaganda yöntemleri, kişiliklerine, hedeflerine ve gayelerine
ilişkin duyup çektikleri eziyetlerin şekli değişir, ancak, kural birdir:
"Mallarınız ve canlarınız konusunda kesinlikle deneneceksiniz. Gerek kitap
ehlinden gerekse müşriklerden birçok incitici söz işiteceksiniz."
Sure, ehl-i kitap ve müşriklerin birçok tuzaklarını ve bazan davanın temelleri
ve hakikati bazan da inananlar ve önderlerine ilişkin karışıklık ve
kuşkulandırma amacıyla yaydıkları birçok propaganda şekillerini içermektedir. Bu
propaganda şekilleri zamanla değişir. Yeni propaganda araçlarının icadıyla
renklenir. Ancak hepsi de İslâm'a, inanç temellerine, müslüman kitleye ve onun
önderliğine yöneltilir. Yüce Allah'ın ilk müslüman kitleye gösterdiği ve onlar
için yolun özelliğini ve yolda pusuya yatmış düşmanlarının niteliklerini ortaya
çıkardığı bu kuralın dışına çıkmamıştır hiç biri.
Bu Kur'anî direktif; bu akideyle hareket etmeye ve
yeryüzünde Allah'ın metodunu gerçekleştirmek için çaba sarf etmeye başlayan
ve böylece hedeflerini şaşırtmak ve bağlarını koparmak için aleyhlerinde
hile, fitne ve propaganda yöntemleri ile biraraya gelenleri öğretmek ve
müslümana fonksiyonunu nasıl yerine getireceğini öğretmektedir. Bu Kur'anî
direktif, davanın, davayı gerçekleştirme yönteminin ve yol boyunca pusuda
bekleyen düşmanlarının tabiatını, gözler önüne getirmeye ve Allah'ın bu
vaadleriyle yüzyüze geldiklerinde kalplerine güven duygusunu serpmeye devam
etmektedir. Böylece eziyet etmek için üzerine kurtların üşüştüğü,
propagandalarıyla havladıkları ve imtihan ve fitneye maruz bıraktıkları
zaman bu yolu takip ettiklerinin belirtisi ve gördükleri şeylerin yoldaki
işaretler olduğunu bilirler.
Bu yüzden müslümanlar aleyhlerindeki imtihan, fitne, boş iddia, hoşlanılmayan ve
eziyet verici şeyler işittikçe sevinirler... Bunlarla sevinirler; çünkü, önceden
yüce Allah'ın kendilerine vasfettiği yolu takip ettiklerine iyice inanırlar.
Sabır ve takvanın, yol azığı olduğunu da bilirler. O zaman tüm hile ve
kargaşalar onların yanında boşa çıkar. İmtihan ve işkenceler çok küçük kalır.
Vaadedilen yolda belirlenen hedefe doğru yol alırlar. Sabır ve takva ile...
Kararlılık ve sebat ile...
Bundan sonra Kur'an'ın akışı ehl-i kitabın kendilerine kitap verildiği gün
Allah'la yaptıkları ahde karşı çıkmaları, kitabı ihmal etmeleri, istedikleri
zaman kendilerine emanet edilen şeyi saklamalarındaki tavırlarını ifşa
etmektedir.
187- Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden "Bu kitabı insanlara mutlaka
açıklayacaksınız, onu asla saklamayacaksınız " diye söz almıştı. Fakat onlar bu
sözlerine sırt çevirerek o kitabı birkaç paraya sattılar. Almış oldukları o
karşılık ne kötü bir şeydir!
Surenin akışı ehl-i kitabın -özellikle yahudilerin- birçok davranış ve sözlerini
içermektedir. Bu davranış ve sözlerin en belirgini, dinin anlamı, İslâm'ın
doğruluğu, onun ve önceki dinlerin arasındaki temel ilkelerin birliği, İslâm'ın
onları, onların da İslâm'ı tasdik etmeleri hususunda karışıklık ve kuşku meydana
getirmek için bildikleri hakkı gizleyip batılla örtmeleridir. Çünkü Tevrat
ellerindeydi. Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) getirdiklerinin, hakk
olduğunu ve Tevrat'la aynı kaynaktan geldiğini biliyorlardı...
Şu anda yüce Allah'ın kendilerine kitap verirken onu insanlara açıklamak, tebliğ
etmek, gizleyip saklamak üzere söz aldığı, onlarınsa Allah'a verdikleri bu sözü
kulak ardı ettikleri de ortaya çıkınca konumlarının çirkinliği son noktaya
varıyor... İfade, ihmallerini ve verdikleri söze karşı çıkışlarını
somutlaştıracak bir harekette temsil etmektedir..
"...Bu sözlerine sırt çevirerek"
Üstelik onlar bu iğrenç davranışı az bir değer
karşılığı yaptılar:
"O kitabı birkaç paraya sattılar."
Bu şey yeryüzü mallarından bir mal, din adamlarının kişisel ya da yahudilerin
ulusal çıkarıdır. Hepsi de az bir değerdir. İsterse tüm zamanları kapsayacak
yeryüzü egemenliği olsun. Bu değer, Allah'ın sözünün karşılığı olmaktan ne kadar
uzaktır. Allah'ın yanındaki ile kıyaslanınca ne kadar da değersizdir bu meta.
"Almış oldukları o karşılık ne kötü bir şeydir."
Buhari kendi isnadıyla İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet etmektedir: Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) yahudilerden birşey sordu. Onlar da sorduğunu
gizleyip başkasını söylediler. Sonra da çıkıp O'na doğrusunu göstermeyi,
sorduğunu söylemeyi, bununla O'na karşı övünmeyi ve sorduğuna cevabı
gizledikleri için sevinmeyi istediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
188- Yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarına karşılık övülmekten hoşlananlar var
ya, sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma, onları acıklı bir azap
beklemektedir.
Buhari'nin kendi isnadıyla Ebu Said el Hudri'den naklettiği başka bir
rivayette şöyle denir:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) döneminde bazı münafıklar, Resulullah
savaşa çıktığında ondan ayrılırlardı. Ondan ayrılıp savaşa çıkmadıkları için de
sevinirlerdi. Resulullah dönünce de özür bildirip yemin ederler ve yapmadıkları
şeylerle övünmeyi severlerdi. Bunun üzerine "Yaptıklarına sevinen ve
yapmadıklarına karşılık övünmekten hoşlananlar var ya, sakın onların azaptan
kurtulabileceklerini sanma..." ayeti nazil oldu.
Bir ayetin herhangi bir meselede inmiş olması o meseleyle sınırlı olması
anlamına gelmez. Genellikle benzeri olaylar meydana geldiğinde ayet delil
getirilir ve bu konuda nazil olmuştur denir. Ya da ayetin olaya uygun düştüğü
görülür. Yine aynı şekilde, bu konuda nazil olmuştur denir. Bu yüzden iki
rivayet hakkında kesin bir söz söyleyemiyoruz.
Birinci rivayete göre surenin akışında ehl-i kitaptan ve onlara Allah'ın
insanlara açıklayıp gizlememek üzere verdiği kitaptan söz edilmesi arasında bir
münasebet vardır. Çünkü gerçeği gizleyen onlardır. Öyle ki yalan açıklamaları ve
müfteri cevaplarıyla övünmeyi de istiyorlar.
İkincisine gelince; surenin akışında münafıklardan söz
edilmektedir. Durumları da ayete uygun düşmektedir. Bu ayet, her toplumda
olabileceği gibi Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)döneminde bulunan
bazı tipleri tasvir etmektedir. Görüş bildirmenin sorumluluğunu ve akidenin
yükümlülüklerini taşımaktan aciz tipleri. Bunlar savaştan geri kalıp
otururlar.. Şayet savaşanlar bozguna uğrayıp yenilecek olursa, bu adamlar
başlarını dikleştirip kibirlenerek akıllılık sağlam ve ileri görüşlülük
taslarlar. Savaşçılar galip gelip ganimetler elde ettiklerinde ise,
arkadaşlarının davranışlarını desteklediklerini belirtip zaferden
kendilerine pay ayırarak yapmadıkları şeylerle övünmeyi severler.
Bu tipler, insanlar arasındaki korkak ve boş
iddiacılardan bir örnektir. Kur'an'ın ifade tarzı, bu örneği birkaç kelime
ile verip geçiyor. Öyle ki ifadenin parlaklığı apaçık ortadadır. Bu ifadenin
çizgileri zaman içinde hep kalıcıdır. İşte Kur'an'ın yöntemi budur...
Yüce Allah, Resulü'ne bu insanların azaptan
kurtulamayacaklarını tetkikle bildirmekte ve onları bekleyen acıklı azaptan
kurtulmalarının söz konusu olmayacağı gibi bir yardımcılarının da
bulunmasının mümkün olmadığını belirtmektedir...
"...Sakın onların azaptan kurtulabileceklerini sanma."
Onları bu şekilde tehdit eden, göklerin ve yerin hükümranı ve herşeye gücü yeten
Allah'tır. O halde kurtuluş nerede? Ve nasıl kurtulacaklar?
189- Göklerin ve yeryüzünün egemenliği Allah'ın tekelindedir. Hiç kuşkusuz
Allah'ın gücü herşeye yeter.
Bu konu İslâm düşüncesinin temellerini ihtiva eden son bahistir. Ehl-i
kitap, münafık ve müşriklerle girişilen mücadelede bu temellerin yerleşmesi,
karanlık ve kapalılıktan kurtulması, bu ilahî metodun tabiatının mal ve cana
yüklediği yükümlülüklerinin açıklanması, müslüman kitlenin bu yükümlülükleri
nasıl yerine getireceğini vermektedir. Ayrıca müslümanın bollukta ve darlıkta
imtihanı nasıl karşılayacağı ve bu akide ve O'nun mal ve cana yüklediği önemli
sorumluluklar için nasıl herşeyden soyutlanacağını bilmesi gibi hususlarda
surenin akışının içerdiği konuları daha önce işledik.
Şu anda, konuları ve üsluplarıyla birbiriyle uygunluk arzeden yukarıdaki
konularla içerik ve tarz bakımından uygunluk arzeden surenin son bir -ya da
birkaç- hususu gelmektedir.
Derin bir gerçeği de beraberinde getirmektedir bu son konu: Kuşkusuz bu evrenin
kendisi, imanın kanıt ve işaretlerini içeren apaçık bir kitaptır. Ötesinde
kendisini hikmetle idare eden bir ele işaret etmektedir. Dünya hayatından sonra
ahiret hayatının olduğunu, hesap ve cezanın görüleceğini ilham ettirmektedir.
Ancak, insanlardan; bu açık kitaba ve bu göz kamaştırıcı işaretlere gözlerini
kapayıp anlamaksızın bakmayan "akıl sahipleri" bu kanıtları kavrayabilir, bu
ayetleri okuyabilir, bu hikmeti görebilir ve bu ilhamları işitebilir.
Bu gerçek; "evren"e, onunla "insan" fıtratı arasındaki
sağlam bağa, evrenin fıtratıyla insan fıtratı arasındaki güçlü uygunluğa, şu
evrenin bir yönden yaratıcısına ve diğer yönden kendisini bir "gaye",
"hikmet" ve "amaç"la yöneten yasaya işaret ettiğine ilişkin İslâm
düşüncesinin temellerinden birini temsil etmektedir. Bu gerçek, insanın
"evren" ve evrenin "ilahı" karşısındaki konumunu belirlemesi açısından büyük
bir önem taşımaktadır. Aynı zamanda bu, varlık hakkındaki İslâmî düşüncenin
temel noktalarından biridir de.
Konunun devamında bu gerçeği yüce Allah'ın akıl
sahiplerine verdiği cevap takip etmektedir. Ki, o akıl sahiplerini dünya
malını küçümsemeye ve gerçek müminlerin önemsemeleri gereken ahiret
mükafatındaki kalıcı değerleri açıklamakla beraber onları çaba sarf etmeye,
cihada, fedakârlık yapmaya, sabretmeye ve açık evren kitabında huşu içinde
yaptıkları geziden edindikleri imanın yükümlülüklerini yerine getirmeye
yöneltmek şeklinde olmaktadır.
Surede uzunca söz edilen ehl-i kitap ve onların
müminler karşısındaki konumlarına atfen şu son bölümde, müminlerden bir
gruba ve onlara uygun mükafattan söz edilmektedir. Bu grubun, açık evren
kitabı karşısındaki "akıl sahipleri"nin oluşturduğu sahneye ve huşuyla
yaptıkları duaya uygun huşu vasıfları ile surede özellikleri sunulan şu
ehl-i kitap gibi Allah'ın ayetlerini az bir değere satmaktan Allah'a karşı
duydukları haya sıfatları öne çıkmaktadır.
Sonra, müslüman kitleye yönelik ilahî direktifleri
özetleyen, arzulanan sıfatları ile onlarla kurtulabilecekleri belirlenmiş
yükümlülüklerini özetleyen son ayet gelmektedir:
"Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın, hazırlıklı olun ve Allah'tan korkun
ki, kurtulasınız."
190-
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında
derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır.
191- Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün
yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni
boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi Cehennem
azabından koru!
192- Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca
onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.
193- Ey Rabbimiz, biz "Rabbinize inanınız " diye seslenen bir davetçinin
çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı affeyle,
kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al.
194- Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından
vaad ettiklerini bize ver, kıyamet günü bizi perişan etme, kuşku yok ki sen
sözünden caymazsın."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün
ardarda gelişindeki deliller nelerdir? Ayakta, otururken, yanları üzerine
yatarken Allah'ı anan akıl sahiplerine, göklerin ve yerin yaratılıyı, gece
ve gündüzün ardarda gelişini düşünürken görünen deliller nelerdir? Bu
delileri düşünmek ile Allah'ı ayakta, otururken ve yanı üzerine yatarken
anmak arasındaki ilişki nedir? Bunları düşünmekten "Ey Rabbimiz sen bu
evreni boşuna yaratmadın, sen böyle bir anlamsızlıktan münezzehsin, bizi
Cehennem azabından koru..." diye devam eden alçak gönüllü ve ürpertici duaya
geçiş nasıl meydana geliyor?
İfade burada, sağlam bir idrakin, evrenin etkileyici
olaylarını sağlıklı bir şekilde karşılayışını ve gözler ile düşüncelerin
istifadesine sunulmuş, gece ve gündüzle evrenin proğramına yerleştirilmiş bu
etkenlere sağlıklı bir karşılık verişini canlı bir tablo şeklinde
çizmektedir..
Kur'an'a Kerim kalpleri ve bakışları tekrar tekrar
tetkik ederek, sayfaları durmadan çevrilen şu açık kitaba yöneltmektedir. Bu
kitabın her sayfasında duygulandırıcı deliller belirmektedir. Şu kitabın
sayfaları ve şu yapının "plân"ı bir Yaradanı işaret eder. Bu gerçeği
duyumsamakla sağlam fıtratta bir coşku ve şu evreni var eden, ona bu gerçeği
yerleştiren yaratıcıya her an sevgi ve korku beslemekle beraber O'nun
çağrısına karşılık verme iştiyakını da harekete geçirir. Akıl sahipleri..
Sağlam bir idrake sahip bulunanlar.. Evet onlar, yüce Allah'ın varlıklar
alemindeki ayetlerini karşılamak için gözlerini açarlar. Aralarına engeller
koymazlar.. Kendileriyle şu ayetler arasındaki geçitleri kapatmazlar. Ayakta
iken, otururken ve yanları üzerinde yatarken kalplerini Allah'a yöneltirler.
Böylece gözleri açılır, idrakleri aydınlanır, insan kalbi ile şu varlık
alemindeki yasaların arasını birleştiren ilham sayesinde yüce Allah'ın
varlık alemine yerleştirdiği gerçeğe ulaşıp varlık amacını, meydana geliş
nedenini ve fıtratın özünü kavrarlar.
Gökler ve yer sahnesi. Gece ve gündüzün değişim
sahnesi... Evet gözlerimizi, kalplerimizi ve idraklerimizi O'nun için iyice
açsak, gözlerin ilk defa gördüğü yeni bir sahne gibi algılasak,
duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan ve tekrarın neden olduğu
sönüklükten kurtarsak; bakışlarımız titreyecek, duygularımız sarsılacaktır.
Göz, kalp ve idraklerimiz, buradaki ahengin ötesinde bu uygunluğu bahşeden
bir elin; bu düzenin ötesinde, planlayıcı bir aklın; bu yönetimin ötesinde
değişmez bir yasanın varlığını duyumsayacaktır. Bütün bunların hile, rast
gele ve boş olmasının mümkün olmadığını algılayacaktır.
Gece ve gündüzün, güneş karşısında dünyanın kendi
ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan iki görüntü olduğunu ve gökler ve
yerdeki uyumun "çekim" ya da çekim dışı bir şeyden kaynaklandığını bilmemiz
olağanüstü varlık sahnesi karşısındaki heyecanımızı azaltmaz. Bunlar
doğrulanmış ya da doğrulanmamış varsayımlardır. Ve o, her iki halde de şu
varlık harikasını ve kendisine hükmeden ve kendisini koruyan harikulâde ince
yasaları karşılamada öne atılmaz, geride de kalmaz. Bu yasalar -araştırıcı
insanların yanında isimleri ne olursa olsun- göklerin ve yerin yaratılışında
ve gece ile gündüzün ardarda gelişindeki güç ve hakkın işaretidirler..
Kur'an'ın üslubu, akıl sahiplerinin şuurlarında; yer
ile göklerin yaratılış sahnesi ile gece ve gündüzün değişimi ile
karşılaşmanın neden olduğu ruhsal hareketlenmenin adımlarını ince bir
tasvirle tablolaştırmaktadır. Bu aynı zamanda evrenle birlikte hareket
etmede, onunla kendi diliyle konuşmada, fıtratı ve hakikati ile
cevaplaşmada, işaret ve ilhamlarıyla şekillenmede kalplere sağlıklı bir
metod gösteren duyguları barındıran bir tablodur. Böylece açık kainat
kitabından, Allah'a, yarattıklarına bağlı mümin insan için bir "marifet"
kitabı meydana getirmektedir.
Bu tasvir öncelikle kalbin "Onlar ayakta, otururken ve
yatarken Allah'ı anarlar." Allah'ın zikrine ve O'na ibadet etmeye yönelişi
ile göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün ardarda gelişini
düşünmeyi birleştirmektedir. Böylece bu, tefekkürü ibadet konumuna getirir
ve onu zikir sahnesinin bir parçası kabul eder. İki hareketin arasının
birleştirilmesiyle iki önemli gerçeğe işaret edilmiş oluyor.
Birincisi, Allah'ın yarattıklarını düşünmek, açık evren
kitabını incelemek ve evreni harekete geçiren ve bu kitabın sayfalarını
değiştiren yüce Allah'ın yaratıcı elini araştırmanın, samimi bir ibadet ve
içtenlikli bir zikir olduğu gerçeğidir. Evrenin projesini, kanun ve
sünnetlerini; güçleri, potansiyelleri ile sır ve enerjilerini araştıran
varlık bilimleri, şu evrenin yaratıcısını düşünüp O'nun üstünlük ve lütfunu
kavrayacak düzeye ulaşsalardı; hemen şu evrenin yaratıcısına kulluk etmeye
ve O'na dua etmeye başlarlardı. Hayat böylece bu bilimlerle istikamet bulur
ve Allah'a yönelirdi. Ancak materyalist kafir eğilim, evrenle yaratıcısının,
varlık bilimleriyle ezeli ve ebedi hakikatlerin arasını kesmektedir. Bu
yüzden -Allah'ın insana en güzel bağışı olan- bilim, kâfirler tarafından
insana musallat olan zorba bir saldırgan gibi onu ruhsal bir boşluğa
düşürmektedir.
İkincisi, Allah'ın evrendeki işaretleri, O'nu zikreden
ve O'na kullukta bulunandan başkasına ilham verici gerçeklikleriyle
görünmeyeceklerdi. Göklerin ve yerin yaratılışını, gece ve gündüzün
değişimini düşünerek ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken Allah'ı
ananların bakışlarına; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
değişiminde gizli büyük gerçeklerin açıldığı ve bunun ötesinde onların
kurtuluş, iyilik ve esenliğe ulaştırıcı ilahi metoda bağlı oldukları
gerçeğidir. Dünya hayatının görüntüsüyle yetinip -bu iman bağı olmaksızın-
varlık alemindeki bazı güçlerin sırrına ulaşanlara gelince, onlar
ulaştıkları bu sırlarla hayatı ve kendilerini mahvetmektedirler..
Hayatlarını uğursuz bir cehenneme ve boğucu bunalımlara dönüştürmektedirler.
Bu halleriyle de giderek Allah'ın öfkesine ve azabına düçar olurlar.
Bunlar, Kur'an'ın "akıl sahipleri"nin karşılayış,
karşılık veriş ve bağlılık kurma anı için çizdiği şu surenin sunduğu
birbirinden ayrılmaz iki durumdur. Bu karşılık verme, etkilenme ve
araştırmayı somutlaştırdığı gibi kalbin arılığını, ruhun berraklığını,
idrakin açıklığı ve algılamaya hazırlanışını da somutlaştıran bir andır.
Bu bir kulluk anıdır. Bu özelliğiyle de buluşma ve
karşılaşma anıdır. Bu anda en büyük varlık işaretlerini kavrama yeteneğinin
bulunması yalnızca göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün
değişimini düşünmenin gizli gerçekleri ilham ettirmesi ve bunların gereksiz
yahut boş yaratılmadığını kavratması garip değildir. Bu yüzden doğrudan
doğruya buluşma anına geçiliyor:
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen
(böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin..."
Bu evreni boşuna yaratmadın, aksine hak üzere yarattın.
Çünkü temeli haktır. Konumu ve aslı haktır. Kuşkusuz şu evrenin bir
gerçekliği vardır. Bazı filozofların dediği gibi, "yokluk" değildir. Bir
kanuna güre hareket etmektedir. Başıboşluğa bırakılmış değildir. Bir amaca
göre hareket etmektedir. Rastlantıya terk edilmiş değildir. Varlığı,
hareketi ve amacı bakımından batılın bulaşmadığı Hakk'a tabidir.
Bu kulluk, zikir ve buluşma bilinciyle göklerin ve
yerin yaratılışını, gece ile gündüzün değişimini düşünmekten "akıl
sahipleri"nin kalplerine gelen ilk dokunuştur. Bu dokunuş, duygularını
evrenin planındaki temel gerçekle şekillendirmekte, dillerini de bu evreni
boşuna yaratmaktan yüce Allah'ı tesbih ve tenzih etme zikriyle baş başa
bırakmaktadır.
"Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın. Sen
(böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin."
Sonra varlık alemindeki dokunuşlarla, ilhamlar
karşısındaki ruhsal hareketler ardarda sıralanmaktadır.
"...bizi Cehennem azabından koru... Ey Rabbimiz, sen
birini Cehennem'e atınca onu perişan edersin. Zalimlerin hiçbir yardım edeni
yoktur."
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün
ardarda gelişindeki hakkı kavrama ile ateş korkusuyla yapılan ürkek ve
titrek duadan kaynaklanan ürperti arasındaki vicdanî ilişki nedir?
Kuşkusuz evrenin özünde ve görünüşündeki hakkın anlamı
-akıl sahipleri yanında- burada bir ölçünün, planın, hikmet ve amacın ve şu
gezegendeki insan hayatının ötesinde bir hak ve adaletin varlığıdır.. O
halde insanların yaptıklarından dolayı hesaba çekilip cezalandırılması
kaçınılmazdır. İçinde hak, adalet ve cezanın gerçekleştiği bu yurttan başka
bir yurdun varlığı da zorunludur.
Bu, fıtrat ve açıklık mantığından bir zincirdir ve akıl
sahiplerinin duyularında halkaları böylesine seri yer almaktadır. Birdenbire
hayallerinde ateşin şeklini görmeleri ve ondan koruması için Allah'a dua
etmeleri bu yüzdendir. Bu aynı zamanda varlıkta gizli gerçeği kavramakla
birlikte ilk akla gelen duygudur da. Ve bu kesin görüş sahibi olan "akıl
sahipleri"nde meydana gelen bilinç dalgalanmalarına olağanüstü bir dikkat
çekmedir. Daha sonra dillerinden; bu uzun, mütevazi, ürkek, titrek,
tevbekâr, tatlı nağmeli, kafiyeli, ahenkli, söz ve nağmelerinden bir çöl
ılıklığı yükselen dua dökülmektedir.
Ateşten koruması için Rabblerine yöneldiklerinde
duydukları bu ilk ürpertinin önünde durmak lazam. Yani şu sözlere dikkat
etmek gerekir:
"Ey Rabbimiz, sen birini Cehennem'e atınca onu perişan
edersin.. Zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur."
Bu da gösteriyor ki; ateşten korkmaları -herşeyden
önce- ateş ehline isabet eden utançtan korkmalarından kaynaklanmaktadır.
Kendilerini saran bu ilk ürperti, ateş ehline isabet eden alçaklıktan
duyulan utanmanın ürpertisidir. Bunun en büyük nedeni Allah'a karşı duyulan
hayadır. Ateşin yakması konusunda ona karşı son derece duyarlıdırlar. Ayrıca
bu, Allah'a karşı hiç kimsenin yardımının söz konusu olmayacağına ve
zalimler için bir yardımcının bulunmayacağına olan güçlü bilinçten de
kaynaklanmaktadır. Sonra bu mütevazi ve uzun duaya devam ediyoruz:
"Ey Rabbimiz biz, `Rabbinize inanın' diye seslenen bir
davetçinin çağrısını işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı
affeyle, kusurlarımızı ört ve iyiler ile birlikte canımızı al."
Kalpler açılmıştır. Çağrıyı algılar algılamaz karşılık
verir. Bu derece şiddetli bir duyarlılık uyanır içlerinde. İlk söz ettikleri
şey de; eksiklikleri, günahları ve isyanları olur. Günahlarını bağışlaması,
kötülüklerini örtmesi ve iyilerle beraber canlarını alması için Rabblerine
yönelirler..
Duadaki bu ihtiyaç gölgesi, nefsin; şehvetleri, günah
ve hatalarıyla girişilen kapsamlı savaşta, istiğfara, günah ve masiyetten
arınmaya yönelmek hususundaki surenin tüm gölgeleriyle bir uyum
oluşturmaktadır.. Bu alanda girişilen savaşta kazanılan zafer, öncelikle
Allah ve iman düşmanlarıyla girişilen meydan savaşındaki zaferi
doğurmaktadır. Surenin tümü uyum ve gölgeleriyle eksiksiz ve tertipli bir
bütünlüktür.
Bu duanın sonunu; Allah'a yöneliş, O'na ümit bağlamak,
O'na dayanmak ve O'nun, sözüne bağlılığından yardım istemek oluşturmaktadır:
"Ey Rabbimiz, peygamberlerinin ağzından, vaadettiğini
bize ver. Kıyamet günü bizi perişan etme. Kuşku yok ki sen sözünden
caymazsın."
Resullerin bildirdiği Allah'ın vaadinin gerçekleşmesini
istemek, sözünden dönmeyen Allah'ın sözüne bağlanmak ve kıyamet günü rezil
olmaktan kurtaracağını ümit etmek bu duada duyulan ilk ürpertiyle birleşmek
ve rezil olmaktan duyulan şiddetli korkuya ve bu korkunun, duanın başında ve
sonunda hatırlanma ve belirtilme gereğine işaret etmektedir. Ayrıca, bu
kalplerin duyarlılığına, inceliğine, berraklığına, Allah'tan duydukları
korku ve hayalarına da işaret etmektedir.
Bütünüyle dua, evrenin ilhamlarının ve evrende gizli
gerçeğin nağmelerinin sağlıklı ve açık kalplerde meydana getirdiği doğru ve
derin tepkiyi somutlaştırmaktadır.
Edebî güzellik ve tarzdaki uygunluk açısından şu dua
karşısında bir daha durmak zorundayız.
Kur'an surelerinden herbirinin ayetlerinin belirgin
kafiyeleri vardır. Kur'an kafiyeleri şiirlerdeki gibi aynı harften meydana
gelmez. Aksine benzeşen ahenklerden oluşurlar. Örneğin: 1-Bâsır, Hâkim,
Mübîn, Mürîb, 2-Elbâb, Ebsâr, Ennâr, Karâr, 3-Hafiyyâ, Şakiyyâ, Şarkiyyâ,
Şey'â vs. gibi.
Birinci bölümdeki kafiyeler genellikle herhangi bir
hüküm bildirirken kullanılır. İkinciler, dua yerlerinde üçüncüler de kıssa
ve hikayede kullanılırlar. Âl-i İmran suresinde, genellikle, birinci tür
kafiyeler kullanılmıştır. İki yerin dışında bu kural değişmemiştir. Birinci
değişiklik; içinde dua bulunan surenin baş tarafında, ikincisi de burada, bu
yeni duada söz konusu olmaktadır.
Bu da Kur'an'ın ifade tarzındaki eşsiz ve edebi
uygunluklarındandır. Bu uzatmalar duaya; yakıcı bir yumuşaklık, istek,
yöneliş ve yakarış atmosferine uygun bir ses güzelliği katmaktadır.
Burada bir başka edebi sanat göze çarpmaktadır. Bu
sahnenin, yani gök ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişimini
düşünüp inceleme sahnesinin sunuluşuna, ağır ağır söylenen, uzun nağmeli,
derin vurgulu ve mütevazi dua uygun düşmektedir. Bu yüzden sahnenin
sunuluşunun; sinirler, kulaklar ve hayallerdeki duygu ve etkisi uzun
sürmektedir. İçindeki tevazu, nağme, yöneliş ve ürperti sayesinde vicdanları
etkilemektedir. Burada sahne Kur'an'ın ifade tarzının hedeflerinden birini
gerçekleştirecek şekilde ibare ve nağmesiyle birlikte uzamakta ve onun
sanatsal çizgilerinden birini gerçekleştirmektedir. Ardından ayetler, bu
yakarışa verilen cevap ve karşılıkla sürüp gitmektedir.
195- Rabbleri onlara cevap verdi ki; "Ben
birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın,
hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin,
yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve
öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş
bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacağım. Ödüllerin
güzeli yalnız Allah katındadır.
196- Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın.
197- Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü
bir barınaktır!
198- Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler
vardır. Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın
iyi kullara yönelik mükafatı daha hayırlıdır.
Bu ifade, ruhsal ve bilinçsel açıdan durumun gerektirdiklerine ve konumun
istediklerine uygun olan Kur'an'ın ifade tarzının sanatsal çizgisiyle uyuşan
ayrıntılı bir karşılık ve uzun bir ifadedir.
Ardından, bu ilahi karşılığın içeriği ile ilahî metodun tabiatına ve
özelliklerine, sonra da İslâmî eğitim metodunun tabiatına ve özelliklerine
yönelik işaretlerini özetleyelim.
Kuşkusuz, "akıl sahipleri", göklerin ve yerin yaratılışını düşünen; gece ve
gündüzün değişimini inceleyen; açık evren kitabını algılayan; fıtratları,
evrende gizli gerçeğin ilhamlarına karşılık veren; böylece şu mütevazi,
ürpertici uzun ve derin duayla Rabblerine yönelen, sonra da samimi ve sevimli
duaları üzerine Rahman ve Rahîm olan Rabblerinden karşılık gören kimselerdir.
Ancak gördükleri karşılık neydi?
Kuşkusuz duanın kabulü ile onların şu ilahi metodun temellerine ve
yükümlülüklerine yöneltilişleri aynı anda olmuştur:
"Rabbleri onlara cevap verdi ki; `Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün
oluşturan sizlerden, erkek-kadın, hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa
çıkarmam."
Sırf tefekkür ve inceleme, yalnızca huşû ve ürperti... Kötülükleri örtmesi,
rezil olmaktan ve ateşe düşmekten kurtarması için Allah'a yöneliş yetmez. "Amel"
gereklidir. Bu algılamadan, bu karşılık vermeden ve ürpertiden ve somutlaşan
duyarlılıktan kaynaklanan olumlu bir amel. Bu ameli İslâm; düşünme, inceleme,
zikir, istiğfar, Allah'tan korkma ve O'na ümitle yönelme gibi ibadet olarak
nitelemektedir. İslâm'ın nitelediği amel bu ibadetin beklenen pratik bir
sonucudur. Cinsiyet farklılığından kaynaklanan ayrılığı göz önünde bulundurmadan
erkek-kadın herkesten kabul ettiği amel budur. Çünkü insanlık noktasında hepsi
eşittirler. -bazısı bazısından olmaları nedeniyle- Ölçüde de eşittirler.
Sonra bu amelin ayrıntılarından; bu akidenin can ve,mala getirdiği yükümlülükler
gibi, metodun tabiatı, egemen olacağı yerin niteliği, yolun ve içindeki engeller
ile dikenlerin mahiyeti, engelleri aşmanın, dikenleri kırmanın, temiz bitkilerin
yetişebilmesi için toprağı hazırlamanın... Fedakârlıklar ve sonuçlar ne kadar
ağır olursa olsun onu yeryüzünde yerleştirmenin zorunluluğu da anlaşılmaktadır.
"Buna göre göç edenlerin, yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet
çekenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin kùsurlarını örtecek ve kendilerini
Allah tarafından verilmiş bir ödül olarak altlarından ırmaklar akan Cennetlere
koyacağım. Ödüllerin güzeli yalnız Allah katındadır."
Bu, imana çağrılan ve ilk defa Kur'an'la muhatap olanların tablosudur. Mekke'den
hicret edenlerin, akideleri uğrunda yurtlarından çıkarılanların başka hiçbir
amaç için değil sırf O'nun yolunda işkence görenlerin, savaşıp öldürüldükleri...
Yani; ancak bu akideye içtenlikle inanan herkesin, her yerde ve her zamanki
tablosudur. -Hangisi olursa olsun- kendisine zıt bir bölgede gelişen -hangisi
olursa olsun- karşı çıkan bir kavmin arasında yaşayan ve kendisine karşı
göğüslerin daraldığı, arzu ve şehvetlerin incindiği, bu yüzden işkence ve
koğuşturmaya maruz kalan ve ilk etapta taraftarları da zayıf bırakılmış bir
azınlık olan davanın tablosudur. Sonra, bunca işkenceye ve koğuşturmaya rağmen
-yeşermesi kaçınılmaz olan- bitki yeşerir.. Giderek direnecek ve kendini
savunacak bir konuma gelir. Böylece savaş ve öldürmeler başlar. İşte
kötülüklerin örtülmesi, mükâfat ve sevap bu meşakkatli ve acı çabadan sonra
gelmektedir..
Yol budur. Yüce Allah'ın gerçekleşmesini, hayatın pratiğinde, beşeri çabaya ve
Allah için, O'nun yolunda cihad eden müminlerin sarf ettikleri çabaya bağlı
kıldığı Rabbanî metodun yolu budur..
Bu metodun tabiatı, temelleri ve yükümlülükleri budur.. Sonra bu metodun eğitim,
direktif verme ve Allah'ın yarattıklarını düşünüp incelemekten doğan vicdani
etkilenme aşamasından, Allah'ın istediği metodu gerçekleştirmek için bu
etkilenmeye uygun müsbet amel aşamasına geçişi sağlamadaki yöntemi de budur.
Sonra ayet-i kerime, yeryüzü malı ve nimetlerinde kafirler, isyancılar ve
Allah'ın metoduna karşı çıkanlar için gizli bulunan fitneye pratik bir dikkat
çekmektedir. Bu; malın, gerçek ölçüsüne ve gerçek değerine dikkat çekmektedir.
Tâ ki taraftarlarına; işkence, yurtlarından çıkarılma, öldürülme ve savaş gibi
zorluklara maruz kalan müminler için bir fitne olmasın.
"Kâfirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezinmeleri sakın seni aldatmasın."
"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir
barınaktır!"
"Fakat Rabblerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır.
Onlar Allah'ın konukları olarak orada süresiz kalacaklardır. Allah'ın iyi
kullara yönelik mükâfatı daha hayırlıdır."
Kafirlerin şehirlerde gezip dolaşması, nimet ve zenginliğin, mülk ve iktidarın
görüntüsüdür. Bu kalplerde karşı konulmayı gerektiren ve etki bırakan bir
görüntüdür. Çünkü onlar; zorluk, yoksulluk, işkence emek sarf etmek, koğuşturma
ve cihadın zorluklarına katlanırken ve bütün bunlar da son derece meşakkatli ve
korkunç zorluklar iken, batıl taraftarlarının nimetler içinde mal mülkten
yararlanması mümin kalplerde de etki bırakır.. Bu durum, hakkı ve taraftarlarını
bu şekilde zorluklara düçar olmuş, batıl ve taraftarlarını da refah ve saadet
içinde gören ve herşeyden habersiz halk yığınlarının kalbini de etkiler. Ayrıca
sapıklık ve batıl taraftarlarının kendilerini de etkiler. Böylece sapıklıkları,
azgınlıkları, şer ve fesat içindeki inatları artar..
İşte aşağıda buna değinilmektedir:
"Kafirlerin (zevk içinde) diyar diyar gezmeleri sakın seni aldatmasın."
"Sadece az bir hazdır bu. Sonra varacakları yer Cehennem'dir. Orası ne kötü bir
barınaktır!"
Az bir geçim... Yok olup giden... Ama sürekli ve kalıcı olarak dönecekleri yer;
Cehennem'dir. Ne kötü barınak...
Geçip giden zorluk ve meşakkat karşısında_ da, Cennetler, sonsuzluk ve Allah'ın
ikramı yer almaktadır.
"...Altlarından ırmaklar akan Cennetler"... "...Orada süresiz kalacaklardır"..:
"...Bu Allah tarafından bir ağırlanmadır"... "...Allah'ın iyi kullara yönelik
mükafatı daha hayırlıdır."
Kişi, bu nasibi bir kefeye diğerini de bir kefeye koysa Allah'ın katındakilerin
iyiler için daha hayırlı olduğundan şüphe duymaz. Bu ölçüye göre, müttakilerin
kefesinin kafirlerinkine tercih edilmesi hususunda kalplerde kuşku kalmaz.
Akıllı birinin "akıl sahipleri"nin kendileri için seçtikleri payı seçmek için
tereddüt etmesi mümkün değildir.
Yüce Allah, bu nizama alıştırmak, İslâm düşüncesinin temel değerlerini
yerleştirmek noktasında, müminlere her zaman zaferi, düşmanlarını kahretmeyi,
onları yeryüzüne yerleştirmeyi ve bu hayatla ilgili herhangi bir şeyi vaad
etmiyor. Düşmanlarıyla karşılaştıklarında dostlarına yardım edeceğine dair
takdirini de vaad etmiyor.
Burada onlara bir tek şeyi, Allah katında bulunan nimetleri vaadediyor. Bu
davada asıl olan da budur. Burası, şu akidenin öngördüğü hareket noktasıdır.
Bütün hedeflerden, amaçlardan, her türlü eğilimden mutlak soyutlanma... -Hatta,
akidesinin ve Allah'ın sözünün galip gelmesi ve O'nun düşmanlarının kahrolması
hususundaki arzularından- evet yüce Allah, müminlerin bu arzularından da
soyutlanmalarını, işlerini O'na dayandırmalarını velev ki kendilerinde olmasa
bile kalplerini bu eğilimden kurtarmalarını dilemektedir.
Yüce Allah'ın bahşettiği, vaadettiği ve yerine getirmelerini istediği yalnızca
bu akidedir... Karşılığında dünya malı, zafer, galibiyet, hakimiyet ve üstünlük
gibi şeyler vaad etmeksizin... Herşeyi orada beklemek sadece.
Sonra zafer, egemenlik ve üstünlük gerçekleşiyor. Ancak bu, Allah'ın verdiği
sözde yer almamıştır. Akidleşmenin bir parçası değildir. Akidde dünya
karşılığından herhangi birşey yer almamıştır. Sadece görevi yerine getirme,
bağlılık, bağış ve imtihan...
Dâva Mekke'den kovulmuşken biat buna göre gerçekleşmişti. Alış-veriş bunun
üzerine yapılmıştı. Bu şekilde soyutlanmadıkları ve bu derece bağlanmadıkları
sürece yüce Allah, müslümanlara zafer, hakimiyet ve üstünlük bahşetmiyor,
yeryüzünün idaresini, beşeriyetin önderliğini onlara teslim etmiyor.
Muhammed b. Kâb el-Kurezî ve diğerleri şöyle rivayet ediyorlar: Abdullah bin
Revaha (Allah O'ndan razı olsun) Akabe gecesinde (Evs ve Hazreç ileri gelenleri
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) kendilerine hicret etmesi için O'na
biat ederlerken) Resulullah'a şöyle dedi: "Rabb'in ve kendin için dilediğin
şartı koş". Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim için; O'na kulluk etmenizi ve
hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de canlarınızı ve
mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum " Abdullah:
"Peki bunu yaptığımızda bize ne var?" deyince Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) O'na: "Cennet!.." buyurdu, bunun üzerine; `Kârlı alış-veriş ne bozarız,
ne de bozulmasını isteriz' dediler."
İşte böyle... Kârlı bir alış-veriş, ne bozarız ne de
bozulmasını isteriz.. Kuşkusuz onlar, bunu iki kişi arasında
gerçekleştirilen bir alış-veriş olarak algılamış, onunla yetinmiş,
sözleşmeyi sürdürmüşlerdi... Pazarlık yapmaları bu yüzdendi...
Yüce Allah, yeryüzünün idaresini önderlik öncülüğünü
ellerine vermeyi ve tüm eğilimlerinden, arzu ve şehvetlerinden hatta
yüklendikleri dava, gerçekleştirdikleri metod ve uğrunda öldükleri akideye
özgü amellerinden tam anlamıyla soyutlandıktan sonra, o büyük emaneti teslim
etmeyi takdir buyurduğu kitleyi işte böyle eğitiyordu. Çünkü ruhunda kendisi
için bir arzu ya da top yekün Allah'a teslim olmakla bağdaşmayan bir kalıntı
barındıran kişiye bu büyük emanetin yüklenmesi doğru değildir. ("Ey
müminler, bütün varlığınızla İslâm'a (barışa) giriniz." ayetinin tefsirine
bakınız, Bakara suresi; 208, Fi Zılâl)
Surenin bitiminden önce ayetlerin akışı ehl-i kitaba
dönmekte ve aralarında müslümanlar gibi inanan bir grubun olduğunu
bildirmektedir. Onlar da İslâm kervanına katılıyor, onlar gibi hareket
ediyorlar, mükâfatları da elbette onlar gibi olacaktır.
199- Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a size
indirilen ve kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu içinde,
inananlar, Allah'ın ayetlerini birkaç paraya satmayanlar vardır. Bunlar
Rabbleri katında ödüllerini alacaklardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması
pek çabuktur.
Bu, ehl-i kitapla son hesaplaşmadır. Surenin geçen
birçok bölümünde onlardaki gruplardan ve konumlarından söz edilmişti. İman
sahasında dua ve karşılık sahnesinde aynı şekilde ehl-i kitaptan bazı
kimselerin sonuna kadar yolu takip ettikleri anlatılmıştı. Onlar, kitapların
tümüne inanıyorlar. Allah ve Resullerinin arasını ayırmadıkları gibi
Resullerinden hiçbirini de ayırmazlar. Daha önce kendilerine ve müslümanlara
indirilene inanırlar. Bu da iman kervanına yakınlık ve sevgiyle bakan,
akidenin stratejisini Allah'a ulaştırıcı olarak gören ve Allah'ın metodunu
evrensel birliği ve bütünlüğüyle ele alan bu akidenin bir özelliğidir.
Burada ehl-i kitaptan mümin olanların, Allah'a karşı
duydukları huşû ve O'nun ayetlerini az bir değere satmama özellikleri öne
çıkmaktadır. Bunun nedeni de onları, ehl-i kitabın kibir, Allah'a karşı
hayasızlık, adi hayat metaını elde etmek uğruna yalan düzmek ve Allah'ın
ayetlerini gizlemek olan temel özelliklerinden ve onların saflarından
ayırmaktır. Onlara da Allah, katında müminlere ayırdığı ecri vaad
etmektedir. Ve Allah kendisiyle alış-veriş yapanların ücretini geciktirmez.
"...hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur."
Ardından, yüce Allah'ın iman edenlere yönelik
çağrısındaki son ifade... Metodun gerektirdiği ağırlıkları ve yolun
şartlarını özetlemesi yer almaktadır.
200- Ey müminler, sabırlı olunuz, sabır
yarışında düşmanlarınızı geride bırakınız, sürekli savaşa hazırlıklı olunuz
ve Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.
Bu iman edenlere yönelik yüce bir çağrıdır. Kendilerine
bu ağır yükü yükleyen, davet ve sorumluluk için eğiten, yerde onurlandırdığı
gibi gökte de onurlandıran kaynağa bağlayan sıfatlarıyla yapılan bir
çağrı...
"Ey müminler..."
Sabretmeleri, sabırda yarışmaları, hazırlıklı olmaları
ve Allah'tan korkmaları için, onlara çağrı yapılmaktadır.
Surenin akışı, sabır ve takvayı bolca işlemektedir.
Bazan ayrı ayrı bazan da birlikte zikretmektedir. Aynı şekilde surenin
akışı, dayanmaya, cihat etmeye, hileleri bertaraf etmeye, yenilgi ve kargaşa
çığırtkanlıklarına kulak vermemeye yönelik çağrılan da içermektedir. Bu
yüzden sure, sabretmeye, sabırda yarışmaya, hazırlıklı olmaya ve Allah'tan
korkmaya çağırmakla son bulmaktadır. Bu da surenin bütünlüğüne uygun bir
sonuç olmaktadır.
Bu davada sabır, yol azığıdır. Çünkü yol uzun ve
meşakkatlidir. Cezalar ve dikenlerle kuşatılmıştır. Kan, ceset, işkence,
imtihanla doludur. Birçok şeye karşı sabretmek gereklidir. Nefsin şehvet ve
arzularına, eğilim ve kibirlerine, zaaf ve eksikliklerine, acelecilik ve
bıkkınlığına karşı sabır... İnsanların şehvetlerine, eksikliklerine, zaaf ve
bilgisizliklerine, kötü düşüncelerine, bozuk tabiatlarına, bencilliklerine,
kibirliliklerine, kaypaklıklarına ve sonuç için aceleci olmalarına karşı
sabır... Batılın saldırganlığına, tabutların küstahlığına, kötülüğün
kabarıklığına, şehvetin yaygınlığına, gurur ve tekebbürün azgınlığına karşı
sabır... Öte yandan yardımcıların azlığına, destekçilerin zayıflığına, yolun
uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı anında şeytanın vesveselerine karşı sabır...
Bütün bunlara karşı cihadın sürekliliğine ve nefislerde meydana getirdiği,
acı, kin, öfke ve sıkıntı gibi çeşitli tepkilere... Kimi zaman hayırda güven
zayıflığına, kimi zaman insan fıtratındaki ümit eksikliğine, kimi zaman da
usanç, sıkıntı, karamsarlık ve ümitsizliğe karşı sabır... Bütün bunlardan
sonra da, güç, zafer ve galibiyet anında nefsi zapt etmeye, kibirlenmeden,
intikam almaya yeltenmeden, bir hak olan kısası haksızlığa dönüştürmeden,
bolluğu tevazu ve şükürle karşılamaya, bollukta da darlıkta da Allah'a bağlı
kalma, O'nun çizdiği kaderine teslim olma,, güven bağlılık ve huşû içinde
her işi O'na havale etme hususunda sabır...
Bütün bunlara ve bu uzun yolun yolcusunun yol boyunca
karşılaşacağı ve kelimelerin yetersiz kaldığı daha nicesine karşı sabır.
Çünkü kelimeler bu zorlukların gerçek anlamlarım aktaramazlar. Yolun
meşakkatlerini çeken, heyecan, tecrübe ve acılarını tadan kavrayabilir bunu
ancak.
İman edenler bu hakiki anlamın birçok yönünü
tatmışlardır. Bu çağrının tadını da en iyi onlar bilir. Yüce Allah'ın
uygulamalarını ve istediği sabrın anlamını çok iyi bilirler.
"Musabere" -sabırda yarışma- "Sabır" kelimesinin
kökünün "mufaele" -işdeş- kipidir. Bütün bu duygularını sabırda yarışması,
müminlerin sabrını kırmaya çalışan düşmanların sabırda yarışması... Evet
onların ve bunların sabırda yarışması, sürüp giden cihadda müminlerin
sabrını tüketemez, aksine onları düşmanlarından daha sabırlı ve daha güçlü
kılar. Kalplerißin gizliliklerindeki düşmanlarından -şeytan- ve insanların
en kötüsü olan düşmanlarından olsun o, fark etmez. Sanki bu bir yarıştır.
Düşmanlarıyla kendileri arasında... Sabra karşı sabır, savunmaya karşı
savunma, çalışmaya karşı çalışma, ısrara karşı ısrara çağırıyor sanki.
Yarışmanın gayesi de düşmanlarından daha dirençli, daha sabırlı olmalarıdır.
Batıl ısrar ediyorsa, sabredip yoluna devam ediyorsa, hakk, daha ısrarlı ve
yolunu sürdürmede daha sabırlı olmaya layıktır. "Murabata" -hazarlıklı olma
cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda
direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya
çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş
ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada
hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da
asla onları korkutamaz.
Bu dava insanları, pratik bir hayat metoduyla yüzyüze
getirmektedir. Mallarına, hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi
vicdanlarına da hükmeden bir metod... İyi, adil ve dosdoğru bir metod...
Ancak kötülük; iyi, adil ve dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği,
adaleti ve doğruluğu sevmez. Tuğyan; adalete, eşitliğe ve şerefliliğe teslim
olmaz. Bu yüzden kötülük, batıl ve azgınlığın taraftarları bu davaya karşı
çıkmaya başlıyorlar... Sömürü ve çıkarlarından vazgeçmek istemeyen sömürgeci
ve çıkarcılar, tuğyan ve büyüklük taslamaktan geçemeyen tağut ve
müstekbirler ile başıboşluk ve şehvetlerden ayrılmak istemeyen ahmak
beyinsizler bu hak davaya savaş açıyorlar. İşte bütün bunlara karşı cihad
etmek kaçınılmazdır. Sabretmek ve sabırda yarışmak zorunludur. Hazırlıklı ve
tetikte olmak gereklidir. Ta ki müslüman ümmet, her yerde ve her soyda süren
düşmanlarından gafil olmasın...
İşte bu davanın tâbiatı, işte davanın yolu... Kuşkusuz
bu dava haksızlık yapmak istemez. Ancak, yeryüzüne köklü metodunun ve sağlam
düzeninin yerleşmesini ister. Her zaman bu metod ve düzenden
hoşlanmayanları, yoluna güç ve hile ile dikilenleri, başına türlü dolaplar
açmak için fırsat kollayanları, kendisine karşı elleriyle, kalpleriyle ve
dilleriyle savaşanları bulacaktır kuşkusuz. Bütün yükümlülükleriyle birlikte
savaşı kabullenmekten başka seçeneği yoktur. Sürekli hazırlık ve tetikte
olması, bir an bile gafil olup uyumaması gereklidir.
Tàkva... Tàkva, bütün bunlara eşlik eder... Çünkü o,
vicdanda uyarıcı bir bekçi fonksiyonunu icra ederek onu gafil olmaktan,
zaaftan, haksızlık yapmaktan, şurada veya burada yoldan çıkmaktan
korumaktadır.
Yolun meşakkatlerine katlanan ve çeşitli durum ve
onlarda baş gösteren, sürekli çelişen, çoğalan ve kaynayan tepkileri tedavi
etmek durumunda olanlardan başkası bu uyarıcı bekçiye olan ihtiyacı
kavrayamaz.
Bu, birçok duygulu sahneyi içeren surenin son
melodisidir. Sure bütün bunların ve genelde davanın gerektirdiği
yükümlülüklerin toplamından meydana gelmektedir. Bu yüzden yüce Allah, bu
uzun yarışın sonucunu ve bu yarıştaki başarıyı ona bağlamaktadır.
"...kurtuluşa eresiniz."
Ve kuşkusuz yüce Allah en doğrusunu söyler.