1- Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden
türetti, o tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok
sayıda erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı. Karşılıklı
dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık bağlarını
çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.
Hitap "insanlar"adır... Top yekün, kendilerini yaratan Rabblerine bağlamak
için bu .sıfatlarıyla hitap edilmektedir. "Tek bir kişiden" yaratmıştır...
"O tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda
erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı."
Bu basit fıtri gerçekler son derece büyük, derin ve ağır gerçeklerdir. Şayet
"insanlar" kulaklarını ve kalplerini bu gerçeklere açacak olurlarsa bu,
hayatlarında büyük değişikliklerin meydana gelmesi ve cahiliyeden -ya da
değişik cahiliyelerden- imana, doğruluk ve hidayet yoluna "insanlar"a,
"nefse" Rabbi ve yaratıcısına ve yaratılışa layık uygarlığa dönmeleri için
yeterlidir.
Kuşkusuz bu gerçekler, kalp ve göz için değişik düşünceler hususunda geniş
bir imkan bahşetmektedir.
1- Öncelikle "insanlar"a çıktıkları kaynağı hatırlatmakta ve onları şu
yeryüzünde var eden yaratıcılarına bağlamaktadır. Bu, insanların unuttuğu,
böylece herşeyi unuttukları, bundan sonra da hiçbir işte istikamet
bulamadıkları bir gerçektir.
"İnsanlar, daha önce bulunmadıkları bu dünyaya sonradan gelmişlerdir. Peki
onları kim getirmiştir? Çünkü buraya kendi istekleriyle gelmemişlerdir.
Buraya gelmeden önce iradeleri olmayan yokluktan ibarettirler. Bu yüzden,
gelmeyi ya da gelmemeyi belirleyecek bir iradeye sahip değillerdi. O halde
kendi iradeleri dışında onları buraya getiren bir başka irade söz konusudur.
Kendi istekleri dışında onları yaratmayı kararlaştıran bir başka irade
vardır. Yollarını çizen, hayat çizgilerini seçen istekleri dışında bir başka
irade söz konusudur. Onlar istemeden varlıklarını ve varlık özelliklerini
bahşeden, onlara birtakım yetenekler ve kabiliyetler veren ve kendi
iradeleri olmaksızın ancak kendilerine, dilediğini yapabilen iradeyi
bahşeden irade tarafından bilmedikleri bir yerden geldikleri bu evrenle
birlikte hareket etme gücünü veren bir başka irade vardır.
Şayet insanlar, habersiz oldukları bu açık gerçeği hatırlayacak olurlarsa en
kestirme yoldan doğruluğa döneceklerdir.
Kendilerini bu dünyaya getiren, hayat yollarını çizen ve onlara evrenle
birlikte hareket etme gücünü veren irade, tek başına her şeylerine sahip,
her şeylerini bilen ve işlerini en güzel bir şekilde planlayan iradedir. Bu
irade, onların hayat kaynaklarını belirlemek, düzenlerini ve kanunlarını
koymak, değerlerini ve ölçülerini yerleştirmek yetkisine tek başına
sahiptir. Bu işlerden birinde ihtilafa düştüklerinde sadece O'na, O'nun
hayat metoduna, değer ve ölçülerine, böylece alemlerin Rabbi olan Allah'ın
istediği biricik metoda baş vurmalıdırlar.
2- Nitekim bu gerçekler tüm beşeriyetin bir tek iradeden doğduğunu,
akrabalık noktasında birleştiklerini, biricik hidayette buluştuklarını bir
tek asıldan fışkırdıklarını ve bir soya dayandıklarını ilham ettirmektedir.
"Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık
bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli
gözetmektedir."
Şayet insanlar bu gerçeği hatırlayacak olurlarsa hayatlarında sonradan
meydana gelen, böylece bir tek "nefsin" çocuklarını bölen, bir olan
akrabalık bağını parçalayan temelsiz farklar duygularında basitleşecektir.
Çünkü bütün bunlar temelsiz ayrılıklar, akrabalık sevgisine ve gözetim
hakkına, nefsin bağına ve sevgi hakkına, ilahlık bağına ve takva bağına
baskın çıkmamalıdır.
Bu gerçeğin yerleşmesi, insanlığın başına bir sürü belalar açan ve renk ve
ırk ayırımı yapan, varlığını bu ayrılıklara dayandıran, soy ve kavim
bağlılığını hatırlayıp birtek insanlık ve biricik ilahlığa bağlılığı unutan
modern cahiliyede de aynı belaları tattıran ırkçı çekişmelerin yok olması
için yeterlidir.
Ayrıca bu gerçeğin yerleşmesi, Hint putperestliğinde yaygın olan sınıfsal
kulluğun ve komünist ülkelerde uğrunda oluk oluk kan akıtılan sınıfsal
mücadelenin hayattan uzaklaşması için bir güvencedir. Modern cahiliye,
herkesin bir tek nefisten doğduğunu vë herkesin başvuracağı bir rububiyetin
varlığını unutarak birtek sınıfın egemenliğini sağlamak için bunu dinsel
felsefesinin temeli ve diğer tüm sınıfları ezmek için hareket noktası
yapmaktadır.
3- Bir diğer gerçek de, bu tek nefisten "eşinin yaratılmış" olduğuna ilişkin
işarettir. İnsanlık bunu kavrayacak olursa bu, içinde yüzdükleri acı
hatıraları önlemesi için kefildir. İnsanlık kadın hakkında birtakım iğrenç
düşüncelere sahip bulunmaktadır. Onu pislik ve necasetin kaynağı, kötülük ve
belaların temeli olarak görmektedirler. Oysa fıtrat ve tabiat bakımından ilk
nefistendir kadın. Yüce Allah onu ilk nefse eş olması, böylece onlardan
birçok erkek ve kadın türetmek için yaratmıştır. Asıl ve fıtrat bakımından
kadın, erkek arasında hiçbir fark yoktur. Fark, yetenek ve görevlerde söz
konusudur.
Kuşkusuz insanlık uzun süre bu çölde bocalayıp durmuştur. Bir zaman temelsiz
ve boş düşüncelerin etkisiyle kadın, tüm insanlık özelliklerinden ve
haklarından yoksun bırakılmıştı. İnsanlık, iğrenç hatasını düzeltmeye
çalışınca da bir başka tarafını baskı altına almış oldu. Kadının dizginini
serbest bıraktı. İnsan için yaratılmış bir insan, bir nefis için yaratılmış
bir başka nefis, bütünün tamamlayıcı yarısı olduğunu, erkek ve kadın
birbirinin dengi iki birey olmadıkları, aksine birbirlerini tamamlayan eşler
olduklarını unuttu.
İşte sağlam Rabbani metod bu uzak sapıklıktan sonra insanlığı bu basit
gerçekle yüzyüze getirmektedir.
4- Aynı zamanda ayet-i kerime insan hayatının temelinin aile olduğunu ifade
etmektedir. Yüce Allah bu tohumun yeryüzünde birtek aile ile başlamasını
dilemiştir. Bu yüzden ilk başta birtek nefis yaratmıştır, ondan da eşini...
Böylece aile iki eşten meydana gelmiş oldu. "Sonra bu çiftten çok sayıda
erkek ve kadın meydana getirdi."
Yüce Allah dileseydi, yaratılışın başlangıcında birçok erkek ve kadın
yaratır, eşleştirirdi. Böylece daha yolun başındayken değişik ailelerden
meydana gelirlerdi. İşin başında aralarında bir akrabalık ve onları biricik
yaratıcının iradesinin ürünü kaynağa bağlayan ilk bağdan yoksun olurlardı.
Ancak yüce Allah, bildiği bir işten, kasdettiği bir hikmetten dolayı
aralarındaki bağların kat kat olmasını dilemiştir. Öncelikle ilahlık
bağından başlamıştır -ki bu temel ve ilk bağdır ardından akrabalık bağını
eklemiştir. Böylece ilk aileyi, bir nefisten meydana gelen, aynı özellik ve
fıtrata sahip bir erkek ve bir kadından meydana getirmiştir. Bu ilk aileden
de birçok erkek ve kadın türemiştir. Bu insanların tümü öncelikle ilahlık
bağında birleşmektedirler. Sonra insan topluluğunun dayandığı aile bağında
birleşmektedirler.
İslâm düzeninde ailenin bu denli gözetilmesi, iskeletinin korunması,
yapısının sağlamlaştırılması ve bu binayı zayıflatacak etkenlerden uzak
tutulması bu yüzdendir. Bu zararlı etkenlerin başında fıtrattan uzaklaşma,
erkek ve kadının yeteneklerinden ve yeteneklerin birbirleriyle
oluşturdukları uyumdan ve bunların erkek ve kadından oluşan aileyi
tamamlayacak unsurlar olduğundan habersiz olmaktır.
Bu surede ve bunun dışındaki diğer surelerde İslâm düzeninin aileye verdiği
önemin belirtilerini görmek mümkündür. Çünkü kadın bu tür despotça uygulama
ve her çeşidiyle cahiliye toplumlarındaki gibi alçak bir bakışla
karşılaştığı sürece ailenin sağlam bir yapısının bulunması imkansızdır. Bu
yüzden İslâm bu despotça uygulamayı defedip bu alçak bakışı ortadan
kaldırmaya büyük önem vermektedir.
5- Son olarak, asırlar boyu içinde iki kişinin birbirine tam anlamıyla
benzemediği ve her nesilden gelen fertlerin sayısını kimsenin bilmediği şu
geniş alanda (yeryüzünde) -bir nefisten ve birtek aileden türedikten sonra-
tüm fertlerin özelliklerinin ve yeteneklerinin farklılığına... Şekillerde,
yüzlerde ve karakterlerdeki ayrılığına... Tabiatlarda, mizaçlarda, ahlâk ve
duygulardaki başkalığa... Yeteneklerde, ilgilerde ve görevlerdeki
farklılığa... Evet, bu birliktelikten fışkıran başkalığa bir kere bakmak,
bir ilim ve hikmetle idare eden eşsiz bir yaratıcı gücün varlığını kavramayı
sağlayacaktır. Bundan sonra kalp ve göz canlı, olağanüstü müzede dolaşacak,
bitmek nedir bilmeyen, sürekli yenilenen, Allah'tan başka kimsenin güç
yetiremediği, hiç kimsenin Allah'tan başkasına dayandırmaya cüret edemediği
örnekler topluluğunu sèyre dalacaklardır. Sadece dilemesinde herhangi bir
sınırlama söz konusu olmayan ve dilediğini yapan irade, birtek asıldan bu
sonsuz farklılığı meydana getirebilir.
"İnsan" hakkında bu şekilde düşünmek kalbe, iman ve takva azığından sonra
yakınlık ve yararlanma azığını da bahşeden bir güvencedir. Kuşkusuz bu,
kazanç üstüne kazançtır. Yükselmeden sonra yükselmedir.
Bunca anlama işaret eden açılış ayetinin sonunda "insanlar", bazısının
bazısına sorduğu Allah'tan ve topluca birleştikleri akrabalıktan sakınmaya
yöneltilmektedirler.
"Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık
bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli
gözetmektedir."
Adıyla sözleştiğiniz, anlaştığınız, kiminiz kiminizden O'nun adıyla bağlılık
istediğiniz, kiminiz kiminize O'nun adına and içtiğiniz Allah'tan korkun.
Aranızdaki ilgilerden, bağlardan ve muameleden korkun.
"Allah'tan sakınmak" Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanmasından dolayı
anlaşılır ve bilinen bir şeydir. Fakat "akrabalık bağını çiğnemeden
sakınmak" enterasan bir deyimdir. Gölgeleri nefiste birtakım duygular
meydana getirmektedir. Ancak, insan bu gölgelerin yaydığını bulamıyor sonra.
Akrabadan sakının (korkun). Bağlarını algılayabilmeniz için ince duygulara
sahip olun. Akrabalık hakkını algılayın. Haksızlık ve zulümden sakının. Onu
hırpalayıp ezmekten uzak durun... Onu incitmekten, yaralamaktan ve ona
kızmaktan korkun. Bu husustaki algılayışınızı, ona yönelik vakarınızı,
yumuşaklılık ve gölgesine olan arzunuzu inceltin. Sonra bu çeşitli duyguları
uyandıran ayet-i kerime Allah'ın gözetimini hatırlatmakla sona eriyor.
"Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah'tan ve akrabalık
bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli
gözetmektedir."
Ne korkunç bir gözetim... Gözetici bizzat Allah'tır. Ve O, yarattığını bilen
yaratıcıdır. O alimdir, haberdardır. Ne davranışların görüntüsünde ne de
kalplerin derinliklerinde hiçbir şey O'na saklı kalamaz.
Bu güçlü ve etkin açılıştan, bu basit ve fıtri gerçeklerden ve bu büyük ve
esas temelden aile ve toplum içindeki dayanışmadan, içindeki zayıfların
haklarının gözetilmesinden, kadın haklarının ve şerefinin korunmasından,
genelde tüm toplum mallarının muhafazasından ve mirasın varisler arasında
fertler için adaleti toplum için de iyiliği gözeten düzene dağıtılmasından
meydana gelen toplumsal hayatın düzeni oluşturuluyor.
Daha başlarken, yetimlerin varisi durumundan olanlara buluğ çağına
erdiklerinde yetimlere mallarını tam ve eksiksiz vermelerini emretmektedir.
Ayrıca mallarını ellerinden almak için daha korumaları altında bulunan henüz
buluğa ermemiş kızları nikahlamamalarını emretmektedir. Malları kendilerine
teslim edildiğinde zarar vereceklerinden korkulan akli dengeleri bozuk
olanlara gelince bunlara malları verilmez. Çünkü gerçekte toplumun malıdır.
Bunda toplumun ayakta kalması ve yararı söz konusudur. Bu yüzden ifsat
edecek birine teslim doğru değildir. Bu arada genel anlamda kadınlarla
ilişkilerinde adalet ve iyiliği göz önünde bulundurmaları emredilmektedir.
2- Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile
değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu
büyük bir vebaldir.
3- Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında
adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz
altındaki cariye ile yetininiz Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket
budur.
4- Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar
mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlarlar ise bunu afiyetle
yiyiniz.
5- Allah'ın, sizi başına diktiği malları aptalların (aklî dengesi yerinde
olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz,
giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.
6- Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer olgunlaştıklarını
görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek
endişesi ile bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç el
sürmesin. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek kadarını
yesin. Yetimlere mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi
hesap sorma merci olarak Allah yeterlidir.
Dediğimiz gibi bu ısrarlı tavsiyeler, genelde tüm zayıfların özelde yetim ve
kadınlarının haklarının yok edilmesine ilişkin Arap cahiliyesindeki bir olguya
işaret etmektedir. Bu kalıntılar Kur'an'ın eritip yok etmesinden önce aslı da
cahiliyeden kopup gelen müslüman cemaatle de varlıklarını sürdürmüşlerdi. Bu
konuda Kur'an müslüman kitleye yepyeni bir düşünce, duygu, gelenek ve bakış
açısı kazandırmaktadır.
YETİMLERİN MALLARI
"Yetimlere mallarını veriniz. Temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz. Onların
mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz. Çünkü bu büyük bir vebaldir"
Yetimlerin eliniz altındaki mallarını verin. İyisinin yerine kötüsünü vermeye
kalkışmayın. Verimli arazilerinin yerine çorak arazinizi vermeniz gibi... Ya da
koyunlarını hisselerini paralarını -çünkü paranın da değerlisi ve değersizi
vardır ya da iyisi ve kötüsü bulunan herhangi bir mal gibi... Aynı şekilde
tamamını veya bir kısmını malınıza katmakla mallarını yemeyin. Kuşkusuz bunların
tümü büyük günahtır. İşte Allah sizi bu büyük günahtan sakındırmaktadır.
Demek ki bunların tümü, ilk defa bu ayete muhatap olan toplumda meydana
gelmiştir. Hitap şekli, bunun, aralarında bu işi yapanlara yönelik olduğunu
göstermektedir. Bu, cahiliyeden kalma bir izdir. Her cahiliye toplumunda
benzerine rastlamak mümkündür. Benzerlerini modern cahiliyede gerek şehirde
gerekse köylerde görmemiz mümkündür. Bunca yasal tedbire ve mümeyyiz
olmayanların mallarını gözetmek için oluşturulmuş bunca devlet kuruluşuna rağmen
yetimlerin malları birçok vasi tarafından çeşitli yollarla ve türlü hilelerle
yenmektedir. Bu konuda kanunların yatırımların, göstermelik gözetimlerin yararı
olmaz. Kesinlikle, birtek şeyin yararı olabilir, o da takvadır. Vicdanlar
üzerindeki içsel gözetimin güvencesi odur. Bundan sonra yasaların bir değeri ve
etkisi olabilir ancak. Bu ayetin nüzulünden sonra yetimlerin kendi malını
mallarından ayırmaları ve yemeklerini yemeklerinden ayırmaları hususunda
sakınmaları bildirildiğinde, sakınma ve büyük günahın meydana geleceğini
duydukları takvanın da o denli titizlik gösteren vasilerde olduğu gibi... Çünkü
onları sakındıran yüce Allah'tı ve şöyle buyuruyordu:
"Çünkü bu büyük vebaldir."
Yasama ve düzenlemelerin uygulanması için vicdanda takvadan bir gözetim
bulunmadığı sürece kanun ve düzenlemeler yararlı olamaz. Sırları bilen,
vicdanları gözeten bir yönden kaynaklanmadıkça (bu kanun ve düzenler karşısında)
takva duygusu harekete geçmez. Ancak bu durumda -kanuna saygısızlık yapmamaya
özen gösteren- fert Allah'a ihanet ettiğini, O'nun emrine isyan ettiğini,
iradesine karşı geldiğini ve yüce Allah'ın bu niyetini ve davranışı bildiğini
algılar. İşte bu durumda ayakları titrer, eklemleri gevşer ve takva duygusu
harekete geçer.
Kullarını en iyi yüce Allah bilir. Fıtratlarını en iyi O tanır. Onları yaratan
olduğuna göre ruhsal ve sinirsel yapılarından da en iyi O haberdardır. Bu yüzden
yüce Allah, kalplerde ölçüsü, etkisi, korku ve saygınlığın bulunabilmesi için
kulların uyacağı şeriatın kendi şeriatı, kanunun kendi kanunu, düzenin kendi
düzeni ve metodun kendi metodu olmasını dilemiştir. Çünkü o, kalplerin korktuğu,
titrediği ve gizli sırlara ve kalplerin vakıf olduğunu bildiği bu merciye
dayanmadığı sürece hiçbir kanuna itaat edilmeyeceğini bilir. Ayrıca baskı ve
sindirmenin kalplerden habersiz yüzeysel gözetimlerin etkisi sonucu kulların
koyduğu kanunlara uysalar da kontrolün gaflet anında veya fırsatını buldukça
bundan kurtulmanın yollarını aramaktadırlar. Nitekim sürekli bir kahır, öfke ve
bu baskıyı bertaraf etme hazırlığı içinde olurlar.
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlar ile evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onların
arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da
elinizin altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en uygun
hareket budur."
Urve b. Zübeyr (Allah O'ndan razı olsun) Hz. Aişe'den "yetim kızlar
hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız".. ayetini sordum
bana şöyle cevap verdi der: "Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin himayesinde
bulunur. Velisi malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği hoşuna
gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının
vereceği kadar bir şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet olan
mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular.
Onlardan başka kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle
dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah'tan (salât ve selâm
üzerine olsun) fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
`Onlar senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar hakkındaki
fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi vermediğiniz ve onlarla
evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta size okunanı..." (Nisa
suresi; 127) Hz. Aişe (Allah O'ndan razı olsun) diyor ki,
"Nikahlamayı arzuladığınız..." sözünden, birinizin malı ve güzelliği az
olan yanındaki yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Bu yüzden malları ve güzellikleri az olduğu zaman yüz çevirmemeleri için
adaletle davranmadıkları sürece mallarını ve güzelliklerini arzulayanlar onlar
nikahlamaktan alıkonuldular." (Buhari rivayet etmiştir.)
Hz. Aişe'nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur'an, gelip bu
yüce direktifler ve "yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden
korkarsanız.." diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp
yok edene kadar müslüman kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve
geleneklerin bir yönünü tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki
yetim konusunda adaleti gözetmeyecek vekilinin titiz davranması, Allah'tan
sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri
sınırlandırmıyor. Bu durumlarda istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla
adalettir. Mehirle ilgili olması ya da diğer bir değere ilişkin olması önemli
değildir. Birinin yetim kızı, kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla
beraberliği arzulamadan sırf malına duyduğu ilgiden dolayı nikahlaması veya
evlenmeyi istemediği halde utancından ya da velisinin isteğine karşı geldiğinde
malının zayi olacağından korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen
kızın isteğini göz önünde bulundurmadan orada hayatın birlikte sürmesine imkan
vermeyecek kadar yaş farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin
gerçekleşmesinden endişe duyulan daha nice durumlar...
İşte Kur'an, vicdanı bir bekçi, takvayı da bir gözetleyici konumuna
getirmektedir. Geçen ayette, bütün bu direktifleri gerektirecek yüce Allah'ın şu
sözü yer almıştı: "Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir."
2- Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile
değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu
büyük bir vebaldir.
3- Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında
adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz
altındaki cariye ile yetininiz Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket
budur.
4- Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar
mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlarlar ise bunu afiyetle
yiyiniz.
5- Allah'ın, sizi başına diktiği malları aptalların (aklî dengesi yerinde
olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz,
giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.
6- Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer olgunlaştıklarını
görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek
endişesi ile bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç el
sürmesin. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek kadarını
yesin. Yetimlere mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi
hesap sorma merci olarak Allah yeterlidir.
BİRDEN ÇÖK KADINLA EVLİLİK
Veliler himayelerindeki yetim kızlar konusunda adaleti gözetmede kendilerine
güvenemiyorlarsa başka kadınlar vardır. Kulun bundan şüphe edip kaçınması için
geniş imkanlar vardır.
"Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde onların
haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen
kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında
adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek tadınla evleniniz, ya da eliniz
altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket
budur."
Bu, adaleti gözetmeme endişesinden dolayı sakıncalı ve böyle bir durumda bir
taneyle ya da elleri altındaki cariyelerle yetinmeyi tavsiye etmekle beraber
birden fazla kadınla evlenmeye izindir.
Bu iznin hikmetini ve yararını açıklamak yararlı olacaktır. Bir zamanlar
insanlar bu konuda kendilerini yaratan Rabblerine karşı bilgiçlik taslıyorlardı.
İnsan hayatı fıtratı ve çıkarı konusunda yüce yaratıcılarından daha isabetli bir
buluşa sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Bu ve diğer konularda heva, şehvet,
bilgisizlik ve körlüğe dayanarak konuşuyorlardı. Sanki kendilerinin algılayıp
güç yetirdikleri günümüz koşul ve zorunluluklarını, insanlar için bu kanunları
koyduğu gün yüce Allah hesaba katmamış ve takdir buyurmamış gibi...
Bu, küstahça ve edepsizce, kafirce ve sapıkça bir iddia olduğu kadar cahilce ve
körce bir iddiadır da. Buna rağmen söylenip duruyorlar.
Küfür ve sapıklıklarında küstahlaşıp utanmaz hale gelen cahil ve körlerin bundan
vazgeçtiğini göremezsin. Bu dine karşı komplolar hazırlamaya önem veren odaklar
tarafından kiralanan bu kişiler kendilerinden emir alarak, korkmadan fırsatını
buldukça Allah'ın dinine karşı küstahlık yapmakta, Allah'a ve O'nun büyüklüğüne
karşı gelmekte ve O'nun sistemine utanmazca saldırmaktadırlar.
Bu sorunun -İslâm'ın belirttiği birden fazla kadınla evlenme sorununun-
kolaylık, açıklık ve kesinlikle ele alınması ve çevresindeki pratik ve gerçek
koşulların bilinmesi gerekir.
Buhari -kendi isnadiyle- şöyle rivayet ediyor: Gıylan b. Selem es-Sekafi
müslüman olduğu zaman on tane kanısı vardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine
olsun) ona "İçlerinden dört tanesini seç" dedi.
Ebu Davut -kendi isnadiyle- Umeyri el-Esedi'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:
Müslüman olduğumda sekiz tane karım vardı. Bunu Peygamber'e söyleyince
"İçlerinden dört tanesini seç" dedi.
Şafii Müsnedinde şöyle diyor: Ebu Ziyad'ı dinleyen biri şöyle dediğini haber
verdi: Bana Abdulmecid, İbn-i Sehl b. Abdurrahman'dan o da Avf b. Haris'ten o da
Nevfel b. Muaviye ed-Deylemi'nin şöyle dediğini haber verdi: "Müslüman olurken
beş tane karım vardı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "İstediğin dört
tanesini seç diğerini bırak" dedi.
O halde İslam bir adamın -hiçbir sınırlama ve kayda uymadan- on tane, daha çok
ya da az kadınla evlenebildiği bir dönemde gelmiş ve erkeklere şunu
bildirmiştir: Müslümanın aşmaması gereken bir sınır vardır o da "dörttür".. Bir
kayıt vardır o da adaleti gözetme imkanıdır. Aksi takdirde bir taneyle veya
eliniz altındaki cariyelerle yetineceksiniz.
İslâm büsbütün serbest bırakmak için gelmemiştir. Daha çok sınırlandırmak için
gelmiştir. İşi erkeğin hevasına bırakmamıştır. Birden fazla kadınla evlenmeye
bir sınırlandırma getirmiştir. Yoksa verilen izni kaldırırdı.
O halde İslâm neden bu izni vermiştir?
Çünkü İslâm düzeni insan içindir. Realist ve pratik bir düzendir. İnsan fıtratı
ve yapısıyla uyum içindedir. İnsanın gerçeklerine ve zorunluluklarına uygundur.
Farklı bölge ve zamanlarda ve farklı durumlarda değişen hayat koşullarıyla da
uyuşmaktadır.
İslâm, gerçekçi ve pratik bir düzendir. İnsanı, daha yüksek bir düzeye ve
üstünlüğün doruklarına yükseltmek için onu içinde bulunduğu durumdan, işgal
ettiği konumdan ele almaktadır. Fıtratını inkâr etmeden, bozmadan... Olguyu
değiştirmeden, ihmal etmeden... Yönlendirirken baskı ve haksızlığa yeltenmeden.
İslâm, boş bir bilgiçliğe, cıvık bir ukalâlığa, saçma bir idealizme ve insan
fıtratı, onun pratiği ve hayat şartlarıyla çarpışıp sonradan toz duman eden
düşsel güvencelere dayanan düzen değildir.
O, insan ahlâkını ve toplumun temizliğini gözeten bir düzendir. Bu yüzden,
insanın pratiği ile çarpışan zaruretlerin tokmağı altında ahlâkın bozulmasına ve
toplumun kirlenmesine neden olabilecek maddi bir olgunun oluşmasına müsamaha
göstermez. Daha çok fert ve toplumu, az bir çaba sarf ederek ahlâkın korunmasına
ve toplumun temizliğine yardımcı bir ortam oluşturmaya yöneltmektedir.
İslâm düzeninin bu temel özelliklerinin anlamını bu şekilde kavrayıp birden
fazla kadınla evlenme sorununa baktığımızda neler görürüz acaba? Öncelikle..
-gerek tarihte gerekse çağımızda- birçok topluma baktığımızda evlenme çağına
gelmiş kadınların sayısının evlenme çağına gelmiş erkeklerin sayısından fazla
olduklarını bir olgu olarak görmemiz mümkündür. Ancak aradaki boşluk oranının
tarihsel olarak hiçbir toplumda dörtte bir oranını aştığı görülmemiştir. Hep bu
sınırlar içinde kalmıştır.
O halde değişik uluslarda sürekli tekrarlanan bu olguyu nasıl tedavi edeceğiz?
Çünkü bu olguyu görmezlikten gelmenin hiçbir yararı yoktur.
Omuz silkerek mi tedavi edeceğiz? Yoksa şartların ve tesadüflerin gelişine göre
kendi kendine tedavi olmasını mı bekleyeceğiz?
Omuz silkmekle sorun çözümlenmez. Toplumun bu olguyu rast gele tedavi etmesi de
hoş karşılanmaz. Kendine ve insan türüne saygısı bulunan hiçbir ciddi insan bunu
kabul edemez. O halde bir düzen gereklidir. Bir uygulama kaçınılmazdır.
Bu durumda kendimizi üç ihtimalin karşısında buluyoruz:
1- Evlenme çağına gelmiş her erkek evlenme çağına gelmiş bir kadınla evlenecek
geri kalan bir veya daha fazla -aradaki farkın derecesine göre- kadın evlenmeden
kalacaktır. Hayatını -veya hayatlarını- erkek nedir bilmeden geçireceklerdir.
2- Evlenme çağına gelmiş her erkek sadece evlenme çağına gelmiş bir kadınla
temiz ve yasal bir evlilik yapacak sonra da toplumda eşi bulunmayan kadınlardan
bir veya daha fazla dost veya metres edinecektir. Bunlar da erkeği haram ve
karanlık bir ortamda dost veya metres olarak tanıyacaklardır.
3- Evlenme çağına gelmiş erkekler -tümü ya da bazısı- birden fazla kadınla
evlenecektir. Diğer kadın da erkeği aydınlık bir ortamda onurlu bir eş
bilecektir, haram ve karanlık bir ortamda dost veya metres değil.
Hayatı boyunca erkek nedir bilmeyen kadının durumu göz önünde bulundurulduğunda,
birinci ihtimalin fıtrat ve insan gücünün dışında olduğu anlaşılır. İş ve kazanç
bakımından kadının erkekten bağımsızlığını savunan palavracıların çığırtkanlığı
bu gerçeği değiştiremez. Çünkü sorun, insan fıtratından habersiz yüzeysel
görüşle, palavracı ve ukalâ kişilerin sandığından daha derindir. Bin tane iş,
bin tane kazanç, kadını tabii hayata olan fıtri ihtiyacından müstağni kılamaz.
Bu, ister bedenin veya içgüdünün istekleri olsun, hayat arkadaşı ve eşle
yakınlık gibi ruhun ve aklın istekleri olsun durum değişmez. Erkek çalışır,
kazanır, ancak bu ona yetmez. Bir iş edinmeye çalışır. Bu noktada kadın da erkek
gibidir. Çünkü ikisi de bir nefisten meydana gelmişlerdir.
İkinci ihtimal, İslâm'ın tertemiz çizgisine, iffetli İslâm toplumunun temeline
ve kadının insanlık şerefine zıt bir durumdur. Toplumda fuhşun yaygınlaşmasına
aldırış etmeyenler, Allah'a karşı bilgiçlik taslayan ve O'nun şeriatına karşı
büyüklenenlerdir. Çünkü onlar, kendilerini bu büyüklenmeden vazgeçirecek kimseyi
bulamadıkları gibi üstelik bu dine komplo düzenleyenlerin teşvik ve takdirini
buluyorlar yanlarında.
Üçüncü ihtimal İslâm'ın seçtiği ihtimaldir. Bunu, omuz silkmenin ve palavra
iddiaların yarar sağlayamadığı bir olguyu karşılamak için şartlı bir durum
olarak seçmiştir İslâm, insanı -fıtratı ve hayat şartlarıyla birlikte- ele
alırken karşılaştığı pratik bir olgudan dolayı bunu seçiyor. Bunu seçerken de,
ahlâkın güzelliğini ve toplumun temizliğini göz önünde bulundurarak kolaylık,
yumuşaklık ve pratiklikle insanı düşkünlükten tutup yücelere, üstünlüğün
zirvesine çıkaracak metodu takip ediyor.
İkinci olarak, eski-yeni, dün, bugün, yarın ve kıyamete kadarki insan
topluluklarına baktığımızda, insan hayatında görmezlikten gelinmesi mümkün
olmayan bir olgu göreceğiz.
Verimlilik çağının erkeklerde yetmiş yaşına veya daha yukarı yaşlara kadar
sürdüğü halde bu çağın kadınlarda elli yaşın dolaylarında olduğunu görürüz.
Burada erkeğin hayatında kadın tarafından karşılık görmediği ortalama olarak
yirmi senelik bir verimlilik çağı vardır. Şüphesiz iki türün farklılığı
birleşmesinin hedeflerinden ve de verimlilik ve nesille hayatın devam etmesi ve
çoğalıp yayılmakla yeryüzünün imarıdır. O halde hayatı erkekteki artık
verimlilikten yararlanmaktan engellememiz genel fıtrat kanununa uymayacaktır.
Ancak bu fıtri olguya uygun olanı -tüm toplumlar, çağlar ve durumları
kapsayacak- bir şekilde -bu iznin- kanunlaşmasıdır. Ancak bireysel zorlamaya
başvurmadan, bu fıtri olguya cevap verecek genel bir imkan hazırlamak suretiyle
gerektiğinde yararlanması için hayata müsamaha göstermekle olmalıdır. İşte bu,
fıtratın pratiği ile ilahi sürekli gözetlenen kanun koyma hikmetine uygun
düşmektedir. Beşeri kanunların sayısı fazla değildir. Çünkü insanların gözlemi
sınırlıdır, herşeye dikkat edemez, uzak-yakın tüm koşulları kavrayamaz. Olaya
her açıdan bakamaz, her ihtimali göz önünde bulunduramaz.
Açıkladığımız gerçeklerle ilişkili olarak, erkeğin fıtri görevini yerine
getirmeyi istemesine rağmen -yaşlılık veya hastalıktan dolayı- kadının
isteksizliği, buna rağmen her ikisinin de evliliği sürdürmeyi istemeleri ve
ayrılıktan dolayı nefret etmeleri zaman zaman gördüğümüz pratik durumlardır.
Peki bu gibi durumları nasıl karşılayacağız?
Omuz silkerek, eşlerden her birini kafalarını duvarlara vurmaya terk etmekle mi
karşılayacağız? Yoksa boş bir palavracılık ve bilgiçlik insan hayatının
ciddiyetine ve sorunlarıyla uyuşmamaktadır.
Bu durumda -yine- kendimizi üç ihtimalin önünde buluruz:
1- Kanun ve otorite gücüyle erkeği, fıtri isteklerini yerine getirmesine engel
olacağız. Ona "ayıp be adam, bu yaptığın sana yakışmaz. Yanındaki kadının hak ve
şerefiyle de uyuşmaz" diyeceğiz.
2- Bu adamı dilediği kadını dost ve metres edinmesi için serbest bırakacağız. 3-
Durumun gereği olarak bu adamın birden fazla kadınla evlenmesine izin vereceğiz
ve birinci eşini de boşamasına engel olacağız.
Birinci ihtimal fıtrata aykırıdır ve beşer gücünün üstündedir. Bir erkeğin
sinirsel ve ruhsal olarak dayanma gücüne zıttır. Şayet onu kanun ve otorite
gücüyle engelleyecek olursak bunun doğuracağı en yakın sonuç, kendisine bunca
sıkıntıyı ve Cehennem gibi bir hayatı yükleyen evlilikten nefret etmesidir. İşte
evi huzur yeri, eşi de arkadaş ve örtü kabul eden İslâm bundan hoşlanmaz.
İkinci ihtimal İslâm'ın ahlâk prensiplerine aykırıdır. Ayrıca insan hayatının
ilerlemesi, yükselmesi, arınması, böylece yüce Allah'ın hayvandan üstün kıldığı
insana yakışır bir hayat olması için İslâm'ın uyguladığı metoda da uymamaktadır.
Fıtratın gerçek zaruretlerine ve İslâm'ın ahlâk sistemine cevap veren birinci
eşi evlilik olayı gözeterek koruyan, karı-koca arkadaşlıklarını ve hatıralarını
sürdürme isteklerini gerçekleştiren ve insanın kolay, rahat ve pratik olarak
daha fazla yol almasını kolaylaştıran sadece üçüncü ihtimaldir.
Böyle bir durum, erkeğin fıtri olarak neslin devamını istemesine rağmen kadının
kısır olmasıyla da meydana gelebilir. Bu durumda erkeğin önünde bir üçüncüsü
bulunmayan iki yol vardır:
1- İnsanın neslin devamına olan fıtri arzusuna cevap vermek için başka bir
kadınla evlenmek amacıyla eşini boşayacaktır.
2- Birinci eşiyle olan beraberliğini sürdürmekle beraber başka biriyle
evlenecektir.
Bazı bilgiç erkek ve kadınlar birinci yolun tercih edilmesini savunabilirler.
Ancak en az yüzde doksan dokuz kadın erkeğe bu yolu gösterenleri
lanetleyecektir. Bu hiçbir karşılık göstermeksizin yuvalarını dağıtmaktır çünkü.
Kısır olduğu halde evlenme anında kısırlığını açıklayan çok az kadın bulunur.
Çoğu kere kısır kadın, diğer kadının kocasından doğurduğu küçük çocuklarda bir
cinsiyet, bir huzur bulur. Çünkü kendi çocukları olmadığına üzülse de bu
çocuklar evi hareket ve neşeyle doldururlar.
Gerçek hayatı pratik koşullarıyla birlikte düşündüğümüzde durum böyledir. Burada
palavraya kulak verilmez, gevezeliğe de cevap verilmez. Ciddi konularda
kâmilliğin ve sululuğun yeri yoktur.
Aşağıdaki ayette olduğu gibi sınırlandırma getiren bu izinde yüksek hikmetler
bulduk:
"Size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü, dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer
onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz..."
İzin, fıtri bir gerçeğe, hayati bir olguya cevap vermekte ve toplumu -fıtri
zaruretlerin ve değişik olguların baskısı altında- dağılmaktan, çözülmekten ve
bunalımdan korumaktadır.
Sınırlandırma da evlilik hayatını aşırılıktan ve kaçınılmaz bir zaruret ve tam
bir ihtiyat olmaksızın sırf küçük düşürmek amacına yönelik saldırılardan kadının
şerefini korumaktadır. Nitekim sonucu acı zaruretleri barındıran adaleti de
içermektedir.
İslâm'ın ruhunu ve direktiflerini kavrayan biri birden fazla kadınla evliliğin
teşvik edildiğini, fıtri ya da toplumsal bir zorunluluk olmaksızın serbest
bırakıldığını, hayvani zevkten başka bir nedenin olmadığını ve bunun erkeğin,
ikide bir dost değiştirmesi gibi eş değiştirmesinden başka birşey olmadığını
söyleyemez. Bu bir zorunluluğu karşılayan bir zorunluluktur. Bir sorunun
çözümüdür. Hayatın tüm olgularını karşılayan İslâm düzeninde bir sınırlandırma
getirilmeksizin hevaya bırakılmış değildir.
Herhangi bir ulus bu izni amacından saptırırsa... Erkekler bu izinden yola
çıkarak evlilik hayatını hayvansal zevklerini tatmin ettikleri bir ortama
dönüştürürse... Ve bu kuşkulu haliyle "haram" oluşturursa... İşte bu, İslâm'ın
öngördüğü birşey değildir. Bunlar da İslâm'ı temsil edemezler. Bunlar İslâm'dan
uzaklaştıkları için bu aşağılık duruma düşmüşlerdir. Çünkü onlar İslâm'ın temiz
ve şerefli ruhunu kavramamışlardır. Nedeni de İslâm'ın hükmetmediği İslâm
şeriatının egemen olmadığı ve İslâm ve şeriatına boyun eğen insanları İslâm'ın
direktifleri, kanunları ve gelenekleriyle idare eden müslüman bir otoritenin
idare etmediği bir toplumda yaşamalarıdır.
İslâm'a karşı olan, onun şeriat ve kanunundan uzaklaşan toplum bu aşırılığın
birinci sorumlusudur. Bu bozuk ve bu aşağılık haliyle "harem" hayatının
oluşmasına birinci derecede sorumlu bu toplumdur. Evlilik hayatının hayvansal
zevklerin tatmin edildiği bir ortama dönüşmesinin sorumlusu odur. Bu durumu
düzeltmek isteyen, insanları İslâm'a, onun şeriatına ve hayat metoduna
döndürmelidir. Ancak bu şekilde onları temiz, arınmış doğru ve dengeli bir
hayata döndürebilir, çünkü. Bu durumu düzeltmek isteyen insanları İslâm'a
çağırmalıdır, ancak sadece bu kısmına değil, hayat metodunun
tümüne çağırmalıdır.
Çünkü İslâm düzeni bir bütündür. Tam ve kapsamlı bir şekilde uygulanmadığı
sürece işlevini yerine getiremez.
Yerine getirilmesi istenen adalet, davranışlarda, nafakada geçinme ve cinsel
ilişkidedir. Kalplerin arzularında ve ruhsal duygularda hiçbir insandan adil
olması beklenemez. Çünkü bu insanın iradesi dışındaki bir olaydır. Yüce Allah'ın
bu suredeki diğer bir ayette sözünü ettiği adalet budur:
"Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O
halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır, Allah'tan
korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir." (Nisa suresi;
129)
Bazı insanların birden fazla kadınla evliliğin haramlığına delil göstermeye
çalıştıkları, bu ayettir. Oysa iş böyle değildir. Allah'ın şeriatı sağdan verip
soldan alır gibi, bir ayette emrettiğini diğer ayette yasaklayacak kadar komik
değildir. Birinci ayette istenen ve gerçekleşmesinden korkulduğunda birden fazla
kadınla evliliğin olmamasını gerektiren adalet davranış nafaka, beraberlik
cinsel ilişki ve diğer görünür durumlarda gözetilmesi gereken adalettir.
Beşeriyetin tanıdığı en üstün insan olan Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) yaptığı gibi hiçbir eşi bu durumların hiç birinde yoksun bırakmamak veya
öncelik tanımamak... Bu arada çevresinde bulunanlar ve eşlerinden Resulullah'ın
Aişe'yi sevdiğini ona özel kalbî bir ilgi gösterdiğini ve bu sevgiyi
diğerleriyle paylaşmadığını bilmeyen yoktu. Çünkü kalpler sahiplerinin
egemenliğinde değildir. Onlar Rahman'ın parmaklarından iki parmağının
arasındadırlar ve onları dilediği tarafa çevirir. Dinini ve kalbini bilen
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyordu: "Allah'ım, bu benim
kontrolümde olan kısımdır. Senin kontrolünde olup benim gücümün yetmediği bir
konuda beni kırma." (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği İslâm
ortaya çıkarmamış, ona sınırlama getirmiştir.
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği
emretmemiş, sadece izin vermiş ve çeşitli bağlarla bağlı kılmıştır. İnsan
hayatının gerçeklerini ve insan fıtratının zaruretlerini karşılamak için bu izni
vermiştir. Şimdiye kadar algılayabildiğimiz bu gerçekleri ve zaruretleri
anlatmıştık. Ancak, bunların ötesinde başka nesillerde başka zorunluluklar da
olacaktır kuşkusuz.
Rabbani metodun öngördüğü her hüküm ve direktifin arkasındaki hikmet ve iyiliğin
insanlar tarafından tarihin herhangi bir döneminde tam anlamıyle algılanmaması
gibi... İnsanlar, sınırlı idrakleri aracılığıyla kısa tarihlerinin herhangi bir
döneminde algılasalar da algılamasalar da hikmet ve iyilik her ilahi hükmün
arkasında birer zorunluluk ve birer olgu olarak varolmuşlardır.
Ardından, adaletin gerçekleşmesinden korkulduğu zaman ayet-i kerimenin öngördüğü
ikinci uygulamaya geçiyoruz:
"...Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla
evleniniz, ya da elinizin altındaki cariye ile yetininiz."
Yani birden fazla kadınla evlenildiğinde adaletin gözetilmeyeceğinden korkulursa
bir taneyle yetinilmelidir. Bu sınırı aşmak doğru değildir. Ya da "sahip
olduğunuz" kadın esirlerden evlenmek ya da cariye edinmek suretiyle
seçebilirsiniz.
Burada ayet herhangi bir sınırlama getirmiyor. Fi Zılâl'in ikinci cüzünde
kölelik sorunu üzerinde özetleyerek kısaca durmuştuk. Burada da özel olarak
cariyeden yararlanma sorununu iyice açıklamakta yarar vardır.
Cariye ile evlilik, onun insanlık itibar ve şerefinin iadesidir. Bu, kendisinin
ve soyunun efendisinden özgürlüğünü kazandığı meziyetlerden biridir. Efendisi
evlenme anında azat etmese bile, doğum yaptığında "çocuk anası" olarak
adlandırılır ve efendisinin onu satması yasaklanır. Efendisinin ölümünden sonra
da özgür olur. Çocuk ise doğduğu günden itibaren özgürdür.
Evlenmeksizin cariyeyle birlikte olma halinde de durum böyledir. Doğurduğu zaman
"çocuk anası" sıfatını kazanır ve satılması yasaklanır. Efendisinin ölümünden
sonra da özgür olur. Efendisinden doğurduğu çocuk efendisi tarafından nesebi
olarak kabul edilirse o da özgür olur. Bu da geleneklerin ortaya çıkardığı bir
şeydir.
Evlilik ve birlikte olma, İslâm'ın öngördüğü birçok özgürlük yollarından iki
tanesidir. Bununla beraber evlenmeksizin cariyelerle birlikte olma olayı ile
ilgili olarak nefiste bir kuşku söz konusu olabilir. Bu yüzden -orada da
açıkladığımız gibi- kölelik sorununun bütünüyle zorunlulukların ortaya çıkardığı
bir sorun olduğunu hatırlamamız yerinde olacaktır. Allah'ın şeriatını uygulayan
müslümanların önderinin ilan ettiği savaşta köle edinmeyi doğuran zorunluluk
cariyelerle birlikte olmayı da doğurmuştur. Çünkü öte tarafta hür ve iffetli
müslüman kadınların esir düşmeleri bundan çok daha kötü bir durumdur.
Esir düşmüş bu cariyelerin hayatlarında göz önünde bulundurulması gereken
birtakım fıtri isteklerinin olduğunu da unutmamamız gerekmektedir. Gerçek
anlamda insan fıtratını gözeten pratik bir düzende bu durumun ihmal edilmesi
düşünülemez. Kölelik düzeni sürdükçe bu istekler ya evlilik yoluyla çözümlenecek
ya da efendisinin evlenmeksizin birlikte olmasıyla çözümlenecektir. Bu da
cahiliyede olduğu gibi fıtri ihtiyaçlarını fuhuş veya metres hayatıyla
karşılamak suretiyle toplumda ahlâki çöküntünün ve önü alınmaz cinsel
taşkınlığın yayılmasını önlemek amacına yöneliktir.
Ancak bazı asırlarda cariyelerin, satın alma, kaçırma ve köle ticareti yoluyla
çoğaltılıp saraylarda toplatılmaları, hayvansal cinsi arzuların tatmini için bir
araç edinilmeleri, içki, dans ve müzik eşliğinde cariyeler arasında eğlence
gecelerinin düzenlenmesi...
Ve bize aktarılan doğru haberlerde veya abartmalarda aktarılan daha nicesi...
Bunlara gelince, bunların tümü de İslâmî değildir. Bunlar İslâm'ın işi değildir.
İslâm'ın işaretiyle de olmuş değildir. İslâm düzenine mal edilmesi ve onun
tarihsel olgusuna eklenmesi doğru değildir.
İslâm'ın tarihsel olgusu, onun temelleri, düşüncesi, şeriat ve ölçüleri uyarınca
oluşanıdır. İslâm'ın tarihsel olgusu yalnızca budur. Kendilerini İslâm'a
dayandıran toplumların hayatlarında meydana gelen İslâm'ın temellerine ve
ölçülerine aykırı uygulamalara gelince onları İslâm'dan saymak yanlıştır. Çünkü
bu İslâm'dan sapmadır.
İslâm herhangi bir müslüman ulusun pratiği dışında bağımsız bir yapıya sahiptir.
İslâm'ı müslümanlar meydana getirmiş değildir. Fakat müslümanların varlığı İslâm
sayesindedir. İslâm köktür, müslümanlarsa dal konumundadırlar, onun ürünü
durumundadırlar. Bu yüzden insanların yaptığı ya da anladığı şeyler İslâm
düzeninin temelini veya İslâm kavramının esasını sınırlandıramaz. Ancak
insanların pratiğinden ve anlayışından bağımsız İslâm'ın değişmez temeline uygun
olması müstesna. İslâm'ın değişmez temel kuralları, uygun olanı veya olmayanı
bilmeleri için her nesilden insanların pratik yaşayışlarını ve anlayışlarını
ölçtükleri ölçüt konumundadırlar.
İnsan öncelikle İslâm düşüncesinden ve kendileri için düzenledikleri görüşlerden
kaynaklanan yeryüzü düzenlerinde durum böyle değildir. Böyle bir durum, mümin
olduklarını iddia etseler de Allah'ı inkar edip cahiliyeye döndüklerinde söz
konusudur. Çünkü Allah'a imanın başta gelen belirtisi, hayat düzenini O'nun
metodundan ve şeriatından almaktır. Bu büyük temel olmaksızın imandan söz
edilemez. Böyle bir durumda insanların kendileri için koştukları sonra da kendi
kendilerine uyguladıkları prensiplerin anlamını sınırlandıran onların değişken
anlayış ve hayat düzenlerindeki gelişen durumlardır.
İnsanların kendi kendilerine meydana getirmedikleri ancak, insanların Rabbi,
onların yaratıcısı; razıkı ve sahibi olan Allah'ın insanlar için meydana
getirdiği İslâm düzenine gelince... Evet, insanlar bu düzende ya ona tabi
olacaklar ve durumlarını ona uyduracaklar bu durumda da pratikleri İslâm'ın
tarihsel pratiği olacak ya da ondan sapacak veya büsbütün ayrılacaklar bu da
İslâm'ın tarihsel pratiği sayılmayacaktır. Çünkü bu durum İslâmdan sapmadır.
İslâm tarihine bakarken bu değerlendirmeyi göz önünde bulundurmak zorunludur.
Çünkü İslâm'ın tarih tezi bu değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu da toplumun fiili
duygusunu kuram ya da pratik yorumu olarak kabul eden, görüş ve ekollerin
gelişmesini toplumun bu görüşe ilişkin değişken anlayışlarında araştıran diğer
tarih tezlerinden ayrılmaktadır. Bu görüşü İslâm'a uygulamak onun kendine özgü
tabiatına ters düştüğü gibi gerçek İslâm anlayışının kavranmasında da büyük
tehlikelere neden olur.
Son olarak ayet-i kerime bu uygulamaların tümünün hikmetini açıklamakta ve bunun
zulümden kaçınma ve adaleti gerçekleştirme olduğunu bildirmektedir.
"Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur."
İşte bu... -Haklarında adaleti yerine getirmeyeceğinden
korktuğunuzda- yetim kızlarla evlenmekten uzak durmanız. Onların
dışındaki kadınlardan -ikişer, üçer, dörder evlenmeniz adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korktuğunuzda- bir tanesiyle evlenmeniz veya sahip
olduğunuz cariyelerle yetinmeniz.. "Haksızlığa düşmemeniz için en uygun
hareket budur."
Yani bu durum haksızlık ve zulüm yapmamamıza daha elverişlidir.
Böylece, adalet ve eşitliği araştırmanın bu metodun öngördüğü bir durum olup her
parçasının hedefinin de bu olduğu ortaya çıkmış oluyor. Aile yuvasında adaleti
gözetmekse en uygun olanıdır. Çünkü aile tüm toplumsal yapının ilk tuğlası ve
genel toplumsal hayata atılmanın ilk noktasıdır. Nesiller burada olgunlaşır.
Burası şekillenmeye müsait işlenebilir yumuşak bir ortamdır çünkü. Şayet bir
toplum adalet, sevgi ve barışa dayanmazsa o toplumun tümünde adalet, sevgi ve
barışın yer etmesi mümkün değildir.
KADIN HAKLARI
Daha sonra ayet-i kerimenin akışı yetimlerin gözetilmesine ilişkin
sözünü tamamlamadan önce -kendi isimlerini alan bu surenin ilk bölümü
kendilerine ayrılan- kadın haklarını belirtmeye geçerek şöyle buyuruyor:
"Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar
mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlar ise bunu afiyetle
yiyiniz."
Bu ayet mehir konusunda kadına açık ve kişisel bir hak kazandırıyor. Bu
hakkın cahiliye toplumunda çeşitli şekillerde yenilmesini haber veriyor.
Bunlardan bir tanesi, sanki kadın alışveriş metaıdır. O da sahibiymiş gibi
velinin mehri kendine almasıdır. Bir tanesi de evlilikte "değiş tokuştu",
velisinin himayesindeki kadını almak isteyen kişinin himayesindeki kadını
karşılığında almak suretiyle evlendirmesiydi. Birine karşılık diğeri. İki veli
arasında yapılan bir alışverişti bu, kadınların hiçbir payı söz konusu değildi.
İki hayvan değiştirilir gibi... İslâm bu tür evliliklerin tümünü yasakladı.
Evliliği iki kişinin isteyerek ve seçerek birleşmesine dönüştürdü. Mehri de
kadının kendisi için aldığı bir hak şekline soktu velisi için değildi. Kadının
buna almayı bir farz ve karşı gelinmez bir görev olarak algılaması için mehrin
adlandırılmasını ve belirlenmesini de zorunlu kılmıştır. Erkeğin bunu
karşılıksız olarak vermesini şart koşmuştur. Yani temiz bir bağlı olarak gönül
hoşluğuyla bağış ve hibe verir gibi yerine getirmelidirler. Ancak bundan sonra
kadın kocasına mehrinin bir kısmını ya da tümünü gönül hoşluğuyla birşey verirse
bu onun bileceği bir iştir. Gönül hoşluğuyla ve içten gelerek bunu yapabilir.
Erkek de karısının gönül hoşluğuyla verdiğini alabilir. Helal ve temiz olarak
afiyetle ve kolaylıkla yiyebilir. Çünkü iki eşin arasındaki ilişkiler, tam bir
hoşnutluğa, mutlak bir seçime, kalpten gelen bir hoşgörüye ve şuradan buradan
toz bulaşmayan sevgiye dayanmalıdır.
İşte bu uygulamayla İslâm, kadının kendisi, mehri, hakkı, canı, malı, şeref ve
konumuna ilişkin cahiliye tortularını hayattan uzaklaştırmak istemiştir. Bu
arada erkekle kadın arasındaki bağları da kurutmamıştır. Konuyu sadece kanunun
kesinliğine dayandırmamıştır. Karşılıklı hoşgörü, hoşnutluk ve sevginin de bu
ortak hayatta yer almalarını ve bu hayatın atmosferin yumuşaklıklarıyla
nemlendirmelerini sağlamıştır.
ÖZEL MÜLKİYET
Ayetlerin akışı -yetim kızlarla ve diğer kadınlarla evliliği teşvik
eden- kısmı sona erince yetimlerin malına dönmekte ve surenin ikinci ayetinde
yetimlerin mallarının verileceği ilk merci özet bir şekilde ifade edildikten
sonra burada da mallarının geri verilmesine ilişkin hükümleri ayrıntılı bir
şekilde açıklamaktadır.
Bu mal yetimlerin malı da olsa -bundan önce- toplumun malıdır. Yüce Allah, bunu
toplumun ayakta kalması için bahşetmiştir. Ve toplum bu maldan en güzel bir
şekilde yararlanmak durumundadır. Çünkü öncelikle tüm malların sahibi toplumdur.
Yetimler veya varisleri -toplumun izniyle- bu malı arttırmak için ellerinde
bulundururlar. Malı çoğaltıp arttırabildikleri, tasarruf ve idaresinde yetkinlik
gösterdikleri sürece hem kendilerini hem de toplumu bu maldan yararlandırırlar.
-Bütün hak vakayıtlarıyla özel mülkiyeti bu çerçeveye oturtmak lazımdır.- Malın
idaresini ve arttırmasını beceremeyen mal sahibi sefih (zayıf akıllı) yetimlere
gelince, özel mülkiyet hakları sürse ve bu hak ellerinden alınmasa bile bu mal
kendilerine teslim edilmez ve onlara mal üzerinde tasarruf ve yönetme yetkisi
verilmez. Büyük insanlık ailesinin genel dayanışma temeli olan ailesel
dayanışmayı gerçekleştirmek için yetime yakınlık derecesi göz önünde
bulundurularak, toplum içinde toplumun bu malını en iyi idare edecek birine
verilir tasarruf yetkisi. Bununla Beraber, sefihin (zayıf akıllı) malındaki
geçinme, giyinme ve güzel muamele hakkı her zaman mevcuttur:
`Allah'ın sizi başına diktiği malları aptalların (akli dengesi yerinde
olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz,
giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz."
Akılsızlık ve olgunluk -büluğ çağından sonra- anlaşılır. Bu olay
hükümlerle anlamının açıklanmasını gerektirmeyecek şekilde geleneksel olarak
bilinmektedir zaten.
Çevre, olgun kişiyi sefih (zayıf akıllı) ten ayırd edebilmektedir. Şunun olgun
şunun da sefih olduğunu görmektedir. Çünkü buluğa ermedikçe bu görev yerine
getirilemez. "Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer
olgunlaştıklarını görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler
büyüyecek endişesiyle bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara
hiç el sürmesinler. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek
kadarım yesin. Yetimlerin mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz.
Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Nassın genel havasında rüşt çağına geldiğinde yetime malının teslim
edilişi uygulamasındaki dikkat sezilmektedir. Ayrıca, yalnızca -büluğdan sonra-
olgunlaşması anında mallarını tam ve eksiksiz olarak çabucak verilmesinin
zorunluluğu da gözlenmektedir. Bu arada malı elinde bulunduranın koruması, sahip
çıkması, büyüyüp teslim etmeden önce çabucak yiyip israf etmemesi de telkin
edilmektedir. Ancak -velinin zengin olması durumunda- idare etmesi karşılığında
az birşeyi alması muhtaç olması durumunda ise en sınırlı biçimde ondan birşeyler
yemesi hoş karşılanmaktadır. Malın tesliminde şahitlerin bulunması da
belirtilmektedir.
Ayetin sonunu da Allah'ın herşeyi gördüğü ve hesaba çekeceğinin hatırlatılması
oluşturmaktadır.
"Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Bütün bu tekitler, ayrıntılı açıklamalar, bunca hatırlatma ve
sakındırmalar, toplumdaki zayıfları oluşturan yetimlerin malları üzerindeki
çevrenin yaygın geleneğin değişmesinin, herhangi bir yolla oynanmasına imkan
bırakmayacak şekilde bunca sıkı tutmaya, bunca tekide ve ayrıntılı açıklamaya
muhtaç olduğunu göstermektedir.
Rabbani metod ruhlarda ve toplumlarda yereden, cahiliye alametlerini kaldırıyor,
toplumun çehresindeki cahili çizgiyi silip yerine İslâm'ın güzelliğini
yerleştiriyordu. Böylece Allah korkusu ve O'nun gözetiminin gölgesinde,
duygulan, gelenekleri, hüküm ve kanunlarıyla yepyeni bir toplum meydana
getiriyordu. Bunları da hükümlerinin uygulanması için son güvence olarak
belirliyordu. Zaten, herhangi bir hüküm için yeryüzünde bu takvadan ve bu
gözetimden başka güvence söz konusu değildir.
"Hesap sorma merci olarak Allah yeter."
Cahiliye döneminde Araplar, -çoğunlukla- genç kızları ve kız
çocuklarını basit bir miktarın dışında mirastan yoksun bırakırlardı. Çünkü ne
bunlar ne de onlar ata binip düşmanı karşılayamazlardı. Oysa İslâm -temelde
mirası derecelerine ve sonradan belirlenecek paylarına göre- tüm akrabalar için
bir hak kılmıştır. Bu durum, bir ailedeki fertler arasında ve genel anlamda tüm
insanlar arasında dayanışma hususundaki İslâm'ın görüşüne uygundur. "Ganimet
elde eden zorluklarına katlanmalıdır" kuralı uyarınca akrabalar, muhtaç olması
durumunda akrabanın nafakasından sorumlu oldukları gibi öldürme durumunda diyet
vermekte ve yaralamada karşılığını vermekte güvence konumundadırlar. O halde
-mal bıraktığında- akrabalık derecesi ve sorumluluğu oranında ona varis olmaları
adaletin gereğidir. İslâm tam ve uyumlu bir düzendir. Mükemmellik ve uyumluluğu,
hak ve görevleri dağıtımında açıkça görülür.
Genel anlamda mirasın temeli budur. Kimi zaman miras ilkesi etrafında orada
burada koparılan yaygaraları duymuyor değiliz. Ancak bu, insan tabiatından ve
hayatının pratik şartlarından habersiz ve Allah'a karşı büyüklük taslamaktan
başka birşey değildir.
Kuşkusuz İslâm'ın toplumsal düzeninin dayandığı esasların kavranması bu
şamatalara kesin bir sınır koyar.
Bu düzenin temeli dayanışmadır. Bu dayanışmanın İslâm'ın öngördüğü temellere
oturması için de insan ruhundaki değişmez fıtri eğilimlere dayanması gerekir.
Çünkü bu eğilimleri yüce Allah boşuna yaratmamış aksine insan hayatında temel
bir rol oynamaları için yaratmıştır.
Uzak-yakın aile bağları gerçek fıtri bağlar olduklarından herhangi bir nesil
tarafından seçilemedikleri gibi tüm nesiller tarafından da seçilemez tabiatiyle.
Bu yüzden bu bağların ciddiyeti, derinliği ve hayatın yükselmesi, korunması ve
ilerlemesine olan etkisini tartışmak laf kalabalığından öteye geçmez. Bu nedenle
saygıyı hak etmez. Bu yüzden İslâm, aile içindeki dayanışmayı genel toplumsal
dayanışma yapısının temel taşı kılmıştır. Mirası da aile içindeki bu
dayanışmanın belirtisi kılmıştır. Buna ilaveten genel toplumsal ve ekonomik
düzen içindeki başka görevleri de vardır.
Şayet bu adım yetersiz kalır ve dayanışmaya ihtiyaç gösteren tüm durumları
kapsamına alamazsa bu durumda önceki adımı tamamlamak ve güçlendirmek için
bilinen yerel toplum içinde ikinci adım atılır. Bu da yetersiz kalırsa, ailenin
ve sınırlı yerel toplumun çabalarına rağmen eksik kalmış yardımlaşma ve
dayanışmayı tamamlamak için müslüman devletin rolü devreye girer. Böylece bütün
ağırlık devletin genel organlarının omuzuna yüklenmemiş olur. Öncelikle.. Aile
ya da küçük bir topluluk içindeki dayanışma latif ve şefkatli duyguların
oluşmasını sağladığı için. Bu duyguların etrafında yardımlaşma ve karşılıklı
vermenin meziyetleri yapmacık olmayan tabii bir gelişme sağlar. -Üstelik bu
duygular, alçak, uğursuz ve kötü kimselerden başkasının ortadan kaldıramayacağı
duygulardır: Özel şekliyle aile içindeki dayanışmaya gelince bu, fıtrata uygun
tabii etkiler meydana getirir. Ferdin kişisel çabasının etkilerinin akrabalarına
-özellikle zürriyetine- döneceğini bilmesi onu, çabasının arttırmaya sevk eder.
Bu durumda, dolayısıyle toplum kazançlı çıkar. Çünkü İslâm fertle toplum arasına
mesafeler koymaz. Ferdin sahip olduğu herşey, ihtiyaç duyulduğunda sonuçta
toplumun malıdır.
Bu son kural -dendiği gibi- yorulmayan ve çaba sarf etmeyen kimselerin varis
olmasına ilişkin yüzeysel itirazları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü şu varis bir
yönden miras bırakanın devamıdır. Sonra kendisi mal sahibi olduğunda miras
bırakanın muhtaç olması halinde ona bakmakla yükümlüdür. Ayrıca, genel dayanışma
kuralı uyarınca kendisi ve sahip bulunduğu şeyler sonuçta ihtiyaç duyduğunda
toplum içindirler.
Nitekim varis ile miras bırakan -özellikle zürriyet- arasındaki ilişki mal ile
sınırlı değildir. Mal üzerindeki veraseti ortadan kaldırsak bile, aralarındaki
diğer bağları ve başka alanlardaki veraseti kesemeyiz.
Anne, baba, dedeler ve tüm akrabalar, çocuklarına, torunlarına ve akrabalarına
sadece mal bırakmazlar, iyilik ve kötülük yeteneklerini, hastalık ve sağlık
konusunda kalıtımsal özellikler, sapıklık, doğruluk, güzellik, çirkinlik, zeka
ve aptallık gibi şeyler de bırakırlar. Bu özellikler varislere de geçer,
hayatlarını etkiler ve ebediyyen onları terk etmezler. Onlar kendilerini
hastalık sapıklık ve aptallıktan kurtaramadıkları gibi -tüm araçlarıyla- devlet
de onları bu kalıtımlardan kurtaramaz.
İşte insan hayatındaki pratik fıtri oluşlar ve bunların dışında daha birçok
toplumsal yararlar için, yüce Allah miras hükmünü koymuştur.
7- Ana-babanın ve yakın akrabaların bıraktıkları mirasta erkeklerin
payı olduğu gibi kadınların da payı vardır. Bu miras ister az, ister çok
olsun, onda erkeğin ve kadının belirlenmiş payları vardır.
İşte bu, -prensip olarak- kadınlara da erkekler gibi miras hakkını veren
İslâm'ın ondört asır önce yerleştirdiği bir ilkedir. Bununla cahiliyenin
haksızlık ettiği ve haklarını yediği küçüklerin haklarını da korumuştur. Çünkü
cahiliye, savaş ve üretimdeki pratik değerlerine göre bakıyordu fertlere. İslâm
ise insana "insanlık" değerine göre bakan Rabbani bir sistem getirmiştir.
Kuşkusuz bu değer, hiçbir durumda insandan ayrılmayan temel bir değerdir. Ayrıca
-bundan sonra aile ve toplum içindeki pratik yükümlülüklerine göre bakar.
MİRAS
8- Eğer miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak
akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa onlara da bir şeyler veriniz ve
kendilerine gönül alıcı sözler söyleyiniz.
Miras düzeninde -değinileceği gibi- bazı akrabalar mirastan alıkonulurlar.
Akrabalıkları var, ancak, varis olamıyorlar. Çünkü onlardan daha yakın akrabalar
önlerine geçip mirastan yoksun bırakır onları. Ayetin akışı, mirastan alıkonulan
bu kişilere gönüllerini hoş tutmak için -paylaşmada hazır bulunurlarsa
sınırlandırmadan bir hak tanımaktadır. Bu şekilde malin paylaşıldığını
gördükleri halde bundan yoksun bırakılmalarından dolayı üzülmesinler. Bir de
ailesel bağların ve kalbi sevginin korunması amacına yöneliktir bu hak. Ayrıca,
genel dayanışma kuralı uyarınca bunun gibi yetim ve fakirler için de bir hak
ayrılmaktadır.
"Eğer miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak akrabalar, yetimler ve
yoksullar hazır bulunursa onlara da birşeyler veriniz ve kendilerine gönül alıcı
sözler söyleyiniz."
Bu ayet hakkında seleften farklı rivayetler gelmiştir. Kimine göre bu ayet,
miras payını sınırlandıran ayetlerce neshedilmiştir. Bazısı muhkem olduğunu
söylemiştir. Kimisi ayetin anlamının farz olduğunu söylemiştir. Kimisi de
varislerin hoşuna gittiği sürece müstehap olduğunu düşünmüştür. Biz burada nesh
olayına ilişkin bir kanıt göremiyoruz. Bize göre ayet muhkemdir. Bir taraftan
hükmün kesinliğine öte taraftan da hükmetmenin farz olduğu görüşündeyiz. Burada
denilen husus, her halukârda aşağıdaki ayetlerde sınırlandırılan miras
paylarından farklı bir şeydir.
9- Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının
hali nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar,
Allah'tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar.
10- Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan
başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır.
11- Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin
(kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder. Eğer ölenin ikiden çok kızı
varsa mirasının üçte ikisi onlarındır, eğer bir kızı varsa mirasın yarısını
alır.
Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu
ödendikten sonra artakalacak malının altıda birerlik bölümü anasına ve babasına
düşer. Eğer çocuğu olmaz da ana-babasını mirasçı olarak bırakarak ölürse anası
mirasının üçte birini alır. Eğer ölenin kardeşleri varsa mirasının altıda biri
annesine verilir. Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı
olacaklarını bilemezsiniz.
Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir.
Ayetlerin akışı, varislerin paylarını belirlemeye geçmeden önce yetimlerin
malını yemekten sakındırmaya dönüyor. Bu sefer kalpleri iki güçlü dokunuşla
uyarmak için dönüyor bu konuya. İlki, babalık merhametinin, zayıf zürriyete
karşı duyulan fıtri şefkatin ve hesaba çeken ve gözeten yüce Allah'ın korkusunun
kaynağına dokunuştur. İkincisi de, korkunç bir somut sahnede ateşten duyulan
korkunun, alevden yayılan ürpertinin yerine dokunuştur.
"Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur
diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar. Allah'tan
sakınsınlar ve doğru konuşsunlar."
"Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan
başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır."
İşte böyle ayet-i kerime ilk dokunuşu kalplerin içine küçük zürriyetlerine karşı
ince duygulara sahip babaların kalplerine yapıyor. Bunu da zürriyetlerini,
kanadı kırık, ne acıyanı ne de koruyanı bulunmayan bir durumda tasvir ederek
gerçekleştirmektedir. Böylece babalarını yitirdikten sonra kendilerine teslim
edilen yetimlere karşı şefkat duygularının harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır.
Çünkü onlar, kendilerinden sonra zürriyetlerinin, kendilerine emanet edilen şu
yetimler gibi sağ kalanlardan kime teslim edileceğini bilemezler. Bu arada yüce
Allah'tan korkmaları tavsiye edilmektedir. Belki yüce Allah onların küçüklerine
de takva sahibi, titiz ve şefkatli birini veli kılar. Ayrıca mallarını ve
eşyalarını gözettikleri gibi onları terbiye edip gözetirken yetimlere doğru söz
söylemeleri de tavsiye edilmektedir.
İkinci dokunuşa gelince... Bu, korkunç bir tablodur. Karınlardaki ateş
tablosu... Ve en sonunda varılacak yerdeki korkunç alev tablosu. Çünkü bu mal
ateştir. Ve onlar da bu ateşi yiyorlar. Kuşkusuz onlar sonuçta ateşe
varacaklardır. Bu, karınları ve derileri kavuran bir ateştir. İçi de dışı da
ateştir bunun. Bu ateş somuttur. Nerdeyse karınlar ve deriler hissedecek. Öyle
ki karınları ve derileri yakışını gözler görür gibi oluyor.
Kuşkusuz Kur'an'ın bu hükümleri, kat'i ve köklü işaretleriyle müslüman ruhlarda
yapacağını yapmıştır. Onları cahiliye tortularından kurtarmıştır. Onları
kuvvetle sarsmış, üzerlerinden bu tortuları gidermiştir. Kalplerine korku,
titizlik, takva ve yetimlerin malına dokunmaktan -evet dokunmak- sakınma
duygularını yerleştirmiştir. Yetimlerin mallarında, yüce Allah'ın şu güçlü ve
derin işaretleri bulunan ayetlerde sözünü ettiği ateşi görüyorlardı. Bu yüzden
yetimlerin mallarına dokunmaktan çok korkuyorlardı. Bu korkularında da oldukça
mübalağalı davranıyorlardı.
Ata b. Said yoluyla, Said b. Cübeyr'den o da İbn- Abbas'tan (Allah O'ndan razı
olsun) şöyle rivayet edilir: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler..."
ayeti indiğinde yanında yetim bulunan kimseler hemen yemeğini yetimin
yemeğinden, içeceğini içeceğinden ayırdılar. Yetim için birşey hazırlayıp
bekletirlerdi. O da yerdi ya da bozulurdu. Bu onların zoruna gitti. Bunu gidip
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) anlattılar. Bunun üzerine yüce Allah
şu ayeti indirdi:
"Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların durumlarını düzeltmek
hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle bir adada yaşıyorsanız, onlar artık
kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi
bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zora koşardı..." (Bakara suresi; 220)
Bunun üzerine yemeklerini yemeklerine, içeceklerini içeceklerine kattılar."
Kur'an'ın metodu bu vicdanları şu aydın ufuklara böyle yükseltiyordu. Onları
böylesine olağanüstü bir şekilde cahiliye karanlığından arındırıyordu.
MİRAS NİZAMI
Şimdi miras düzenine gelmiş bulunuyoruz. Bu da yüce Allah'ın anne-babaya yönelik
çocuklarına ilişkin bir tavsiye ile başlıyor. Bu tavsiye de gösteriyor ki, yüce
Allah, çocuklar konusunda anne-babadan daha merhametli, daha iyiliksever ve daha
adildir. Ayrıca bu düzenin tümden Allah tarafından olduğunu da göstermektedir.
Çünkü anne-baba ve çocukların, akraba ve yakınlarının arasında hükmeden odur.
Ona başvurmaktan, tavsiye ve hükmünü uygulamaktan başka seçenekleri yoktur
onların. Daha önce değindiğimiz gibi bütün surenin açıklama ve kapsamıyla
uğraştığı "din"in anlamı budur. Böylece miras konusunda genel bir ilkenin
belirlenmesine başlamaktadır ayet. "Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah
size erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi
emreder."
Sonra bu büyük gerçeğin ve genel ilkenin gölgesinde ayrıntılara ve payların
dağıtılmasına geçmektedir. Bu ayrıntılar iki ayeti kapsamaktadır. Birincisi
varislerin usul (babadan yukarısı) ve furu (çocuktan aşağısı) olmalarına
ilişkindir. İkincisi de evlilik ve (ölenin usul ve furunun bulunmaması durumu)
durumlarına özgüdür. Sonra surenin son ayetinde Kelâle (yeri gelince
değineceğiz)'nin bazı durumlarını tamamlamak için mirasa ilişkin geri kalan
hükümler gelmektedir.
Surenin sonunda yer alan aşağıdaki ayetlerde bu iki ayete bağlıdır.
"Senden fetva isterler. Onlara de ki; Geride ne ana-baba ve ne de çocuk
bırakmaksızın ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah size şu
hükmü öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi varsa
mirasının yarısı kız kardeşine düşer Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın ölen kız
kardeşinin mirasının tamamını alır. Eğer adamın iki kız kardeşi varsa bunlara
mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem erkek hem de kız kardeşleri varsa erkeğin
payı, kızın payının iki katı olur. Allah şaşırmayasınız diye, size hükmünü böyle
açıklıyor. Allah herşeyi bilir." (AI-i İmran suresi; 176)
Şu üç ayet feraiz ilminin -yani miras ilminin- temel esaslarını içermektedir.
Ayrıntılara gelince bazısını Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
uygulaması belirlemiştir. Geri kalanını da fakihler, temel esaslar uyarınca
içtihat yoluyla belirlemişlerdir. Burada konunun ayrıntı ve uygulamasına girme
imkanı olmadığından ve esasında yeri de fıkıh kitapları olduğundan -Fi Zılâl-il
Kur'an'da bu hükümlerin yorumu ve kapsadığı İslâm metodunun temellerinin
değerlendirilmesiyle yetiniyoruz.
"Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size, erkeklere, kızlarınınkinin
(kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder."
Bu başlangıç -daha önce de anlattığımız gibi- bu feraizin döndüğü temeli ve
kaynaklandığı merciyi göstermektedir. Yüce Allah'ın çocuklar konusunda anne
babadan daha merhametli olduğunu gösterdiği gibi. Çünkü o bir şeyi farz
kılıyorsa bu, anne-babanın onlar için istediğinden daha iyidir.
Her iki anlam da birbirine bağlıdır ve birbirini tamamlamaktadır.
Kuşkusuz tavsiye eden, farz kılan ve mirası insanlar arasında bölüştüren yüce
Allah'tır. Nitekim herşeyi tavsiye edip farz kılan ve bütün rızıkları insanlar
arasında bölüştüren de O'dur. Düzen, şeriat ve kanunlar Allah'tan alınır.
İnsanlar hayatlarının belli başlı konularında -mallarının, geride
bıraktıklarının, zürriyetleri, çocukları arasında bölüştürülmesi gibi- Allah'a
başvurmalıdırlar. İşte din budur. O halde hayatlarıyla ilgili tüm konularda
sadece Allah'a başvurmadıkları sürece insanların dini yoktur. Bu işlerden
herhangi biri için -büyük veya küçük diğer bir kaynağa başvurdukları sürece
orada İslâm'dan söz edilemez. Orada şirk var, küfür var ve İslâm'ın köklerini
insanların hayatından söküp atmak için geldiği cahiliye var.
Yüce Allah'ın tavsiye ettiği, farz kıldığı ve insanların hayatında hükmettiği
herşey -bunlar arasında, mallarının ve geride bıraktıkları şeylerin
zürriyetlerinin ve çocuklarının arasında bölüştürülmesi gibi en özel işlerine
ilişkin hükümler de olmak üzere- kendi kendilerine paylaştıklarından ve
zürriyetleri için seçtiklerinden daha iyi ve daha yararlıdır. İnsanların, "Biz
kendimiz seçeriz ve bizim yararımıza olanı en iyi biz biliriz" demeye hakları
yoktur. Çünkü bu -batıldan da öte- küstahlıktır, büyüklenmedir, Allah'a karşı
bilgiçlik taslamadır. Küstah cahillerden başkasının yeltenemeyeceği boş bir
iddiadır.
Avfi İbn-i Abbas'tan (Allah O'ndan razı olsun) rivayet ediyor: "Mirasınızın
bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki
katı kadar pay vermenizi emreder."
İçinde yüce Allah'ın erkek ve kız çocuğu ve anne-babanın miras bölüşmesindeki
paylarını belirleyen hükümleri inince insanların -veya bazısının- hoşuna
gitmedi. "Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor, kız çocuğa yarısı
veriliyor ve küçük çocuklara da veriliyor. Oysa bunlardan hiçbiri düşmanla
savaşamaz ve ganimet toplayamaz" demeye başladılar. Ardından "Bu konuyu hiç
konuşmayın belki Resulullah unutur ya da biz söyleriz de değiştirir" dediler.
Sonra da gidip "Ya Resulullah kız çocuğuna babasının mirasının yarısı veriliyor,
oysa ne ata binebilir ne de düşmanla savaşabilir. Çocuğa da miras veriliyor.
Oysa hiçbir işe yaramıyor" dediler. Cahiliyede böyle yapıyorlardı. Düşmanla
savaşamayanlara mirastan hiçbir pay vermezlerdi. Savaşana da bol bol verirlerdi
" ( İbn-i Ebu Hatem ve İbn-i Cerir rivayet etmiştir.)
Bu Allah'ın farz ettiği ve adaletle ve hikmetle paylaştırdığının karşısında bazı
göğüslerde depreşen Arap cahiliyesinin mantığıdır. Allah'ın farzı ve paylaşması
karşısında bugün bazı gönüllerde depreşen çağdaş cahiliyenin mantığı Arap
cahiliyesinin mantığından az çok farklı olabilir. Çağdaş mantık şöyle diyor:
Çocuklarımız arasında emek sarf etmeyen ve yorulmayanlara nasıl mal veririz? Bu
mantık da böyle...Her ikisi de hikmeti kavrayamıyor, edepli davranamıyor. Bu
yüzden ikisi de cehalet ve edepsizlikte birleşiyor.
"Erkeğe dişinin iki payı.."
Ölünün erkek ve kız çocuklarından başka varisleri yoksa bunlar, "kıza bir pay
erkeğe de kızın iki payı verilir." Esasına göre tüm terekeyi alırlar.
Bu işte bir cinsin diğer cinse göre kayırılması gibi bir durum söz konusu
değildir. Konu tamamen aile yapısında ve İslâm'ın toplumsal düzeninde erkek ve
kadının yüklerinin arasında denge ve adaleti gözetmek amacına yöneliktir.
Çünkü erkek kadınla evlenirken onun ve ondan olan çocuklarının ihtiyaçlarını
karşılamayı da üstlenmektedir. Kadın ister onunla beraber olsun ister boşanmış
olsun fark etmez. Kadına gelince ya kendi başına kalacaktır, ya da evlenmeden
veya önce kendisine bakan bir erkek olacaktır. Hiçbir zaman ne kocasının ne de
çocuklarının nafakasından sorumlu değildir. Erkek ise -en azından aile yapısında
ve İslâm'ın toplumsal düzeninde kadının yükünü hafifletmekle yükümlüdür. Bu
yüzden şu hikmet bölüşümde külfet ve nimet arasında bir uygunluk olduğu gibi
adalet de görülmektedir. Bunun dışında bu paylaşımla ilgili söylenen sözler bir
açıdan da Allah'a karşı edepsizliktir. Ayrıca toplumsal ve ailevi düzen içinde
beraberinde hayatın dengede kalamayacağı bir sarsıntıdır.
Paylaşma, temelden furuu sayılanların varis olduklarının belirlenmesiyle
başlıyor.
"Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır."
Ölenin erkek çocuğu yoksa ve iki veya daha fazla kız çocuğu varsa mirasın üçte
ikisi onlarındır. Bir kız çocuğu varsa o zaman da yarısı onundur. Sonra
terekenin geri kalan kısmı yakın akrabalarına verilir. Baba, veya dede yahut öz
kardeş veya babanın kardeşi, ya da amca veya usulun çocukları gibi.
Nass şöyle diyor: "Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi
onlarındır." Bu da -ikiden fazla olmaları durumunda- kızlara üçte iki pay
verileceğini gösteriyor. Sadece iki kızın mirastan alacakları üçte ikilik payın
belirlenmesine gelince bu konuda Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)
sünneti ve surenin sonundaki ayette zikredilen iki kız kardeşin durumuna yapılan
kıyasla çözümlenmiştir.
Resulullah'ın sünnetine gelince Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace Abdullah b.
Ukeyl kanalı ile Cabir'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ya Resulullah şu ikisi
Sa'd b. Rebi'nin kızlarıdır. Babaları Uhud günü seninle beraber iken şehid
düştü. Amcaları onlara hiç şey bırakmadan tüm mallarını aldı. Malları olmadan da
kimse onları nikahlamıyor" dedi. Cabir diyor ki: Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun) buyurdu: "Yüce Allah bu konudaki hükmünü bildirecektir." dedi.
Bunun üzerine miras ayeti nazil oldu. Resulullah amcalarına "Sa'dın kızlarına
malın üçte ikisini, annelerine sekizde birini, vermesini gerisini de kendisine
ayırmasını" haber verdi.
Bu Resulullah'ın iki kızın üçte ikilik paylarım vermesidir. Bu da gösteriyor ki,
iki veya daha fazla kızların bu durumda paylarına üçte ikisi düşmektedir.
Bu paylaşmanın başka bir esası da vardır. Bu da iki kız kardeşten söz eden diğer
ayette geçmektedir. "Eğer kız kardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte
ikisini alırlar". Birinci kısımda iki kız çocuğuna üçte ikilik payın verilmesi
iki kız kardeşe kıyasla yapılmıştır. Bu durumda bir kız çocuğu bir kız kardeşle
eşit olduğu da ortaya çıkmış oluyor.
Çocukların paylarının belirlenmesinden sonra -şayet sağ iseler- anne-babanın
değişik durumlardaki paylarının belirlenmesi geliyor. Çocukların varlığı veya
yokluğu gibi.
"Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten
sonra..."
Anne-babanın mirasta değişik durumları vardır:
Birinci durum: Çocuklarla birleşmeleri ve her birine altıda bir payın verilmesi.
Geriye kalanın erkek çocuğuna veya bir ya da daha fazla kız kardeşle birlikte
erkek kardeşe verilmesi. Tabii ki erkeğe iki dişinin payı verilir. Ölünün bir
kızdan başka çocuğu yoksa kız çocuğuna mirasın yarısı verilir. Anne-babanın her
birine de altıda bir pay verilir. Baba bunu dışında (asabiyet) yakınlık
itibarıyla altıda birlik bir pay daha alır. Bu şekilde farz ve (asabiyet)
yakınlık birleştirilmiş olur. Ancak ölünün iki veya daha fazla kızı bulunursa
bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Anne-babanın herbiri de altıda bir pay
alır.
İkinci durum: Ölünün ne çocuğu, ne kardeşi, ne kocası ya da karısı bulunmazsa
anne-baba tek başlarına mirası alırlar. Anneye üçte bir verilir. Baba ise
(asabiyet) yakınlık hasebiyle geri kalanını alır. Bu şekilde annenin payına
düşenin iki katını almış olur. Şayet anne-babayla beraber ölünün kocası veya
karısı da bulunursa, koca mirasın yarısını alır, karısı ise dörtte birini alır.
Anne de üçte birlik payını alır. (Bütün mirasın üçte birini mi yoksa koca veya
karısının payını almasından sonraki kısmın üçte birini mi alır? Bu konuda
fakihlerin görüşleri farklıdır? Geri kalan kısmının da payı anneninkinden az
olmaması için asabiyet nedeniyle baba alır.
Üçüncü durum: Anne-babanın kardeşlerle beraber olmasıdır. Anne-babadan olmaları
ya da bir babadan veya bir anneden olmaları fark etmez- Ancak bu kardeşler baba
ile beraber bir şeye varis olamazlar. Çünkü baba onlardan önce gelir ve asabiyet
bakımından erkek çocuktan sonra o gelir. Bununla beraber kardeşler, annenin üçte
birlik payına engel olup bunu altıda bire çıkarırlar. Kardeşlerle beraber anneye
sadece altıda bir pay verilir. Ölünün kocası ya da karısı yoksa geri kalan
terekeyi baba alır. Ancak bir tek kardeş annenin üçte birlik pay almasına engel
olmaz. Aynı şekilde ölünün çocuğu veya kardeşi yoksa birlikte üçte bir pay
alırlar.
Ancak bütün bu paylaşmalar, ölünün vasiyeti yerine getirilip borcu ödendikten
sonra söz konusu olabilir.
"Ana-babanız mı,yoksa evlatlarınız mı size daha yararlı olacaklarını
bilemezsiniz.."
İbn-i Kesir tefsirinde "Selef ve Halef uleması borcun vasiyetten önce geldiğinde
birleşmişlerdir" der. Borcun öncelikli olması anlaşılır bir meseledir. Çünkü
bu,başkalarının hakkıyla ilgilidir. Bu yüzden borç verenin hakkını ödemek ve
borçlunun zimmetini kaldırmak için mal bırakmışsa borçlunun malından borcunu
ödemek zorundadır. İslâm, hayatı vicdan titizliği, uygulamalarda güvenirlilik ve
toplumun atmosferinde huzur gibi temellere dayanması için borç zimmetinin
kaldırılmasına büyük özen gösterir. Bu yüzden borcu borçlunun ölümünden sonra
bile zimmetinden kurtulamadığı bir hak olarak boynunda bırakıyor.
Ebu Katade (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dedi; Adamın biri "Ya Resulullah,
şayet Allah yolunda öldürülürsem hatalarım affolunur mu?" dedi. Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) "Evet, şayet sen sabreder, sevabı Allah'tan
bekler, ilerler ve kaçmayıp öldürülürsen affolunursun" buyurdu. Sonra adam
"Nasıl dedin?" dedi. Resulullah da tekrar edip şöyle dedi "Evet ama borç hariç.
Çünkü Cebrail bunu bana haber verdi " (Müslim, Malik, Tirmizi, Nesai)
Yine Ebu Katade'den şöyle rivayet edilir: "Nebi'ye (selâm üzerine olsun)
namazını kılması için bir cenaze getirdiler. Resulullah "Arkadaşınızın namazını
siz kılın. Çünkü borçludur" dedi. Dedim ki "Ya Resulullah, borcunu ben üzerime
alıyorum", "Ödeyecek misin?" dedi. "Evet ödeyeceğim" dedim. Bunun üzerine
namazını kıldı."
Vasiyyet ise ölünün isteğine bağlıdır. Bazı varislerin bazısına engel olduğu
bazı durumları telafi etmek için vasiyet etmiş olabilirler. Ya da onlarla
varisler arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve daha gelişme göstermeden
kıskançlık, kin ve çekişme nedenlerini ortadan kaldırmak gibi aile için yararlı
şeyler de düşünülmüş olabilir. Varis olan için vasiyet edilmez. Bu da, miras
bırakanın varisleri bu haktan yoksun bırakmaması için bir güvencedir.
"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını
bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz
Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Birinci dokunuş, bu farizalar karşısında ruhları temizlemek amacına yönelik
Kur'anî bir ayırmadır. Kimi insanların babalık şefkatleri oğullarını babalarına
tercih etmeye yöneltebilir. Çünkü oğullar karşısındaki fıtri zaaf daha büyüktür.
Bazılarında bu zaaf, terbiye ve ahlâk duygularına yenilir ve babalarını tercih
etmeye yönelirler. Kimisi de fıtri zaaf ve terbiye duygusu arasında kararsız ve
şaşkın bir durumda kalır. Nitekim, daha önce, veraset hükmünün nazil olduğunda
bazılarının durumuna işaret ettiğimiz gibi çevrede geleneksel mantığıyla belli
yönlere sevk edebilir. Bu yüzden yüce Allah, bütün gönüllere huzur, hoşnutluk,
emrine ve farz kıldıklarına teslimiyet duygularını yerleştirmek istemiştir. Bunu
da, herşeyi yüce Allah'ın bildiğini ve kendilerininse hangi akrabanın yarar
bakımından daha yakın olduğunu ve iyilik bakımından hangi bölüşmenin iyi
olduğunu bilmediklerini belirtmekle sağlıyor.
"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha yararlı olacaklarını
bilemezsiniz."
İkinci dokunuş, sorunun temelini belirlemek içindir. Buna göre sorun, heva ve
yakın menfaat sorunu değildir. Din ve şeriat sorunudur.
"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır."
Babaları ve oğulları yaratan Allah'tır. Malları ve rızıkları veren O'dur. Farz
kılan ve bölüştüren O'dur. Kanunları da O koyar. İnsanlar kendi kendilerine
kanun koyamazlar. Hevalarına göre hükmedemezler. Üstelik onlar yararlarının
nerede olduğunu da bilemezler.
"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Akıştaki üçüncü dokunuş, kalplere yüce Allah'ın insanlar için hükmettiğinin
-nitekim bu esastan başkasına başvurmaları söz konusu olamaz- Bir ilim ve
hikmete dayandığına, bu yüzden kendileri için daha yararlı olduğunu
hissettirmektedir. Allah hükmeder, çünkü O bilir -onlarsa bilmezler- Allah farz
kılar çünkü 0 hikmet sahibidir. Onlarsa hevalarına tabi olurlar.
Bu değerlendirmeler, işi temel eksenine döndürmek için daha miras hükümleri
bitmeden bu şekilde aralarda yer almaktadır. Bu, sorunun itikadi eksenidir. Ve
bu, Allah'ın hükmüyle hükmolunmak, farzları O'ndan almak ve O'nun hükmünden
hoşnut olmak anlamına gelen "Din"i açıklayıcı bir eksendir.
"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah
herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Ardından bu farzlardan geri kalanların açıklanmasına geçiliyor.
12- Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetleri yerine
getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı size
düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte biri sizin
olur.
Eğer siz, geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz, vasiyetiniz yerine getirildikten
ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın dörtte biri eşinize düşer.
Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki payı sekizde birdir.
Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür
(kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyeti yerine getirildikten ve
borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının altıda birlik bölümü kardeşlerine
düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiç
birine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür.
Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve
kullarına karşı yumuşaktır.
Hükümler son derece açık ve incedir. Karısı öldüğünde -erkek ya da kız çocuğu da
yoksa, mirasın yarısını alır. Ancak -erkek veya kız, bir veya daha fazla çocuğu
varsa koca mirasın dörtte birini alır. Karım oğullarının çocukların kendi
çocukları gibi kocanın payını yarıdan dörtte bire düşürürler. Başka kocadan olan
çocukları da kocanın mirasından yarısını almasına engel teşkil ederler böylece
payını dörtte bire düşürürler. Daha önce değişildiği gibi mirasın bölüşümü
borcun, sonra da vasiyyetin yerine getirilmesinden sonradır.
Koca ölürse -ondan çocukları da yoksa- karısı mirasın dörtte birini alır. Şayet
-erkek veya kız, bir veya daha fazla, ondan veya başkasından aynı şekilde aynı
sulpten gelen- çocukları varsa bunlar karının dörtte birlik payını sekizden bire
düşürürler. Borcu ödemek sonra da vasiyyeti yerine getirmek mirasta her zaman
varislerden önce gelir.
İki, üç ve dört karı bir karı gibidirler. Dörtte bir veya sekizde birlik payda
ortaktırlar.
İkinci ayette yer alan son hüküm Kelale (baba ve çocuğu bulunmayan)'nin
mirasıyla ilgilidir.
"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür
(kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyyeti altıda bir bölümü
kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte
biri..."
"Kelale"den kastedilen, ölüye -usul veya furu olmayıp- bunlar gibi bir bağı
olmayan ve zayıf bir bağla akraba olan varislerdir. Hz. Ebu Bekir'den (Allah
O'ndan razı olsun) "kelale"den sorulmuş o da şöyle cevap vermişti: "Bu konuda
kendi görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa benden ve
şeytandandır. Allah ve Resulü bundan uzaktırlar.`Kelale' çocuğu ve babası
bulunmayan kişidir." Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) idarede bulunduğu zaman
"Ben Ebu Bekir'in görüşüne muhalefet etmekten haya ederim" demişti. (İbn-i Cerir
ve diğerleri Şa'bi'den rivayet ederler)
İbn-i Kesir tefsirinde "İbn-i Mes'ud ve Ali böyle dedi. İbn-i Abbas ve Zeyd b.
Sabit'den birden fazla kişi tarafından doğrulanmıştır. Şa'bi, Nehai, Hasan,
Katade, Cabir b. Zeyd ve (el-Hakem) bu görüştedirler. Medineliler Kufe ve
Basralılar bu görüşü kabul ediyorlar. Yedi Fakih, dört imam, Selef ve Halefin
çoğu hatta tümü bu görüştedir. Bu görüş üzerinde birden fazla icma nakledilir"
der.
"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür
(kelâle) de erkek ya da kız kardeş bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten ve
borcu ödendikten sonra artakalacak mirasın altıda birlik bölümü kardeşlerine
düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte biri..."
Ölünün -aynı anneden- bir erkek bir de kız kardeşi olursa, bunlar da ayrı
babalardan veya bir babadan olurlarsa, surenin son ayetinde belirtilen "Erkeğe
İki dişinin payı kadar" kuralı uyarınca mirası alırlar. İster erkek, İster kız
olsunlar altıda birlik payları yoktur. Bu hüküm anneleri bir kardeşleri içindir.
Çünkü onlar erkek ya da kız altıda bir payı farz olarak alıyorlar, asabiyet
yoluyla değil. Asabiyet, farz kılınanlardan sonra mirasın tümünü veya artan
kısmını almaktır.
Sayıları ve cinsleri ne olursa olsun. Benimsenen görüşe göre hepsi de eşit
olarak mirastan üçte bir pay alırlar. Ancak bu üçte birlik paydan "erkeğe iki
dişinin payı kadar" kuralınca yararlanırlar görüşü de mevcuttur. Ancak birincisi
daha açıktır. Çünkü bu bizzat ayetin erkek ve dişiyi eşitlediği ilkeye daha
uygundur. "Onlardan her birisi için altıda bir pay vardır."
Anneleri bir olan kardeşlerin durumu -bu yüzden- geri kalan varislere karşı
değişiklik arz eder.
Birincisi, erkekleri ve dişileri mirasta eşittirler.
İkincisi, ölü ve kelâle (çocuğu ve babası bulunmayan) almadığı sürece, onlar
varis olamazlar. Baba, dede, çocuk ve çocuğun çocuğu ile beraber varis
olamazlar.
Üçüncüsü, erkek ve dişileri ne kadar çok olsa bile bunların mirastaki payı üçte
birin üzerine çıkmaz.
"Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri hiçbirine
haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür."
Burada adalet ve iyiliğe dayanması için vasiyyetin varislere zarar vermesinden
sakındırma yer almaktadır. Bununla beraber borç vasiyyetten önceliklidir. Her
ikisi de daha önce dediğimiz gibi varislerden önce gelir.
Sonra -birinci ayette olduğu gibi- ikinci ayette de bir sonuca bağlama yer
almaktadır
"Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve
kullarına karşı yumuşaktır."
Bu sonucun tekrarlanması güçlendirmek ve iyice yerleştirmek amacına yöneliktir.
Bu farizalar, "Allah'tan birer vasiyyettir". Ondan kaynaklanmaktadırlar. Ve
sonuçta ona döneceklerdir. Hevadan kaynaklanmadıkları gibi hevaya da uymazlar.
Bir bilgiden kaynaklanmışlardır. Bunlara uymak zorunludur. Çünkü, kanun koyma ve
rızıkları dağıtma hakkına tek başına sahip bir kaynaktan gelmişlerdir. Bunları
kabul etmek gerekir, çünkü gerçek ve doğru bilgiye tek başına sahip bir
kaynaktan doğmaktadırlar.
ALLAH'IN HUDUDU
İslâm inancının temel ilkenin üst üste pekiştirildiğini, ısrarla vurgulandığını
görüyoruz. Emirleri ve yasaları sırf yüce Allah'tan alma ilkesinin yani. Bunun
tersi küfürdür, yüce Allah'a baş kaldırmaktır, bu dinin çerçevesi dışına
çıkmaktır.
İşte miras paylarına, miras buyruklarına ilişkin bir uyarı niteliğini taşıyan ve
bu payları, bu buyrukları "Allah'ın sınırları" diye tanımlayan şu iki ayet, bu
temel ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor. Okuyalım:
13- Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamber'e
itaat ederse Allah onları içinde ebedi olarak kalacakları, altlarından ırmaklar
akan Cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
14- Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamber'e karşı gelir, O'nun çizdiği
sınırları aşarsa Allah onu, içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennem'e atar.
Onun için onur kırıcı bir azap vardır.
Yüce Allah'ın bilgisi ve hikmeti uyarınca ortaya koyduğu gerek ailenin iç
ilişkilerini ve gerekse toplumun ekonomik ve sosyal ilişkilerini düzenlemek için
önerdiği bu yasalar, bu hükümler "Allah'ın sınırları"dırlar. Bu ilişkilerde son
çözüm yolu olsunlar, miras bölüşümünün bağlayıcı kararlarını oluştursunlar diye
yüce Allah tarafından belirlenmiş sınırlardır.
Bu konuda yüce Allah'a ve Peygamberimize uymanın zorunlu sonucu "İçinde sürekli
kalınacak olan Cennet" ile "Büyük kurtuluş, büyük başarı"dır. Buna karşılık bu
sınırları çiğneyerek yüce Allah'a karşı gelmenin zorunlu sonucu da "İçinde
sürekli kalınacak Cehennem" ile "Onur kırıcı, utandırıcı azap"tır.
Niçin? Evet, niçin miras hukuku gibi alanı sınırlı bir yasal düzenlemede, hatta
bu hukukun ayrıntılı bir hükmünde, ayetin deyimi ile "Allah'ın sınırlarının"
belirli bir çizgisindeki itaatin ya da karşı gelmenin zorunlu sonuçları bu kadar
ağır, bu kadar dramatik oluyor?
Meselenin içyüzünü, derine inen kökünü bilmeyenlere bu zorunlu sonuçlar,
karşılıkları olan eylemlerden ve davranışlardan daha ağır gelebilir.
Bu meseleyi bu surenin ileride okuyacağımız birçok ayeti açıklıyor. Surenin ana
hatlarını tanıtan giriş bölümünde bu ayetlere değinmiştik. Bu ayetler dinin
anlamını, imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklayan ayetlerdir. Fakat miras
ayetlerinin arkasından gelen, uyarı amaçlı bu iki önemli ayetten söz etmişken bu
meseleye şimdiden kısaca değinebiliriz. Şöyle ki:
Gerek bu dinin -yani İslâm dininin- ve gerekse tarihin şafağından itibaren
insanlığa gelmeye başlayan bütün peygamberlerin getirdikleri ilahi dinlerin
açısından temel şudur: İlahlık yetkisi kimindir? Şu insanların Rabbi olma
yetkisi kime aittir?
Bu sorunun iki zıt, iki alternatif cevabı vardır. Bu dinle ilgili herşey, tüm
insanlar ile ilgili herşey bu iki cevaba dayanır, bu iki cevabın bağlayıcı
sonucu olarak ortaya çıkar.
Evet, ilahlık yetkisi kimindir, Rabb olma yetkisi kime aittir?
Cevaplardan birincisine göre bu yetki sırf yüce Allah'a aittir, yaratıklardan
hiçbirinin bu yetkide zerre kadar payı yoktur. İşte bu İslâm'dır, işte bu
imandır, işte bu dindir.
İkinci cevaba göre bu yetki yüce Allah ile bazı yaratıkları arasında ortaktır,
ya da bütünüyle bazı yaratıkların tekelindedir. Bu ise ya şirktir, Allah'a ortak
koşmaktır, ya da açık küfürdür.
Ya ilahlığın ve Rabblığın sırf yüce Allah'ın tekelinde olduğuna inanılır. Bu
inanç kulların sırf Allah'a bağlanmaları, tek olarak Allah'a kul olmaları, tek
Allah'a itaat etmeleri, ortağı olmayan tek Allah'ın hayat sistemine uymaları
anlamına gelir. Bu durumda İnsanların hayat sistemini tek başına yüce Allah
belirleyecek, insanların uygulayacakları temel yasaları tek başına yüce Allah
koyacak; insanların değer yargılarını, hayat pratiklerini ve
sosyal kurumlarını yine tek başına yüce Allah dikta edecektir. Yüce Allah'ın
dışında hiçbir kişinin ya da hiçbir grubun bu yetkide payı yoktur. İnsanların bu
alanda getirecekleri yasal düzenlemeler, mutlaka yüce Allah'ın temel yasalarına
dayalı olmak zorundadır. Çünkü bu yetki ilahlığın, Rabblığın gereğidir; onun
kendine has niteliklerinin bariz ve dolaysız göstergesidir.
Ya da bu yetki yüce Allah'ın yarattıklarından birine yakıştırılacak, söz konusu
yetkinin bu yaratık tarafından ya yüce Allah ile ortak biçimde ya da tek başına
kullanıldığına inanılacaktır. Bu ise insanların yüce Allah'tan başkasına
bağlanmaları, yüce Allah'tan başkasına kul olmaları ve yüce Allah'tan başkasına
itaat etmeleri demektir. Bu da yüce Allah'ın kitabına, yüce Allah'ın otoritesine
dayanmayan, başka ilham kaynaklarına dayanan ve yetkilerini bu "başka" ilham
kaynaklarından alan birtakım insanlar tarafından ortaya konmuş sistemlere,
düzenlere, hukuki düzenlemelere ve değer yargılarına uyma biçiminde ortaya
çıkar. Bundan dolayı bu durumda ortada ne din, ne iman ve ne de İslâm vardır.
Ortada olan şey kâfirliktir, fasıklıktır, müşrikliktir, yüce Allah'a baş
kaldırmadır.
İşte "mesele" bütün gerçekliği ve yalınlığı ile budur. Bundan dolayı yüce
Allah'ın sınırlarını birtek meselede çiğnemek ile O'nun şeriatına karşı baş
kaldırmak arasında fark gözetilmemektedir. Çünkü bu açıdan bakınca o bir tek
mesele de dindir, şeriatın tümü de dindir. Önemli olan insanların yaşama
tarzları konusunda hangi ilkeye dayandıklarıdır. Acaba bu temel ilke ilahlık ve
Rabblık yetkisine -bütün karakteristik nitelikleri ile- sırf yüce Allah'ın
tekeline mi dayandırmaktadır. Yoksa ya bu yetki yüce Allah ile bazı kulları
arasında bölüştürülmekte ya da sırf o kullara tanınarak kulun kula kulluğuna mı
inanılmaktadır. Önemli olan bu ilkelerden hangisinin benimsendiğidir. Yoksa
insanların bu dinden olduklarını iddia etmeleri, hayatlarının pratik
uygulamaları ile değil de sırf dilleri ile müslüman olduklarını ileri sürmeleri
değildir!
Miras paylarının yasal mirasçılara bölüştürülmesi konusunda bir yandan Allah'a
ve Peygamberimize itaat etmekle altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli
kalınacak Cennetler arasında ve bir yandan da Allah'a ve Peygamberimize karşı
gelmekle süresiz ve onur kırıcı Cehennem azabı arasında ilişki kuran yukardaki
iki uyarı amaçlı ayet, işte bu büyük gerçeğe işaret ediyor.
Yine bu büyük gerçek bu suredeki diğer birçok ayetin ana fikrini oluşturmakta,
bu ayetlerde tartışmaya, zorlamalı yorumlara açık kapı bırakmadan, açık ve kesin
bir ifade ile dile getirilmektedir.
Ayrıca bu gerçeği yeryüzünde kendini müslüman sayan herkesin son derece belirgin
bir şekilde kavraması gerekir. Böylece herkes müslümanlık nerede kendisi nerede;
bu din nerede, yaşama tarzı nerededir bunu açıkca görmelidir.
Şimdi burada İslâm'ın mïras sistemi konusunda birkaç kısa söz söylememiz
gerekir. Bu söyleyeceklerimizi "Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi
kadınlar da kazançlarından pay alırlar" ilkesi ile "Allah size
erkeklere, kadınlarınkinin iki katı kadar pay vermenizi emreder"
ilkesini ortaya koyarken söylediklerïmize eklemek gerekir.
Bu miras sistemi hem insan fıtratının ve hem de bütün yönleri ile aile düzeninin
ve insanlık hayatının gerçekleri ile uyumlu bir sistemdir. Eğer biz bu sistemi,
gerek eski ve gerekse modern cahiliye dönemlerinde ve dünyanın herhangi bir
yerinde uygulanan miras sistemi ile karşılaştırırsak bu gerçeği açıkça görürüz.
Bu sistem aile-içi sosyal dayanışmayı tam anlamı ile göz önüne
alır. Bunun sonucu olarak miras paylarını, ailedeki herkesin bu sosyal
dayanışmadaki sorumluluk payına göre dağıtır. Meselâ ölenin ana-babası gibi
miras payları belli yakınlardan sonra yakın akrabalara (asabe) öncelik
tanınıyor. Çünkü bu yakın akrabalar, adamın geçim yükünü üstlenme konusunda da
öncelikle sorumlu oldukları gibi eğer bir adam öldürme olayı meydana gelirse
onun adına Diyeti ve diğer para cezalarını ödeyecek olanlar da onlardır. Demek
oluyor ki, bu sistem kendi içinde bütünlük yansıtan, uyumlu bir sistemdir
Bu sistem insanlık ailesinin bir tek kişiden türeyip oluştuğu ilkesini de göz
önünde tutar. Bunun sonucu olarak kadını ve çocuğu, sırf kadın ve çocuk
oldukları için mirastan mahrum etmez. Çünkü bu sistem -biraz önce değindiğimiz
gibi- pratik yararları göz önünde tuttuğu gibi insanlığın bir kişide birleştiği
ilkesini de göz önünde bulundurur. Bu ilkeye bağlı olarak insanlar arasında
cinsiyet farkı gözetmez, yalnız aile-içi ve sosyal dayanışmadaki yükümlülük
paylarının gerektirdiği farklılıkları hesaba katar.
Bu sistem genel anlamda hayat olgusunun karakterini ve özel anlamda insan
fıtratının yapısını göz önüne alarak miras bölüşümünde genç kuşağa öncelik
tanır, onu yaşlı kuşağın ve diğer akrabaların önüne çıkarır. Çünkü genç kuşak,
devamlılığın ve türü korumanın canlı aracıdır. Bundan dolayı canlılık ve hayat
olgusunun bakış açısı ile önem önceliği hakkına sahiptir. Bununla birlikte bu
sistem, ne yaşlı kuşağı ve ne de diğer yakın akrabaları mirastan mahrum tutmuş
değildir. Tersine fıtratın köklü mantığı uyarınca bunların her birine pay
ayırmıştır.
Genel olarak bütün canlılar, özellikle insanlar soyları ile ilişkilerinin
kopmamasını, yeni kuşakların varlığında, devamlılık kazanmayı arzu ederler. Bu
sistem, bu içgüdünün istekleri ile atbaşı yürür. Bir ömür boyu elemeğinden
arttırabildiklerini biriktiren insanoğlunu, soyunun bir birikimden yoksun
kalmayacağı, öldüğünde bu mal birikiminin ailesine miras olarak kalacağı
güvencesi ile tatmin eder. Bu güvence insanoğlunu daha çok çalışmaya sevk eder.
Bu şevkle birkaç katına çıkabilecek olan alın teri ürünlerinden aslında bütün
toplum yararlanmış olur. Üstelik bu sistemin önerdiği yaygın, sağlıklı ve somut
sosyal dayanışma ilkesi zedelenmez.
Son olarak bu miras sistemi servetin her genç kuşakla yeniden bölüşülmesini,
kuşaktan kuşağa dağıtıma uğramasını sağlar. Böylece servetlerin sürekli
çoğalarak belirli ellerin tekeline girmesi önlenmiş olur. Oysa mirasın sadece
erkek çocuğa ya da çok sınırlı aile fertlerine geçmesini öngören sistemler,
sözünü ettiğimiz servet tekelciliğini hızlandırmış olurlar. Bu açıdan bakınca
İslâm'ın miras sistemi, ekonomik düzenin yeniden yapılanmasında, zorlamacı
devlet müdahalesine gerek kalmadan bu düzenin dengeye kavuşturulması hususunda
etkin ve sürekli bir araç rolü oynar. Oysa özü bakımından cimri ve mal tutkunu
olan insan tabiatı, sözünü ettiğimiz zorlamacı devlet müdahalesinden hoşlanmaz.
Oysa bu sürekli servet bölüşümü, sık sık yenilenen bu mal dağılımı insan nefsini
rahatsız etmeden, onun direnci ile karşılaşmadan gerçekleşir. Çünkü bu operasyon
onun fıtratı ile, onun cimriliği ile, onun mal tutkunluğu ile uyumlu bir nitelik
taşır. İşte insan nefsine ilişkin yüce Allah'ın şeriatı ile insan yapısı yasal
düzenlemeler arasındaki temel fark budur!
Surenin birinci bölümünün eksenini şu konular oluşturuyordu: Yetimlerin
mallarını ve kişiliklerini, gerek aile içinde ve gerekse toplum düzeyinde güçlü
güvencelere bağlayarak müslüman toplumun hayatını düzenlemek, bu toplumu
cahiliye döneminin tortularından arındırmak; aile çerçevesinde miras sistemini
belirlemek; gerek yetimler ile ilgili güvenceleri ve gerekse miras sistemini
temel kaynağı olan yüce Allah'ın ilahlığı, O'nun tüm insanların Rabbi olduğu ve
tüm insanları birtek kişiden türetmiş olmasında somutlaşan iradesi ilkesine
dayandırmak; tüm insan toplumunu aile birimine oturtmak ve sosyal dayanışma
ilkesine bağlamak; insanları hayatlarının bütün gelişmelerinde yüce Allah'ın
sınırlarına bilgisine ve hikmetine havale etmek; insanların bütün
davranışlarına, itaat ya da baş kaldırma anlamına gelen niteliklerine göre
karşılık biçmek.
Surenin ikinci bölümünde de ağırlıklı olarak yine müslüman toplumun hayatını
düzenleme, bu toplumu cahiliye dönemi tortularından arındırma çabası
sürdürülüyor. Bu amacı gerçekleştirmek üzere şu konuların işlendiğini görüyoruz:
Toplumu fuhuştan arındırmak, içine sızan kirli unsurları, yani vücudlarına fuhuş
mikrobu bulaşmış erkek ve kadınları ayıklamak; bu arada bu mikroplu unsurlar
içinde tevbe edip uslanarak temiz ve namuslu insanlar sıfatı ile topluma dönmek
isteyenlere tevbe kapısını açık tutmak; cahiliye döneminde pençesi altında
kıvrandığı aşağılamadan, horlanmışlıktan, baskıdan ve zulümden kurtararak aileyi
sağlıklı ve sarsılmaz bir temele oturtmak, böylece aile esasına dayanan topluma
sağlam, temiz ve iffetli bir altyapı sağlamak; son olarak da şeriat açısında
yasak olan evlilikleri belirleyerek ve bu sınırlı yasaklar dışında kalan
evliliklerin serbest olduğunu ilan ederek aile hayatının son derece önemli bir
yönünü düzene bağlamak.
Bu açıklama ile hem surenin bu ikinci bölümü, hem de bu cüz sona eriyor.
Şimdi bu bölümün ilk iki ayetini okuyalım:
15- Zina
suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine başvurunuz.
Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları, ölünceye kadar ya da Allah
kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı
salmayınız.
16- Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat
eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah
tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.
İslâm burada toplumu arındırıp pis unsurlardan temizleme amacı güden yoluna
devam ediyor. Bunun için ilk önce zina suçu işledikleri kesinlikle ispatlanan
fahişe kadınları izole edip toplumdan uzaklaştırıyor. İkinci adım olarak da
aralarında Hz. Lût kavminin yaptığı türden sapık cinsel ilişkiye girişen
homoseksüel erkeklerin eziyetli bir cezaya çarptırılmalarını karara bağlıyor.
Yalnız bu eziyetli cezanın türü ve sınırı belirlenmiyor. Daha sonra zina suçu
işleyen erkek ve kadınları aynı cezada birleştiriyor. "Zina haddi" diye bilinen
bu ceza, Nur suresinde belirlenen biçimi ile sopalama ve Peygamberimizin
hadisinde son şekline kavuşan niteliği ile taşa tutarak öldürme (recm)
cezasıdır. Bu cezaların her ikisinde de güdülen amaç toplumu pislenmekten,
mikrop kapmaktan korumak; onun temiz, iffetli ve şerefli niteliğini güvenceye
bağlamaktır.
İslâm şeriatı her durumda ve bütün cezalarda gerekli güvenceleri sağlıyor. Öyle
ki, söz konusu güvenceler sayesinde insanların hayatını son derece ciddi bir
şekilde etkileyen önemli cezalarda haksızlık yapılması, hataya düşülmesi, zayıf
ve şüpheli kanıtlara dayanılarak karar verilmesi ihtimali kesinlikle ortadan
kaldırılmış oluyor.
Şimdi ilk ayeti ele alalım:
"Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde içinizden dört erkeğin şahitliğine
başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhde şahitlik ederse o kadınları ölünceye kadar
Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı
salmayınız."
Bu ayet, son derece büyük bir özen ve ihtiyat içeriyor. Sebebine gelince
burada kendilerine zina cezası uygulanacak olan kadınlar `kadınlarınızın'
ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani bu kadınların "müslüman" olmaları
gerekir. Bunun yanısıra zina suçunun işlendiğini kanıtlamak üzere
şahitliklerine başvurulacak olan erkekler de "içinizden olan dört erkek"
ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani şahitlerin de "müslüman" olmaları
gerekir. Bu ayete göre zina suçu kanıtlandığı takdirde kimlerin zina
cezasına çarptırılabilecekleri ve bu suçun işlendiğini kanıtlamak üzere
kimlerin şahitliğine başvurulabileceği kesinlikle belirlenmiş oluyor.
İslâm, zina işleyen müslüman kadınların bu suçunu kanıtlamak üzere müslüman
olmayan erkeklerin şahitliğine başvurmaz. Bunun yerine dört müslüman erkeğin
şahitlik etmesini şart koşar. Bu dört şahidin "sizden" olmaları gerekir.
Yani bu müslüman toplumun öz üyeleri olacaklardır. Bu toplumda yaşayacaklar,
İslâm şeriatına boyun eğmiş olacaklar, İslâm'ın yönetim mekanizmasına itaat
edecekler, İslâm toplumunun meseleleri ile yakından ilgili olacaklar, bu
şeriatte nelerin ve kimlerin yeri olduğunu yakından bilecekler.
Bu konuda müslüman olmayanların şahitlikleri geçerli değildir. Çünkü
müslümanların ırzı, İslam'ın güvenlik ve takva titizliği konularında onlara
güvenilemez. Üstelik bu toplumun temiz ve iffetli olması, orada adaletin
geçerli olması hususunda onların ne yararları ve ne de gayretleri söz
konusudur. Şahitlikle ilgili güvenceler, zina hükmü değiştikten ve bu konuda
sopalama ile taşa tutarak öldürme cezaları yürürlüğe girdikten sonra da
hiçbir değişikliğe uğramaksızın geçerliliklerini korumuşlardır. Ayeti
okumaya devam ediyoruz:
"Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları evlerinden dışarı
salmayız."
Yani bu kadınlar toplumun içine girmesinler, onu kirletmesinler, evlilik
yapmasınlar, diğer toplumsal faaliyetlere katılmasınlar.
Hayatlarının sonuna kadar evlerindeki tutukluluk halleri devam etsin.
"Ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar..." Yani ya
Allah onların durumlarını, konumlarını değiştirinceye, ya suçlarına başka
bir ceza biçinceye ya da haklarında dileyeceği herhangi bir başka uygulama
buyuruncaya kadar. Bu ifade zina suçu ile ilgili bu hükmün nihaî ve sürekli
olmadığını, belirli bir döneme ve toplumun belirli şartlarına ilişkin,
geçici bir hüküm olduğunu, ilerde kesin ve kalıcı bir hükümle yer
değiştireceğini ima eder niteliktedir. Nitekim daha sonra bu ihtimal
gerçekleşti ve Nur suresindeki bir ayet ile Peygamberimizin bir hadisine
bağlı olarak bu hüküm değişti. Fakat -az önce belirttiğimiz gibi- tahkikat
aşamasına ilişkin güçlü güvenceler aynen geçerli kaldı.
İmam .Ahmed b. Hanbelî'nin Muhammed b. Cafer, Said, Katade, Hasan ve Hıtan
b. Abdullah Rakkaşı yolu ile bildirdiğine göre bu konu ile ilgili olarak
sahabilerden Ubade b. Samit şöyle diyor; Peygamberimize vahiy geldiğinde O,
bu olaydan etkilenir, tedirgin olur ve çehresinin rengi değişirdi. Birgün
yüce Allah tarafından 'kendisine yeni bir vahiy gelmişti. Cebrail yanından
ayrılarak göğe uçtuktan sonra Resulullah bize dönerek şöyle buyurdu:
"Dinleyin beni. Allah zina işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol'
gösterdi. Evli erkeğin evli kadın ile ve bekar erkeğin bekar kadınla
işleyeceği zinalar hakkında. Evlilerin cezası yüz değneklik dayak ile taşa
tutularak öldürülmek; bekarların cezası ise yüz değneklik dayak ile bir
yıllık sürgündür."
Aynı hadisin Müslim ve Eshabussunen tarafından kaydedilen ve Katade, Hasan,
Hıtan ve Ubade b. Samit yolu ile Peygamberimize dayandırılan rivayetinde
hadisin sözleri şöyledir:
"Dinleyin beni. Allah zina suçu işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol'
gösterdi. Bekâr erkek ile bekâr kadın arasında işlenen zina suçunun cezası
yüz değneklik dayak ile bir yıl sürgündür. Evli erkek ile evli kadın
arasında işlenen zinanın cezası ise yüz değneklik dayak ile taşa tutularak
öldürülmek(recm)dir."
Öte yandan bu konuda elimize Peygamberimizin fiili uygulamasını gösteren
belge de vardır. Müslim'in kaydettiğine göre Peygamberimiz, Maiz ve Gamidiye
kabilelerine mensup iki zina suçlusu kadını "taşa tutarak öldürme cezasına
çarptırmış, ayrıca onlara yüz sopa vurdurmuştur". Ayrıca zina suçlusu bir
yahudi çift hakkında verdiği hükümde de bu çiftin taşa tutularak
öldürülmelerini kararlaştırmış, bunun dışında kendilerine yüz sopalık dayak
cezası vermemiştir.
Peygamberimizin bu fiili uygulamaları, bu cezaların bu konudaki en son hüküm
olduğunu gösterir.
Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
"Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat
eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah
tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Tefsir bilginleri arasında en çok taraftar bulan yoruma göre bu ayetteki
"zina suçu işleyen çift" deyiminden maksat birbirleri ile sapık cinsel
ilişki kuran iki eşcinsel (homoseksüel) erkektir. Bu, sahabilerden
Mücahid'in görüşüdür. Öte yandan İbn-i Abbas Said b. Cubeyr ve daha bazı
tefsir bilginleri ayetin "Onlara eziyetli ceza veriniz" cümlesini "Onlara
hakaret ediniz, onları kınayınız ve kendilerini nalınlarınız
(takunyalarınız) ile dövünüz" şeklinde açıklamışlardır. Devam ediyoruz:
"Eğer tevbe eder uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız."
İlerde anlatacağımız üzere tevbe; kişilik, yapı, istikamet, izlenen yol,
tutum ve davranış alanlarında köklü bir değişimin göstergesidir. Bundan
dolayı ceza uygulamasını durduruyor. Bu anormal sapıklar tevbe edip iğrenç
suçlarından vazgeçtiklerini belirtince müslüman toplumun eli de yakalarını
bırakıveriyor. Tabii ki, bu "yaka bırakma" emri sadece bu konu ile
sınırlıdır, yani bu sapıklara uygulanan eziyet verici cezaya son
verilecektir.
Şimdi de şu tatlı esprili ve derin anlamlı sonuç cümlesini okuyalım:
"Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."
Söz konusu cezayı koyan O olduğu gibi tevbe ve uslanma durumunda bu ceza
uygulamasını durdurmayı emreden de O'dur. İşlemin ne ilk aşamasında ve ne de son
aşamasında insanların hiçbir inisiyatifi yoktur. İnsanlar sadece yüce Allah'ın
yasasını, direktifini uyguluyorlar, o kadar. O "Tevvab" ve "Rahim"dir. Yani
tevbeleri kabul eder ve tevbe edenlere karşı merhametli davranır.
Bu imalı (dolaylı anlatımlı) cümlenin bir başka nazik mesajı da kalpleri yüce
Allah'ın ahlâkın gereklerine göre düzenlemeye özendirmektir. Madem ki "yüce
Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir" buna göre O'nun kulları vaktiyle
işlenmiş, fakat sonradan tevbeye ve uslanmaya bağlanmış suçlar, günahlar
karşısında birbirlerine karşı hoşgörülü ve merhametli olmalıdır. Bu tutum suçu
hoş görme ve fuhuş günahı işleyenlere acıma anlamına gelmez. Böyle bir durumda
hoşgörü ve merhamet söz konusu değildir. Hoşgörü ve merhamet tevbe eden,
uslanan, suçundan arınan mahkûmlara karşı gösterilecektir. Bunlar yeniden
topluma kabul edilecek, kendilerine geçmişleri hatırlatılmayacak; tevbe ederek
bir yana bıraktıkları, arındıkları ve arkasından iyi hal gösterdikleri eski
günahları yüzünden kınanmayacaklardır. Tersine bu durumda eski suçlarını
unutarak yeniden temiz, pak ve onurlu bir hayata girme hususunda yardımcı olmak
gerekir. Bunun tersine eğer toplum bu adamların suçunu ikide bir yüzlerine
vuracak olursa bundan dolayı içlerinde eziklik duygusu, suçluluk kompleksi
oluşur. Bu da onların tevbelerini bozarak tekrar ve inatla eski suçlarını
işlemeye yönelmelerine, böylece hem dünyalarını hem de ahiretlerini
mahvetmelerine, aynı zamanda yeryüzünde fesad çıkarmalarına, çevrelerini
kirletmelerine ve toplumdan öç almaya kalkışmalarına yol açabilir.
Eşcinsellere ilişkin bu hüküm de sonradan değişikliğe uğramıştır. Nitekim
Eshabussunen adlı hadis kâynağının Abdullah b. Abbas'a dayandırarak kaydettiğine
göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda şöyle buyuruyor:
"Lût kavminin pis işini yapanları görürseniz düzeni de düzdüreni de öldürünüz."
Bu hükümler İslâm sisteminin müslüman toplumu fuhuştan ve sapık cinsel ilişkiden
arındırma konusuna ne kadar büyük bir önem verdiğini açıkça kanıtlar. Bu yoğun
ilgi, oldukça erken bir tarihten itibaren kendini gösterir. İslâmiyet bu
alandaki duyarlılığını göstermek için Medine'de devlet kuracağı, yüce Allah'ın
şeriatına dayalı bir otoriteye sahip olacağı ve bu şeriatı yürürlüğe koyacağı
günü beklememiştir. Çünkü zina yasağı her ikisi de Mekke döneminde inen "İsa" ve
"Müminun" surelerinin aşağıdaki ayetlerinde gündeme gelmiş ve daha sonra aynı
yasak "Mearic" suresinde tekrar vurgulanmıştır:
"Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü iğrenç bir suç ve son derece kötü bir yoldur.
(İsra suresi; 32)
"Müminler kesinlikle kurtuluşa ermişlerdir.. Onlar eşleri ve cariyeleri dışında
kalan herkese karşı mahrem yerlerini korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları söz
konusu değildir." (Müminun suresi; 6)'
Fakat İslâm'ın Mekke'de devleti yoktu, yürütme gücü yoktu. Bundan dolayı daha
ilk günlerinde yasakladığı bu suça herhangi bir ceza biçmemişti. Ama Medine'de
devletini kurup yürütme gücüne sahip olunca iş değişti. Artık bu suça, bu suçùn
toplumu kirletmesine karşı vermiş olduğu mücadelede sadece yasaklamaları ve
direktifleri yeterli görmedi. Sebebine gelince İslâm gerçekçi bir dindir. Sadece
yasaklamaların ve direktiflerin yeterli olmayacağını da iyi bilir. Ayrıca dinin,
insanların pratik hayatlarının dayandığı bir sistem, bir pratik düzen olduğu;
sadece vicdanlarda yaşayan gizli duygulardan ibaret, otoritesiz, yasasız,
yordamsız ve anayasasız bir kurum olmadığı gerçeğinin de farkında ve
bilincindedir.
Mekke'de İslâm inancı bazı kalplere yerleşir-yerleşmez hemen bu kalplere egemen
olan cahiliye kültürü ile mücadeleye girişerek onları temizleyip arındırma
faaliyetine koyuldu. Fakat aynı İslâm Medine'de devletine kavuşarak şeriata
dayalı bir otoriteye sahip olunca, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde belirli
şekilde gerçekleştirme fırsatını elde edince toplumu fuhuştan koruma amacını
gerçekleştirme hususunda -direktif ve öğüt vermenin yanısıra- yürütme
otoritesini, caydırma ve cezalandırma biçiminde kullanmaya başladı. Çünkü, az
önce söylediğimiz gibi, İslâm sadece vicdanlarda barındırılan saklı inançlardan
ibaret değildir, bu inanç sisteminin yanısıra aynı zamanda inançlarını pratik
hayatta yürürlüğe koyan bir devlet otoritesidir. Başka bir deyimle O, tek ayak
üzerinde duran topal bir sistem değildir.
Aslında bazı zihinlerde kökleşen saplantılı yanılgının tersine, yüce Allah
katından gelen bütün dinler böyledir. Sözünü ettiğimiz saplantılı zihinlerin,
bazı semavi dinlerin şeriatsız, sosyal düzensiz ve otoritesiz olarak geldikleri
yolundaki iddiaları asılsızdır. Asla böyle birşey yoktur. Din, hayat sistemidir,
uygulamaya dönük bir pratik düzendir. Dinde insanlar sadece yüce Allah'a inanıp
bağlanırlar, yönlendirici ilkelerini sırf yüce Allah'tan alırlar. İnançla ilgili
düşüncelerini yüce Allah'tan aldıkları gibi gündelik hayatlarını düzenleyen
yasal hükümlerini de yine O'ndan alırlar. Bu yasal ilkelere dayanan devlet
otoritesi yürütme gücünü kullanarak bu yasal hükümleri insanların hayatında
yürürlüğe koyar, bu hükümleri çiğneyenleri koğuşturarak cezaya çarptırır,
toplumu cahiliye kültürünün pisliklerinden korur. Böylece insanların sırf yüce
Allah'a inanıp bağlanmalarını, yüce Allah'ın dininin bütünüyle egemen olmasını
sağlar. Yani dinin egemen olduğu ortamda şu ya da bu görüntü altında Allah'ın
dışında başka ilahlar bulunmaz. Bu sistemde insanlar için kanun koyan, insanlar
için değer yargıları ve kriterler üreten, hukuk sistemleri ve kurumlar ortaya
süren başka ilahlara yer yoktur. Bütün bu fonksiyonları yerine getiren merci tek
başına yüce Allah'tır. Buna göre eğer herhangi bir kul bu alanlarda herhangi bir
yetkinin sahibi olduğunu iddia ederse aslında insanların önünde ilahlık
iddiasında bulunmuş olur. Oysa yüce Allah'tan gelen hiçbir dinin herhangi bir
insanın ilah olmasına, bu yolda bir iddia ile ortaya çıkmasına ve bu anlama
gelecek bir girişimde bulunmasına hoşgörü ile bakması beklenemez. Bundan dolayı
yüce Allah katından gelen hiçbir dinin sırf vicdani inançlar getirmesi, pratik
şeriattan ve bu şeriatı yürürlüğe koyacak devlet otoritesinden gönüllü olarak
uzak kalmayı kabul etmesi söz konusu değildir.
İşte İslâm bu ilke uyarınca Medine'de gerçek varlığını ortaya koymaya koyuldu;
yasama, yürütme, kavuşturma ve cezalandırma yolu ile toplumu pisliklerden
arındırmaya girişti. Bu girişimini bu surenin bazı seçilmiş ayetlerinde
örneklerini gördüğümüz hükümleri yolu ile pratiğe yansıttı. Gerçi bu hükümlerin
bir bölümü daha sonra değişikliğe uğradı ve yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu
değişiklikler süreklilik kazandı.
İslâm'ın, toplumu fuhuştan arındırmak ve her yolu kullanarak ona karşı ısrarlı
bir mücadele yürütmek hususundaki elle tutulur gayreti süpriz olarak
karşılanacak, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü dünyanın her tarafını etkisi
altına alan günümüz cahiliye uygarlığında da açıkça gördüğümüz gibi, her
dönemdeki cahiliye uygarlıklarının en başta gelen özelliği hiçbir ahlakî ve
kanuni sınır tanımayan bir cinsel anarşi, bir hayvanî başıboşluktur. Cahiliye
toplumları bu kural tanımaz, anarşik cinsel ilişkileri "kişisel özgürlüğün"
vazgeçilmez göstergelerinden biri olarak kabul ederler ve bu sapık ilişkilere
karşı çıkanları hemen onları önlemeye gayret edenleri bağnazlık ve dar kafalılık
damgası ile damgalarlar.
Cahiliye toplumlarının mensupları bütün "insani" özgürlükleri konusunda hoşgörü
gösterirler, fakat bu "hayvani" özgürlükleri konusunda hiçbir musamahaya, hiçbir
uzlaşmaya yanaşmazlar. Bütün insani özgürlüklerinden vazgeçebilirler, onların
tümünü gözden çıkarabilirler, fakat bu hayvani özgürlüklerini düzene bağlamak,
iğrençliklerden arındırmak isteyenlere karşı birer yırtıcı kaplan kesilirler.
Cahiliye toplumların bütün kurumlarını elbirliği ile ahlaki engelleri yıkmaya
uğraşırlar, insan vicdanındaki fıtrî kuralları yozlaştırmaya çalışırlar, hayvanî
ihtirasları şirin gösterme ve bu ihtiraslara masum yaftalar yakıştırma
yarışındadırlar, değişik yollardan cinsiyet içgüdüsünün ateşini patlatmaya ve bu
içgüdüyü kuralsız pratik boşalmaya itmeye uğraşırlar, aile ve toplum denetimini
zayıflatmak için ellerinden ne gelirse yaparlar, çıplak ihtiraslar karşısında
tiksinti duyan sağlıklı fıtrî duyguları her fırsatta aşağılarlar, buna karşılık
bu iğrenç ihtirasları; içgüdüsel, bedenî ve doyumsal çıplaklığı yüceltme,
alkışlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar.
Bütün bunlar İslâm'ın gerek insanların duygularını ve gerekse toplumları
pençesinden kurtarmak üzere geldiği gerici cahiliye zihniyetinin başta gelen
karakteristik özellikleridir. Bunlar tıpatıp her cahiliye uygarlığının, her
cahiliye toplumunun ortak özellikleridir Arap cahiliye toplumunda yetişen ünlü
İmrulkays'ın şiirlerini inceleyenler bu şiirlerin benzerlerini eski Yunan'ın ve
eski Roma'nın cahiliye şiirlerinde de bulabilirler. Bunun yanısıra bu cahiliye
şiirlerinin içerdiği motiflerin benzerlerini çağdaş Arap cahiliye edebiyat
sanatında, aynı zamanda bütün çağdaş cahiliye sanat ve edebiyatlarında da
görebilirsiniz. Tıpkı bunun gibi eski ve yeni bütün cahiliye toplumlarındaki
gelenekleri, kadının muptezelleşmesini, şehvet çılgınlığını ve başıboş
kadın-erkek karmalığını gözden geçirirseniz, bu toplumlar arasında şaşırtıcı bir
benzerlik, sıkı bir ilişki olduğunu, bütün bu hayasızlıkların ortak bir
zihniyetten kaynaklandığını ve birbirlerine yakın sloganlar kullandıklarını
görürsünüz.
Oysa bu tür bir hayvani başıboşluk tarihin her döneminde egemenliği altına
aldığı uygarlığı ve milleti yıkıma sürüklemiştir. Eski Yunan uygarlığının, eski
Roma uygarlığının ve eski İran-Fars uygarlığının başına gelen akıbet budur.
Günümüzün Avrupa ve Amerika uygarlığı da böyle bir çöküşün eşiğindedir. Bu
uygarlıklar endüstri ve teknoloji alanlarındaki bütün baş döndürücü
gelişmişliklerine rağmen hızlı bir gerileme yolundadırlar. Bu durum o
toplumların aklı başında insanlarını paniğe kaptırmıştır. Fakat kendi
sözlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu kimselerde bu yıkıma sürükleyici
akıntının önünde duracak güç yoktur.
Bu hayvanî başıboşluğun evrensel akıbeti bu olduğu halde her dönemin ve her
yörenin cahiliye tutkunları bu uçuruma doğru doludizgin koşarlar. Kimi zaman
bütün "insanî" özgürlüklerini kaybetmeye göz yumdukları halde bu "hayvani"
özgürlüklerinin yolu üzerinde herhangi bir engelin dikilmesini kesinlikle kabul
etmezler. Başka bir deyimle köleler misali kula kul olmaya razıdırlar, tek bu
"hayvanî" başıboşluk hakkı ellerinden alınmasın!
Aslında bu başıboşluk bir bağımsızlık, bir özgürlük de değildir. Tersine o bir
hayvansal içgüdü bağımlılığı, bir hayvanlık alemine geri dönüş akımıdır. Hatta
böyleleri hayvanlardan bile daha aşağı düzeydedirler. Sebebine gelince, hayvan
bu konuda kendi fıtratının kanunlarına iradesiz biçimde bağlıdır. Bu kanunlar
cinsel ilişkiyi yılın belirli mevsimleri ile sınırlamışlardır ve hayvan bu
mevsimsel sınırlamaları aşmamaktadır! Yine bu kanunlar hayvanlar arası cinsel
ilişkiyi döllenme ve üreme fonksiyonuna bağlamıştır. Buna bağlı olarak ne dişi
hayvan üreme sezonu dışında erkeğinin cinsel ilişki amaçlarına yatkınlık
göstermekte ve ne de erkek hayvan böyle bir arzu göstermeyen dişisinin üzerine
çullanmaya kalkışmaktadır.
Oysa yüce Allah insanı aklı ile baş başa bırakmış ve aklını da inancının
denetimine bağlamıştır. insan inancın denetiminden sıyrıldıkça aklı baskılar
karşısında zayıf kalır ve iç yapısında başıboş kalan güdülerini dizginleyemez
duruma düşer. Bundan dolayı içgüdüleri dizgine vuracak bir inanç olmadıkça,
bunun yanısıra kaynağını bu inanca dayandırarak denetim dışına çıkan azgınları
koğuşturup cezalandıracak, böylece insan denen varlığı hayvanlık çukurundan
çıkararak "insanlık" düzeyine yükseltecek bir otorite, bir devlet gücü
bulunmadıkça bu içgüdü selini kontrol altına almak ve toplumu bu pisliğin
mikroplarından arındırmak imkansızdır.
İnsanlar, günümüzün cahiliye uygarlığında, inançsız yaşadıkları gibi inanca
dayalı bir otoriteden, bir yürütme gücünden de mahrum yaşıyorlar. Bu yüzden
cahiliye toplumlarının aklı başında insanları feryad ediyor, fakat hiç kimseden
feryatlarına olumlu cevap alamıyorlar. Çünkü hiç kimse arkasında yürütücü güç
bulunmayan, suçları koğuşturup cezalandırmaya gücü yetmeyen havada uçup giden
sözlerden ibaret bir çağrıya kulak asmaz. Öte yandan kilise ve din adamları da
çığlık koparıyorlar, fakat hiç kimse bu çığlıklara aldırış etmiyor. Çünkü hiç
kimse arkasında koruyucu gücü bulunmayan, direktiflerini ve hükümlerini
yürürlüğe koyamayan erime ve silinme yolunda olan bir inanç sisteminin sesine
kulak vermez. Bütün bunların sonucu olarak insanlık uçuruma doğru doludizgin
koşmaktadır. Bu bilinçsiz koşu sırasında hem yüce Allah'ın hayvana verdiği fıtri
dizgininden ve hem de insan için ortaya koyduğu inanç ve şeriat freninden
yoksundur.
Bu uygarlığın yıkılması, çökmesi kesin bir akıbettir. Çünkü insanlığın bütün
geçmiş tecrübelerinin ortak mesajı budur. Gerçi gerek uygarlığın kendisi gerekse
dayandığı temeller dıştan bakanlara sağlam görünüyor. Ama, hiç kuşkusuz, bir
uygarlığın en önemli temel dayanağı "insan"dır. İnsan yıkıma uğrayınca uygarlık
sırf fabrikaların ya da bu fabrikalarda üretilen sanayi ürünlerinin üzerinde
duramaz.
Bu derin gerçeği kavradığımız takdirde İslâm'ın ne yüce bir din olduğunu,
insanı mahvolmaktan koruyup köklü insancıl temellere dayalı bir insanî hayat
düzeni gerçekleştirmek amacı ile fuhuşa ağır cezalar öngörürken ne kadar
haklı olduğunu da anlarız. Bu arada fuhşu yücelten, şirin gösteren, hayvani
içgüdülerin bağlarını çözerek bu içgüdüleri ortalığa salan, sonra da bu
içgüdüsel başıboşluğa kimi zaman "sanat" kimi zaman "özgürlük" ve kimi zaman
da "ilericilik" gibi parlak yaftalar yakıştıran ve böylece insani hayatın
temellerini dinamitleyen sosyal kurumların aslında ne büyük bir cinayet
işlediklerini de fark etmiş oluruz. Oysa insanı mahveden, yıkıma uğratan her
girişime, her eyleme hakettiği adı koymak, yani bu girişimlerin ve bu
eylemlerin birer suç, birer cinayet olduklarını belirlemek gerekir. Sonra da
hem nasihatle ve hem de ceza ile bu suçlara karşı koymak gerekir. İşte
İslâm'ın yaptığı da budur. Bunu böyle yapan, tutarlı ve eksiksiz bir bütün
oluşturan sistemi ile sadece İslâm'dır.
Yalnız, İslâm, kapılarını günahkâr erkek ve kadınların yüzlerine kapatmıyor,
eğer böyleleri arınmış ve tevbekâr olmuş olarak geri dönmek isterse bunları
toplumdan kovmuyor. Tersine önlerindeki yolu açıyor ve kendilerini bu yolda
yürümeye teşvik ediyor. Bu teşviki, bu özendirmeyi o kadar ileri boyutlara
vardırıyor ki, yüce Allah, bu günahkârların tevbesini samimi olması şartı
ile kabul edeceğine güvence veriyor; bunu kendi yüce sözü ile sağlama
bağlıyor. Bunun ötesinde bir lütuf hiç düşünülebilir mi? Okuyoruz:
17- Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmaksızın tevbe
edenlerin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi
bilir ve hikmet sahibidir.
18- Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince "Şimdi tevbe
ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir. Biz
böyleleri için acı bir azap hazırladık.
Bu cüzün daha önceki sayfalarında Al-i İmran suresinde geçen "Onlar ki, bir
kötülük işlediklerinde ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı
hatırlayarak O'ndan günahlarının affedilmesini dilerler..." ayetini
açıklarken tevbe konusuna değinmiştik. Orada söylediğimiz sözler tümü ile
buraya aktarılabilir. (Al-i İmran suresi; 135) Fakat yukarıdaki ayetler
başka bir amaç taşıyorlar, tevbenin mahiyetinin ve özünün açıklanmasını
gündeme getirmek istiyorlar.
Yüce Allah'ın kabul edeceği, hatta lutfederek kabul edeceğine ilişkin
güvence verdiği tevbe, yürekten yapılan tevbedir. Böyle bir tevbe pişmanlık
duygusu ile derinden sarsılmış, şiddetli bir ürpertiye tutulmuş, bunun
sonucunda toparlanarak dönüş yapmış, bu dönüşü iyimser arzuların kucağında
ömrünün rahat yıllarını yaşarken yapan, içinde gerçek bir arınma arzusu
duyan ve sahiden yeni bir yola girmeye niyetli olan insan nefsi için bir tür
"yeniden doğuş" anlamına gelir. Okuyalım:
"Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmadan tevbe edenlerin
tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir
ve hikmet sahibidir."
"Bilmeyerek kötülük işleyenler"den maksat günah işleyenler, suçlulardır.
Yalnız burada sözü edilen "bilmezliğin (cehaletin)" uzun ya da kısa süreli,
fakat canın boğaza dayanacağı ana kadar uzamamış olan bir sapıtma, doğru
yolu şaşırma anlamına geldiğine ilişkin bilginleri arasında hemen hemen
görüş birliği vardır. "Fazla geç kalmadan tevbe edenlerden maksat ise
ölecekleri belli olmadan, henüz komaya girmeden, ölümün eşiğine geldiklerini
hissetmeden önce Allah'a dönenlerdir. Böyle bir tevbe pişmanlık duygusundan,
günahtan sıyrılmak, tan, iyi amel işleyerek geçmiş kötülükleri telafi etme
niyetinden kaynaklanmış kabul edilir. İşte o zaman tevbe insan nefsi için
bir yeniden doğuş, insan vicdanı için bir uyanış olur. İşte:
"Allah böylelerinin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz
Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Yani O'nun bütün tasarrufları bilgiye ve hikmete dayanır. O, zayıf iradeli
kullarına yeniden temiz kullarının saflarına katılma fırsatı tanır. Güvenli
sığınağına ve esirgeyici himayesine kucak atma arzusu gösteren kullarının
asla bu sığınağının surları dışına atmaz.
Yüce Allah rahmetine yönelen, yaptıklarına pişman olup dergahına sığınmak
isteyen zayıf iradeli kullarını geri kovmaz, dışlamaz. Aslında yüce Allah'ın
onlara ihtiyacı yoktur, yaptıkları tevbenin de O'na sağlayacağı hiçbir
yarardan söz edilmez. Yaptıkları tevbenin yarar görecek olanlar
kendileridir. Böylece hem kişisel hayatları ve hem de içinde yaşadıkları
toplumun hayatı düzene girecek, sağlıklı bir niteliğe kavuşacaktır. İşte bu
gerekçe ile, yüce Allah, onların önünde, tevbe edip arınmışların saflarına
katılmalarının yolunu açık tutaktadır. Fakat:
"Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince `Şimdi tevbe
ettim' diyenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü bu tevbe sapıklığı ısrarla sürdürmüş ve kötülükleri tarafından
çepeçevre kuşatılmış günahlarından mecburiyet altında yaptıkları bir
tevbedir. Artık günah işleme olanağı kalmamış, bütün kötülük işleme
fırsatlarını pervasızca kullandıktan sonra köşeye sıkışmış kimselerin
tevbesidir bu tevbe. Bu yüzden yüce Allah bu tevbeyi kabul etmez. Çünkü
böyle bir tevbe ne kalbin tekrar ıslâh olmasını sağlar ne hayata düzelme,
iyileşme getirir ve ne de kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişimin
göstergesidir.
Acaba tevbe niçin kabul olunuyor? Yoldan çıkmışlar ona sığınarak yüce Allah'ın
güvenlik bölgesine geçsinler, şaşkınlık çölünde taban tepmekten kendilerini
kurtarsınlar, şeytanın sancağı altındaki sapıklar sürüsünden kurtularak insanlık
ailesinin onurlu saflarına katılsınlar, böylece eğer tevbe ettikten sonra ki
ömür dilimleri yeterli olursa iyi ameller işlesinler, yok eğer nerede ve ne
zaman çıkageleceklerini bilmedikleri, günü belirli ölüm kapılarının eşiğinde
kendilerini yakalamayı bekliyorsa hiç değilse doğruluğun sapıklığa karşı
üstünlüğünü ilan etsinler diye kabul olunuyor. Devam ediyoruz:
"Bir de kafir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir."
Çünkü onlarla tevbe arasındaki bütün ipler kopmuş, bütün bağlar kesilmiştir.
Onlar yüce Allah'ın affediciliği ile aralarında varolan bütün fırsatları
kaçırmışlardır. Dahası var:
"Böyleleri için acıklı bir azap hazırladık."
Yani bu azabı şimdiden onlar için kotarıp düzenledik. O onları bekliyor. Başkaca
bir hazırlığa, kotarma işlemine ihtiyacı yok.
Görülüyor ki, ilahi sistem, bir yandan tevbe kapısını ardına kadar açık tutarken
öte yandan da ceza şıkkını ısrarla vurguluyor. Böylece bu eşsiz ilahi sistemde
denge kuruluyor. Bu iki kutuplu denge hayatın pratiği üzerindeki etkisini
meydana getirmekten geri kalmıyor. Bu pratik etkili dengeyi İslâm'dan başka
hiçbir şey ya da yeni sistem kuramaz.
KADIN
Bu bölümün ikinci konusu kadın meselesidir.
Cahiliye dönemi Arap toplumunda -çevredeki diğer cahiliye toplumları gibi
kadına son derece kötü muamele edilirdi. Ona insan haklarının hiçbiri
tanınmazdı. Erkeğe göre konumu utanılacak düzeyde düşük tutulurdu. Bu konum
insandan çok bir eşya konumu idi. Bunun yanında toplum kadını bir gönül
eğlencesi, bir zevk aracı olarak kullanıyor, onu erkekleri baştan çıkaran
bir fitne unsuru, bir ayartma faktörü, çıplak ve hayasız bir şehvet aracı
olarak başıboşluğun kucağına atıyordu.
İşte bu durumda İslâm geldi ve kadını bütün bu olumsuzlukların bataklığından
çıkararak aile yuvası içindeki doğal üstünlüğüne, toplumdaki ciddi rolünün
düzeyine yükseltmeye girişti. Kadının bu onurlu düzeyi, bu surenin ilk
ayetinde açıklanan temel ilke ile uyum halinde idi. Okuyalım:
"Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden türetti, O tek
kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve
kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı..." (Nisa suresi; 1)
İslâm bu ilk adımı attıktan sonra evlilik hayatına egemen olan duyguları
geri kalmış hayvanî düzeyden ileri insanlık düzeyine yükseltmeye, bu
duygulara karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü, anlayış ve nezaket rengi
vurmaya, bu duyguları daha ilk sarsıntı ve ilk parlama aşamasında kopmayacak
derecede pekiştirmeye ve güçlendirmeye yöneldi. Okuyoruz:
19- Ey müminler, akrabalarınızın dul eşlerini zorla nikahlamanız
helal değildir. İspatlanmış bir edepsizlik işlemedikleri sürece kendilerine
verdiğiniz mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız.
Onlara karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki;
hoşlanmadığınız birşeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir.
20- Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz
önceki eşinize gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan
hiçbir şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha
girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?
21- Verdiğinizi nasıl geri alırsınız ki, sizler birbirinizle içli-dışlı
olmuşsunuz ve onlar sizden güçlü bir güvence almışlardır.
22- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu
kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece
çirkin bir gelenektir.
İslâm tarafından içinde debelendikleri bataklıktan kurtarılarak o onurlu
düzeye yükseltilmeden önceki dönemlerinde Araplar arasında şöyle bir gelenek
vardı: Herhangi bir kadın öldüğünde adamın yakın akrabalarına kadın üzerinde
öncelik hakkı tanınırdı. Başka bir deyimle bu kadın, ölen akrabalarının
hayvanları ve diğer malları gibi kendilerine miras kalırdı. İsterse
aralarından biri kadınla evlenir, isterlerse onu everip başlık parasını
alırlar -tıpkı hayvan ya da başka bir mal satar gibi- isterse de onu, fidye
ödeyip kendini serbest bıraktırıncaya kadar evlenmesine izin vermezler,
evlerinde tutarlardı.
Yine aralarındaki bir başka geleneğe göre kadının kocası ölünce adamın
mirası üzerinde yetkili olan en yakın akrabası eve gelir, dul kadının
üzerine elbisesini atardı, böylece hiç kimse o kadına yanaşamaz, adam ona
tıpkı bir haraca, bir ganimet malına konar gibi konardı! Eğer kadın güzelse
adam onunla evlenir, çirkin ise ölünceye kadar yanında tutar, sonra mirasını
yerdi. Bir üçüncü ihtimâlde kadının fidye ödeyerek kendini kurtarması idi.
Yalnız eğer kocası ölen kadın yakayı ele verip başına elbise geçirilmeden
önce davranarak ailesinin yanına kaçarsa bu işlemden kurtulmuş, özgürlüğünü
kazanmış, kocasının mirasçısından paçayı sıyırmış sayılırdı.
Bazı Araplarda karılarını boşarlar. Fakat arkasından eski eşlerinin sadece
kendi istedikleri erkekle evlenmesi şartını koşarlardı. Bu yükümlülükten
kurtulmak isteyen boşanmış kadın, eski kocasından vaktiyle aldığı başlık
parasının ya tamamını ya da bir bölümünü geri ödemek zorunda tutulurdu.
Bazı cahiliye Arapları da ölen akrabalarının dul eşini ailesinin küçük
yaştaki bir erkek çocuğu adına alı koyarlardı, zavallı dul kadın bu çocuğun
büyümesini bekleyecek ve yaşı tutunca onun karısı olacaktı.
Bu arada gözetimi altında yetim bir kız bulunduran kimse, kimi zaman, kızın
yaşı kemâle erince evlenmesine izin vermez, o sıra yaşı tutmayan oğlu adına
onu bekletir, ilerde bu yetimi oğlu ile evlendirerek malına el koyardı.
Cahiliye döneminde Araplar arasında bunlara benzer daha nice gelenekler
vardı. Bu geleneklerin tümü İslâm'ın kadına, yani insanlığın oluşum kaynağı
olan "tek nefs"in eşine yönelik onurlu bakış açısı ile ters düşüyor,
kadınınki kadar erkeğin de insanlık düzeyini düşürüyor, bu iki cins
arasındaki ilişkiyi mal alım satımı ya da hayvanlar arası ilişkiler düzeyine
indirgiyorlardı.
İşte İslâm kadın-erkek ilişkilerini bu sıfır-altı çukurdan çıkararak o yüce
ve onurlu düzeye, insan onuruna yaraşır düzeye çıkardı. O insan ki, yüce
Allah ona özel bir şeref bağışlamış, kendisini diğer alemlerin çoğundan
üstün tutmuştur. Şunu hemen vurgulayalım ki, İslâm'ın insana ilişkin
düşüncesi, insan hayatına yönelik bakış açısı o kadar yüksek düzeylidir ki,
insanlık bu düzey yüksekliğine bu saygın kaynak dışında hiçbir yerde
rastlamamıştır.
İslâm, kadının mal ve hayvan gibi miras konusu olmasını yasakladı. Ayrıca
kadını evlenme hakkından yoksun bırakıp evde alıkoymayı, onu mutsuzluğa
mahkûm etme, zararlı duruma düşürme aracı olarak kullanılan bu haksız
uygulamayı da yasakladı. Yalnız zina suçu işleyen kadınlar hakkında böyle
bir uygulamaya izin verdi. O da şimdi bildiğimiz zina haddi, belirleninceye
kadar yürürlükte kaldı: Kadına istediği erkek ile evlenebilme özgürlüğü
tanıdı. Bu özgürlüğü hem ilk evlilikte hem daha sonraki evliliklerde hem
bakireler için hem boşanmışlar için hem de dullar için, kısacası bütün meşru
evlilikler için geçerli saydı. Kadın ile iyi geçinmeyi, kadına karşı iyi
davranmayı erkeğe farz kıldı. Hatta eşlerinden hoşlanmayan erkekleri bile,
bir arada yaşamayı imkansız hale getirecek istisnai durumlar dışında, bu
zorunluğun kapsamı içinde tuttu. Bu durumdaki erkeklere ilk duygusal
reaksiyonlarının etkisi altında kalarak aziz yuvalarını yıkmamayı tavsiye
etti. Böyle yapacakları yerde gayb alemine, yüce Allah'ın bilgisine
dikkatlerini yöneltmelerini, umut bağlamalarını önerdi. Çünkü eşlerini
sevmeyen erkekler ne bileceklerdi. Belki yüce Allah o kadınları kendi
haklarında hayırlı kılmıştı. Bu telkin ile onların soğuk gönüllerine ılık
bir meltemin esintilerini yansıtmıştı. Gerçekten hoşlarına gitmeyen bu
eşlerinde kendileri hesabına hayır gizlenmiş olabilirdi. Eğer ilk duygusal
reaksiyonlarını bastırarak eşleri aralarındaki ortak hayatı sürdürdükleri
takdirde ilerde bu saklı hayr ile karşılaşabilirlerdi.
"Ey müminler, akrabalarınızın eşlerini zorla nikâhlamanız helâl değildir.
İspatlanmış bir edepsizlik yapmadıkları sürece kendilerine vermiş olduğunuz
mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız. Onlara
karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilesiniz ki, Allah
hoşlanmadığınız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir."
Ayetin bu son cümlesinin meltemi insan nefsini yüce Allah'a bağlıyor,
öfkenin şiddetini yatıştırıyor, antipatinin sertliğini yumuşatıyor. İnsan
kendini soğuk-kanlı bir şekilde yeniden değerlendirsin diye. Karı-koca
ilişkileri rüzgârda uçuşan bir tüy parçasına dönüşmesin diye. Bunun yerine
bu ilişkilerin ilmeği en kopmaz kulpa, varlığı sürekli kulpa, müminin
kalbini yüce Allah'ına bağlayan kulpa, bu kulpların en güvenlisine ve en
kalıcısına bağlansın diye.
İslâm, aile ocağına huzur, güven ve barış yuvası gözü ile bakar. Karı-koca
ilişkilerini de karşılıklı sevgi, merhamet ve dirlik temeline oturtur. Eşler
arasındaki ilişkiye karşılıklı anlayış, sempati ve sevgi egemen olsun diye
bu ilişkinin başlangıcını özgür iradeye ve serbest tercihe dayandırır. İşte
bu İslâm kocalara "Eğer onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz
ki, Allah hoşlanmadığımız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir."
buyuruyor. Nikâh bağını ciddiye alsın, onu aklına ilk estiğinde kesmesin
diye. Karı-koca ilişkisine sımsıkı yapışsın, ilk duygusal parlamada ondan
kopmasın diye. Bu son derece önemli insanlar arası kuruma gereken ciddiyeti
atfetsin, onu değişken duyguların ani parlamalarına ve bir oraya, bir buraya
konan hercai karakterli isteklerin budalalığına kurban etmesin diye.
Eşini "sevmediği" gerekçesi ile boşamak istediğini söyleyen birine Hz. Ömer'in
verdiği şu cevap ne kadar güzel ve ne kadar anlamlıdır!; "Yazık sana! Yuvalar
sadece sevgi temeline mi dayanır? Sorumluluk, vefakârlık duyguları nerede?"
İnsanların dillerinde geveledikleri şu "sevgi" sözü ne kadar ucuz ve kof bir
sözdür! Onlar bu söz aracılığı ile değişken bir içgüdüsel duyguyu dile getirmek
istiyorlar ve bu yanar-döner duygu adına karı-kocanın ayrılmasını, aile
yuvasının yıkılmasını, hatta kadının kocasını boynuzlamasını -kocasını sevmiyor
ya!ve erkeğin eşini aldatmasını -karısını sevmiyor ya, değil mi?- mubah
görüyorlar, normal sayıyorlar.
Bu kof ve basit vicdanlarda bu ucuz ve değişken içgüdüsel duygudan, bu doyumsuz
hayvanî ihtirastan daha üstün ve anlamlı bir duyguya rastlanmaz. Onların şu
hayatta mertlik, soyluluk, erdemlilik, nezaket ve vefakârlık gibi yüce
duyguların da varolduğunu ve bu duyguların şu kavramsal planda
basitleştirdikleri, ayağa düşürdükleri ve durmadan dillerine doladıkları
sevgiden daha önemli olduğunu hiç akıllarından geçirmedikleri kesin. Başka bir
kesin olan gerçek de onların yüce Allah'ı hiç düşünmedikleri, hiç hatırlarına
getirmedikleri. Onlar göz boyayıcı cahiliye sarhoşluğu içinde O'ndan uzak
yaşıyorlar. Bu yüzden yüce Allah'ın müminlere yönelttiği "Eğer onlardan
(eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz ki Allah hoşlanmadığınız bir şeyi
hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." uyarıcı telkin onlara hiçbir şey
söylemez, kendileri için hiçbir anlam taşımaz.
Çünkü vicdanları yüksek düzeylere çıkaran, ideallere seviye kazandıran; insanın
hayatını hayvansal içgüdülerin, tüccar hırsının ve başıboşluk kofluğunun
aşağılığından kurtararak üst düzeylere çıkaran tek faktör, hakka bağlı inanç
sistemidir.
Erkeğin göstereceği bunca sabır, nezaket, çırpınma ve ümit dolu bekleyişe rağmen
eğer bu ortak hayatın artık devam edemeyeceği, mutlaka eşinden ayrılıp başka
biri ile evlenmek zorunda olduğu sonucuna kesinlikle varılırsa o zaman kadına
yol verilebilir. Yalnız giderken vaktiyle almış olduğu mehri ve kendisine miras
alarak düşen malları yanında götürecektir. Bunlar külçelerle altın tutarında
bile olsalar hiçbir parçasını geri almak caiz değildir. Bunlardan herhangi
birşey almak açık vebal ve şüphe götürmez bir günahtır. Okuyalım:
"Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz, önceki eşinize
gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri
almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi
verdiğinizi geri alacaksınız?"
Şimdi şaşırtıcı ve duyurucu bir ifadede derin bir vicdan okşayışı ile, evlilik
hayatının ılık ve yeşillikli bir meltemi ile karşı karşıyayız:
"Verdiğinizi nasıl geri alırsınız ki, sizler birbiriniz ile içli-dışlı
olmuşsunuz ve eşleriniz sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Buradaki "girmek, bütünleşmek" anlamına gelen "Efda" fiili tümleçsiz
bırakılıyor. Yani sözün önü açık tutuluyor. Bütün muhtemel anlamlarını
düşündürsün, bütün esintilerini yansıtsın, bütün mesajlarını duyursun diye. Bu
fiil sadece vücudların birbirine girmesi, bütünleşmesi kavramı ile
sınırlandırılamaz. Bu yolda duyguları, sezgileri, düşünceleri, aile sırlarını
ortak arzuları ve her anlamdaki iletişim biçimlerini de içerir. Fiilin genel
anlamlı oluşu bu ortak hayatın gecelerine ve gündüzlerine ilişkin birçok
manzarayı gözler önüne getirir ve karıkocayı uzun süre bir arada tutan bu kuruma
ilişkin birçok hatıra akla getirir. Bu açıdan bakınca her sevgi parlayışı bir
bütünleşmedir, her sevgi dolu bakış bir bütünleşmedir, her el ele dokunuş, her
bedeni temas bir bütünleşmedir, her ortak acı ya da ortak emel bir
bütünleşmedir, her anlık ya da geleceğe ilişkin ortak düşünce bir bütünleşmedir,
her geçmişe yönelik ortak özlem bir bütünleşmedir, her yeni 'çocuktaki buluşma
bir bütünleşmedir...
İşte "Birbiriniz ile içli-dışlı olmuşsunuz" ifadesi bu şaşırtıcı ve duygu yüklü
ifade, bütün bu düşünce, duygu, esinti, heyecan ve imaj birikimini gözler önünde
canlandırıyor. O zaman bu manzaranın yanında sözü edilen basit maddi endişe
küçülüyor, ayrılık anının üzüntüsü içinde bütün bu kesik kesik imaj birikimini,
bütün bu hatıra yığınını hayalinde ve vicdanında canlandıran koca, evlenirken
karısına verdiklerinin bir bölümünü geri istemekten utanır.
Arkasından bu imaj, hatıra ve duygu birikimine değişik renkte başka bir faktörün
daha eklendiğini görüyoruz:
"Eşleriniz 'sizden güçlü bir güvence almışlardır."
Bu güvence Allah adına, Allah'ın yasası uyarınca verilen nikah sözüdür. Bu
hiçbir mümin kalbin hafife alamayacağı güçlü ve son derece önemli bir
güvencedir. İşte o müminleri muhatap tutan bu ayet, bu sıfatlarına dayanarak
onları bu ağır sorumluluklu söze, bu sağlam güvenceye saygı göstermeye
çağırmaktadır.
Bu bölümün sonunda oğulların, babaların eski eşleri ile evlenmeleri, ayıplama ve
kınama yüklü bïr dille, yasaklanıyor. Arapların cahiliye döneminde serbest olan
bu duygularına kimi zaman dul kadınların evlenmelerini engellemenin sebebini
oluşturuyordu. Ya ölmüş babanın küçük yaştaki oğlu büyüsün de babasının dul eşi
ile evlensin ya da eğer erkek çocuğu evlilik çağında ise babasının eski eşine
herhangi bir eşya gibi mirasçı olsun diye böyle bir gelenek vardı. İslâm gelince
bu uygulamayı son derece kesin ve ağır bir dille yasakladı. Okuyoruz:
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu
kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece
çirkin bir gelenektir."
Biz bu yasağın arkasında üç önemli sebep görüyoruz. Gerçi biz insanlar şeriat
hükümlerinin bütün hikmetlerini kavrayamayız. Fakat bu hükümlere boyun eğmemiz,
onlara isteyerek teslim olmamız, onların hikmetlerini anlayıp anlayamamıza bağlı
değildir. Bu hükümlerin mutlaka bir hikmete dayandıklarından, insanların
yararına olduklarından emin olmamız için onların yüce Allah tarafından
yasallaştırdıklarını bilmemiz yeterlidir.
Evet, dediğimiz gibi biz bu yasağın arkasında şu üç hikmetin bulunduğunu
görüyoruz:
1- Her şeyden önce babanın eşi ana konumundadır.
2- Bu yasak babanın yerine geçecek olan evladın babasını bir rakip olarak
hayalinde canlandırmasını önleme endişesi taşır. Çünkü erkek, karısının eski
kocasına karşı fıtri olarak, doğal bir eğilimle antipati duyar. Eğer bu tür
bir evlilik olursa o zaman evlat babasına karşı antipati duyacak, ona nefret
besleyecek demektir!
3- Bu yasak, baba eşine basit bir miras malı gibi konma kuşkusunu kökünden
silme amacı taşır. Daha önce söylediğimiz gibi bu anlayış ve ona bağlı
uygulama cahiliye döneminde geçerli idi. Oysa bu anlayış ve bu uygulama hem
kadının hem de erkeğin insanlık değerini düşüren bir ayıptır. Çünkü kadın
ile erkek bir tek ortak insandan türemişlerdir. Buna göre birinin küçük
düşürülmesi, horlanması, hiç kuşkusuz diğerinin de küçük düşmesi, onurunun
zedelenmesi anlamına gelir.
İşte gerek bu görebildiğimiz ve gerekse kavrayamadığımız diğer başka sebepler
yüzünden İslâm, bu evlilik türünü son derece çirkin saydı, onu iğrenç bir
rezillik ve çok kötü bir gelenek kabul etti. Yalnız İslâm'ın bu yasaklamayı
getirmeden önceki geçmiş cahiliye dönemi uygulamaları hariç. Onlar bağışlanmış
ve hesapları noksanlıkların her türlüsünden münezzeh olan yüce Allah'ın
iradesine kalmıştır.
EVLENİLMESİ YASAK OLANLAR
Bu derste yer alan üçüncü bölüm, evlenilmesi yasak olan diğer kadınları ele
almaktadır. Kuşkusuz bu, gerek ailenin gerekse toplumun düzenlenmesinde
atılan bir adımdır.
23- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız,
kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin
kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz,
sütkardeşleriniz, kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz èşlerinizden
doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız -eğer anaları ile cinsel
ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz
oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahınız
altında bulundurmanız size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve
merhametlidir.
Evlenilmesi yasak olan kadınlar, ilkel-ileri tüm milletlerde bilinmektedir.
Ancak yasağın nedenleri ve dereceleri değişik milletlerin yanında farklılık
arz etmiştir. İlkel halklarda bu çemberin oldukça genişken, ileri halklarda
ise çemberin daraldığı görülmektedir.
İslâm'da evlenilmesi yasak olan kadınlara gelince, bunlar şu ayette,
öncekinde ve sonraki ayette açıklanan sınıflardır. Bunlardan bazısı
ebediyyen yasaktır, bazısı ise geçicidir. Kimisi hesap nedeniyle, kimisi
emzirmeden dolayı, kimisi de evlilikten doğan akrabalık yüzünden yasaktır.
Bunun dışında, diğer toplumlarda tanınan her tür bağı ortadan kaldırmıştır
İslâm. İnsanların ırk, renk ve kavmiyetlerinin bir de bir ırk ve bir vatan
için deki sınıfsal ve toplumsal konumların farklılığından doğan bağlar
gibi..." İslâm şeriatında yakınlık nedeniyle evlenilmesi yasak olan kadınlar
dört sınıftır:
Birincisi; ne kadar yukarda olursa olsun usûl, (yukarıya doğru say) dolayısıyle,
ne kadar yukarıda olurlarsa olsunlar kişinin anasıyla, gerek ana tarafından
gerekse baba tarafından neneleriyle evlenmesi yasaktır. "...Analarınız size
haram kılındı.."
İkincisi; aşağıya doğru tüm çocuklar (fürû); Yani kişinin kızlarıyla ve kız
erkek çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. "...Kız çocuklarınız..."
Üçüncüsü; aşağıya doğru anne-babanın tüm çocukları. Buna göre kişinin kız
kardeşiyle, erkek veya kız kardeşlerinin kızlarıyla ve kardeşlerinin
çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. "...kız kardeşleriniz..." "....
Erkek kardeşinizin kızları ve kız kardeşinizin kızları..."
Dördüncüsü; Dedelerine doğrudan bağlanan çocukları, yani kişinin halası,
teyzesi, babasının halası, babadan veya anadan taraf ninesinin halası ile
evlenmesi yasaktır. "...Halalarınız, teyzeleriniz..." Ancak dedelere doğrudan
bağlanmayan çocuklarla evlenmek helâldir. Bu nedenle amca ve hala çocuklarının,
dayı ve teyze çocuklarının evlenmesi serbesttir.
Evlilik nedeniyle meydana gelen yasaklar ise beş tanedir:
1- Karının yukarıya doğru (usul) akrabası, adamın eşinin anasıyla, ne kadar
yukarıda olursa olsun baba veya ana tarafından nenesiyle evlenmesi yasaktır. Bu
yasak erkeğin eşiyle yalnızca nikah ahdini gerçekleştirmesiyle birlikte
yürürlüğe girer. Cinsel ilişkide bulunması ya da bulunmaması fark etmez.
"...Kaynanalarınız..."
2- Karının aşağıya doğru tüm çocukları... Yani kişinin eşinin kızıyla ne kadar
aşağıda olursa olsun erkek kadın tüm çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır.
Ancak bu yasak, cinsel ilişkide bulunmadığı sürece yürürlüğe girmez. "...Cinsel
ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız.
Eğer analarıyla cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlarla evlenmenizin
sakıncası yoktur."
3- Babanın ve ne kadar yukarıda olursa olsun her iki tarafın dedelerin eşleri.
Yani kişinin babasının karısı ve ne kadar yukarıda olursa olsun ana ve baba
tarafından dedelerinden birinin karısıyla evlenmesi yasaktır. "Geçmiş
uygulamalar bir yana bundan böyle babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize
nikahlamayın." Yani bu tür nikahtan cahiliyede yaptıkları müstesna. Bilindiği
gibi cahiliyyeden bu nikahı caiz görürlerdi.
4- Oğulların ve aşağıya doğru tüm çocukların oğullarının eşleri. Kişinin kendi
sülbünden olan oğlunun ve ne kadar aşağıda olursa olsun oğlunun ve kızının
oğullarının karılarıyla evlenmesi yasaktır. "...Öz oğullarınızın eşleriyle
evlenmeniz haram kılındı..." Böylece bu ayet cahiliyede evlatlığın karısıyla
evlenmeyi yasaklayan adeti iptal edip bu yasağı öz oğullarının karısıyla
sınırlandırmaktadır. Ahzab suresinde değinileceği gibi evlatlıklar öz
babalarının adıyla çağrılırlar.
5- Karının kız kardeşi. Bu yasaklama geçicidir. Ve karının sağ oluşuna ve adamın
nikahında bulunmasıyla bağlıdır. Yasak olan iki kız kardeşi aynı anda bir nikah
altında tutmaktır.
"...İki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram
kılındı... Geçmiş uygulamalar bir yana." Yani cahiliye de yaptığınız bu tür
nikah hariç. Çünkü o dönemde bu nikahı caiz görüyorlardı.
Nesep ve evlilik dolayısıyla yasak olanların tümü emzirme nedeniyle de
yasaktırlar. Bu da dokuz yasağı içermektedir:
1- Süt anne ve ondan yukarısı (usul) "...Sizi emziren süt anneleriniz.. "
2- Süt kızı ve aşağıya doğru onun kızları (Adamın süt kızı nikahı altındaki
karısının emzirdiği kızdır)
3- Süt kız kardeş ve aşağıya doğru onun kızları "...Süt kardeşleriniz..."
4- Süt hala ve teyze (süt teyze, süt annenin kız kardeşidir. Süt hala ise
sütannenin kocasının kız kardeşidir.)
5- Karının süt annesi (çocukluğunda kadını emziren kadın) ve ondan yukarısı.
Bu yasak nesepte olduğu gibi kadının yalnızca nikahlamakla yürürlüğe girer.
6- Karının süt kızı (kadının evlenmeden önce emzirdiği kız) ve aşağıya doğru
onun kızları . Kadınla cinsel ilişkiye girilmedikçe bu yasak yürürlüğe
girmez.
7- Süt baba, süt dede ve bundan yukarısının eşleri. (Süt baba çocukları
karısına emzirten adamdır. Bu çocuğun yalnızca kendisini emziren eşiyle
evlenmesi yasak değildir, bu onun süt annesidir. Süt babasının karısı olan
diğer kadınlarla evlenmesi yasaktır.)
8- Süt oğlunun ve ondan aşağısının karıları.
9- Kadınla süt kız kardeşini, süt halasım, süt teyzesinin veya emzirme
nedeniyle mahrem olan herhangi bir kadını nikah altında bulundurmak
yasaktır.·
Yukarıda açıklanan yasakların bir, iki ve üçüncüsü ayetin nassıyla
yasaklanmıştır. Ancak diğer yasaklar Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine
olsun) "Nesep bakımından haram olanlar emzirme yoluyla da haramdır."·(Buhari
ve Müslim) hadisi uyarınca belirlenmiştir.
Bunlar, İslâm şeriatında evlenilmesi yasak olan kadınlardır. Ancak ayet
yasaklamanın -özel ya da genel- bir nedenini belirlememektedir. İleri
sürülen tüm nedenler, insanların düşünce, görüş ve de değerlendirmesidir
Ancak burada genel bir neden olacaktır. Aynı zamanda her yasağın kendine özgü
yasaklama nedenleri de bulunacaktır. Bazı yasakların arasında ortak dedenler de
olacaktır kuşkusuz.
Örneğin şöyle denilebilir; "Akrabalar arasındaki evlilik neslin cılızlaşmasına
zamanla da zayıflaşmasına neden olmaktadır. Çünkü zayıflık özellikleri çocukta
odaklaşıp birleşirler. Bunun tersine, sürekli yeni yabancı kanların karışmasına
fırsat verilirse çocuğun seçkin yetenekleri artar, neslin canlılık ve
yetenekleri tazelenir.
Ya da "Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek ve kız kardeşin
kızları, aynı şekilde emzirme nedeniyle akraba olunan benzerleri, karıların
anneleri, eşlerin kızları, -himayedeki üvey kızlar- gibi evlenmesi yasak
sınıflarla kurulacak ilişkinin gözetim, şefkat, saygı ve vakara dayanması
istenmektedir. Bu yüzden evlilik hayatında boşanma ve ayrılığa kadar götüren
ihtilaflar gibi şeylere meydan verilmemesi arzu edilmektedir. Çünkü -bu
ayrılıkların bıraktığı kötü etkilerle- kalıcı olması istenen duygular tahrip
olur" denilebilir.
Veya şöyle denilebilir: "Himaye edilen üvey kızlar, iki kız kardeşi bir nikahta
bulundurmak, karının annesi ve babanın karısı gibi sınıfların yasaklanmasıyla
oğulluk ve kardeşlik duygularının zarar görmemesi hedeflenmektedir. Çünkü
kızının kocası konusunda kendine rakip gören annenin -kız ve kız kardeş de bu
durumdadır- hayatını paylaştığı kızına, ya da bir anne-baba da birleştikleri kız
kardeşine ve annesine -annesi olduğu halde- karşı tertemiz duygularının devam
etmesi mümkün değildir. Kendisinden sonra karısının oğluna kalacağını düşünen
baba ya da boşanan babanın kendisine rakip olduğunu düşünen oğul da öyle. Baba
ile oğul arasında lekelenmesi istenmeyen ilişkiler nedeniyle aynı şey soyundan
gelen oğullar için de geçerlidir."
Şöyle de denilebilir; Evlilik ilişkisi, aile çemberinin genişleyip akrabalık
bağlarının ötesine taşması için bir araçtır. Bu yüzden yakın akrabalık
bağlarıyla birbirine bağlı kimseler arasında evlenme zorunluluğu yoktur. Bir
hikmeti bulunmadığından bu durumda olanların evlenmesi yasaklanmıştır. Akrabalık
bağı nerdeyse kopmak üzere olacak kadar uzak bulunanların dışında akrabaların
evlenmesine müsaade edilmemiştir."
Nedeni ne olursa olsun biz, yüce Allah'ın seçtiklerinin ötesinde bir hikmetin,
bir iyiliğin bulunduğunu kabul ediyoruz. Bilmemiz ya da bilmememiz fark etmez.
Bunun soruna herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Hoşnutluk ve kabullenme
ile birlikte uyup uygulama zorunluluğundan herhangi bir şey eksiltmez. Çünkü
Allah'ın şeriatıyla hükm olunmadan sonra da buna karşı göğsünde herhangi bir
sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça bir kalpte iman gerçekleşmez.
Ardından Kur'an'ın hüküm bildiren nassının açıkladığı tüm yasaklara ilişkin son
bir söz yer almaktadır.
Kuşkusuz bu yasaklar, iki durumun dışında cahiliye geleneğinde de yasaktı.
Bunlar babaların nikahladıkları kadınlar ve iki kız kardeşi birlikte
nikahlamaktı. Cahiliye toplumunda hoş karşılamamakla beraber caizdi bu tür
evlilik.
Ancak -bütün bu yasakları koyan- İslâm, bunları yasaklarken kesinlikle
cahiliye geleneğine dayanmamaktadır. Bu yasakları yeni baştan ve kendine
özgü otoritesine dayanarak koymaktadır. Hüküm şöyle geliyor:
"Analarınız size haram kılındı..."
Buradaki sorun göstermelik bir sorun değildir. Bir bütün olarak bu dinin
sorunudur. Bu konudaki düğümün kavranması bir bütün olarak bu dinin kavranması
demektir. Onun dayandığı temelin kavranması demektir. uluhiyet temeli ve tek
başına Allah'a özgü kılma...
Bu din, helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama)'nın tamamen
Allah'a ait olduğunu yerleştiriyor. Çünkü her ikisi de uluhiyetin en belirgin
özellikleridir. Allah'tan başka hiçbir otoritenin helal kılma (serbest bırakma)
ve haram kılma (yasaklama) yetkisi yoktur. Tek başına Allah insanlar için
dilediğini helal dilediğini haram kılar. Bunda ve şunda Allah'tan başka hiç
kimse herhangi bir hüküm koyamaz. Kimse böyle bir iddiaya kalkışamaz. Çünkü bu
davranış uluhiyyet iddiasında bulunmakla eş anlamlıdır.
Bu yüzden cahiliye herhangi bir şeyi serbest ya da yasak kıldığında bu yasaklama
ve serbest bırakma temelden batıldır. Düzeltmek mümkün değildir. Çünkü daha
başlangıçtan varlığı söz konusu değildir. İslâm cahiliyenin helal ya da haram
kıldığı şeylerle karşılaşınca, işin başında temelden bunların battığına hükmeder
ve onları tümden yok sayar. Çünkü bunlar böyle bir hüküm koymaya yetkisi
bulunmayan -çünkü ilah değildir- bir kaynaktan doğmaktadırlar. Bundan sonra
İslâm hükümlerini yeni baştan inşa eder. Cahiliyede helal olan şeyi helal
kılarken ya da haram bir şeyi o da haram kılarken bile bunu yeni baştan
belirliyor, İslâm. Temelden batıl kabul ettiği cahiliyenin hükümlerine bu konuda
itibar etmez. Çünkü cahiliye batıldır. Tek başına bu hükümleri koyma yetkisine
sahip merciden kaynaklanmamaktadır. Kuşkusuz bu merci yüce Allah'tır.
İnsan hayatındaki herşeyi kapsayan helal ve harama ilişkin İslâm'ın görüşü
budur. Bu hayattaki hiçbir şey bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nikahta yeme
içmede, giyim-kuşamda, hareket ve davranışta inanç ve ilişkilerde,
bağlılıklarda, gelenek ve hayat düzeninde onun şeriatına uymak suretiyle
yetkisini yüce Allah'a dayandırmadıkça hiç kimsenin helal veya haram kılma
yetkisi yoktur.
Bunun dışında insan hayatında -büyük, küçük- yasaklama (haram) veya serbest
(helal) bırakma işlevini gören tüm mercilerin hükümleri temelden boştur,
batıldır. Ve temyizi mümkün değildir. İslâm şeriatında yer alan hükümler
cahiliyede bulunan hükümleri düzeltmek veya onlara dayanmak için gelmemişlerdir.
Aksine bunlar, tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden
kaynaklanan yeni baştan bir inşadır.
İslâm helal ve harama ilişkin hükümlerini böyle inşa etti. Sistem ve düzenini
işte böyle kurdu İslâm. Gelenek ve göreneklerini İslâm böyle düzenledi. Bu
faaliyetinde tek başına bu yetkiye sahip güce dayanmıştır kuşkusuz.
Kur'an bu görüşün yerleşmesine büyük özen gösterir. Bu yüzden bütün haram ve
helal kılma olaylarında cahiliye mensuplarıyla tekrar tekrar mücadeleye
girişmektedir. İlkeyi belirlerken istinkârı bir soru yöneltmektedir: "De ki;
Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz rızıklan kim haram edermiş?"
(A'raf suresi; 32)
"De ki; gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyalım." (En'am suresi;
151)
"De ki; Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceğinde ölü yahut
akıtılan kan veya domuz etinin dışında haram edilmiş bir şey bulmuyorum..."
(En'am suresi; 145)
Bu istinkâri sorularla yüce Allah onları şu temel ilkeyle yüzyüze getirmeyi
istemektedir: Haram ve helal kılma hakkına tek başına Allah sahiptir. Allah'ın
şeriatına uygun olarak onun otoritesine dayanandan başka fert, sınıf, ulus veya
tüm insanlar içinde hiç kimsenin böyle bir yetkisi söz konusu değildir. Helal ve
haram kılma -serbest bırakma ve yasaklama- şeriat demektir, din demektir. Buna
göre helal ve haram kılan bütün insanların boyun eğdiği din koyma yetkisine
sahip kimsedir. Haram ve helal kılan Allah'tan başka biriyse bu durumda insanlar
ona boyun eğiyorlar, onun dinindendirler, Allah'ın değil.
Bu şekliyle sorun uluhiyyet ve özellikleri sorunudur. Bu sorun din ve anlamı
sorunudur. İman ve sınırları sorunudur. O halde yeryüzündeki müslümanlar,
kendileri ile bu durumu gözden geçirmelidirler. Kendileri nerede bu din nerede?
Nerede onlar nerede İslâm? Ona bir baksınlar. Şayet henüz onlar müslümanlık
iddiasını sürdürüyorlarsa.
5. CÜZ'ÜN BAŞLANGICI
Sûrenin giriş bölümünde de işaret ettiğimiz amaçların ve konuların çoğunu içeren
bu cüzde Nisa suresini incelemeye devam edeceğiz. Bu cüzde surenin temel
hedefleri ve ana konularının başlıcaları işleniyor. Bu temel hedefler ile ana
konuları şöyle sıralayabiliriz:
Cüzün ilk bölümündeki ayet demetinde şunları buluyoruz: Aile kurumuna ilişkin
yasal düzenlemelerin devamı; bu kurumu fıtratın değişmez kurallarından oluşmuş
bir temel üzerine oturtmak; yine bu kurumu, eşlerin hayatını etkileyen geçici
şartların sarsıntılarından korumak; bunun yanısıra hem aileyi ve-hem de toplumu
fuhuşa düşmekten, yasakların çiğnenmesinden ve aile-içi ilişkileri zedelemekten
korumak konuları bulunmaktadır.
Yine bu derste, sosyal ve ekonomik düzenlemelere yeni hükümlerin eklendiğini
görüyoruz. Bu hükümler, mali ve ticari ilişkileri içerdikleri gibi bazı miras
hükümlerini ve hem erkeğin, hem de kadının toplumda mülk edinmesinin hukukî
kurallarını da açıklamaktadır.
Bütün bu yasal düzenlemelerin -surenin giriş bölümünde dediğimiz gibi temel
amacı şudur: Müslüman toplumu, cahiliye düzeninden uzaklaştırıp İslam'ın
önerdiği hayat düzenine geçirmek, ayrıca cahiliye sisteminin toplumsal
niteliklerinin artıklarını silip yerlerine İslâm'ın yeni toplumsal vasıflarını
yerleştirmek. İlâhi sistemin cahiliye bataklığından çekip çıkardığı bu İslâm
toplumuna yükseliş merdivenini basamak basamak çıkmasını sağlayarak o yüce
doruğa tırmanmasına imkan hazırlamak.
Beşinci cüzün ikinci bölümünün âyetlerinde İslâm düşüncesinin temel ilkelerinin
belirlenmesinin yeniden ele alındığını görürüz. Bu ayetlerde imanın sınırları
belirleniyor, müslüman olmanın temel şartı vurgulanıyor. Bu yenilenen vurgulama
ile sosyal dayanışmanın diğer yasal düzenlemelerine temel oluşturuluyor. En dar
anlamıyla ailede başlayıp toplumdaki tüm yoksulları ve düşkünleri içerecek
şekilde genişliyor. İyilikseverliğin ve sosyal dayanışmanın emredildiği bu
bölümde cimriliğin, malla böbürlenmenin, nankörlüğün ve gösteriş olsun diye
iyilikte bulunmanın kınandığını görüyoruz.
Yine burada yapılmakta olan ibadete ilişkin psikolojik eğitimin bir yönüne; bu
ibadet için temizlenmeye-arınmaya, alkollü içkiyi bu ibadetle bağdaşmaz bir
pislik olarak kabul etmeye de değiniliyor. Böylece bu hikmetli eğitim sisteminin
planı uyarınca alkollü içki yolunda bir adım daha atılmış oluyor.
Üçüncü bölümde bu surenin ana konularından biri olan ehl-i kitapla hesaplaşma
konusu gündeme geliyor. Bu hesaplaşma ayetlerinde kitap ehlinin müslüman cemaate
ilişkin kötü niyetleri ve kirli emelleri açığa vuruluyor,
tuzaklarının ve entrikalarının mahiyeti açıklanıp, tutumları belirtilerek
sonunda kendilerini bekleyen kötü akıbetle ve acıklı azapla tehdit ediliyorlar.
Bu cüzün dördüncü bölümünü oluşturan ayetlerin amacı ise; dinin anlamını, mümin
olmanın vazgeçilmez şartını ve İslâm'ın tanımını kesin ve yoruma kapalı bir
dille açıklamaktır. Bu ayetlerde İslâmi düzenin mahiyeti; müslümanın itaat,
bağlılık, emir ve yasakları sadece yüce Allah'tan alma, sırf yüce Allah'ın
sisteminin hakemliğine başvurma, peygamberimizin hükümlerine uyma ve boyun eğme
konuları açıklığa kavuşturuluyor. Bunların yanısıra müslümanların, emanetleri
ehillerine teslim etme, insanlar arasında adil hükümler verme, insanların
hayatında yüce Allah'ın sistemini egemen kılma uygulamalarına ilişkin
yükümlülükleri vurgulanmakta ve bu yükümlülükler, imanın pratikte
gerçekleşebilmesinin şartı sayılmaktadır. Bu prensiple bağlantılı olarak mümin
olduklarını iddia ettikleri halde imanın bu ilk şartına, yani yüce Allah'ı ve
peygamberimizi her konuda hakem kabul edip bunların hükümlerine tam bir gönül
hoşnutluğu ile teslim olma şartına sırt çevirenlerin çelişkili tutumları
hayretle karşılanmakta ve bu açık ve kesin şartı yerine getirmeyenlerin, bu
yoldaki bütün kuru iddialarına rağmen asla mümin olamayacakları ısrarla
vurgulanmaktadır.
Bu ilke ile bağlantılı olarak yine bu beşinci bölümde müslüman cemaat, bu apaçık
sistemi savunma uğrunda savaşmaya çağrılmakta, bu çağrıya yan çizen yılgınlar
ile ona sırt çeviren münafıklar kınanmakta, müminlerin kalblerine cihad şevki
aşılanmak amacı ile İslâmi savaşın amaçları açıklanmakta; baskı altında yaşayan
müminleri küfür diyarından kurtararak İslâm ülkesine kavuşturmanın, onlara bu
yüce sistemin egemenliği altında onurlu bir hayat sürdürme imkânı sağlamanın bu
cihadın başta gelen hedefi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca kalbleri korkudan ve
yılgınlıktan arındırmak amacı ile ölümün ecelin ve kaderin mahiyeti
anlatılmaktadır. Bu bölüm tek başına bile kalsa cihada devam etmesini içeren
peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) şahsına yönelik bir emirle sona
eriyor. Demek ki; bu dini, bu tutarlı ilâhi sistemi egemen kılmak için sürekli
savaşmak, kaçınılmaz bir görevdir.
Bu cüzün altıncı bölümünü oluşturan ayetlerde savaşma yükümlülüğü ile bağlantılı
olarak devletlerarası hukukun birçok kuralı açıklanıyor; İslâm toplumu ile
ateş-kes imzalamış ya da barış antlaşması yapmış düşman devletler arasındaki
ilişkilerin nasıl olması gerektiği anlatılıyor. Buna göre mesele basit bir kaba
kuvvet, bir tepeleme ve boyunduruk altına alma meselesi değildir. Tersine farklı
ideolojilere bağlı düşman blokların bağlılarına hadise ve şartların gerektirdiği
gerçekçi bir yaklaşımla muamele yapmak gerekir.
Yedinci bölümün ayetlerinde belirli bir İslâm devleti kurulduğu, İslâm'ın aziz
ve onurlu sancağı bu devletin göklerinde dalgalandığı halde buraya göç etmeyi
ihmal ederek küfür diyarında dini inançlarının zayıflaması ihtimaline meydan
verenlerin çekingenlikleri kınanırken bununla bağlantılı olarak mali ve bedeni
cihad görevi işlenmektedir. Bu kısım, müminleri savaşmaya, düşmanlarının izini
sürmeye, onlara soluk aldırmamaya, düşmanlarını kovalama hususunda gevşekliğe
kapılmamaya teşvik eder. Bunun yanısıra müminlerin
durumu ile İslâm düşmanlarının durumunu; her ikisinin istikametleri, akıbetleri
ve Ahirette görecekleri karşılıklar bakımından birbirlerinden farklı olduklarını
belirten ayetler ile sona erer.
Sekizinci bölümün ayetleri İslâm adaletinin bir şahikasını, doruk noktasına
ulaşmış somut bir uygulamasını gözlerimizin önüne getiriyor. Bilindiği gibi bir
yahudi haksız olarak zırh hırsızı olmakla suçlanmış ve bu suçlama asılsız
şahitlikler ile perçinlenmişti. İşte bunun üzerine yüce Allah'ın katından
birbiri peşi sıra inen bir dizi ayet, bu masum yahudiyi aklıyor. Oysa yahudiler
o sırada İslâm'a ve müslümanlara karşı komplo üstüne komplo düzenlemekle
meşguldürler. Fakat İslâm adaleti, sempati ve antipati gibi duyguların etkisi
altında kalmayan ilahi bir adalettir. Bu olay; insanlığın bu eşsiz ve yüce
sistemin dışında hiçbir sistemde ulaşamadığı, benzerini yaşamadığı bir adalet
doruğudur.'
Dokuzuncu bölümün konusu; şirk, müşrikler, şirk kaynaklı hurafeler, bu
hurafelerin etkisi ile oluşmuş sapık sloganlar ve saçma düşüncelerdir. Bu kısmın
ayetlerinde yüce Allah'ın adaletine ilişkin asılsız saplantılar ve kuruntular
ele alınıp düzeltiliyor, cezaların ve ödüllerin bu saplantılara ve kuruntulara
göre değil, işlenen amellere göre biçileceği belirtiliyor; bunun yanısıra tek
gerçek dinin sadece İslâm olduğu ve bu dinin aynı zamanda Hz. İbrahim'in (selâm
üzerine olsun) de dini olduğu vurgulanıyor.
Onuncu bölümün ayetlerinde ise bu surenin ilk konusunu oluşturan kadınların
-özellikle yetim kızların- ve kimsesiz çocukların haklarına tekrar dönüldüğünü
görürüz. Bununla bağlantılı olarak kadının, kocası tarafından ihmal edilmesi ya
da aldatılması olaylarına ilişkin çözümler anlatılıyor. Bu arada ideal karı-koca
hayatının gerçekleşebilmesi için hangi şartlara uyulması gerektiği açıklanıyor.
Eğer bu şartlara uyulmaz ise ortak aile hayatının yürüyemeyeceği ve bu şartlara
ilişkin aksaklıklar giderilemezse eşlerin birbirinden ayrılmalarının daha
hayırlı olacağı belirtiliyor.
Eşlere adil davranma ve genel anlamda aile hayatına ilişkin bu hükümlerin
arkasından gelen uyarıcı sonuç cümlelerinde; bu hükümler ile bu direktifler,
yüce Allah'a, Allah'ın göklerin ve yeryüzünün maliki oluşuna ve yüce Allah'ın
şimdiki bütün insanları ortadan kaldırıp yerlerine başka insanlar getirmeye gücü
yettiğine bağlanıyor. Bu da meselenin, ilahlığın dehşet verici gerçeği ile
ilgili son derece önemli bir husus olduğunu kanıtlar. Arkasından kalplerdeki
Allah korkusu harekete geçiriliyor ve müminlere, her türlü insanlar arası
ilişkilerinde ve verdikleri bütün hükümlerde mutlak anlamda adil olmaları
çağrısı yenileniyor. Bu çağrı yenilemesi, Kur'an'ın bildiğimiz üslûbu uyarınca,
belirli bir konunun dar alanından hareket ederek genel ve yaygın bir çevreye
açılıyor.
Arkasından bu cüzün son bölümünü oluşturan ayet demeti geliyor. Bu kısmın
hemen hemen tek konusu münafıklığı ve münafıkları kınamak; müminleri ciddi
belirgin ve istikametli bir imana sahip olmaya çağırmaktır. Bunun gereği
olarak müminleri müslüman cemaatten başka bir dost, bir dayanak edinmekten,
İslâm yönetiminden başkasına bağlılık göstermekten kaçınmak, gerek
münafıklara ve gerekse bu dinin açık düşmanlarına karşı yersiz bir nezaket
göstererek ya da onlarla aradaki sosyal ve şahsi ilişkilerin etkisinde
kalarak dini konularda gevşek ve savsaklayıcı davranmamalarım müslümanlara
önemle telkin etmektir. Bu son tutum münafıklığın belirtilerinden biridir.
Münafıkların yeri ise cehennemin en alt katıdır. Münafıklar; kâfirleri dost
ve müttefik edinen kimselerdir.
Daha sonra bu cüzle birlikte bu bölüm yüce Allah'ın sıfatlarına, O'nunla kulları
arasındaki ilişkinin niteliğine ve yine O'nun yoldan çıkmışları ve sapıkları
neden cezalandırdığına ilişkin etkili bir açıklama ile noktalanıyor. Eğer kullar
Allah'a iman etseler, O'na şükretseler, O'nun onları cezalandırmakta hiçbir
yararı yoktur. Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah'a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç
şüphesiz, Allah şükre karşılık verir ve her şeyi bilir." (Nisa Suresi, 147)
Bu ifade acayip bir ifade., Yüce Allah'ın rahmetini, insanlara azap çektirmede
hiçbir yararı olmadığını, eğer O'nun sistemine uygun yaşasalar, bu sistemi
sunuşundaki lütfa ve bağışa karşı şükretseler insanları azaba çarptırmasının söz
konusu olmayacağını kalplere duyuran, şaşırtıcı derecede sıcak ve cana yakın bir
ifade. Fakat durum böyleyken insanlar; kâfirlikleri, inkârcılıkları, bu küfür ve
inkârcılığın sebep olduğu psikolojik (ferdi), sosyal ve uluslararası
bozgunculukları yüzünden ilâhi azabı kendi elleri ile satın alıyorlar.
İşte bu cüz bu konular ve amaçlar yığınını bu kadar geniş çapta ve boyutta
sayfalarına sığdırıyor. Burada bazı kısa değinmeler yapmakla yetiniyor ve yüce
Allah'ın yardımı ile tek tek ayetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.
EVLİLİK KURUMU
Bu surenin aşağıda inceleyeceğimiz ayetleri, aile kurumunu fıtri temellere
oturtma çabasının tamamlayıcısı niteliğini taşır. Surenin akışı boyunca iki
nokta dışında bu konuya bir daha değinilmeyecektir. Bu iki nokta ile de bu son
derece önemli temel konuya ilişkin ek niteliğinde bazı hükümler açıklanacaktır.
Gerçekten aile kurumunun yasal düzenlemeye kavuşturulması o kadar önemlidir ki,
insan hayatının fıtrî mecrası (doğuştan gelen akışı) içinde dengeli ve sağlıklı
seyri bu yasal düzenlemeye bağlı olduğu gibi bu kurumun amacından sapması
kesinlikle yeryüzünde kargaşalığa ve sosyal çalkantılara yol açar.
Bu bölümün ayetleri kendileri ile evlenmenin yasak olduğu kadınlara ilişkin ek
bir açıklama gündeme getiriyor; sağlıklı bir aile kurumu içinde yüce Allah'ın
kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa gözetilmesini istediği şartları
belirliyor. Bu şartları gözetmenin temiz ve sağlıklı bir aile yuvasını güvence
altına alıcı niteliği yanında insanlar için kolaylık ve problemsizlik sağladığı
anlatılıyor. Bunların yanısıra bu kurumun dayanağını oluşturan temel yasal
kurallar ile evlilik akdini gerçekleştiren tarafların her ikisinin omuzlarına
yüklenen karşılıklı haklar ve görevler açıklanıyor.
Sözü edilen aile kurumu düzenlemesine paralel olarak müslüman toplumda geçerli
olacak mali ilişkilerin bazı yasaları da belirtiliyor. Gerek ferdi teşebbüs ve
gerekse miras yolu ile kazanılan mallara ilişkin hukuki düzenlemeler getirilip
bununla bağlantılı olarak akraba olmayanlar arasında evlilik yolu ile birbirine
miras geçişini sağlayan sözleşmelerin nasıl çözüme bağlanacakları açıklanıyor.
Bu bölümde genel olarak şu nokta dikkatimizi çekmektedir. Bu kısmı oluşturan
ayetler, bütün bu yasal düzenlemeler ve hükümler ile imanın başta gelen temel
ilkesi arasında sıkı bir bağ kuruyor. Bu temel ilke şudur: Bütün bu yasal
düzenlemeler, bu hükümler yüce Allah'tan kaynaklanıyor ve bunlar O'nun
ilâhlığının vazgeçilmez gerekleridir. Çünkü bu surenin giriş bölümünde ısrarla
vurguladığımız gibi, en başta gelen karakteristik özellik kayıtsız-şartsız
egemenlik konusudur, insanlar için yasa koyma yetkisidir, insanların
hayatlarının ve karşılıklı ilişkilerinin dayanağını oluşturan temel ilkeleri
düzenleme tekelidir.
Bu dersin ayetleri boyunca bu duyarlı ilişki ısrarla tekrarlanır ve özel
yetkinin ilâhlığın karakteristik niteliklerinden biri olduğu vurgulanır.
Bunun yanısıra bu yasal düzenlemelerin engin bilgi ve hikmet sahibi olan,
Kur'an'ın deyimi ile "Alîm" ve "Hakîm" olan yüce Allah'tan kaynaklandığı
gerçeği de ısrarla vurgulanır. Bu ısrarlı vurgulama derin bir anlam taşır.
Sebebine gelince bu ilâhi sistemin temel özelliği, her şeyden önce kapsamlı
ve eksiksiz bilgi ile kavrayıcı ve geniş görüşlü hikmete dayalı olmasıdır.
Oysa bu özellikler insanda yoktur. Buna göre insan, sosyal hayatın isabetli
temel kurallarını koyma yeteneğinden kesinlikle yoksundur.
İşte insanoğlunun yeryüzündeki bahtsızlığı ve mutsuzluğu bu noktadaki
yanılgıdan kaynaklanıyor. İnsan ne zaman engin bilgi ve hikmetin mutlak
sahibi olan yüce Allah'ın sistemine sırt çevirirse sapar. Böylece
uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmiş olur. Eksik
bilgisini azgınlığını ve şahsi arzuların tutsağı olmaya yatkın yapısını göz
ardı ederek yüce Allah'ın kendisi ve sosyal hayatı için seçmiş olduğu
sistemden daha yararlı bir sistem ortaya koyabileceği yanılgısına düşerse
kesinlikle mutsuz ve bedbaht olur!
Aşağıda ayetlerini okuyacağımız bu bölümün ısrarla vurguladığı bir başka
gerçek de şudur: Yüce Allah'ın sistemi, insanların şahsi arzularının ürünü
olarak ortaya koymak istedikleri bütün sistemlerden daha kolay, daha
külfetsiz ve fıtrata daha yakındır. Yüce Allah'ın bu sistemi ortaya koymuş
olması, O'nun insan yetersizliğini telâfi edici bir rahmetidir. Eğer
insanoğlu bu sistemden saparsa hayvanlık düzeyine doğru inişe ve gerilemeye
geçeceği gibi ayrıca kendini ağır bir zorluk ve sıkıntı yükünün altına da
sokmuş olacaktır. Aşağıda bu bölümün ayetlerini açıklamaya çalışırken, bu
gerçeğin insanlık tarihinin pratiği tarafından doğrulandığını ve
ispatlandığını hep birlikte göreceğiz. Bu gerçek, sözünü ettiğimiz tarihi
pratiğin gözler önüne serdiği açık bir realitedir.
Fakat bu gerçeği görebilmek için insan ihtiraslarının kalpleri dumûra
uğratmaması, gözleri kör etmemesi, cahiliye zihniyetinin karanlık baskısı
altında kalplerin ve gözlerin tabiî fonksiyonlarını yitirmemiş olması
gerekir.
Şimdi bu dersin ilk ayetlerini okuyalım:
24- Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında evli
kadınlar ile evlenmeniz haramdır. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı
yasaklardır. Bunların dışında kalan kadınları iffetli yaşamanız, zina
işlememeniz şartı ile mehirlerini vererek nikahlamanız size helâl kılındı.
Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda
kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen
mehri eşinizle anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç
kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
Dördüncü cüzün sonunda yer alan aşağıdaki ayette, nikâhlanmaları doğrudan
doğruya, yani hiçbir yan sebebe bağlı olmaksızın yasak olan kadınların kimler
olduklarını açıklamıştık. Şimdi bu ayeti bir kere daha okuyalım:
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu
kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece
çirkin bir gelenektir." (Nisa Suresi, 22)
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kız
kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız
kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz,
kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz
altındaki üvey kızlarınız, -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz
bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile
evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikâhınız altında bulundurmanız size
haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir." (Nisa suresi, 23)
Yukarıda okuduğumuz "Evli kadınlar..." ifadesi ile başlayan ayet, bu konuda ek
bir yasaklama getiriyor. Çünkü bu kadınlar başka erkeklerin (kocalarının) ırz
korunağı içindedirler. Erkekler ile evli oldukları için bu korunağın sınırları
içine girerek dokunulmaz olmuşlardır. Bu yüzden bu kadınlar kocaları dışındaki
erkeklere haramdırlar, başka erkeklerin onlarla evlenmeleri helâl değildir.
Bu yasak; İslâmî toplum düzeninin ana ilkesini gerçekleştirme amacı güder. Bu
ana kurala göre, İslâm toplumu aile temeline dayanır, aile kurumu bu toplumun
birimidir. Buna göre aileyi, gerek "ortaklaşmalı" cinsel ilişkilerden ve gerekse
toplumu kirletecek yaygın fuhuş alışkanlıklarından kaynaklanabilecek neseb
karışıklığı, soy belirsizliği gibi lekeleyici uygulamalara karşı korumak
gerekir.
Belirli bir kadının belirli bir erkeğe ait olduğunu resmîleştiren ve sözünü
ettiğimiz "ırz koruma"sını gerçekleştiren açık evliliğe dayalı aile, "insan"
fıtratı ile, insanın insan olmasından doğan gerçek ihtiyaçları ile uğraşan,
bağdaşan en mükemmel sistemdir. Çünkü insan hayatının, hayvan hayatını aşan
ondan çok daha yüce bir amacı vardır. Gerçi bu yüce amaç, söz konusu hayvanî
amacı da içerir. Açık evliliğe dayalı aile yuvası bunun yanısıra, insan
toplumunun amaçlarını da gerçekleştirir. Aynı zamanda vicdan huzuru, aile
dirliği ve son çözümde toplumsal barış güvencesi getirir.
Şurası açıkça gözlenen bir gerçektir ki, insan yavrusu, diğer bütün canlı
yavrularından çok daha uzun süren bir bakım ve gözetim dönemine muhtaçtır. Bunun
yanısıra insan yavrusu, insanı diğer canlılardan ayırarak imtiyazlı bir konuma
yükselten, ileri düzeyli bir sosyal hayatın gereklerini kavrayabilmek için, yine
hayli uzun zaman alan bir eğitim dönemine de muhtaçtır.
Bilindiği gibi hayvanlardaki cinsiyet içgüdüsü, cinsel birleşmeyi, üremeyi ve
çoğalmayı sağlamakla hedefine ulaşmış olur. Fakat insandaki cinsiyet içgüdüsü bu
fonksiyonları gerçekleştirmekle amacına ulaşamaz, onun amacı daha da ötelere
uzar. Bu aşkın amaç, erkek ile kadın arasında sürekli ve uzun ömürlü bir
ilişkiyi gerekli kılar. Çünkü bu sürekli ana-baba ilişkisi, beraberliği
sayesinde insan yavrusunun varlığı ve hayatı korunacak, onun beslenmesi ve diğer
zaruri ihtiyaçları karşılanacaktır. Bunun yanısıra insan hayatının gerekleri
açısından bundan daha önemli olmak üzere; bu yavrunun eğitilmesi, insanlığın
ortak deney birikimi ve bilgi hazinesi ile donatılması gerekir. İnsan yavrusu,
ancak bu eğitim sayesinde toplumsal hayata katılabilecek, ardarda gelecek
kuşaklar ile gerçekleştirilmesi gereken gelişme süreci içindeki ortak yükümlülük
payını taşıyabilecektir.
İşte bundan dolayı, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "cinsel haz"
değildir. Cinsel haz, insan hayatının sadece bir aracıdır, amacı değildir. İnsan
hamuruna bu mayanın katılmış olmasının sebebi, erkek ile kadını bir araya
getirmek, sonra bu ilişkiyi devam ettirerek insan türünün ortak gelişme sürecine
katkıda bulunma görevini yerine getirmektir. Demek ki, karşıt insan cinslerinin
temel hayat dayanağı "sorumluluk"tur. Eşler; buluşmalarının ve birleşmelerinin
ürünü olarak meydana gelen güçsüz yavrularının bakımı ve gözetimi ile
yükümlüdürler. Bunun yanısıra bu konuda insanlık toplumunun omuzlarına
bindirdiği bir başka yükümlülükleri daha vardır: Yavrularına ilerde insânî
sorumluluklarının gereğini yerine getirme, insan varoluşunun amacını
gerçekleştirme gücü ve yeteneği sağlayacak düzeyde bir eğitim vereceklerdir.
Bütün bu faktörler bizi şu kaçınılmaz sonuçlara götürür: Erkek-kadın ilişkisini
aile temeli üzerine oturtmak tek sağlıklı sistemdir. Belirli bir kadının belirli
bir erkeğe ait olmasını resmileştirmek, karşıt cinsler arasındaki bu ilişkiye
devamlılık sağlayacak en sağlıklı çözümdür. Gerek aile yuvasının kurulmasında ve
sürdürülmesinde gerek ortak hayat boyunca baş gösterebilecek problemlerin
çözümünde ve gerekse -kesin bir kaçınılmazlık haline gelince- bu yuvanın
dağılmasında birinci derecede rol oynayacak faktör "sorumluluk duygusu" olacak,
sırf cinsel haz ya da şahsî arzular olmayacaktır.
Buna göre aile ilişkilerine ve bu ilişkilerin temel dayanağına yönelik her
zayıflatma girişimi, ağır bir suç niteliği taşır. Ki bu ilişkileri zayıflatma
girişimi, "sorumluluk duygusu"nu bu ilişkilerin temeli olmaktan çıkarıp onun
yerine ya değişken karakterli "şahsi arzular"ı ya gelip geçici "içgüdüler"i ya
da bilinçsiz "şehvet"i geçirmek anlamına gelir. Bu zayıflatma girişimlerinin
ağır bir insanlık suçu olmaları sadece cinsel anarşiye, fuhuşa ve toplumsal
çözülüşe sebep olmaları ile değil, aynı zamanda toplumun temel dayanaklarını
dinamitleyerek onu kesin bir yıkıma götürmeleri yüzündendir.
İşte bu gerçeği kavrayınca, kendilerini aile ilişkilerini zayıflatmaya, evlilik
bağını küçümsemeye, bu bağı gölgelemeye ve horlamaya, buna karşılık sırf
değişken karakterli arzulara yanar-döner heyecanlara ve şuursuz içgüdülere
dayalı kadın-erkek ilişkilerini yücelten bunlara, evlilik bağını ortadan
kaldırmaya yol açacak derecede övgüler düzmeye adayan iğrenç kalemlerin ve
propaganda kurumlarının ne büyük çapta bir insanlık suçu işlediklerini iyi
anlarız.
Aynı zamanda eşini eskisi gibi sevmediğini ileri sürerek onu boşamayı
düşündüğünü söyleyen müslümana cevap olarak Hz. Ömer'in (Allah ondan razı olsun)
söylediği şu sözün ne kadar derin bir hikmet içerdiğini iyi anlarız; "Yazıklar
olsun sana! Aile yuvalarının temeli sevgi midir? Karşılıklı bağlılık duygusu;
sorumluluk duygusu nerede kaldı?" Hz. Ömer'in bu sözü, yüce Allah'ın şu
direktifine, Allah'ın seçkin kulları olan müminlere yönelik şu eğitici Kur'an
buyruğuna dayanıyordu: "Kadınlara karşı iyi davranınız, onlarla iyi geçininiz.
Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah
hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa Suresi, 19)
Bu ilâhi telkinin amacı; mümkün olduğu oranda yuvaları ayakta tutmak, yıkıcı
duygusal parlamalara karşı koymak, onları yatıştırmak, genç kuşağın muhtaç
olduğu gözetimi güvence altına alabilmek için -bütün yapıcı çabalar iflas
etmedikçe- evlilik bağının koparılmasına meydan vermemek; bu kutsal bağı
değişken heyecanların, bilinçsiz içgüdülerin ve havada uçuşan arzuların
sarsıntılarına karşı korumaktır.
Bu yüce ve derin anlamlı bakış açısının ışığı altında, az önce sözünü ettiğimiz
yıkıcı yaygaraların ne kadar yüzeysel ve basit olduğu gerçeği meydana çıkar. Bu
sorumsuz yaygaracılar, sorumluluk duygusunun egemen olduğu ve insan soyunun
omuzlarındaki kutsal emaneti gözetmeyi amaçlayan evlilik ilişkisi dışındaki
bütün kadın-erkek ilişkilerine methiye düzerler. Sözünü ettiğimiz kutsal emanet;
faziletli insanlık hayatının gereklerini yerine getirecek genç kuşaklar
yetiştirmek ve bu kuşakların yararını güvenceye almaktır. Yoksa kısa ömürlü,
gelip geçici heyecanların yararını gözetmek değildir.
Bu ucuz ve iğrenç kalemler, kirli ve alçak propaganda kurumları ile kalbi
kocasından hafifçe soğuyan her kadına derhal bir kadın avcısının gayri meşru
kucağına atılmayı telkin ederler. Kadının böyle bir erkekle arasındaki ilişkiye
"kutsal ilişki" yaftası takarlar. Oysa aynı kadının hafif kırgın olduğu kendi
erkeği ile sürdüreceği ilişkiye "Vücudunu maddî çıkar karşılığında satışa
çıkarma" sözleşmesi adını takarlar.
Yüce Allah, nikâhlanması yasak olan kadınları anlatırken "Evli kadınlar ile
evlenmeniz haramdır" buyurarak nikâhlı kadınların "İlişki kurulması yasak"
kadınlar olduklarını belirtiyor. Bu yüce Allah'ın sözü. Yukarda değindiğimiz
yıkıcı propaganda ise, kendilerini toplumun temellerini dinamitlemeye, fuhşu
yaygınlaştırmaya adamış olan yaygaracıların sözleri. "Hiç şüphesiz Allah gerçeği
söyler ve doğru yola eriştiren sadece O'dur." (Ahzab Suresi, 7)
Toplumda yüce Allah'ın diledikleri dışında, başka kriterler, değer yargıları ve
düşünceler oluşturmaya yönelik sistematik çabalarla karşı-karşıyayız. Yüce
Allah'ın koydukları dışında başka hayat prensipleri ve insanlar arası ilişki
türleri ortaya koymak için yoğun gayretler harcanıyor. İnsanları ve hayatı yüce
Allah'ın belirlediği istikametin dışında başka yönlere sürüklemek uğruna
gece-gündüz çalışılıyor. Bu amansız kampanyayı yönlendirip yürütenlerin hesabı
şùdur: İslâm toplumunun temel dayanaklarını dinamitlemek, müslüman ülkelerde
yaşanan İslâmî hayat tarzını yıkmaktır. Böylece, İslâm'ın inanç sistemini,
ahlâkını ve toplum yapısını çökerttikten sonra bu ülkelere yönelik tarihi
emperyalist emelleri önünde hiçbir engel kalmayacak diye düşünüyorlar. Fakat
hazırlanan felaketin çapı ve etki alanı onların bu sinsî maksatlarını fazlası
ile aşmaktadır. Çünkü hazırladıkları felâket sadece İslam toplumunun temellerini
değil, bütünüyle insanlık toplumunun temellerini dinamitliyor. İnsan hayatının
dayanağını oluşturan fıtratın temellerini yıkıyor, insan toplumunu, büyük
emaneti taşıyacak unsurlardan yoksun bırakıyor. Bu büyük emanet faziletlerle
dolu insanca hayat tarzıdır. Çünkü bu felaketli kampanya insanlığı, istikrarlı,
sağlıklı; azgın şehvetlerin, değişken içgüdülerin ve rüzgârda uçuşan arzuların
kasırgalarından emin bir aile yuvasının sıcak ortamında yetişecek analı-babalı
çocuklardan yoksun bırakıyor. Oysa tümüyle insan soyunun omuzlarındaki emaneti
ancak böyle kuşaklar taşıyabilir. Bu nitelikteki kuşakları yetiştirme amacı;
sırf hayvansal üremeden, sırf "içgüdüler"e dayalı şehvet motivasyonlu
çiftleşmelerden, dengeli değişmez ve soğukkanlı "sorumluluk duygusu" ilkesini
kadın-erkek ilişkilerinin temel dayanağı olmaktan çıkarma girişiminden bambaşka
bir şeydir.
Böylece bütün insan soyu yüce Allah'ın lânetine çarpılmış oluyor. Çünkü
insanlık, kendi kendini mahvediyor, bugünkü kuşaklar ilerdeki kuşakların
geleceğini yıkıma uğratıyorlar. Bunu kendi hazlarını, kendi şehvetlerini tatmin
etmek ve gelecek kuşakları İlâhî lanete müstehak kılmak için yapıyorlar. Tabii
ki, yüce Allah'ın sözünün, yönlendirmesinin ve istediği fıtratın dışına çıkanlar
O'nun tehditkâr hükmünün kapsamına girmekten kendilerini kurtaramayacaklar ve
böylece insanlık soyu tümü ile yaptıklarının cezasını tadacaktır.
Bunun tek kurtuluş yolu vardır: Yüce Allah, sözünü ve yeryüzüne ilişkin hayat
sistemini onaylayan mümin cemaat aracılığı ile insanlığa acıyacak, bu cemaat
insanlığın elinden tutarak onu Allah'ın hayat sistemine yöneltecek ve böylece
müminler insanlığı, onların kendi elleri ile hazırladıkları yok edici
felâketlerin şerrinden kurtaracaklardır. Demek oluyor ki, sadece İslâm
dünyasının temellerini çökerteceğini ve böylece emelleri önünde engelsiz ve
savunmasız bir sömürge alanı oluşturacağını sandıkları bu yolda kaleyi içerden
fethedebilmek için kiralık kalemlerini ve iğrenç propaganda kurumlarını
seferberliğine koştukları felâketlerinin, cinayetlerinin şerrinden onları yine
ancak müslümanlar kurtarabileceklerdir.
"Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında, evli kadınlar ile
evlenmeniz haramdır."
Buradaki istisna İslâm uğruna cihad etmek amacı ile girişilmiş savaşlarda esir
olarak alınmış cariyeler ile ilgilidir. Bu kadınlar, müslümanlar için
"Darü'l-Küfr" ve "Daru'l-Harb" olan kendi yurtlarında evlidirler. Fakat yurtları
ile ilişkileri kesilince oradaki kâfir kocaları ile ilişkileri kopar ve artık
korumasız, serbest kadınlar haline gelirler. Bunların İslâm yurdunda da kocaları
yoktur. Bundan dolayı rahimlerinin boş olduğunu anlamak için bir defa âdet
görmeleri yeterlidir. Böylece hamile olmadıkları meydana çıkmış olur. Bu durumda
eğer müslüman olurlarsa nikâhlanmaları helâl olur. Bunun yanısıra ister müslüman
olsunlar ister olmasınlar esir paylaşımı sırasında payına düştükleri müslüman
savaşçı arada nikâh sözleşmesi olmaksızın cariye sıfatı ile bunlarla cinsel
ilişkide bulunabilir.
Daha önce ikinci cüzde İslâm'ın genel olarak kölelik konusuna ilişkin tutumunu
anlatmıştık. Ayrıca yirmialtıncı cüzde yer alan Muhammed suresinin "Savaşta
kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurunuz, sonunda üstün geldiğinizde
onları esir alınız, savaş sona erince bu esirleri ya karşılıksız olarak ya da
fidye karşılığında salıveriniz" ayeti açıklanırken bu konu bir kere daha ele
alındı. (Muhammed Suresi, 4) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu söylediğimiz
yerlere başvurabilirler.
Burada sadece şu kadarını söylemekle yetinelim: İslâm blokunun savaş
tutsaklarını köleleştirme konusundaki tutumu ilke olarak düşmanlarının bu
konudaki kendisine yönelik tutumu gibidir. Fakat köleleştirme noktasındaki bu
tutum benzerliğinin yanında İslâm'ın kölelere karşı takındığı tavır ve onların
insanlıklarına gösterdiği saygı bakımından düşmanlarından çok üstün olduğu
kesindir.
İslâm'ın savaş esirlerini köleleştirme uygulamasına katılmaktan başka çaresi
yoktu. Çünkü, tutsakları köleleştirmek o günün dünyasında milletlerarası
geçerliliği olan bir düzendi. İslâm, bu uygulamayı tek yanlı olarak ortadan
kaldıramazdı. Çünkü o zaman kâfirlerin eline tutsak düşen müslümanlar köle
olurlarken müslümanların ellerine düşen kâfir tutsaklar, özgür kalacaklardı. Bu
durumda kâfirler bloğu, müslüman bloğu karşısında aradaki dengeyi müslümanlar
aleyhine değiştirecek nitelikte önemli bir avantaj elde edecekti. Bunun sonucu
olarak kâfirler, müslümanlara karşı cesaretlendirilmiş olacak ve onlara
saldırılarının akıbetini düşünmeden pervasızca saldırma, hatta bu saldırılardan
her zaman kazançlı ve ganimetli çıkma imkânı verilmiş olacaktı.
Bundan dolayı İslâm toplumunda tutsak kâfir kadınlardan oluşmuş cariyelerin
bulunması kaçınılmazdı. Peki İslâm bunlara karşı nasıl davranacaktı? Fıtrî
istekler, sadece yemek ve içmekle bitmez. Fıtratın bunlar dışında bir cinsel
içgüdüsü de var ki, kadınların mutlaka onu da tatmin etmeleri gerekiyordu. Yoksa
fuhuş yoluna başvurarak toplumun tümünün ahlâkını bozacaklar, yapısını
kirleteceklerdi. Öte yandan müslüman erkekler, bu kadınlar ile kâfir kaldıkları
sürece evlenemezlerdi. Çünkü müslüman erkek ile kâfir kadın arasında evlilik
ilişkisi kurmak haramdı. (Bir cariye müslüman olunca onunla cinsel ilişkide
bulunabilmek için mutlaka kendisini nikâhlama zorunlucu yoktur. Bu durumda
onunla evlenmek caiz hale gelir, o kadar.) Bu durumda bir tek çözüm yolu
kalıyor. O da bu kadınlar kâfir kaldıkları sürece nikâhsız olarak kendileri ile
cinsel ilişkide bulunulmasını serbest bırakmak. Yalnız bunun için daha önce
ülkelerinde evli olan cariyelerin gebe olmadıklarından emin olmak ve kâfir
kocaları ile ilişkilerinin koptuğunu tespit etmek şarttır.
Bu ayette, nikâhlanması haram olan kadınlar belirtildikten sonra, nikâhlanması
helal kadınlardan söz edilmeden önce helâl ve haram kılma ilkesi ile helâl ve
haram kılma kaynağı arasındaki sıkı ilişkiye parmak basılıyor. O kaynak ki,
O'nun dışında hiçbir mercî herhangi bir şeyi, haram ya da helâl yapamaz, O'ndan
başka hiç bir merci insanların hayatına ilişkin herhangi bir hüküm kovamaz.
Ayetin bu cümleciğini birlikte okuyalım:
"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır."
Yani bu yasaklar, yüce Allah'ın sizi uymakla yükümlü tuttuğu taahhütler,
sözleşmeler ve yazılı talimatlardır. Burada ne keyfï arzulara uymak ne herhangi
bir geleneğe bağlı kalmak ve ne de geçmişten miras kalan toplumsal birikimin
önerdiği uygulamaları sürdürmek mümkündür. Söz konusu olan yüce Allah'ın
direktifi, taahhüdü ve sözleşmesidir. Helâllik ya da haramlık hükümlerini
dayandıracağınız, tek kaynak budur. Sadece bu kaynağın size dikte ettiği, emir
ve yasak olarak bildirdiği direktiflere uyacak, yalnız O'nun emirleri ve
taahhütleri konusunda hesaba çekileceksiniz.
Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir gerçek var ki o da şudur: Bir önceki
ayette nikâhlanması yasaklanan kadınların çoğunluğu cahiliye döneminde de yasak
evlilikler olarak sayılıyordu. Bunların içinde sadece babanın eski eşlerini
nikâhlamak ile aynı anda iki kız kardeşi nikâh altında bulundurmak serbestti.
Üstelik üvey anneler ile evlenmek o dönemin gelenekleri tarafından da hoş
karşılanmıyor, "şiddetle kınanacak bir hareket" olarak anılıyordu. Fakat İslâm
gelip bu yasak evliliklerin yasaklığını onaylayınca yasaklama hükmünü söz konusu
cahiliye geleneklerine dayandırmadı. Bunun yerine yüce Allah "Bunlar Allah'ın
üzerinize yazdığı yasaklardır" buyurdu.
Gerek İslâm inancının ve gerekse İslâm hukukunun kaynağının ne olduğunu açıklığa
kavuşturmak için bu ince nokta üzerinde biraz durmamız gerekir. Ayetin bu
ifadesi pratik hayatımızın birçok meselesinin çözümünde bize yol gösterecektir.
İslâm'a göre insanların uyacağı kanunların tek kaynağı yüce Allah'ın emri ve
iznidir. Çünkü bu emirler ve müsaadeler ilk ve son otorite kaynağını
oluştururlar. Buna göre başlangıçta bu kaynağa dayalı olarak ortaya çıkmayan her
hüküm, kökeni bakımından batıldır, geçersizdir. Bu yüzden sonradan düzeltilmeye
elverişli değildir. "Varlığını bu biricik doğru kaynağa dayandırmayan bütün
hükümler ve uygulamalar" anlamına gelen cahiliye düzeni bütünüyle kökten
batıldır, geçersizdir. Bütün düşünceleri ile, bütün değer yargıları ile, bütün
kriterleri ile, bütün adetleri ve gelenekleri ile, bütün kanunları ve hükümleri
ile batıldır, geçersizdir.
İslâm hayata egemen olup ona yön vermeye girişince onu bütünüyle ele alır. İlk
iş olarak cahiliye düzeninin bütün kurumlarını, bütün değer yargılarını, bütün
geleneklerini ve bütün yasal düzenlemelerini yürürlükten kaldırır. Çünkü
bunların tümü kökenleri itibarı ile batıldırlar, düzeltilip sürdürülmeye
elverişli değildirler. Eğer İslâm, cahiliye düzeninde geçerli olan bir geleneği
onaylıyorsa onu bu cahiliye kökeni ile, bu kaynağa dayalı olarak onaylamaz:
İslâm o geleneği, yüce Allah'ın emrinden ve izninden kaynaklanan başlangıç
otoritesine dayandırarak onaylar. Cahiliye döneminde geçerli olan o eski
geleneğe gelince o artık yürürlükten kalkmıştır, artık hiçbir yasal nitelik
taşımamaktadır.
Bu arada, eğer İslâm hukuku, (fıkıh) bazı meselelerde "geleneği (örfü)" dayanak
olarak kabul ediyorsa daha baştan yüce Allah'ın izni ile geleneğe kendinden
kaynaklanan bir yetki vermesinden ötürüdür. O zaman söz konusu meselelerde
gelenek, kanun koyma gücü kazanmış oluyor. Ama bu gücünü, asıl kanun koyucu olan
yüce Allah'tan alıyor, yoksa bu gücü insanlardan, daha önce o geleneği uygulaya
gelmiş olan sosyal yapıdan almıyor. Yani bu geleneğe yasal dayanak olma gücünü,
yetkisini veren faktör onun o sosyal yapıdaki uygulanışı değildir, asla. Ona
yasal dayanak olma yetkisini veren faktör, asıl kanun koyucu olan yüce Allah'ın
onu kaynak olarak kabul etmesidir. Yoksa o temeldeki batıl, geçersiz olma
niteliğini sürdürecektir. Çünkü yüce Allah'ın emrine dayanmayacaktı. Oysa tek
yetki kaynağı Allah'tır. O, daha sonra kendi iznine bağlanmamış olan cahiliye
kaynaklı yasa koyma girişimleri hakkında bize şöyle buyuruyor:
"Yoksa onların Allah'tan başka ilâhları var da bu ortaklar dini konularda
Allah'ın iznine dayanmayan yasalar mı koyuyorlar?" (Şura Suresi, 21)
Bu ayet kanun koyma yetkisinin yüce Allah'ın tekelinde olduğunu vurguluyor. Yani
"Onların Allah'ın izin vermemiş olduğu hükmü yasal ilan eden, Allah dışında
başka ilahları mı var?"
"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" cümlesinin dile getirdiği bu
önemli temel ilkeyi, Kur'an'ın kanun koymadan söz eden bütün ayetleri ısrarla
vurguluyor. Kur'an-ı Kerim ne zaman bir yasa koyma olgusundan bahsederse mutlaka
bu kanun koyma olayına yetki kazandıran kaynağa parmak basar. Buna karşılık
cahiliye yasalarından, cahiliye geleneklerinden ve cahiliye düşüncelerinden söz
ettiğinde çoğunlukla hemen arkasından "Allah, onların doğruluğu hakkında hiç bir
delil, hiçbir güç gerekçesi indirmiş değildir" (Yusuf Suresi, 40) ifadesini
kullanır. Böylece daha baştan söz konusu yasaları, gelenekleri ve düşünceleri
otorite dayanağından soyutlar, onların batıl olma ve geçersiz olma gerekçelerini
açıklar. Bu gerçekçe; o yasaların, geleneklerin ve düşüncelerin O tek doğru
kaynağa dayanmamalarıdır.
Anlatmaya çalıştığımız bu temel ilkeyi İslâm hukukunun kanun koyma usulüne
ilişkin şu ünlü kuralı ile karıştırmamak gerekir. Bu kurala göre "Nesnelerde
aslolan nitelik helâl olmaktır, haram olduğuna dair delil bulunmayan herşey
helâldir". Bu iki ilke birbiri ile çelişmez. Çünkü nesnelerin asıl
niteliklerinin helal oluşu kuralı yüce Allah'ın emrinin ve izninin bir
sonucudur. Buna göre bu kural, anlattığımız temel ilkenin kendisine dayanıyor.
Biz cahiliye toplumunun yüce Allah'ın şeriatına başvurmaksızın koyduğu
yasalardan ve hükümlerden söz ediyoruz. Bunların temel niteliği, tümü ile ve top
yekün anlamda batıllık ve geçersizliktir. Yalnız yüce Allah'ın şeriatı bu
yasalar ve gelenekler içinden dilediğini yeni baştan onaylayabilir. O takdirde
bu yasa ya da gelenek Allah'ın şeriatının kapsamına girdiği andan itibaren
meşrûluk ve yaptırım gücü kazanır.
CAHİLİYET DÖNEMİNDE KADIN
Haram evlilikler anlatıldıktan ve bu yasaklama yüce Allah'ın emrine ve
direktifine bağlandıktan sonra insanların evlenme yolu ile fıtrî içgüdülerini
tatmin edebilecekleri alanın anlatımına, yüce Allah'ın erkek ve kadınların hangi
yoldan bir araya gelerek yuvalar oluşturmalarım, ev-bark kurmalarını sevdiğinin
belirtilmesine ve yine O'nun bu kurumun önemine yaraşır temizlik, namusluluk ve
ciddiyet içinde erkek ve kadının birbirinden yararlanmalarına ilişkin
direktiflerinin irdelenmesine geçiliyor:
"Bunların dışında kalan kadınları, iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile
mehirlerini vererek nikâhlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız
faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini
hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak yeni bir
miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve
hikmet sahibidir."
Yani, belirtilen bu yasak evlilikler dışında kalan evlilikler helâldir,
serbesttir. Yalnız evlenmek isteyenler, kadınlara mehirlerini vereceklerdir,
yoksa onların ırzlarını nikâhsız olarak para karşılığında satın almaya
başvurmayacaklardır. İşte bu noktayı vurgulamak amacı ile ayette "İffetli
yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile..." buyuruluyor
Ayet, cümleyi tamamlamadan, sözün devamını getirmeden önce mehir vererek evlenme
isteğini bu şarta bağlıyor, bu kayıtla sınırlandırıyor. Üstelik bu şartı sadece
olumlu biçimde, yani "İffetli yaşamanız" şeklinde ifade etmekle yetinmemiş, bu
anlamı bir de olumsuz biçimde dile getirerek "zina işlememeniz..." diye
buyurmuştur. Maksat yasal düzenlemenin, hüküm getirmenin eşiğinde bu şartı daha
da pekiştirmek, daha da açıklığa kavuşturmaktır. Diğer bir amaç da, yüce
Allah'ın, gerek sevdiği ve gerekse nefret ettiği kadın-erkek ilişkilerinin somut
biçimlerini iki zıt tablo halinde zihinlere işlemektir. O'nun sevdiği ve
istediği kadın erkek arası ilişki biçimi evlilik, buna karşılık nefret ettiği ve
kendisinden kaçınılmasını istediği kadın-erkek ilişki şekli de dost edinme ve
metresliktir. Bu ilişkilerin her ikisi de cahiliye toplumunda bilinen ve normal
karşılanan ilişkilerdi. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) bu konuda
şöyle diyor:
"Cahiliye döneminde dört türlü nikâh vardı:
1- Bunlardan biri insanların günümüzde de bilip uyguladıkları nikâhtır. Yani
adam, birinin kızına ya da evlatlığına talip olur, arkasından mihrini vererek
onu nikâhlardı.
2- Cahiliye döneminde geçerli olan bir başka nikah şekli şöyle idi: Erkek,
aybaşı kanaması kesilen karısına "Falancaya haber gönder de döl almak amacı ile
kendisi ile cinsel ilişkide bulun" derdi. Karısının o erkekten gebe kaldığı
anlaşılıncaya kadar ondan uzak durur ve kendisi ile cinsel ilişkide bulunmazdı.
Kadının gebe kaldığı anlaşılınca adam, isterse karısı ile yatıp kalkmaya
başlardı. Erkekler bu yola, soylu çocuk edinmek amacı ile başvuruyorlardı. Bu
erkek kadın birleşmesine "Döl alma amaçlı birleşme" denirdi.
3- Bir başka kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi: On kişiden az
sayıda bir erkek grubu bir arada bir kadına gider ve ayrı ayrı onunla cinsel
ilişkide bulunurlardı. Kadın hamile kaldığı taktirde doğum yaptıktan birkaç gece
sonra o erkeklere haber salarak kendilerini çağırırdı. Bu çağrıyı alan erkekler
gelmemezlik edemezlerdi. Adamlar yanına gelince kadın "Marifetinizin ürününü
tanımış oldunuz, onu doğurdum" şeklinde, bir giriş yaptıktan sonra o erkekler
arasında kimi seviyorsa ona döner ve kendisine adı ile seslenerek "Ey falanca,
bu çocuk senindir" derdi. Bunun üzerine çocuk o erkeğin sayılırdı ve adam bu işe
itiraz edemezdi.
4- Cahiliye döneminde geçerli olan diğer bir kadın-erkek arası birleşme biçimi
de şöyle idi:
Çok sayıda erkek bir arada bir kadının yanına giderlerdi. Kadın kendisine gelen
erkeklerden hiç birini geri çevirmezdi. Bunlar kapılarına özel işaret olsun diye
bir bez parçası asan genelev fahişeleri idi. İsteyen herkes onlarla yatmaya
gidebilirdi. Bu tür kadınlardan biri gebe kaldığı takdirde doğum yapınca söz
konusu erkekler bu kadın için bir toplantı yaparlar ve bu işi bir uzmanlar
(bilirkişiler) gurubuna havale ederler, onlar da bu erkekler arasında kimi uygun
görürlerse onu bu çocuğun babası ilan ederlerdi. Böylece çocuk o adamın soyuna
katılır, onun oğlu olarak anılırdı. Adam bu karara karşı çıkamazdı." (Sahih-i
Buhari ve Tercemesi)
Bu kadın-erkek birleşmelerinin üçüncü ve dördüncü biçimleri ayetin açıkça
yasakladığı "zina" türünde ilişkilerdir. İster dost tutulan bir kadınla ve
isterse bir genelev fahişesi ile yatıp kalkma biçiminde olsun, fark etmez. Bu
ilişkilerin birincisi ise ayetin erkekleri teşvik ettiği namuslu evlenme
biçimidir. Bu birleşme türlerinin ikincisine ise ne isim vereceğimizi
bilemiyoruz!
Kur'an, burada yüce Allah'ın istediği kadın-erkek ilişki biçimini "koruma",
`kollama", "sağlama alma" ve "gözetme" anlamlarına gelen "ihsan" kavramı ile
tanımlıyor. Burada her erkeğin korunması ve gözetim altına alınması söz
konusudur. Bu kavram bizim de benimsediğimiz kıraat şeklinde ism-i fail olarak
"muhsanîne" ve başka bir kıraat şeklinde ism-i mefûl olarak "muhsanîne"
biçiminde okunuyor. Sözünü ettiğimiz namuslu, sağlıklı ve iffetli birleşme
biçimi bu okuyuşların her ikisinin de verdiği anlamı içerir. Bu anlam evin, aile
yuvasının, çocukların; bu değişmez, köklü ye temelli esasa dayanan sosyal
kurumun korunması, gözetim altında tutulmasıdır.
İkinci şekil de zinadır. Ayette kadın-erkek ilişkisini tanımlamak amacı ile
kullanılan öbür terim "Sifah"tır. Bu terim "Suyun eğimli bir yatak, bir çukur
boyunca akıtılması" anlamına gelen "safh" kökünün işteşlik (müşareket) ifade
eden kalıbıdır. Yani burada erkek ile kadının ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir
eylem meydana geliyor. Bu eylemde kadın ile erkeğin ortak katkısı altında, temiz
soylu çocuk meydana getirmek, bu çocuğu gözetmek, eğitmek ve büyütmek amacı ile
kullanılsın diye Allah tarafından verilmiş olan "hayat suyu"nu geçici bir haz,
içgüdüsel bir dürtü uğruna "Eğimli bir toprak parçası bir çukur boyunca
akıtılması" söz konusudur. Bu başıboş aldatma eylemi ne bu çifti kirlenmekten,
ne ortaya çıkacak çocuğu telef olmaktan ve ne de aile yuvasını yıkımdan
kurtaramaz.
Burada Kur'an-ı Kerim, iki kelime aracılığı ile iki ayrı hayat tarzını iki
eksiksiz tablo halinde gözlerimizin önünde canlandırıyor. Bir yandan bu iki
ilişki biçiminin pratik hayattaki mahiyetlerini tasvir ederken öbür yandan
beğendiği ilişki biçimini övme ve hoşlanmadığı ilişki biçimini yerme amacını
gerçekleştiriyor. Bu ifade, Kur'an üslûbunun en sanatsal örneklerinden birini
oluşturur."
Mal vererek eş edinilmesi işleminin öncesinde yer alan şart açıklandıktan sonra
mal vererek eş edinme işleminin nasıl olacağının anlatımına geçiliyor.
"Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda
kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz."
Bu ifade, kadınların mehrini, onlardan yararlanmanın karşılığı olan bir hak,
ödenmesi zorunlu olan bir borç olarak belirliyor. Erkek, daha önceki bir ayette
tek tek sayılan yasaklı kadınlar dışındaki bütün kadınlardan yararlanabilir.
Fakat bunun yolu, bu kadınlarla "ihsan" şartına bağlı kalarak, yani nikaha
dayalı evlenme aracılığı ile eşleşmektir, başka bir şekilde onlara el sürmeye
kalkışmamalıdır. Ayrıca erkek, evleneceği kadının mehrini de vermelidir. Mehir,
kadının kesin ve belirli bir hakkıdır. Yoksä erkeğin kadına vereceği bir bağış,
bir hediye, "Olmasa da olur" türünden bir cömertlik tezahürü değildir. Tersine
yüce Allah tarafından verilmesi farz kılınmış bir kadın hakkıdır. Bunun yanısıra
erkek kadına, cahiliye döneminin bazı uygulamalarında görüldüğü gibi,
karşılıksız bir miras biçiminde sahip olamaz. Ayrıca erkek, cahiliye döneminin
takas esasına dayalı evlilikleri gibi değiş-tokuş nitelikli bir yolla da evlilik
yapamaz. Bu tür cahiliye dönemi evliliklerinde "Ben sana istediğin bir kızı
ya-da kadını vereyim, karşılığında sen de bana kızını ya da evlâtlarını ver"
şeklinde pazarlık yapılırdı. Başka bir deyimle kadınlar ya da kızlar birer
hayvan ya da ticaret malıymışlarcasına birbiri ile takas edilirlerdi.
Ayet, mehrin kadının hakkı olan bir farz olduğunu belirttikten sonra karı ile
kocanın, ortak hayatlarının gerekleri, karşılıklı duygularının
bütünleştiriciliği uyarınca bu konuda yeni bir uyuşmaya varmalarının önündeki
kapıyı açık bırakıyor. Şöyle ki:
"Daha önce belirlenen mehri eşiniz ile anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın
sakıncası yoktur."
Mehrin miktarı belirlendikten ve açıklandıktan, kadının diğer malları gibi
istediği şekilde kullanabileceği öz malı ve hakkı olduğu kesinliğe kavuştuktan
sonra kendisi isterse bu hakkının tümünden ya da bir bölümünden vazgeçebilir.
Ayrıca erkek de daha önce belirlenen mehir miktarını arttırabilir. Bu onun
arzusuna kalmış bir şey. Kısacası bu konuda karı ile kocanın karşılıklı özgürlük
ve hoşgörü içinde diledikleri yeni bir karara varmalarının hiçbir sakıncası
yoktur.
Bu cümlenin arkasından ayetteki bütün bu hükümleri ana kaynağına bağlayan ve
dikkatlerimizi bu hükümlerin arkasındaki engin bilgiye ve ufuk açıcı hikmete
çeken yorum cümlesi geliyor. Okuyalım:
"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Bu hükümleri yasallaştıran, onları bilgiye ve hikmete dayalı olarak ortaya koyan
O'dur. O halde müminin vicdanı, özellikle eşi ile arasındaki meseleleri ve genel
olarak hayatının tüm gelişmelerini düzenleyen hükümleri nereden alacağını bilir.
Bunun yanısıra bilgiden ve hikmetten kaynaklanan bu hükümler ile tatmin olur.
Çünkü "Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."
CARİYELİK OLAYI
Eğer müslüman erkeğin özel şartları özgür bir kadın ile evlenmesine elverişli
değil ise özgür olmayan bir kadın ile yani bir cariye ile evlenebilir. Özgür bir
kadın ile evlenebileceği güne kadar sabredemeyen, sıkıntı çekmekten ya da kötü
yola sapmaktan çekinen erkeklere böyle bir kolaylık tanınmıştır. Okuyalım:
25- İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli
olmayanlar. ellerini;,de bulunan mümin cariyeler ile evlensinler. Hanginizin
imanı olduğunu en iyi Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız. Onlarla; namuslu
olmaları, zinadan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde
velilerinden izin alarak evleniniz. Ve kendilerine geleneğe uyacak miktarda
mehir veriniz. Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür kadınlara
verilecek cezanın yarısını uygulayınız. Bu, içinizden günaha gireceklerinden
korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz sizin için daha iyi
olur. Allah affedici ve merhametlidir.
İslam dini "insan"a, onun fıtratına, gücüne, pratik şartlarına ve gerçek
ihtiyaçlarına göre davranır: O, insanın elinden tutup onu, cahiliye
bataklığından çıkararak İslâmî hayatın doruğuna tırmandırırken fıtratını,
gücünü, pratik şartlarını ve gerçek ihtiyaçlarını göz ardı etmez. Tersine bu
yüce doruğa tırmandırıcı yolu boyunca bu faktörlerin gereğine uyar.
Fakat İslâm, cahiliye realitesini alternatifi olmayan vazgeçilmez bir realite
olarak kabul etmez. Cahiliye realitesi geriye götürücü, düşük düzeyli bir
realitedir. İslâm, insanlığı bu realitenin bataklığından çıkarmak için geldi.
İslâm "İnsan realitesi"ni onun fıtratına ve özüne bağlı olarak düşünür ve bu
realiteden daha yüksek aşamalı bir seviyeye çıkmaya yetenekli olduğunu hareket
noktası kabul eder. Başka bir deyimle insan realitesi, sadece cahiliye
bataklığından her hangi bir cahiliye bataklığına bağımlı kalınarak, bu
bataklığın içinde debelenmek değildir. Yüce Allah tarafından fıtratına katılmış
yetenekleri sayesinde bu bataklıktan çıkarak yüceliklere doğru tırmanabilmesi de
onun realitesinin bir parçasıdır. "İnsanın realitesi"ni tümü ile bilen yüce
Allah'tır. Çünkü "İnsanın özünü, gerçek mahiyetini" O bilir; insanı yaratan ve
içinde cirit atıp duran tüm duyguları tanıyan O'dur. Nitekim O, bize şöyle
buyuruyor:
"Yaratan bilmez mi hiç? O lâtiftir ve herşeyden haberdardır." (Mülk
Suresi, 14)
İlk İslâm toplumunda savaşlardan kalma esirler vardı. Bunlar için daha sonra
gerekli önlemler alınacaktı. Bu önlem, ya onları karşılıksız olarak tek taraflı
bir kararla salıvermek ya kendilerini müslüman esirlere karşılık serbest
bırakmak veya müslümanlar ile savaşçı düşmanlarının arasındaki şartların türüne
bağlı olarak para karşılığında özgürlüklerine kavuşturma şıklarından biri idi.
İslâmiyet bu pratik probleme, efendinin sahibi olduğu cariyesi ile cinsel
ilişkide bulunmasını serbest bırakarak çözüm getirdi. Daha önce söylediğimiz
üzere cariyelerin fıtrî realitelerini gerçekçi bir yaklaşımla ele almak için bu
çareye başvuruldu. Cariyeler ile cinsel ilişkide bulunmak onların müslüman
olanları ile evlenmek yolu ile olabileceği gibi kendilerini nikâhlamaksızın da
mümkün idi. Bu konudaki tek şart, bir adet görme dönemi geçirmeleri ve böylece
karınlarında "Daru'l-Harb"de kalan kocalarının çocuğunu taşımadıklarının ortaya
çıkması idi. Fakat İslâm, bu cinsel ilişkide bulunma serbestisini sadece bu
cariyelerin efendilerine tanımıştı. Diğer erkekler onlarla ancak evlilik yolu
ile böyle bir ilişki kurabilirlerdi. Bu arada İslâm bu kadınlara toplumda
namuslarını satarak para kazanmayı yasakladığı gibi efendileri tarafından yine
para karşılığında kendi rızaları ile Pazarlaşmalarına da izin vermemişti.
İşte bu ayette bu cariyeler ile nasıl evlenileceği, nikâhlanmalarının hangi
şartlar altında serbest olduğu anlatılıyor:
"İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli
olmayanlar. ellerinde bulunan cariyeler ile evlensinler."
İslâm, erkeğin mâlî imkânları elverdiği takdirde özgür kadın ile
evlenmesini tercilı eder. Çünkü özgür kadının özgür niteliği onun için koruyucu
bir zırh oluşturur, bu sayede o ırzını nasıl koruyacağını, kocasının namusunu
nasıl gözeteceğini öğrenir. Burada bu kadınların "Korumalı" olmakla
nitelenmeleri, hiç kuşkusuz evli olmaları anlamında değildir. Çünkü evli
kadınları nikâhlamanın yasak olduğu daha önce belirtilmişti. Buradaki
"Korumalı"lık terimi, bu kadınların özgür olmaları, özgürlük zırhının koruması
altında bulunmaları, özgürlüğün vicdanlarına sağladığı ..nurluluğun ve
hayatlarına kazandırdığı güvencelerin sakındırıcılığından yararlandıkları
anlamını taşır.
Gerçekten özgür kadının bir ailesi, bir yuvası, bir çevresi, bakımını üstlenen
yakınları vardır. Bu yüzden namusunun lekelenmesinden çekinir. İçinde,
vicdanında şeref ve onurluluk duyguları egemendir. Bundan dolayı fuhuştan ve
başıboş cinsel ilişkilerden kaçınır. Fakat özgür olmayan cariye üzerinde bu
faktörlerin hiç biri etkili değildir. Bundan dolayı o evlendiği takdirde bile
"Koruma zırhı içinde" değildir. Çünkü içinde kölelik günlerinin tortularını,
kalıntılarını taşır. Bundan dolayı özgür kadın için varolan korunmuşluk, iffet
ve onur onda bulunmaz. Üstelik lekelemekten çekineceği bir aile şerefi de
yoktur. Bütün bunlara ek olarak bir cariyenin hür bir kocadan edineceği
çocuklara şu ya da bu oranda köleliğin aşağılayıcılığı bulaşır. Bu ayetin
koyduğu yasaya muhatap olan toplumda bütün bu faktörler geçerlidir.
İşte bütün bu faktörler yüzünden İslâm, özgür kadınlarla evlenebilecek imkânlara
sahip olan müslüman erkeklerin cariyeler ile evlenmemelerini tercih etti ve
cariyeler ile evlenmeyi maddî durumu normal evlilik yapmaya elverişli olmadığı
gibi bekâr kalmanın sıkıntısına da katlanamayan erkeklerin yararlanabilecekleri
bir kolaylık kabul etti.
Eğer müslüman erkekler bekârlıktan sıkılmışlar ise, gerek bu sıkıntının ve
gerekse kötü yola sapma endişesinin baskısını içlerinde duyuyorlarsa İslâm
önlerine dikilip kendilerini kolaylıktan, rahatlamaktan ve tatmin olmaktan
yoksun tutmuyor. Bunun yerine böyle erkeklerin, başkalarının sahip olduğu mümin
cariyelerle evlenmelerini serbest bırakıyor.
Fakat İslâm söz konusu özgür erkekler ile cariyeler arasında kurulmasını tercih
ettiği tek ilişki biçimini belirliyor. Bu ilişki biçimi, daha önce özgür
kadınların evlenmesinde öngörülen ilişki biçiminin aynısıdır ve şu şartları
içerir:
1- Her şeyden önce bu cariyelerin mümin olmaları gerekir. Okuyalım:
"...ellerinizde bulunan mümin cariyeler ile evlensinler."
2- Bu cariyelerin hakları olan mehir, efendilerine değil, doğrudan doğruya
kendilerine verilecektir. Çünkü bu onların öz haklarıdır. Okuyoruz:
"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz."
3- Cariyelere ödenecek bu meblağın mutlaka mehir adı altında ödenmesi gerekir.
Bunun yanısıra onlardan metres ya da fahişe olarak değil, nikahlı eş olarak
yararlanılacaktır.
Ayette geçen "Metres (hıdn)" deyimi belli bir erkekle gayri meşru ilişki kuran
kadın anlamına gelirken "fahişe (sefiha)" deyimi isteyen her erkek ile yatıp
kalkan kadın için kullanılır. Okuyoruz:
"Onlar ile namuslu olmaları, zinadan (fuhuştan) uzak durmaları ve gizli dost
tutmamış olmaları halinde velilerinden izin alarak evleniniz."
Yukarda okuduğumuz Hz. Aişe'nin hadisinde belirtildiği gibi o günlerin Arap
toplumunda özgür erkek ve kadınlar arasında bu tür gayri meşrû ilişkiler oldukça
yaygındı. Ayrıca köleler arasında da birçok fuhuş türleri yaygındı. O günün
ileri gelenleri sahip oldukları cariyelerini bu iğrenç yoldan kendi hesaplarına
para kazanmak için kullanıyorlardı. Meselâ aynı zamanda kabilesinin şefi olan
Medine münafıklarının başı Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un bu yoldan kendisine
para kazandıran dört kadın kölesi vardı. Bu gayri meşrû cinsel ilişkiler
cahiliye dönemi iğrençliklerinin kalıntıları idi. İslâm önce arapları ve
arkasından insanlığın tümünü bu iğrençliklerin bataklığından çekip çıkarmak,
arıtıp temizlemek için gelmişti.
Bunun yanısıra İslâm, hür erkekler ile bu "Kadın" köleler arasındaki ilişkiyi
tek bir yola bağlamıştı. Bu yol evlenmek, aile yuvası oluşturmak amacı ile
kadını belli bir erkeğe bağlayan nikâhlama yoludur. Hayvanlarda olduğu gibi
cinsel içgüdülerin başıboş biçimde tatmin aramaları yolu tıkanmıştır. Yine
İslâm, kadınlara hakları olan mihri versinler diye malı erkeklerin ellerine
verdi. Yoksa bu mallar, metreslere ya, da fahişelere peşkeş çekilmek için
verilmiş değildir.
İslâmiyet cinsel ilişkileri, köleler dünyasında da cahiliye bataklığının
iğrençliklerinden arındırmıştır. İnsanlık her cahiliye geriliğinin pençesine
düştüğünde bu bataklıkta debelenmektedir. Nitekim günümüzde dünyanın her yerinde
insanların bu debelenişine tanık oluyoruz. Çünkü her yerde dalgalanan cahiliye
bayrağıdır, İslâm sancağı değil.
Okuduğumuz ayetin gündeme getirdiği bu konuyu noktalamadan önce İslâm toplumunda
özgür insanlar ile köleler arasındaki ilişkilerin özüne ışık tutan Kur'an
üslubuna, bu dinin bu mesele karşısında daha onunla yüzyüze geldiği ilk günlerde
nasıl bir tutum takındığına parmak basmalıyız. Âyet köle kadınlardan "kadın
köleler", "cariyeler" ya da "dişi tutsaklar" diye söz etmiyor, onlardan söz
ederken "kızlarınız (kadınlarınız)" ifadesini kullanıyor. Tekrar okuyalım:
"...ellerinizde bulunan mümin kızlarınızdan (kadınlarınızdan)..."
Görüldüğü gibi ayet, özgür olan ve olmayan insanlar arasında insanlık
tabanına inecek şekilde köklü bir ayırım gözetmiyor. Oysa o günün dünyasında
egemen olan inanç sistemleri, o çağın toplumlarında geçerli olan görüşler bu
konuda böylesine köklü bir ayırımı olabildiğince ortaya koyuyorlardı. Bunun tam
tersine ayet, özgür olan ve olmayan insanların aynı kaynaktan türediklerini
hatırlatıyor, bu iki insan kesimi arasındaki irtibatın eksenini ortak insanlık
bağı ile inanç bağının oluşturduğunu vurguluyor:
"Hanginizin imanlı olduğunu Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız."
Ayrıca İslâm, bu tutsak kadınların sahiplerinden "efendi" diye değil, "aile,
veli" diye söz ediyor. Okuyalım:
"Ailelerinin (velilerinin) izni ile onlarla evleniniz.'
Yine İslâm, bu kadınların mehrini efendilerine vermiyor, mehri
kendilerinin öz hakkı sayıyor. "Kölenin tüm kazancı efendisinindir" kuralı bu
noktada geçerli değil. Çünkü mehir, bir kazanç türü değil, kadının kocasına
bağlanmasından doğan bir haktır. Okuyalım:
"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz"
Bunların yanısıra İslâm, bu cariyeleri ırzlarını para karşılığında satma
aşağılığına düşürmüyor, tersine onları nikâhın, evliliğin koruyucu zırhı altına
alarak onurlandırıyor. Okuyoruz:
"Cariyeler ile namuslu olmaları, fuhuştan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış
olmaları halinde... evleniniz."
Görüldüğü gibi ayette yer alan bu dokunaklı direktiflerin tümü; bu konuda
kadıncağızların insanlık onurunu okşama niteliği taşır. Özel şartların
kendilerine empoze ettiği geçici konumları yüzünden insan olmaktan kaynaklanan
temel haklarının zedelenmemesi gerektiği mesajını verir.
Oysa İslâm'ın geldiği günlerde dünyanın her tarafındaki yaygın cahiliye
uygarlığının geçerli mantığına göre "insan" olma onuru sadece efendilere özgü
bir imtiyazdı. Köleler bu onuru paylaşmaktan yoksundu. Bununla bağlantılı olarak
onlar "İnsan" olmanın gerektirdiği diğer temel haklardan ve dokunulmazlıklardan
da mahrumdu. Eğer İslâm'ın kölelere onur kazandırma çabasını, o günkü cahiliye
zihniyetinin bu aşağılayıcı tutumu ile karşılaştırırsanız, bu dinin "İnsan"a
onur kazandırma alanında ne büyük bir aşama gerçekleştirdiğini görürsünüz.
Üstelik İslâm insana sağladığı bu saygınlığı her durumda gözetir, bu konuda
kölelik gibi bazı insanların konumunu aşağı indiren geçici şartları engel
saymaz.
Eğer İslâm'ın köleliğe ilişkin bu tutumu, savaş şartlarının doğurduğu bu geçici
insanlık problemine yönelik yaklaşımı, günümüzün istilâcı ordularının ele
geçirdikleri ülkelerin kızlarına ve kadınlarına karşı reva gördükleri iğrenç
muamelelerle karşılaştırılırsa bu dinin bu alanda ne büyük bir aşama
gerçekleştirdiği daha açıklıkla görülür. Dünyanın her tarafındaki istilâcı
cahiliye ordularının kendilerine çektikleri "kadın-kız ziyafetleri"nin
hikâyelerini, bu saldırgan güçlerin yerli halkın ırz ve namusuna yönelik
pervasız cinayetlerini, maceralarını hepiniz duymuşsunuzdur. Öyle ki, bu
pervasız saldırılara hedef olan toplumlar bu saldırganların işgalleri ortadan
kalktıktan sonra uzun yıllar boyunca bu iğrenç cinayetlerin sosyal
sarsıntılarına katlanmak zorunda kalıyorlar.
Sonra İslâm, bu tutsak kadınların evlilik zırhına büründükten sonra
işleyecekleri fuhuş suçları için, normal kadınların bu tür suçlarına göre daha
hafif bir ceza öngörüyor. Bu tutumu benimserken bu kadınların özel şartlarını
göz önüne alıyor. Bu özel şartlar bu kadınları özgür kadınlara göre kötü yola
düşmeye daha yatkın, kışkırtıcı faktörlere karşı daha az dirençli bir duruma
düşürür. İslâm, kölelik konumunun, kadındaki psikolojik korunma refleksini
zayıflattığı gerçeğini hesaba katar. Çünkü cariyeler kişisel onurdan ve aile
şerefi bilincinden büyük oranda yoksundurlar. Oysa bu iki faktör özgür kadınları
fuhuş işlemekten caydırma konusunda çok etkin bir rol oynar. Ayrıca İslâm, köle
kadınların sosyal ve ekonomik şartlarını, bu şartların özgür kadınlarınkinden
daha büyük oranda farklı olduğunu da göz önünde bulundurur. Bu farklı sosyal ve
ekonomik şartlar cariyeleri, ırzları konusunda daha cömert davranmaya iter;
kendilerine para ve doğacak çocuklarına soylu bir baba vaad eden erkeklerin
ayartmalarına karşı onları daha dirençsiz duruma düşürür.
İşte bütün bu faktörleri hesaba katan İslâm, evlilik zırhı içine alınan
cariyelerin işleyebilecekleri zina suçlarını, özgür bakirelerin evlenmeden önce
işleyebilecekleri zina suçlarının cezasının yarısına çarptırmayı uygun
görmüştür:
"Eğer (cariyeler) evli iken zina işlerler ise kendilerine özgür kadınlara
verilecek cezanın yarısı verilir."
Besbelli ki, bu "yarı ceza", bölünebilen ceza için geçerlidir. Bu da sopa vurma
cezasıdır. Taşa tutarak öldürme (recm) cezasında böyle yarıya indirme söz konusu
değildir. Çünkü bu cezanın bölünmesi mümkün değildir. Buna göre eğer evli ve
mümin bir cariye zina ederse bekâr bir özgür kadının çarptırılacağı cezanın
yarısına çarptırılır. Bekâr bir cariye bu suçu işlediği zaman nasıl bir cezaya
çarptırılacağı konusu ise fıkıh bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu
durumdaki cariyeye yine özgür ve bekâr kadınlara verilecek cezanın yarısı mı
verilecek ve bu ceza devlet başkanının (imamın) gözetimi altında mı uygulanacak,
yoksa ona uslandırma amacı güden, evli cariyelerin cezasından daha hafif
caydırıcı bir ceza mı biçilecek ve bu cezayı uygulamada efendisi mi yetkili
olacak? Bunlar fıkıh kitaplarında ayrıntılarına başvurulacak tartışmalı
konulardır.
Bu arada, "Kur'an'ın Gölgesinde" İslâm'ın, insanların ellerinden tutup onları
doruğa doğru çıkarırken içinde bulundukları pratik şartları nasıl bir titizlikle
göz önüne aldığına parmak basmak istiyoruz.
Dediğimiz gibi bu din, insanların içinde bulunduğu pratiği göz önünde
bulundurur, fakat pratiklik ve gerçekçilik bahanesine sığınarak onları
bataklıkta debelenmekle baş başa bırakmaz.
Yine, cariyelerin hayatını etkileyen çevre faktörlerini, bu faktörlerin evli
cariyeleri bile erkeklerin ayartıcı vaadleri karşısında kötü yola düşmeye yatkın
ve dirençsiz duruma düştüğünü hiç kuşkusuz biliyor. Bu yüzden bu pratik gerçeği
göz ardı edip onların zina suçu işleyenlerine özgür kadınlarınki kadar ceza
biçmiyor. Fakat bu pratik gerçeğe kesin bir egemenlik tanıyarak onları
suçlarının cezasından tamamen muaf tutmayı da uygun görmüyor.
Burada bütün faktörleri ve bütün şartları hesaba katan dengeli bir tutumla, orta
yolu benimseyen bir uygulama karşısındayız.
Bunun yanısıra İslâm, kölelerin sosyal statü düşüklüğünü, onlara verilecek
cezaları ağırlaştırıcı bir gerekçe olarak kullanmaya da yanaşmamıştır. Oysa o
günün cahiliye dünyasının her tarafındaki tutum ve uygulama bu yolda idi. Yani o
zamanın yaygın ceza anlayışı toplumun alt sınıfları ile üst sınıfları arasında
ayırım güdüyor, üst sınıfların suçlarını hafif cezalar ile geçiştirirken alt
sınıfların garip suçlularına katmerli ve ağır cezalar veriyordu.
Meselâ ünlü Roma kanunlarındaki uygulamaya göre sınıf düzeyi düştükçe yani aşağı
sınıflara doğru inildikçe cezalar ağırlaşıyordu. Nitekim bu kanunların bir
maddesinde şöyle deniyordu; "Kim bir namuslu dulu ya da bir bakireyi baştan
çıkarırsa eğer yüksek sınıftansa cezası malının yarısına el konulması ve eğer
aşağı sınıftan ise sopalanarak dövülmesi ya da sürgün edilmesidir."
Öte yandan "Manuşastr" kanunları diye bilinen ve "Manu" adlı bir mitolojik Hind
düşünürü tarafından düzenlenen Hind kanunlarına göre "Eğer Brahman kastına
mensup bir seçkin, ölümü gerektirecek bir suç işlerse hakim onun sadece başını
traş edebilir, ama eğer ölüm cezasını hak eden suçlu Brahman kastından değilse
öldürülür. Eğer bir parça bir Brahmana şiddet amacı ile el ya da sopa kaldırırsa
eli kesilir."
Bu arada yahudiler arasında egemen olan ceza hukuku anlayışına göre eğer
eşraftan biri hırsızlık ederse kendisine ilişilmez, buna karşılık aşağı sınıftan
biri hırsızlık ederse suçunun gerektirdiği cezaya çarptırılırdı." (Buhari,
Müslim, Tirmizî, Neseî ve İbn-i Davud'un ortaklaşa kaydettikleri hadis')
İslâm ise hakkı yerine oturtmak ilkesi ile geldi. Bunun sonucu olarak bütün
pratik etkenleri göz önüne almak şartı ile kimliğine bakmaksızın her suçluya
hakkettiği cezayı verme prensibini yasallaştırdı. İşte bu düşünce ile
evlendikten sonra zina işleyen cariyeler için, aynı suçu işleyen özgür ve bekar
kadınlara verilecek cezanın yarısını öngördü. Böylece onları tamamen cezadan
muaf tutmadı. Eğer öyle yapsaydı, onları yaptıkları her davranışı dış şartların
baskısı altında yapanı ortaya koyan yoksun robotlar gibi kabul etmiş olurdu ki,
bu yaklaşım gerçeğe aykırı olurdu. Buna karşılık onların özel şartlarını
görmezlikten gelerek kendilerini özgür kadınlarınki ile aynı olan bir cezaya
çarptırmayı da uygun görmedi. Çünkü cariyelerin içinde bulundukları şartlar ile
özgür kadınların şartları birbirinden farklı idi. Ayrıca cahiliye
uygulamalarında görülen zavallılara ağır cezalar verip seçkinleri kayırma
adaletsizliğinden de titizlikle uzak durdu.
Günümüzde Amerika'da, Güney Afrika'da ve dünyanın daha bir çok ülkesinde egemen
olan modern cahiliye uygarlığında .aynı ayırımcı mantığın geçerli olduğunu
görüyoruz. Bu toplumlarda "beyaz"lar tarafından işlendikleri takdirde hoşgörü
ile karşılanan nice suçlar "siyah"lar tarafından işlenince ağır cezalara
çarptırılır. Demek ki, cahiliye her zaman ve her yerde aynı cahiliye olduğu gibi
İslâm da her yerde ve her zaman da yine aynı İslâm'dır.
Okuduğumuz ayet, cariyeler ile evlenme izninin bekârlık sıkıntısından ya da kötü
yola sapmaktan çekinen erkeklere tanınmış bir kolaylık olduğunu vurgulayarak
sona eriyor. Buna göre bekârlık bunalımına düşmeksizin ve kötü yola sapmaksızın
özgür ve mümin bir kadınla evlenme imkânı doğacak güne kadar sabretmek daha
hayırlıdır. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi cariyeler ile evlenmenin,
beraberinde getirdiği birçok olumsuz sonuçlar vardır. Okuyoruz:
"Bu içinizden günaha gireceklerinden ve bunalıma düşeceklerinden korkanlara
tanınan bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah
affedici ve merhametlidir."
Yüce Allah, kullarını baskı altında tutmak, sıkıntıya sokmak ve kötü yollara
düşürmek istemez. Gerçi kulları için uygun gördüğü din onların yücelmelerini,
hayvansal içgüdüleri aşmalarını, yüksek doruğa tırmanmalarını ister, ama O,
bütün bunları onlardan fıtratlarının, potansiyel güçlerinin ve gerçek
ihtiyaçlarının sınırları içinde ister. Bundan dolayı İslâm kolay uygulanabilir
bir hayat sistemidir. Fıtratın kapasitesini göz önünde bulundurur, ihtiyacı
bilir ve kaçınılmazlığı takdir eder. Püf noktası şurası ki, İslâm hayvanlık
düzeyine doğru alçalmakta olanlara alkış tutmaz, bataklığa doğru baş aşağı
inmekte olan bu tür zavallıların karşısına geçerek "Bravo size, geri gitmekle ne
iyi ediyorsunuz" demez, onların seviye kaybetmelerine, aşağılaşmalarına övgü
düzmez; onları yükselmek, yukarılara çıkmak için sürekli çaba göstermekten,
içgüdülerin ayartıcılığı karşısında yeterince direnç göstermemenin
sorumluluğundan muaf tutmaz.
Görülüyor ki, İslâm, burada erkekleri, özgür kadınlarla evlenecek imkânlara
kavuşacakları güne kadar sabretmeye teşvik ediyor. çünkü özgür kadınlar,
psikolojik bakımdan evlilik zırhının koruması içine girmeye daha yatkındırlar,
ideal yuva kurmaya daha elverişlidirler. Doğacak çocuklarına onur bahşetmeye,
genç kuşakların bakımına özen göstermeye, kocalarının yatak namusunu korumaya
daha yeteneklidirler. Fakat eğer erkek böyle bir sabrın yol açacağı baskının
sıkıntısından, bunalımından çekiniyorsa, ya da içgüdülerinin baskısı:.n
katlanamayarak gayri meşrû cinsel tatmin yollarına sapacağından korkuyorsa,
önünde anlattığımız bu kolaylık-vardır.
Bu arada ayette cariyelerin itibarlarını yükseltmeye büyük çapta özen
gösteriliyor, onlar için onur kazandırıcı ifadeler kullanılıyor. Meselâ ayete
göre bu cariyeler "Sizin kızlarınız"dır. Efendileri onların "Aileleri,
velileri"dir. Bütün insanlar, özgür-köle ayırımı söz konusu olmaksızın aynı
soydan geliyor. İnsanlar arasındaki ortak bir bağ imandır. İmanı da en iyi bilen
Allah'tır. Cariye;er;, mehirlerini vermek farzdır. Onlarla ilişki kurmanın yolu
evlenmektir, metres tutmak ya da paralı fuhuş yoluna sapmak değildir.
Ayrıca bu kadınlar, yuvalarının namusuna yönelik suçlarından dolayı sorumlu
tutulacaklardır. Fakat kendilerine yumuşak, hafifletici ve özel şartlarını göz
ardı etmeyen bir hoşgörü ile yaklaşılacaktır. Şimdi de ayetin son cümlesini
okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir."
Bu uyarıcı sonuç cümlesi bir yandan cariyelerle evlenmeyi zorunlu kılan
psikolojik duruma, öbür yandan da bu kadınların cezalarını hafifletme
uygulamasına yorum getiriyor. Çünkü yüce Allah'ın affediciliği ve merhameti her
suçun ve her zorunlu durumun arkasındadır.
ALLAH'IN HÜKMÜ
Arkasından yüce Allah'ın bu İslâm sisteminde evlilik ve aile kurumuna ilişkin
tüm hükümlerini kapsayan birbirine bağlı üç tane ayeti geliyor. Yüce Allah'ın bu
hükümleri yasallaştırmaktaki amacı müslüman toplumu daha önce içinde debelendiği
cahiliye bataklığından çıkarmak, bu toplumu psikolojik, ahlâki, sosyal yönlerden
sonraları görülen yüksek, parlak ve temiz doruğa tırmandırmaktır. Okuyacağımız
bu yorum ayetleri, yüce Allah'ın bu hayat sistemini, bu hükümleri, bu yasal
düzenlemeleri ve bu sosyal kurumları ortaya koymakla dilediklerinin mahiyetini,
bunun yanısıra şehevî içgüdülerine uyarak yüce Allah'ın sistemine sırt
çevirenlerin asıl maksatlarının ne olduğunu açıklıyor:
26- Allah size, helâl ile haramı açıkça
bildirmek, sizden öncekilerin yararlı geleneklerini tanıtmak ve günahlarınızı
bağışlamak ister. Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
27- Allah sizin tevbelerinizi kabuk etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları
peşinden koşanlar sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler..
28- Allah yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.
Yüce Allah, kullarına lütfederek koyduğu yasaların hikmetlerini kendilerine
açıklıyor, onlara hayatlarında rehber edinmelerini istediği sistemin içerdiği
yararları ve kolaylıkları tanıtıyor. Allah, kullarını bu doruğa, kendileri ile
konuşma doruğuna yükselterek onurlandırıyor. O, bu dorukta, koyduğu yasaların
hikmetlerini kullarına anlatıyor, kendilerine açıklayıcı bilgi vermek istediğini
vurguluyor. Okuyoruz:
"Allah, size helal ile haramı açıkça bildirmek istiyor."
Yüce Allah, size hikmetleri açıklamak istiyor; sizin bu hikmetleri görmenizi,
üzerlerinde kafa yormanızı, bu hikmetlere açık gözlerle, kavrayıcı akıllarla ve
kucaklayıcı kalplerle yaklaşmanızı istiyor. Çünkü bu hikmetler ne birer muamma
ve bilmecedir ne de gerekçesiz ve amaçsız birer oldu-biatidir. Sizler bu
hükümlerin hikmetlerini kavrayacak yetenektesiniz, bu hikmetlerin açıklanmasına
muhatap olmaya lâyıksınız.
Görüldüğü gibi burada insanı onurlandırmak vardır. Bu onurlandırmanın çapını
ancak ilâhlığın ve kulluğun mahiyetini kavrayanlar anlayabilirler, bu nazik
lütufkârlığın çapını ancak onlar idrak edebilirler. Devam ediyoruz:
Sizden öncekilerin yararlı geleneklerini size tanıtmak istiyor."
Bu sistem, yüce Allah'ın tüm müminler için ortaya koyduğu, yasallaştırdığı bir
sistemdir. Bu sistemin prensipleri değişmezdir, ilkeleri aynıdır, amaçları ve
hedefleri süreklidir. Bu sistem gerek önceki gerek sonraki tüm mümin topluluğun,
çağlar boyunca iman kervanının, inanç kafilesinin bir araya getirdiği tek
ümmetin sistemidir.
Kur'an-ı Kerim, bu ifadesi ile, her zaman ve her yerde yüce Allah'ın doğru
yolundan giden inanmış toplulukları birleştiriyor, Allah'ın sisteminin her zaman
ve her yerde aynı olduğunu açıklığa kavuşturuyor, müslüman cemaatı ve bu
cemaatın oluşturduğu kesintisiz inanç kervanını tarihin uzun, maceralı yolu
boyunca bir araya getiriyor.
Ayetin yansıttığı bu bakış açısı mümini; aslının, ümmetinin, hayat sisteminin ve
yolunun bilincine erdirici bir nitelik taşır. Mümin, yüce Allah'a inanan bu
ümmetin bir üyesidir. Bu ümmeti, yer ve zaman farklılığına, yurtların ve deri
renklerinin değişik olmasına rağmen bu ilâhi sistemin oluşturduğu ortak bağ
birleştiriyor, yüce Allah'ın her kuşaktan ve her topluluktan müminler için
belirlediği ortak yol bu ümmetin bireylerini birbirine bağlıyor. Nitekim Allah:
"O, tevbelerinizi kabul etmek (günahlarınızı bağışlamak) ister"
buyuruyor.
Yüce Allah size rahmetini yansıtmak, tökezlemelerinizden, günahlarınızdan dolayı
tevbe edesiniz diye elinizden tutmak, gideceğiniz yolu belirlemenizi sağlamak ve
bu yolda ilerlemenizi kolaylaştırmak için size helâl ile haramı açıklıyor ve
daha önceki ümmetlerin yararlı uygulamalarını tanıtıyor. Çünkü:
"Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Buna göre bu yasal düzenlemeler bilgiden ve hikmetten kaynaklanıyor; bu
direktifler bilgiye ve hikmete dayanıyor. O sizin iç dünyanızı, içinde
bulunduğunuz şartları, neyin yararınıza olduğunu, neyin sizi yararlı hale
getireceğini bildiği gibi O'nun hayat sistemi hem yapısı ve hem de uygulama
yolları bakımından mutlaka hikmet içerir.
"Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzuları peşinden
koşanlar sizin bir sapıklığa düşmenizi isterler."
Bu kısa ayet, yüce Allah'ın insanlara önerdiği sistemi ve yolu aracılığı ile
onlar için ne istediğini, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden giderek
yüce Allah'ın sisteminden sapanların istediklerinin ne olduğunu son derece yalın
ve gerçekçi bir ifade ile açıklıyor. Bir kere şunu belirtelim ki, yüce Allah'ın
sistemine yan çizen herkes nefsinin arzuları peşinden gidiyor demektir. Buna
göre ortada tek sistem vardır ki, o da; ciddiyet, rotadan çıkmama ve bağılık
yoludur. Bunun dışında kalan her yol nefis köleliği, ihtiras ve şehvet
tutsaklığı, sapıklık, yoldan çıkmışlık ve şaşkınlık yoludur.
Acaba yüce Allah insanlara sistemini anlatmakla ve onlar için yasalar koymakla
neyi murad ediyor? İstediği şey onların tevbelerini kabul ederek günahlardan
arınmalarını sağlamak, doğru yola girmelerini özendirmek, bu yolda yürürken
tökezlemelerini önlemek ve yüce doruğa tırmandıran merdivenin basamaklarını bir
bir çıkmalarına yardımcı olmaktır.
Peki, nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenlerin, Allah'ın iznine dayanmayan
ve O'nun yasaları ile bağdaşmayan düşünce akımlarını ve sosyal düzen
kaynaklarını insanlara cazip göstermeye çalışanların istedikleri nedir? Onlar da
insanları bu doğru yoldan, doruğa ulaştırıcı merdivenin basamaklarından ve bu
sapmasız rotadan büyük oranda saptırmak isterler.
Şimdi yukarda okuduğumuz ayetlerin konu edindikleri özel bir alam ele alalım. Bu
alan; aile yuvasını düzenleme, toplumu fuhuş mikroplarından arındırma, yüce
Allah'ın hoşlandığı tek temiz kadın-erkek arası birleşme biçimini belirleme,
bunun dışında kalan kadın-erkek arası birleşme biçimlerini yasaklama, yüce
Allah'ın istemediği bu birleşme şekillerini insanların gözlerinde ve kalplerinde
kınama ve değersizleştirme alanıdır. Acaba bu özel alan ile ilgili olarak yüce
Allah'ın murad ettikleri ile nefislerinin arzuları peşinde sürüklenenlerin
istedikleri nelerdir?
Yüce Allah'ın bu alandaki muradının ne olduğunu bu sûrenin konu ile ilgili
ayetleri açık açık ortaya koyuyor. Bu ayetlerde dile gelen istek; aile yuvasını
belirli bir düzene oturtmak, toplumu fuhuş mikroplarından arındırmak, yaşamayı
kolaylaştırmak ve her durumda müslüman cemaatin yararını sağlama bağlamaktır.
Nefislerinin arzuları peşinden sürüklenenler ise bu alanda şu amaçları
güdüyorlar: Onlar içgüdüleri, her türlü dinî, ahlâki ve sosyal bağdan çözmek,
koparmak istiyorlar. Onlar ateşli cinsiyet içgüdüsünün taşkınlığı önündeki bütün
engelleri, her türden dizginleyici mekanizmayı ortadan kaldırıp bu içgüdüyü
tamamen başıboş bırakmak istiyorlar. Oysa eğer bu ateşli içgüdü başıboş biçimde
taşmaya bırakılırsa onun azgınlığı karşısında ortada; ne kalp huzuru, ne sinir
sağlığı, ne ev dirliği, ne ırz dokunulmazlığı kalır ve ne de aile yuvası ayakta
durabilir. Bu adamlar insanların birer hayvan sürüsü olmasını istiyorlar. Kuvvet
üstünlüğünden, kurnazlıktan veya kör tesadüften başka hiçbir kurala bağlı
olmaksızın erkeklerin dişileri üzerine çullandıklarını gördüğümüz birer hayvan
sürüsü! Bu adamlar, bütün bu yıkıcılığı, bütün bu bozgunculuğu, bütün bu
kötülüğü özgürlük adına yaparlar. Oysa bu anlamdaki bir özgürlük sadece şehvet
tutsaklığının ve içgüdü köleliğinin başka bir adıdır.
İşte yüce Allah'ın, müminleri sakındırdığı büyük sapıklık budur. Yüce Allah,
müminleri şehevi arzularının tutsağı olmuş bu kişilerin kendilerine yönelik
emellerine kapılmamaya çağırıyor. Bu adamlar İslâm toplumunu sözünü ettiğimiz
ahlâk alanında tekrar cahiliye dönemine döndürmek için olanca gayretlerini her
dönemde sarf etmişlerdir. Oysa İslâm toplumu tutarlı ve temiz ilâhi sistem
sayesinde bu ahlâk alanında diğer toplumlara karşı kesin bir üstünlük sağlamış,
parmakla gösterilir bir rakipsizliğe ulaşmıştır. Günümüzün seviyesiz
kalemlerinin ve güdümlü propaganda araçlarının amacı da aynıdır. Bunlar toplumda
hayvanî başıboşluğa karşı direnen son engelleri de ortadan kaldırmak istiyorlar.
Oysa insanlığı bu hayvanî başıboşluktan, bu içgüdü anarşisinden yüce Allah'ın
sisteminden başka hiçbir şey kurtaramaz. Bu kurtuluş ne zaman? İnşaallah; yüce
Allah'ın bu sistemi, mümin topluluklar eli ile yeryüzünde egemenliği
gerçekleştiği zaman.
ZAVALLI İNSANLAR
Okuduğumuz geniş kapsamlı yorum ayetlerinin sonuncusu, yüce Allah'ın
yasallaştırdığı sistem ve hükümlerde insanın güçsüzlüğünü merhameti ile
dengelediğini, herkesten iyi bildiği bu güçsüzlüğe devâ olan kolaylıklar
tanıdığını, yasal düzenlemelerinde her zaman yükümlülükleri hafif tutmayı
gözettiğini; zorluğu, sıkıntıyı, zarar vermeyi ve zarara uğramayı istemediğini
açıklıyor. Okuyoruz:
"Allah sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf
yaratılmıştır."
Bir önceki ayetin çözüm alanına giren konulardaki içerdiği yasal düzenlemelerde,
hükümlerde ve direktiflerdeki hafifletmeye yönelik ilâhi irade son derece
belirgindir. Bu irade, fıtrî içgüdülerin birer psikolojik
realite olarak tanınmasında, bu içgüdülerin isteklerini karşılayan yasal
düzenlemelerin getirilmesinde enerjilerinin verimli, güvenli ve yararlı alanlara
yöneltilmesinde ortaya çıkar. Ayrıca tatminlerinin temiz, arınmış ve yücelmiş
bir ortamda gerçekleştirilmesinde, bunalıma ve sapık davranışlara yol açacak
biçimde baskı altında tutulmalarından kaçınılmasında ve bunun yanında sınırsız
ve kayıtsız tatmin arama yollarında başıboş bırakılmamalarında somutlaşır.
İnsan hayatını düzenleyen ilâhi sistemin kapsamına aldığı genel hayat alanına
gelince, bu alandaki hafifletmeye yönelik ilâhi irade de belirgindir. Bunun
somut göstergesi yüce Allah'ın insan fıtratını, insanın gücünün sınırlarını ve
gerçek ihtiyaçlarını bir bütün olarak gözetmesi, yapıcı insan enerjilerini özgür
bırakması, bu insan enerjilerinin etrafında heder olmalarını ve kötüye
kullanılmalarını önleyecek koruyucu duvarlar örmesidir.
Çoğu kimse, -özellikle kadın-erkek ilişkilerinde- yüce Allah'ın sistemine bağlı
kalmanın zor ve sıkıntılı, buna karşılık nefislerinin arzuları peşinden
sürüklenenlerin başıboşluk yolunu izlemelerinin kolay ve mutluluk verici
olduğunu sanır. Bu kocaman bir saplantıdır. Farz edelim ki, içgüdüleri bütün
sınırlayıcı engellerden kurtarılarak tamamen başıboş bırakılmış; insan her
davranışında sırf içgüdüsel hazzı arar olmuştur. Hazzın. tek belirleyici faktör
olarak baş köşeye kurulduğu böyle bir ortamda "sorumluluk" bilincinin adı
anılmaz olmuş; insanlar dünyasında kadın-erkek ilişkilerinin amacı, bu
ilişkilerin hayvanlar dünyasındaki amacı ile tamamen özdeşleşmiş; karşı cinsler
arasındaki ilişkiler her türlü ahlâkî sınırlamadan ve sosyal sorumluluktan
soyutlanmış olsun. Bütün bunlar ilk bakışta kolaylık rahatlık ve özgürlük olarak
görünürler. Oysa aslında birer sıkıntı, zorluk, bunalım ve ağır yüktürler.
Bunların sarsıcı sonuçları sosyal hayatta -hatta bireysel hayatta- üzücü, yıkıcı
ve mahvedicidir.
İsterseniz bu alanda din, ahlâk ve utanma duygusunun kayıtlarından sıyrılarak
"özgür"leşen günümüz toplumlarının durumuna kısaca göz atalım. Böylesine
üstünkörü bir bakış bile kalplere dehşet salmak için yeterlidir. Tabii ki, eğer
ortada duyarlılıklarını yitirmemiş kalpler varsa!
Bilindiği gibi kadın-erkek ilişkileri alanındaki anarşi eski uygarlıkların
yıkılmalarında birinci derecede rol oynayan bir faktör olmuştur. Bu faktör; Eski
Yunan uygarlığını, Roma uygarlığını, eski İran (Pers) uygarlığını yıkmış,
tarihin karanlığına gömmüştür. Yine aynı anarşi günümüz Batı uygarlığını da
yıkmaya başlamıştır. Bu yıkılışın belirtileri sözünü ettiğimiz anarşi alanında
öteden beri başı çeken Fransa'nın sosyal çalkantılarında iyice su yüzüne
çıkarken aynı yıkılış belirtileri Amerika'da, İsveç'te, İngiltere'de ve çağdaş
Batı uygarlığının şemsiyesi altına giren diğer bütün devletlerde de açıkça
görülmeye başlamıştır.
Bu anarşinin belirtileri ilk önce Fransa'da ortaya çıktı. Bu yüzden bu devlet,
1870 yılından günümüze kadar girdiği bütün savaşlarda hep dize geldi. Bu devlet
tam bir çöküşe doğru gidiyor. Bütün göstergeler bu gerçeği ortaya koyuyor. Bu
çöküşün birinci dünya savaşından sonra gitgide daha da belirginleşen
belirtilerinin başlıcaları şunlardır:
"Şehvet tutsaklığının Fransızlar üzerinde meydana getirdiği ilk olumsuz etki
organik güçlerinin sarsılması ve günden güne zayıflaması oldu. Sürekli cinsel
gerginlik sinirlerini zayıflatmış, şehvetperestlik direnme ve karşı koyma
güçlerini neredeyse tüketmiş, zührevi hastalıkların hızla yayılması sağlıklarını
alt-üst etmişti. Bu yüzden yirminci yüzyılın başından itibaren her birkaç yılda
bir askerî yetkililer, orduya başvuran gönüllülerde aranan organik güç ve vücud
sağlığı seviyeleri düzeyinin düşük olduğunu görmüşlerdir. Çünkü daha önce
belirlenen sağlık ve beden gücü normlarına sahip gençlerin oranı toplumda
gitgide azalıyordu. Bu durum, tıpkı sıcaklık derecesini ölçen bir termometre
gibi, Fransız milletinin uğradığı organik güç aşımını kanıtlayan güvenilir bir
göstergedir.'
Bu çöküntünün başta gelen sebeplerinden biri yıkıcı zührevi hastalıklardır.
Bunun bir kanıtı şudur: Birinci dünya savaşının ilk iki yılında Fransız
hükümetinin çeşitli zührevi hastalıklara yakalanmış oldukları gerekçesi ile
görevden muaf tutarak hastanelere sevk ettiği askerlerin sayısı yetmiş beş bine
varmıştı. Sadece orta büyüklükteki bir askeri birlikte bu tür hastalıklara
yakalananların sayısı iki yüz kırkikiye ulaşmıştı.
Şimdi Allah aşkına, bu zavallı milletin halini düşününüz. Bir yandan bir
ölüm-kalım mücadelesi ile karşı karşıyadır, yani güvenliğinin sağlanması ve
varlığının devamı için eli silah tutan her evlâdının fedakârlığına son derece
muhtaç bir durumdadır. Her Fransız vatandaşı rahat yaşamasını sağlayacak geçim
imkânlarına fazlası ile sahiptir. Buna göre yurt savunması uğruna daha çok
fedakârlıklarda bulunması, daha büyük bir çaba, daha çok zaman ve. maddî imkân
harcaması beklenir. Oysa öte yanda binlerce genç evlâdı cinsel hazlara
dalışlarından dolayı normal yurt savunması görevlerini yerine getiremez duruma
düşüyorlar. Bu hasta gençlerin milletlerinin başlarına getirdikleri yıkım bu
kadar ile de kalmıyor. Ayrıca böyle bir ana-baba gününde milli servetlerinin bir
bölümünün bu tür hastalıkların tedavisi için harcanmasına yol açıyor.
"Mr. Lyrie adlı, uzman bir Fransız doktoru şöyle diyor; `Fransa'da her yıl otuz
bin kişi bel soğukluğu ve bununla bağlantılı olarak zührevî hastalıklar sonucu
ölüyor. Bu hastalık, Fransızlar arasında "Dük" sıtmasından sonra en çok ölüme
yol açan bir hastalık haline gelmiştir.'
Bu sonuç cinsel anarşinin yol açtığı hastalıklardan sadece birinin acı
bilânçosudur. Bu anarşiden kaynaklanan diğer birçok hastalığın yıkımı ise bu
hesaba dahil değildir."
Fransa'da nüfus artış hızı tehlikeli oranda düşüyor. Çünkü cinsel arzuları
tatmin etmenin kolaylığı, kadın-erkek ilişkilerinin başıboşluğu, gebeliği ve
doğumu önleme imkânı ne aile yuvası kurmaya ne kurulmuş yuvaların uzun ömürlü
olmasına ve ne de geçici cinsel ilişkiden doğan çocukların sorumluluğunu
yüklenmeye elverişli bir ortam bırakmıyor. Bu yüzden evlilikler azalmakta, üreme
oram düşmekte ve Fransa büyük bir uçuruma doğru yuvarlanmaktadır.
"Günümüz Fransa'sında evli erkek ve kadınların genel nüfusa oram binde yedi ya
da binde sekiz kadardır. Bu oranın düşüklüğünü göz önüne alarak bu ülkede
nüfusun evlenmemiş kesiminin ne kadar yüksek oranda olduğunu kestirebilirsiniz.
Ayrıca bu çok az orandaki Fransız evlilerin de son derece az bir bölümü iffetli
olmak ve eşlerine bağlı kalmak niyeti ile evlenir, tersine Fransa'da çiftler
evlenirken sözünü ettiğimiz bu amacın dışındaki her amacı taşırlar.
Öyle ki, bu çiftlerin çoğunun evlilik amacı, kadının evlilik öncesinde
peydahladığı gayri meşrû çocuğa meşrûluk konumu sağlamak, onu normal ana-babalı
çocuk haline getirmektir.
Nitekim Paul Pierrot adlı yazarın belirttiğine göre Fransa'da çalışan kadınlar
arasında şöyle bir yaygın uygulama vardır: Kadın, evleneceği erkekten nikâhtan
önce doğurduğu çocuğu nüfusuna geçirecek diye söz alır ve ancak ondan sonra
evlenir. Nitekim Siene kasabası Hukuk Mahkemesi'nde boşanma davası açan bir
kadın ifadesinde şöyle diyordu: "Ben kocama daha evlenmeden önce açıkça
söylemiştim. Onunla evlenmekteki tek amacım aramızda daha önceki ilişkilerimizin
sonucu olarak dünyaya getirdiğim çocuklara meşrûluk kazandırmaktı. Onunla
birlikte yaşamaya, kendisi ile karı-koca ilişkisi kurmaya gelince böyle bir şeyi
ne evlenirken düşünmüştüm ve ne de şimdi düşünüyorum. Bu yüzden evlendiğimiz
günün akşamından beri eşimden ayrıldım ve bu güne kadar onunla aramızda hiçbir
ilişki olmadı. Çünkü ben onunla birlikte yaşamayı, karı-koca hayatı sürdürmeyi
hiç bir zaman düşünmedim."
Paris'teki ünlü bir fakültenin dekanı, sözünü ettiğimiz yazar Paul Pierrot'a bu
konuda şunları söylüyor; "Gençlerin çoğu evliliği, kadınlara karşı bir baskı
aracı olarak kullanmak için istiyorlar. Bu da şöyle oluyor: Bu gençler on yıl
kadar, hatta bazan daha uzun bir süre tamamen başıboş bir cinsel hayat
yaşıyorlar. Fakat gün geliyor, bu bunalım ve gerginlik dolu hayattan bıkıyorlar,
bu yüzden belirli bir kadınla evleniyorlar. Amaçları eşlerine sadık bir koca
olmak değil, aile hayatının huzur ve rahatı ile evlilik dışı gayri meşru
ilişkilerin hazzını birlikte yasamaktır."
İşte Fransa bu şekilde sarsıntıya düşmüş, böylece girdiği her savaşta yenilgiye
uğramış ve günden güne önce uygarlık sahnesinden, arkasından da varlık
sahnesinden kaybolma yoluna girmiştir. Böylece yüce Allah'ın kesin ve değişmez
kanunu gerçekleşmiştir. Gerçi bu değişmez kanunun süreci, insanın aceleci
gözlemine göre ağır işler ama mutlaka bir gün hükmünü yürürlüğe koyar.
Şimdi de henüz bu yıkını göstergelerinin belirgin bir şekilde bünyelerinde
görülmediği ve Fransa'ya göre genç sayılan diğer bazı devletlere bakalım ve bu
toplumlarda neler olup bittiğine ilişkin bazı örnekler verelim:
Yakınlarda İsveç'i ziyaret eden Mısırlı bir gazeteci, bu ülkede gördüğü sevişme
özgürlüğünü yüksek düzeyli maddî refahı ve örnek bir sosyalizmin ürünü olarak
ortaya çıkan sosyal güvenlik sisteminin mükemmelliğini anlattıktan sonra
sözlerine şöyle devam ediyor:
"Diyelim ki, ideallerimiz beklentilerimizi aşan bir oranda gerçekleşti de İsveç
halkının ulaştığı ekonomik gelişmişlik düzeyini kendi halkımız için de sağladık.
Onların uyguladıkları başarılı sosyalist yöntemlerle ülkemizdeki sınıflar arası
farkları giderdik ve yurttaşlarımızı insan aklına gelebilecek her türlü sosyal
engel karşısında güvenceye kavuşturduk. Fakat bütün gücümüzle, bütün
imkânlarımız ile Mısırda pratiğe yansıtmaya çalıştığımız bu parlak rüya
gerçekleştiğinde acaba bu kalkınmanın diğer sonuçlarına da katlanabilecek miyiz?
Acaba bu örnek toplumun siyah yüzünü kabul edebilecek miyiz? Acaba "sevişme
özgürlüğü"nü ve bu özgürlüğün aile kurumuna yansıyan yıkıcı sonuçlarını
benimseyebilecek miyiz?"
İŞTE İSTATİSTİKLER
Bırakın da rakamlarla konuşalım...
Rahat yaşamayı sağlayan ve aile yuvası kurmayı kolaylaştıran bunca özendirici
önlemlere rağmen İsveç'te nüfus artış hızı sürekli düşme eğilimi gösteriyor.
Genç kızlara evlilik yardımları yapılmasına, sonra da doğacak çocuklarına
üniversiteyi bitirinceye kadar bedava okuma ve yaşama sağlanmasına rağmen
İsveçli aileler sürekli çocuktan kaçınma ve çocuk edinmeme yolundadırlar.
Buna paralel olarak evlilik oranı gitgide düşüyor ve gayri meşrû doğumların
oranı günden güne yükseliyor. Bunlarla bağlantılı olarak büluğ çağına ermiş
kızların ve erkeklerin yüzde yirmisi hiç evlenmiyor.
İsveç'te sanayi devrimi, sosyalist rejimin kuruluşu ile aynı yılda, yani 1870
yılında başlar. O yıl evli olmayan anaların, tüm analar içindeki oranı yüzde
yedi idi. 1920 yılında bu oran yüzde onaltıya yükseldi. Bu konuda daha sonraki
yıllara ilişkin rakamları gösteren istatistik bilgi bulamadım. Fakat sözünü
ettiğimiz oranın daha sonraki yıllarda sürekli biçimde arttığı kuşkusuzdur.
İsveç'te bir çok bilimsel kurum "Özgür sevişme" konusunda çok sayıda anket
düzenledi. Bu anketlerin ortak sonuçlarına göre, gerek erkekler ve gerekse
kızlar evlenmeden önce cinsel ilişkiye girişiyor, bu evlilik öncesi cinsel
ilişki yaşı ortalama olarak erkeklerde onsekiz, kızlarda onbeştir. Gençlerin
yüzde doksan beşi yirmi bir yaşında mutlaka cinsel ilişki deneyimi yaşıyor.
Eğer "Özgür sevişme" taraftarlarını inandıracak daha ayrıntılı rakamlar verecek
olursak bu cinsel ilişkilerin yüzde yedisinin nişanlılar arasında, yüzde otuz
beşinin sevgililer arasında ve geriye kalan yüzde elli sekizinin de geçici
arkadaşlar arasında gerçekleştiğini belirtmeliyiz.
Eğer yi-mi yaşından önce erkekler ile cinse( ilişki kuran kadınların bu
ilişkilerinin istatistik analizini yaparsak bu kadınların sadece yüzde üçünün
kocaları ile, yüzde yirmi yedisinin nişanlıları ile ve kalan yüzde altmış
dördünün geçici arkadaşları ile ilişki kurduklarını belirleriz.
Bu konudaki bilimsel araştırmalardan elde edilen sonuçlara göre İsveçli
kadınların yüzde sekseni evlenmeden önce tam seksüel anlamı ile cinsel ilişki
deneyimi yaşamış ve yüzde yirmisi hiç evlenmemiştir.
`Sevişme özgürlüğü" doğal olarak şu üç sonucu vermiştir: Evliliğin ileri yaşlara
sarkması, uzun nişanlılık dönemi ve daha önce dediğim gibi gayri meşrû çocuk
oranının artması.
Bütün bunların doğal sonucu olarak aile yuvalarının bozulma oranı sürekli artma
eğilimindedir. İsveçliler "sevişme özgürlüğü"nü şöyle savunurlar "İsveç
toplumunda, evli çiftlerin birbirlerini aldatmaları, diğer uygar toplumlarda
olduğu gibi, ayıplanan, kınanan bir davranıştır". Bu iddia doğrudur, ona karşı
diyecek bir sözümüz yok. Fakat onlar, İsveç halkının neslinin tükenmeye yüz
tutmuş olmasını ve sonra boşanma oranında gözlenen sürekli ve korkunç artışı
savunamazlar.
Dünyadaki en yüksek boşanma oranı İsveç'tekidir. Nitekim sosyal güvenlik
bakanlığının resmi rakamlarına göre her altı ya da yedi evlilikten biri boşanma
ile sonuçlanıyor. Bu oran önceleri düşüktü; fakat gitgide sürekli yükseldi.
Meselâ 1925 yılında her yüzbin evli çiftin sadece yirmi altısı boşanmıştı. 1952
yılında bu oran yüzbinde yüz dörde çıktı, 1954'de ise yüzbinde yüz ondörde
yükseldi.
Bunun başta gelen sebebi şudur: Evliliklerin yüzde otuzu kadınlar hamile
kaldıktan sonra ve bu durumun zorlayıcı baskısı altında gerçekleşiyor. Doğaldır
ki, zorunluluk altında yapılan evlilikler, normal evlilikler gibi dayanıklı ve
uzun süreli olamıyor. Boşanmayı özendiren diğer bir faktör de İsveç kanunlarının
bu konuda herhangi bir engelleyici tedbire yer vermemiş olmalarıdır. Eğer
karı-koca aralarında anlaşarak boşanmak istediklerini bildirirlerse iş son
derece basittir. Fakat eğer taraflardan sadece biri boşanmak isterse o zaman da
mahkemeye sunacağı en sudan sebep boşanma kararı vermeye gerekçe olabiliyor.
İsveç'te "Sevişme özgürlüğü" nasıl güvence altında ise halk çoğunluğu arasında
son derece yaygın olan bir başka özgürlük daha var. Bu özgürlük Allah a inanmama
(Ateizm) özgürlüğüdür. Bu ülkede kilise otoritesine karşı baş kaldırma, kilise
denetiminden sıyrılma akımları son derece büyük desteğe sahiptir. Bu görüntü
Norveç ve Danimarka toplumlarında da egemendir. Üniversitelerde ve enstitülerde
öğretim üyeleri bu özgürlüğü hararetle savunuyorlar ve bu akımı genç kuşakların
beyinlerine yerleştirmeye çalışıyorlar.
Genç kuşak sürekli sapıklıklar peşinde. Bu görüntü gerek İsveç ve gerekse diğer
İskandinav ülkelerinde gençliğin geleceğini tehdit eden tehlikeli bir olgu
olarak dikkatleri çekiyor. Gençlerin inançtan yoksun olmaları onları sapık
davranışların, alkollü içki ve uyuşturucu bağımlılığının kucağına atıyor.
Alkolik babalı çocukların sayısının yüz yetmiş beş bin dolaylarında olduğu
hesaplanmış. Bu rakam tüm İsveç'li çocuk nüfusunun yüzde onunu oluşturur.
Yetişkin gençler arasındaki alkol bağımlılığı oranı katlanarak artıyor. Polis
tarafından alkol koması halinde yakalanan onbeş-onyedi arası yaştaki gençlerin
toplamı onbeş yıl önce aynı suçtan yakalanan aynı yaşlardaki gençlerin üç katına
yükselmiş durumdadır. Yetişkin yaşlardaki kadın ve erkekler arasında alkollü
içki düşkünlüğü günden güne kötüden daha kötüye doğru ilerliyor. Bu olgu şu
korkunç gerçeği beraberinde getiriyor:
Bulûğ çağına ermiş gençlerin onda biri mutlaka şu ya da bu oranda akıl ve ruh
hastalıklarına yakalanıyor. İsveçli doktorlar tedavi ettikleri hastaların yüzde
ellisinin organik bir hastalık yanında aynı zamanda akıl ve ruh hastalıklarından
da şikâyetçi olduklarını belirtiyorlar. Sözünü ettiğimiz "İnançsızlık özgürlüğü"
daha da yayıldıkça bu psikolojik bunalımların ve sapıklıkların katlanarak
artacağı, aile yuvasının çözülüşünün daha da hızlanacağı ve bu gidişin İsveç
milletini soyunun kesilmesi uçurumunun eşiğine getireceği kuşkusuzdur.
Amerika'daki durum da bundan daha farklı değil. Kötü geleceği haber veren
çığlıklar ardarda yükseliyor, ama delikanlılık çağını yaşayan Amerikan toplumu
bu çığlıklara hiç kulak asmıyor. Fakat dış görünüşün alımlı parlaklığına rağmen
yıkıcı faktörler bu toplumun yapısını için için kemiriyor, etki alanlarını hızla
genişletiyorlar. Bu doludizgin yozlaşma, dış görünüşün bütün göz
kamaştırıcılığına rağmen son derece hızlı bir iç döküntünün felâketini haber
veriyor.
Amerika ve İngiltere'de bu ülkelerin askeri sırlarını düşmanlarına satan
casusluk şebekelerine ilişkin soruşturmalardan elde edilen sonuçlara göre bu
şebekeler, söz konusu millî sırları paraya ihtiyaçları olduğu için düşmana
satmıyorlar. Bu ihanetlerinin asıl sebebi toplumlarında egemen olan cinsel
anarşinin yol açtığı sapık cinsel ilişki tutkunluğu olarak ortaya çıkıyor.
Bundan bir kaç yıl önce Amerikan polisi birçok eyalette kolları olan büyük bir
gizli şebeke ortaya çıkarmış. Şebekenin elemanları avukatlar ve doktorlardan,
yani aydın kesiminin en üst zümrelerinden oluşmuş. Şebekenin marifeti boşanmak
isteyen kadın ve erkeklerin eşlerini kiralık adamları ile zina halinde
yakalatarak boşanmalarına yardımcı olmak. Çünkü bazı Amerikan eyaletlerindeki
kanunlar eşleri birbirinden boşamak için bu şartın yerine gelmesini, yani
eşlerden birinin zina işlerken suçüstü halinde yakalanmasını arıyorlar. İşte bu
yüzden eşini sözü geçen şebekenin kiralık adamı ile zina halinde yakalatan taraf
karşı taraf aleyhinde boşanma dâvası açma hakkını elde ediyor. Oysa zina
işlerken baskına uğrayan taraf, bu şebekenin tuzağına düşmüş oluyor!
Yine Amerika'da faaliyet gösteren bir takım özel detektiflik büroları var.
Bunların işi evlerinden kaçan kadınları ve kocaları aramaktır. Bu detektiflerin
kaçak eşlerin izlerini sürdükleri bu toplumda eğer evini terk eden erkek geri
dönecek olursa eşini evinde mi bulacağı yoksa karısının aşığı ile birlikte
kayıplara karışmış olacağı süprizi ile mi karşılaşacağını bilemez. Buna karşılık
kadın da sabahleyin evden çıkan kocasından emin değildir, Acaba adam akşam
olunca yuvasına mı dönecek, yoksa kendisinden daha güzel veya daha çekici bir
kadının ağına mı düşecek? İşte Amerikan toplumunda evli çiftler sürekli olarak
sinir sağlığını kökünden mahveden bu tür endişeler, bu tür yıpratıcı stresler
içinde yaşarlar.
Bir Amerika Cumhurbaşkanının son zamanlarda yaptığı bir açıklamaya göre askerlik
çağına girmiş her yedi Amerikalı gençten altısının askerlik görevi yapmaya
elverişli olmadıkları belirlenmiş. Sebebi de gençlerin yaşadıkları ahlâk
bunalımı, hatta ahlâk çöküntüsüdür.
Çeyrek yüzyılı aşkın bir süre önce bir Amerikan dergisinde şöyle yazıyordu:
"Şu üç şeytanî faktör, uğursuz kolları ile, dünyamızı sarmıştır. Bunlar
ortaklaşa yeryüzünü yangın yerine çevirme yolundadırlar:
1- Hergün biraz daha arsızlaşan ve Birinci Dünya Savaşından beri korkunç bir
hızla yayılan çıplak ve müstehcen fuhuş edebiyatı.
2- İnsanların sadece şehevi içgüdülerini gıdıklamakla kalmayan, onlara
iffetsizliği özendirici pratik dersler de veren sinema filimleri.
3- Kadınların kıyafetlerinde, daha doğrusu çıplaklıklarında, hızla artan sigara
tiryakiliklerinde, hiç bir kuralın sınırlayıcılığı ile bağlı kalmaksızın
erkekler ile düşüp kalkmalarında somutlaşan kadın ahlâkının genel düzeyindeki
düşüklük.
Bu üç yıkıcı akım toplumumuzda günden güne artan bir hızla yayılıyor. Bu gidişin
kaçınılmaz akıbeti Hristiyan uygarlığın, hristiyan toplumun yıkılışı ve sonunda
tamamen yok oluşudur. Eğer bu azgın gidişi frenleyemezsek, tarihi sonumuz
Romalıların ya da onlar gibi davranan diğer eski milletlerin tarihinin sonuna
kesinlikle benzeyecektir. Sözünü ettiğimiz milletleri; şehvet bağımlılıkları,
ihtiras tutkunlukları, aralarında yaygınlaşan içki, kadın düşkünlüğü, dans
partileri, müzikli ve çalgılı eğlenceler gibi kötü alışkanlıklar yıkılıp yok
olmaya götürmüştür.
Peki ne oldu? Olan şu: Amerika bu üç yıkıcı akımın azgın gidişini frenleyemediği
gibi, aksine onlara tamamen teslim oldu. Artık bir zamanlar Roma
İmparatorluğunun geçtiği yolda hızla ilerlemektedir!
Başka bir Mısırlı gazeteci de bizim gençlerimizin uğradıkları ahlâk çöküntüsünü
mazur ve önemsiz göstermek çabası ile Amerika, Fransa ve İngiltere'de gençler
arasında kol gezen sapıklıklardan şöyle söz ediyor:
"Amerika'da ergenlik (adolescence) çağına girmiş erkek ve kızlar arasında suç
işleme eğilimi son derece yaygınlık göstermiş durumda. Bu yüzden Newyork eyaleti
valisi, ıslahat proğramının başına bu meseleyi koyacağını söylüyor... Vali, bu
problemi çözebilmek için gençlere yönelik çiftlikler, ıslah yuvaları kurmayı ve
çeşitli sportif çalışma proğramları düzenlemeyi plânladı. Fakat özellikle
üniversite öğrencisi erkek ve kızlar arasında pek yaygın olan uyuşturucu madde
-bu arada kokain ve eroin- bağımlılığına karşı mücadele etmeyi proğramına
almadığını, bu işi federal hükümetin sağlık bakanlığının yetkililerine
bıraktığını açıkladı.
"İngiltere'de de son iki yıldan beri kadınlara ve genç kızlara yönelik tecavüz
olayları artış gösterdi. Bu olayların çoğunda saldırganın ya da suçlunun genç
yaşta bir delikanlı olduğu belirlendi. Bu olayların bazılarında ise saldırıya
uğrayan genç kızın ya da küçük yaştaki kız çocuğunun cesedi boğulmuş olarak
bulundu. Saldırgan bu cinayeti, suçu açığa çıkmasın diye ya da polisteki
muhtemel yüzleştirme sırasında kurbanı tarafından tanınıp yakayı ele vermesin
diye istiyor.
"Bundan iki ay kadar önce ihtiyar bir adam köyüne giderken yol kenarındaki bir
ağacın altında bir delikanlının genç bir kızla zina halinde olduğunu görür. Adam
ilişki halindeki bu çiftin yanına giderek elindeki değnekle delikanlıyı dürtüp
geri çeker ve "yaptığınız herkesin gelip geçtiği bir yolda yapılacak bir şey
değildir" diyerek kendisini azarlar.
Sen misin böyle diyen? Delikanlı hemen ayağa fırlar ve ihtiyarın karnına var
gücü ile bir tekme indirerek adamı yere serer. Arkasından da kunduralı ayakları
ile adamın başını tekmeler ve bu acımasız tekmelemeler zavallı ihtiyarın başı
parçalanana kadar devam eder.
Sonradan belirlendiğine göre delikanlı onbeş ve yanında yatan kız da onüç
yaşındadır."
Amerika'da ülke çapında ahlâki denetimle görevli onbeş kişilik bir komisyonun
belirlemelerine göre bu ülke halkının yüzde doksanı öldürücü zührevi
hastalıklardan birinin mikrobunu taşıyor. (Bu belirleme "penisilin" ve
"streptomicin" gibi modern anti-biyotiklerin bulunuşundan önceki döneme aittir.)
Amerika'nın Danwer kenti hakimlerinden Landsay'ın bir yazısında belirttiğine
göre her iki evlilikten biri sonradan boşanma davası konusu olmaktadır.
Dünyaca ünlü tıp bilgini Aleksis Carrel ise "İnsan, Bu Meçhul" adlı eserinin bir
yerinde şunları yazıyor:
"Çocuk ishali, verem, difteri, sıtma ve tifo gibi yaygın hastalıkların köklerini
kurutma yolundayız, ama bunların yerini sinir ve ruh hastalıkları alıyor. Sinir
ve akıl hastalarının sayısı büyük .rakamlara ulaştı. Amerika'nın bazı
eyaletlerinde tımarhanelerde gözetim altında tutulan delilerin sayısı, o
eyaletlerin diğer tüm hastanelerinde yatan hastaların sayısından fazladır.
Delilik gibi çeşitli sinir bozuklukları ve akıl rahatsızlıkları da artma
yolundadır. Bu rahatsızlıklar fertleri mutsuz eden ve aileleri yıkan en etkili
faktörlerdir. Akıl rahatsızlıkları, uygarlık hesabına mide hastalıklarından çok
daha tehlikelidir. Buna rağmen sağlık bilginleri ve doktorlar, şu ana kadar
çalışmalarını sadece mide hastalıklarını tedavi etme amacı üzerinde
yoğunlaştırmışlardır."
Okuduğumuz bu seçme yazılarda şaşkın insanlığın, modern cahiliye döneminde
şehevi arzularının peşinden sürüklenenlerin ve yüce Allah'ın önerdiği yaşama
sistemini benimsemeye yanaşmayanların sözlerine kapıldığı için katlanmak zorunda
kaldığı bazı musibetleri dile geliyor. Oysa İlâhi sistem yaratılış itibarı ile
zayıf bir varlık olan insana; kolaylık, külfetsizlik getiriyor, onu
içgüdülerinin azgınlığından ve şehevî arzularının baskısından kurtararak güvenli
bir yola iletiyor, onu tevbe etmeye, islâh olmaya ve her türlü pislikten
arınmaya götürüyor. Tekrarlayalım:
"Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Oysa nefislerinin arzularına
uyanlar sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.
Allah sizin yükümlülüklerinizi hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf
yaratılmıştır."
İKTİSADÎ KONULAR
Bu dersin ikinci bölümünde İslâm toplumunda geçerli olacak olan mâli ilişkilerin
bir kısmı işleniyor, bu ilişkilerin uygulanma yolları düzenleniyor, genel
anlamda fertler arası mali ilişkilerin dürüst oluşu güvenceye bağlanıyor,
arkasından kadınların da tıpkı erkekler gibi mülk edinme ve kazanma haklarına
sahip oldukları, hem erkeklerin hem kadınların belirlenmiş payları oranında mülk
ve kazanç edinebilmeleri belirtiliyor. Bölümün sonunda cahiliye döneminde ve
İslâm'ın ilk yıllarında geçerli olan "velâ sözleşmeleri (Akraba olmayanlara
mirastan pay verilmesini öngören sözleşmeler)" konusunda uygulamanın nasıl
olacağı anlatılıyor, bu sistemin tasfiye edilmesi gerektiği" mirasın sırf
akrabalar arasında bölüştürülmesinin uygun olduğu, artık yeni "vela sözleşmesi"
imzalamaktan kaçınılması hükme bağlanıyor:
29- Ey müminler, birbirinizin mallarını gayrı meşru
yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz,
kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir.
30- Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük
günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32- Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler
kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar.
İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
bilir.
33- Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler
yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını
veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.
Bu ayetler demeti hem eğitim ve hem de kanun koyma zincirinin bir halkasını
oluşturur. Zaten İslâm sisteminde eğitim ve kanun koyma işlemleri birbirinden
ayrılmaz, ya içiçedirler, ya da birbirlerini bütünlerler. Sebebine gelince;
kanun koyma işlemi, pratik hayatı düzenleme amacı güttüğü gibi eğitme amacını da
içerir. Bunun yanısıra yasama hükümlerine eşlik eden direktifler bu yasaların
amaca uygun biçimde yürürlüğe konmalarını, bu yasaların ciddiliklerini gözeten
ve yarar sağlamalarını ön plânda tutan bir bilinç ile uygulanmalarını ve hüküm
olma amaçları yanında vicdanları eğitme amacını da göz önünde tutarlar. Ayrıca
yasama hükümleri ile bu hükümlere eşlik eden direktiflerin ortak amacı kalbi
Allah'a bağlamak, kalbi yasaları ve direktifleri bünyesinde bütünleştiren bu
İlâhi sistemin kaynağının bilincine vardırmaktır. Hem pratik hayatın ve hem de
insan vicdanının ihtiyaçları ile bağdaşan bu bütünlük, insan hayatını düzenleyen
bu ilâhi sistemin karakteristik özelliğidir.
Bu ayetler de müminlere "Birbirlerinin mallarını gayri meşru yollarla
yemelerinin" yasaklandığını, mal dolaşımına ilişkin helal kazanç yolunun ticaret
yolu olduğunun açıklandığını görüyoruz. Bunun yanısıra "Gayri meşrû biçimde mal
yeme" insanın kendi kendini öldürmesi, intihar etmesi, mahvolması, helâk olması
benzetmeleri ile ifade ediliyor. Ayrıca böyleleri ahiret azabı ile ve Cehenneme
atılmakla tehdit ediliyor. Bir yandan da bağışlama, günahları silme, insan
zaaflarına ve kusurlarına hoşgörü ile karşılık verme vaad eden kolaylık
müjdeleri ile karşılaşıyoruz.
Yine bu ayetlerde yüce Allah'ın kimi kullarına bağışladığı nimetlere göz
dikilmemesini, bunun yerine bir şey isteneceği sırada bağışlama ve lütfetme
yetkisini tekelinde bulunduran yüce Allah'a yönelmeyi telkin eden eğitim amaçlı
bir uyarı ile karşılaşıyoruz. Bu uyarının hemen arkasından gerek erkeklerin ve
gerekse kadınların kazançları oranında hak ve pay sahibi olacaklarını
ilkeleştiren hüküm geliyor.
Gerek bu uyarı ve gerekse bu hüküm, ikisi birlikte, "yüce Allah'ın herşeyi
bildiği" olgusuna bağlanıyor. Tıpkı bunun gibi akraba olmayan kimselere mirastan
pay verilmesini öngören "velâ sözleşmeleri"ne ilişkin tasarruflar ve bu
sözleşmeleri yerine getirme emri de "yüce Allah'ın herşeyin şahidi olduğu"
olgusuna dayandırılıyor.
Bu mesajların hepsi insanın mahiyetini psikolojik yapısının özelliklerini, bu
yapının çok sayıdaki giriş ve sızma yollarını herkesten iyi bilen yüce Allah'tan
geliyor ve yasal hükümlerin eşliğinde vicdanları olumlu yönde etkilemeyi
amaçlayan eğitici direktifler olarak karşımıza çıkıyorlar.
Şimdi de okuduğumuz bu ayetleri sıra ile incelemeye çalışalım:
"Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak değil,
karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz.
Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir."
"Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İlk ayet müminlere yönelik bir sesleniş ile söze girerek onları birbirlerinin
mallarını gayri meşru yöntemler kullanarak yemekten sakındırıyor. Tekrarlıyoruz:
"Ey müminler, birbirinizin mallarını gayri meşrû yollar kullanarak yemeyiniz."
Bu cümle; o günkü İslâm toplumunu cahiliye hayatından artakalan tortulardan
temizlemeyi, "Ey müminler" çağrısı ile söze girerek müslümanların vicdanlarını
coşturmayı,yüce Allah'ın kendilerine seslenirken, onları birbirlerinin mallarını
gayri meşru yöntemlerle yemekten sakındırırken kullandığı "mümin"lik
sıfatlarının gereklerini canlandırmayı amaç edindiği mesajını veriyor.
"Gayri meşrû yöntemlerle mal yemek" ifadesi insanlar arasında görülen ve yüce
Allah'ın izin vermediği ya da açıkça yasakladığı bütün gayri meşrû mal dolaşımı
biçimlerini içerir. Aldatma, rüşvet, kumar, zorunlu tüketim mallarını
pahalandırmak amacı ile bekletme gibi kazanç yolları bu deyimin kapsamına
girdikleri gibi başta faizcilik olmak üzere bütün yasaklanmış alış-veriş türleri
de bu kategoriye girer. Bu ayetin, faizin yasaklanışından önce mi, yoksa sonra
mı indiğini kesin olarak bilemiyoruz. Eğer faizin yasaklanmasından önce indi
ise, bu ayet, yasaklamaya yönelik bir ön hazırlık niteliği taşır. Çünkü faiz,
gayri meşrû biçimde mal yemenin en somut, en aşırı yöntemidir. Yok eğer faizin
yasaklanmasından sonra indi ise o zaman da getirdiği yasaklama, diğer haram mal
yeme yöntemleri yanında faizciliği de içerir.
Ayette satıcı ile alıcı arasında karşılıklı anlaşma yolu ile gerçekleşen ticaret
işlemleri, bu yasaklama hükmünün dışında tutuluyor, istisna ediliyor. Okuyoruz:
"Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz konusu ise o başka"
Bu cümlede istisna edilen "ticaret" bir "gayri meşru mal yeme türü" değildir.
Arap dilinde bu tür istisnalara "kopuk", "ayrıldığı bütünle ilişkisiz" anlamına
gelmek üzere "İstisnâ-ı Munkatı" denir. Buna göre bu istisna cümlesini şöyle
açıklayabiliriz: "Yalnız eğer seçtiğiniz mal kazanma yöntemi, karşılıklı
anlaşmaya dayalı ticaret işlemi ise,bu işlem, bir önceki cümlenin kapsamına
girmez."
Fakat "ticaret" deyimini içeren istisna cümlesinin böyle bir yerde gelişi,
ticaret ile haram mal yeme yöntemleri olarak nitelenen diğer işlemler arasında
bir tür benzerlik olduğu izlenimini verir. Öncelikle Bakara suresinde okuduğumuz
faizi yasaklayan ayeti bu istisna cümlesi ile birlikte değerlendirince bu
yanıltıcı benzerliği daha iyi kavrarız. Bilindiği gibi o ayette faiz yasağına
karşı çıkanlar "Alış-veriş de faiz gibidir" diyorlardı ve Allah onlara şöyle
karşılık veriyordu; "Oysa Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır"
Faizciler "Ticaret, mal artışı sağlıyor, kazanç getiriyor, bundan dolayı o da
faiz gibidir, o halde ticareti helal sayıp faizi yasaklamak anlamsızdır" diyerek
lânetli ekonomik düzenlerini savunurken aslında demagoji yapıyorlar.
Sebebine gelince her şeyden önce ticarî işlemler ile faize dayalı işlemler
arasında nitelik bakımından dağlar kadar fark vardır. Bunun yanısıra ticaretin
üretici ile tüketici arasında yaptığı hizmetler ile faizciliğin gerek ticaretin
kendisi ve gerekse tüm halk yığınlarının başına yağdırdığı belalar arasında
nasıl benzerlik görülebilir?
Ticaret üretici ile tüketici arasında köprü oluşturan bir aracılık hizmetidir.
Ticaret üretilen malları tüketim yerlerine ulaştırıp pazara sunar, böylece bu
malları güzelleştirir ve bulunup satın alınmalarını kolaylaştırır. Buna göre
ticaret her iki tarafa, yani hem üreticiye hem de tüketiciye yönelik bir
hizmettir ve bu iki yönlü hizmet karşılığında yarar sağlama işlemidir. Bu yarar
sağlama, maharete ve çalışmaya dayandığı gibi aynı zamanda hem kâra hem de
zarara açıktır.
Faiz ise bunun tam tersi bir işlev görür. O bir yandan üretim girdilerine
eklenerek sanayinin sırtına yük olurken bir yandan da malların üretim,
maliyetlerine bindirdiği ilâve fonlar nedeniyle ticaret sektörünün ve
tüketicinin sırtına da yük olur. Bunun yanısıra kapitalist ekonominin en
katıksız ve denetimsiz aşamasında açıkça görüldüğü gibi faiz, hem sanayii
hem de sanayii dışı üretimi, ne sanayinin ve ne de sanayii dışı üretimin
yararını umursamayan, birinci derecedeki amacı kâr marjını olabildiği oranda
yüksek tutarak sanayi sektörüne yatırılan kredilerin faizlerini ödemek olan
sömürü aracıdır. Bu arada zarurî ihtiyaç mallarını pazarda yeterince
bulamayan halk yığınları lüks tüketim mallarının akınına uğramış, üretim
faaliyetleri; içgüdüleri gıdıklayan ve insanın yapısını dejenere eden en
pespaye projelere kaymış, faizci kapitalizmin umurunda bile değildir. Bütün
bunların ötesinde faizci sistemde sermaye sürekli kârdadır; ticaret gibi
zarar sarsıntılarını paylaşmaya katılmaz, ayrıca ticaretin gerektirdiği
insan emeğinin, insan çabasının faiz kazancında hemen hemen hiç rolü yoktur.
Faizci düzenin boynunda taşıdığı kara yaftanın suç listesi, bu
saydıklarımızdan çok daha kabarıktır. Bu suç listesi onun hakkında idam
hükmünün verilmesini gerektirecek kadar ağır cinayetler içerir. Nïtekim
İslâm'ın onun hakkında verdiği hüküm budur.
Diyebiliriz ki insanlar faiz ile ticaret arasında böylesine yanıltıcı bir
benzerlik kurdukları için gayrı meşrû yöntemler ile mal yemeyi yasaklayan
hükmün hemen arkasından "Yalnız karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaret söz
konusu ise o başka" şeklindeki açıklamaya, dil bilginlerinin deyimi ile
"kopuk (munkatı)" türü bir istisna cümlesine yer verilmiştir. Ayeti okumaya
devam ediyoruz:
"Kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı merhametlidir."
Bu yorum, insanların mallarını gayrı meşrû yöntemler kullanarak yemenin
toplum hayatında ortaya çıkardığı yıkıcı sonuçları ifade ediyor. O yüzden bu
tür mal yeme yöntemi aslında bir öldürme, bir cinayet eylemidir. Yüce Allah
müminleri, böylesine yıkıcı bir yola sapmaktan sakındırmakla onları
rahmetinin şemsiyesi altına almak istiyor.
Bu gerçekten böyledir. Eğer bir toplumda faizcilik, aldatma, kumar,
karaborsacılık, yolsuzluk, hilekârlık, dolandırıcılık ve hırsızlık gibi
yöntemler ile birbirinin malını yeme alışkanlığı yaygınlaşır ve ırz, namus,
güven, vicdan, ahlâk ve din gibi asla ticaret konusu yapılmaması gereken
değerler satışa çıkarılırsa -ki gerek eski ve gerekse şimdiki cahiliye
toplumlarının pazarlarında ve pazarlıklarında bu değerlerin tozu dumana
karışmaktadır- bu tür kirli mal kazanma yöntemlerini bünyesinde
yaygınlaştıran toplum kendi kendini öldürmeye, yok oluş uçurumuna
yuvarlanmaya mahkûmdur!
Yüce Allah, müminlere rahmeti ile yaklaşarak onları sosyal hayatı mahveden
ve vicdanları aşağılatan bu bilinçsiz intihar girişiminden uzak tutmak
istiyor. İşte yüce Allah'ın insanların yüklerini hafifletme iradesinin,
insan olmaktan kaynaklanan zayıflıklarını telâfi etmesinin, Allah'ın
çağrısına sırt dönerek şehevi ihtiraslarının tutsağı olmuş kimselerin
propagandalarına kananların belini büken insan yetersizliğine önlem
getirmesinin bir anlamı da budur.
Arkasından Ahiret azabını içeren bir tehdit geliyor. Birbirlerinin mallarını
gayrı meşrû yöntemlerle yiyen zalimlere saldırganlara yönelik tehdit. Bu
zalimler, dünya hayatlarını mahvetmekten kendi kendilerine kıymaktan
sakındırıldıktan sonra Ahiret azabı ile tehdit ediliyorlar. Gayrı meşrû
yöntemler ile mal yiyenler de yedirenler de bu tehdidin ortak hedefleridir.
Çünkü toplumda, ortak sorumluluk ilkesi geçerlidir. Eğer bir toplum, meydanı
zalimlere ve açgözlü saldırganlara bırakır da bu kimselerin gayrı meşrû
yöntemlerle mal yeme alışkanlıklarını yaygınlaştırmalarına göz yumarsa yüce
Allah'ın hem dünyaya ve hem de ahirete ilişkin tehditleri bu toplumlar
hakkında gerçekleşir. Okuyalım:
"Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu cehennem
ateşine atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
İşte böylece İslâm sistemi, koyduğu kanunlar ve verdiği direktifler ile
ilgili olarak insan vicdanını hem dünyada hem de ahirette müeyyide kanatları
altına alıyor ve böylece insan vicdanına, bu direktiflere uymayı sağlama ve
bu yasaları uygulatma konusunda uyanık bir bekçi rolü yüklüyor; toplumun
bütün bireylerini de birbirlerini gözetlemekle, denetlemekle
görevlendiriyor. Çünkü toplumun bütün fertleri ortak biçimde sorumludur,
dünyada gerçekleşecek olan ölüm ve mahvolma hepsinin ortak akıbeti olacağı
gibi ahirette de, gayrı meşrû kazanç yöntemlerinin çevrelerinde alıp
yürümesine göz yummalarından ve toplumlarının bozulmasını umursamamalarından
ötürü hesaba çekileceklerdir.
"Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır."
Çünkü Allah'ın bu cezayı vermesine hiç kimse engel olamaz ve hiçbir şey onu
önleyemez, gerekçeleri varolduktan sonra onun gerçekleşmesi kaçınılmaz olur.
Bir sonraki ayette yüce Allah, müminlere "büyük günahlar"dan sakınmaları
karşılığında rahmetini ve bağışlayıcılığını vaadediyor. Amaç, yüce Allah
tarafından iyi bilinen zayıflıklarını göz önüne alarak onlara kolaylık
göstermek, kalplerini rahatlatmak, büyük günahlardan sakınmalarını
sağlayacak cehennem ateşinden kurtulmalarına yardım etmektir. Okuyoruz:
"Eğer size yasaklanan büyük günahlardan sakınınsanız, küçük günahlarınızı
bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz."
İçerdiği bütün yükselme, yücelme, temizleme, arınma ve itaat çağrılarına;
ihtiva ettiği bütün yükümlülüklere, sınırlamalara, emirlere ve yasaklamalara
rağmen . -ki bunların tümünün amacı temiz ve dürüst vicdanlar ile temiz ve
sağlıklı bir toplum meydana getirmektir- bu din ne kadar hoşgörülü ve ne
kadar kolay yöntemli bir dindir!
Aynı zamanda bu çağrılar ve bu yükümlülükler insanın zayıflığını ve
yetersizliğini göz ardı etmiyor, onun gücünün ve yapısının sınırlarını
aşmıyor, onun fıtratını, bu fıtratın kapasitesini, içgüdülerini ve nefsinin
iniş-çıkışlarını bilmezlikten gelmiyorlar.
Böyle olduğu içindir ki, bu dinde yükümlülük ile insan kapasitesi arasında,
özlemler ile kaçınılmazlıklar arasında, içgüdüler ile frenleyici
mekanizmalar arasında, emirler ile yasaklar arasında, özendirmeler ile
caydırmalar arasında, işlenebilecek günahlara yönelik azap tehdidi ile yüce
Allah'ın engin bağışlayıcılığına bağlanan ümidin iyimserliği arasında
kararlı bir denge kurulmuştur.
Bu dinin insanlardan beklediği tek şey; yüce Allah'a yönelmek, bu yönelişte
gerçekten samimî olmak, olanca güçlerini ortaya koyarak O'na itaat etmek ve
hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaktır. Bu adımın sonrasında zaaflara hoşgörü
ile yaklaşan, yetersizlikleri anlayışla karşılayan, tevbeleri kabul eden,
kusurlara göz yuman, günahları bağışlayan, kötülükten dönenlerin yüzüne
kapıyı açık tutan, pişmanlıkları cana yakınlık ve lütufla karşılayan ilâhi
rahmet mutlaka imdada yetişir.
Sözünü ettiğimiz "olanca gücü ortaya koyma"nın belirtisi yüce Allah
tarafından yasaklanan büyük günahlardan uzak durmaktır. Son derece belirgin
ve göze batar nitelikte olan bu büyük günahları işleyenler onları bilmeyerek
ya da farkında olmayarak işlediklerini ileri süremezler. Bu durum insanın bu
alanda istenen çabayı harcamadığını, direnme gücünü yeterince seferber
etmediğini gösterir. Böyle bile olsa ihlâslı bir tevbe ile bu günahlardan
vazgeçme kararı her zaman için geçerlidir, yüce Allah merhameti ile bize bu
tevbeleri kabul edeceğini bildiriyor. Yüce Allah, bu tevbekârları "takvalı
kullar" diye andığı aşağıdaki ayetinde şöyle buyuruyor:
"Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde
Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları
Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar
etmezler." (Al-i İmran Suresi, 135)
Bizim burada vurgulamak istediğimiz gerçek, büyük günahlardan sakınılınca yüce
Allah'ın kendi insiyatifi ile ve tek taraflı olarak küçük günahları
bağışlayacağıdır. Yüce Allah'ın yukardaki ayette dile gelen vaadi ve müminlere
yönelik müjdesi budur.
Peki "büyük günahlar" nelerdir? Bu konuda elimizde bulunan hadisler bu
günahların birçok türünü saymakta, fakat kesin sayısını belirtmemektedir.
Bunun böyle olduğunu, bu konudaki hadislerden herbirinin diğerinde yer alan
büyük günahların bazan daha azını ve bazan da daha çoğunu içermesinden
anlıyoruz. Anlaşılan, bu hadisler gündelik olaylara bağlı olarak
söylendikleri için her hadiste, o andaki özel şartların sayısı ve türü
toplumdan topluma, kuşaktan kuşağa değişir; ama bununla birlikte bunların
neler olduklarını bilmek müslüman için zor bir iş değildir.
Bu konuda halife Hz. Ömer ile ilgili bir olayı anlatmak istiyoruz. Bilindiği
gibi Hz. Ömer günaha karşı son derece duyarlı, sert tutumlu ve günah
hususunda hoşgörüsü kıt yaratılışlıdır. Buna rağmen bu olayda İslâm'ın O'nun
duyarlılığını nasıl yumuşattığını, toplumsal problemleri çözerken ve
insanlara ilişkin meseleleri ele alırken elindeki adalet terazisini nasıl
dengeye kavuşturduğunu göreceğiz. Olay şù:
İbn-i Cerir'in Yakub b. İbrahim yolu ile İbn-i Avn'e dayandırarak
bildirdiğine göre Hasan-ı Basrî şöyle diyor:
-Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Mısırlı birkaç kişi Abdullah b. Amr'e
başvurarak dediler ki; "Kur'an'da uygulanması emredilen bazı hükümler
görüyoruz ki, bunlar uygulanmıyor. Bu konuyu halife Ömer ile görüşmek
istiyoruz.
Bunun üzerine Abdullah b. Amr bu adamları yanına alarak Medine'ye geldi ve Hz.
Ömer ile buluştu. Hz. Ömer kendisine "Ne zaman geldin?" diye sordu. Abdullah b.
Amr "Falanca günden beri buradayım" dedi. Hz. Ömer "İzinli olarak mı geldin?"
diye sordu. Abdullah'ın bu soruya ne cevap verdiğini bilmiyorum. 'Fakat
sözlerine devam ederek halifeye şunları söyledi; "Ey müminlerin emiri birkaç
Mısırlı bana başvurdu ve Kur'an'da uygulanması emredildiği halde uygulanmayan
bazı meseleler olduğunu, bu konuyu seninle görüşmek istediklerini söylediler".
Hz. Ömer Abdullah'a "O adamları topla, yanıma getir" diye emretti. Abdullah da
onları toplayıp halifenin huzuruna götürdü. (Ravilerden İbn-i Avn'e göre bu
toplantı Behu denen yerde düzenlenmişti.)
Hz. Ömer, bu Mısırlı grubun en sonunda oturan adamına dönerek kendisine
"Allah sana zihin açıklığı versin. İslâm hakkı için söyle bakalım, Kur'an'ı
baştan sona kadar okudun mu?" diye sordu. Adam "Evet, okudum" dedi. Hz. Ömer
"Peki, onu nefsinde, kendi şahsında uyguladın mı?" diye sordu. Adam; "Allah
bilir ki hayır" dedi. Eğer "Evet" deseydi, Hz. Ömer onunla tartışmaya
girişecekti. Hz. Ömer, adama "Peki, O'nu gözlerine uyguladın mı?, sözlerine
uyguladın mı?, davranışlarına uyguladın mı?" diye sordu. Arkasından, aynı
soruları sonuncu adama kadar heyetin bütün üyelerine sordu ve sonra şunları
söyledi: "Anası evlâtsız kalası Ömer yandı! Sizler, onu (Allah'ın kitabını,
Kur'an'ı) insanlara tam olarak uygulatmakla yükümlü mü tutuyorsunuz? Oysa
bizim günah işleyeceğimizi Allah, daha işin başında, biliyordu" ve
arkasından: "Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınınsanız, küçük
günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz" ayetini
okudu.
Sonra adamlara dönerek "Sizin gelişinizden Medinelilerin 'haberi oldu mu?
(ya da geldiğinizden haberi olan var mı?)" diye sordu. Adamlar "Hayır,
olmadı" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Eğer Medineliler gelişinizden
haberdar olsalardı, sizi vesile ederek bu konuda bir vaaz verirdim" diye
sözlerini bağladı" (İbn-i Kesir Tefsiri)'
İşte günaha karşı son derece duyarlı ve sert tabiatlı olarak tanınan Hz. Ömer,
kalpleri ve toplumu böyle yönetiyordu. Kur'an onun aşırı duyarlılığını
yumuşatmış, kendisine ince bir denge kazandırmıştı. Bu dengenin gereği olarak
"Allah daha işin başında bizim günah işleyeceğimizi biliyordu" demişti. Kuşku
yok ki biz, O'nun Rabbinin bildiğinden başka türlü olamayız. Önemli olan ve
bizden beklenen doğruya yönelmek, gerçeği kabul etmek, yükümlülüklerimizi yerine
getirmek konusunda arzu göstermek, girişimde bulunmak, bu hususta olanca gayreti
ortaya koymaktır. Bu denge, ciddiyed, kolaylık gösterme ve ölçü ilkelerine
dayanan bir tutumdur.
29- Ey müminler, birbirinizin
mallarını gayrı meşru yollar kullanarak değil, karşılıklı anlaşmaya dayalı
ticaret yolu ile yiyiniz, kendinizi öldürmeyiniz. Hiç şüphesiz Allah size karşı
merhametlidir.
30- Kim zulüm ve saldırganlık yolu ile böyle yaparsa ilerde onu Cehennem ateşine
atacağız. Bunu yapmak Allah için gayet kolaydır.
31- Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük
günahlarınızı bağışlar ve sizi onurlu bir konuta yerleştiririz.
32- Aranızda derece farkı doğuran ilahi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler
kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar.
İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
bilir.
33- Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler
yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını
veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir.
KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
Toplumda malların el değiştirme süreci ile bağlantılı olarak kadın-erkek
arasındaki malı ilişkilere, akraba olmayanlara mirastan pay vermeye ilişkin
hükümlere ve bu hükümler ile genel miras sistemi arasındaki ilişkilere ek
açıklamalar getiriliyor. Bilindiği gibi bu iki konu hakkındaki ayrıntılı
açıklamalar bu sûrenin baş taraflarında yer almıştı. Okuyalım:
Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz. Erkekler
kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar.
İstediklerinizi Allah'ın kereminden isteyiniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyi
bilir."
"Kadın-erkek herkese ana-babalarının, akrabalarının ve yeminli sözleşmeler
yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını
veriniz. Hiç şüphesiz Allah herşeyin şahididir."
İnsanlar arasında derece farkı doğuran üstünlüklere karşı özlem duymayı
yasaklayan bu hüküm geneldir. Resmi görevi, mevki, yetenekleri, becerileri,
malı-mülkü, kısacası şu hayatta farklı oranlarda dağılım gösteren bütün
seçkinlik paylarını içerir. Bunun yanısıra ayette belirtilen her türlü dileği
Allah'a yöneltme, herşeyi doğrudan doğruya O'ndan isteme emri de geneldir. Evet
mümin, insanlar arasındaki farklılıklara göz dikerek yazıklanmalarla kendini
mahvedeceğine, bu göz dikme sonucunda içini kemirerek kin, kıskançlık;
çekememezlik ve intikam gibi yıkıcı duygulara kapılacağına; içinde kaybetmişlik
ve mahsumiyet, aşağılık ve boşluğa düşmüşlük kompleksleri çöreklendireceğine,
bütün bu duyguların ve komplekslerin sonucu olarak yüce Allah'ın adaletinden ve
her şeyi kulları arasında isabetli biçimde dağıttığından kuşkulanacağına
istediklerini yüce Allah'tan istemelidir. Yoksa sözünü ettiğimiz duygular ve
kompleksler insanı mahveder, gönül huzurunu ortadan kaldırır endişeye ve
mutsuzluğa yol açar, insan enerjisini çirkin kuruntular ve çirkin yönelişler
peşinde harcar.
Oysa doğrudan doğruya yüce Allah'ın bağışına başvurmak nimet ve ihsan kaynağına
yönelmenin ilk adımıdır. O nimet ve bağış kaynağı ki, engin nimetleri vermekle
bitmez, kapılara üşüşecek istekli kalabalık yüzünden sıkıntıya düşmez! Bunun
yanısıra bu tutum gönül huzuru meydana getirici, umut uyandırıcı, başarıya
ulaştıracak somut gerekçelere olumlu bir biçimde el atmayı sağlayıcı; buna
karşılık yapıcı enerjiyi hayıflanma, yazıklanma, kin, aşağılık kompleksi ve
bunalım uğrunda kurban etmeyi önleyici bir tutumdur.
Bu geniş çerçeveli yönlendirme bakımından ayetin hükmü, geneldir. Fakat gerek
sonraki cümleler ile bağlantısı ve gerekse iniş sebebine ilişkin bazı rivayetler
bu genel anlamı sınırlar, onu belirli bir farklılığa, belirli bir üstünlüğe
indirger. Sözünü ettiğimiz belirli farklılık, ayetin devamını oluşturan genel
ifadeli cümlelerden açıkça anlaşılacağı üzere bu ayetin çözüme bağlamak amacı
ile indiği erkek ve kadınların mal paylarına ilişkin farklılıktır.
Bu farklılığın yol açtığı kuşku bulutlarının dağıtılması iki insan cinsi
arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, bu ilişkilerin hoşnutluk ve bütünleşme
temeline oturtulması, arkasından da bu hoşnutluğun müslüman ailelere ve topluma
yayılmasının yanısıra kadın-erkek arasındaki görev ve fonksiyon farklılığının
zihinlere yerleştirilmesi son derece önemlidir. Fakat bütün önemine rağmen bu
mesele, ayette dile gelen hükmün özel sebepten hareket eden bir genel hüküm
olmasına engel teşkil etmez. Bundan dolayı klasik tefsirler bu iki açıklamanın
her ikisine de yer verirler.
Nitekim İmam-ı Ahmed'in Sufyan ve Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak
bildirdiğine göre bir keresinde Hz. Ümm-ü Seleme, Peygamberimize; "Ya
Resulullah, erkekler savaşıyor, biz savaşa katılmıyoruz. Bir de mirasta bize
erkeklerinkinin yarısı kadar pay veriliyor" dedi. Bunun üzerine yüce Allah
"Aranızda derece farkı doğuran ilâhi bağışlara özlem beslemeyiniz..." ayetini
indirdi.
Yine İbn-i Ebu Hatem'in, İbn-i Cerir'in, İbn-i Merduye'nin ve Hakim'in Sevri ve
Ebu Necih yolu ile Mücahid'e dayandırarak bildirdiklerine göre bir defasında Hz.
Ümmü Seleme Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) "Ya Resulullah! Biz ne
savaşıp şehit düşebiliyoruz ve ne de mirasta erkekler ile eşit pay alabiliyoruz"
dedi. Bunun üzerine bu ayet indi. Sonra bir de şu ayet indi:
"Ben birbirinizden meydana gelmiş bir bütün oluşturan sizlerden, erkek-kadın,
hiçbir iyi amel işleyenin emeğini boşa çıkarmam. Buna göre göç edenlerin,
yurtlarından sürülenlerin, benim yolumda eziyet çekenlerin, savaşanların ve
öldürülenlerin kusurlarını örtecek ve kendilerini Allah tarafından verilmiş bir
ödül olarak altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğim. Ödüllerin
güzeli yalnız Allah katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Tefsir bilginlerinden Sediy ise bu ayeti açıklarken şöyle diyor; "Bazı erkekler
`Mirasta nasıl kadınların payının iki katını alıyorsak iyiliklerimizin sevabının
da kadınlarınkinin iki katı olmasını istiyoruz' dediler. Buna karşılık bazı
kadınlar da `İstiyoruz ki, şehidlerin sevabı kadar sevap kazanalım. Biz savaşa
katılamıyoruz, oysa eğer bize savaşmak farz olsaydı, savaşırdık' dediler. Yüce
Allah her iki tarafın sözlerini reddederek `İstediklerinizi benim lütfumdan
isteyiniz, ama amacınız dünya malı olmasın' buyurdu."
Tefsir bilginlerinden Katade'nin de bu yolda bir açıklama yaptığı rivayet
edilir. Buna karşılık elimizde bu ayetin anlamının genel olduğunu savunan
rivayetler de vardır. Nitekim Ali b. Ebu Talha'nın bildirdiğine göre Abdullah b.
Abbas bu ayeti açıklarken "Hiç kimse `Falancanın malı ya da ailesi keşke benim
olsa' gibi sözler söyleyerek başkalarının elindeki varlıklara göz dikmemelidir.
Allah bunu yasaklıyor. Bunun yerine herkes istediğini yüce Allah'ın lütfundan
istemelidir" diyor. Ünlü tefsir bilginleri Hasan, Muhammed b. Sirin, Ata ve
Dahhak bu ayet hakkında buna benzer açıklamalar yapıyorlar.
Birinci grubu oluşturan açıklamaların içerdiği sözlerde kadın-erkek ilişkilerine
ilişkin cahiliye tortularının izlerini ve bunun yanısıra erkek-kadın arası
rekabetin kokusunu buluyoruz. Belki de bu tartışmalara İslâmiyet'in kadınlara
tanıdığı yeni özgürlükler ve yeni haklar yol açtı; İslâmiyet, her iki cinsi ile
tüm insanlığı onurlandırmak, her cinsten ve her sınıftan teker teker her insanın
hakkını güvenceye almak amacı taşıyan genel prensibi uyarınca kadınlara bu
özgürlükleri ve hakları tanımıştır.
Ama İslâm, bu tutumu ile kendi eksiksiz sistemini bütün yönleri ile
gerçekleştirmeyi amaç edinmiştir. Amaç ne tek taraflı olarak kadınların yararı
ve ne de tek taraflı olarak erkeklerin yararıdır. Amaç "İnsan"dır, müslüman
toplumdur, genel ve mutlak anlamı ile halktır, kamu yararıdır, hayırdır, dört
başı mamur eksiksiz adalettir.
İslâm sistemi kadınlar ile erkekler arasında görev bölümü yaparken ve mali
payları dağıtırken fıtratın gereğine uyar. Fıtrat her şeyden önce erkeği erkek,
kadını da kadın olarak yaratmış, her birine belirli görevler yüklemek için
cinsiyetine has belirli özellikler bağışlamıştır. Bu özel nitelikler, ne
fıtratın özel yararı ve ne de bu iki cinsin tek taraflı yararı için verilmiştir.
Bu ilahi bağışın amacı; bu iki cinsin farklı olması, bunların farklı özellikler
taşıyıp farklı fonksiyonlar gerçekleştirmesi sayesinde varlığını sürdüren, düzen
kuran karakteristik fonksiyonlarını bir bütün olarak yerine getiren ve yeryüzü
halifeliği ile yüce Allah'a kul olma amacını gerçekleştiren insanın hayatıdır.
Özel yeteneklerin ve görevlerin farklılığı, yükümlülüklerin, mali payların ve
sosyal konumların farklılığını beraberinde getirir. Bütün bunlarda, "hayat"
denen büyük kurumun ve yüce ortaklığın yararı içindir.
Eğer ilk önce İslâm sistemi bir bütün olarak incelendikten sonra tek bir insan
bütününün iki parçasını oluşturan kadın-erkek cinsleri arasındaki ilişkileri
düzenleyen bir İslâm hükmü ele alınıp değerlendirilirse ne yukardaki tarihi
rivayetlerin bize haber verdiği eski tartışmalara gerek görülür ve ne de
günümüzün aylak erkeklerinin ve aylak kadınlarının hayatını dolduran, hatta kimi
zaman kamuoyunun baskısı ile bu çerçeveyi de aşarak ciddi erkek ve kadınların
gündemine de girebilen yeni tartışmaların yeri olur.
Kadınlar ile erkekler arasında sanki amansız bir savaş varmış gibi bir hava
estirerek bu iki cins arasındaki karşılıklı konumlardan ve başarılardan söz
etmek saçmalıktır. Bunun yanısıra bazı ciddî yazarların "kadın"ı küçük
düşürmeye, kişiliğini hırpalamaya ve her türlü uğursuzluğun sembolü gibi
göstermeye yönelik girişimleri de -bu girişimler ister İslam adına, isterse
bilimsel inceleme ve araştırma adına ortaya konmuş olsun- saçmalık ve boş iş
olmaktan ileriye gitmez. Çünkü mesele kesinlikle savaş meselesi değildir; mesele
cinsiyet farklılığı, fonksiyon-görev farklılığı, birbirini tamamlama ve bunların
ötesinde ilâhi sistemin öngördüğü bir eksiksiz adalet sistemi meselesidir.
Bu konuda cahiliye toplumlarında savaş olabilir. Çünkü bu toplumlarda yasal
düzenlemeler ya görünür kısa vadeli yararlar uyarınca veya egemen sınıfların,
oligarşik ailelerin ve imtiyazlı fertlerin menfaatleri gözetilerek kendi
keyiflerinin ürünü olarak ortaya çıkar. Böyle olunca da ya insan bir bütün
olarak algılanmadığı, ya da kadın ve erkeğin hayattaki görevleri doğru olarak
belirlenemediği yahut erkek ile aynı işte çalışan kadınlara düşük ücret vererek
ekonomik sömürü çarkını döndürmek için veyahut miras bölüşümüze ve malî
tasarrufa ilişkin ekonomik çıkarların olumsuz baskısı yüzünden, ya da bu tür bir
başka gerekçe ile kadın hakları çiğnenebilir. Nitekim günümüzün cahiliye
toplumlarında yapılan budur.
Fakat İslâm sisteminde bunların hiçbirinin yeri yoktur. Orada savaş diye bir şey
bulunmaz. Bu sistemde dünyalık çıkarlar üzerinde yarışa girişmek anlamsızdır.
Erkeğin kadına yüklenmesi ya da kadının erkeğe saldırması ve bu iki cinsden
birinin diğerini alt etmesi ile onun kişiliğini hırpalaması ya da kusurlarını
araması bu sistemin özüne aykırıdır. Bunun yanısıra kadın-erkek arasındaki yapı
ve yetenek farklılığının yükümlülük ve görev farklılığına yol açmayacağını, bu
ayrılığın beraberinde uzmanlık alanlarındaki ve sosyal konumlardaki ayrılığı da
beraberinde getirmeyeceğini ileri sürmenin de bu sistemde yeri yoktur. Bütün
bunlar bir yandan saçmalık ve öbür yandan da İslâm sistemini yanlış anlamaktır.
Şimdi de cihad ve şehidlik konusu ile kadının bu konudaki rolüne ve sevabına
gelelim. Bu konu dünyaya ilişkin görevlerini eksiksiz yerine getirmekle birlikte
tüm varlıkları ile ahirete yönelen bazı saadet devri kadınlarının kafalarını
kurcalamıştı. Bunun yanısıra miras meselesi ile erkek ve kadının miras payları
konusu üzerinde de durmalıyız. Çünkü bu konu hem eski dönemlerde ve hem de
günümüzde çok sayıda erkeğin ve kadının aklına takıla gelmiştir.
Yüce Allah, kadına cihad etmeyi, savaşa katılmayı farz kılmadı. Fakat eğer bu
konuda kadına ihtiyaç olur da bu ihtiyacı erkekler karşılayamazsa onun savaşa
katılmasını yasaklamış ve haram saymış da değildir. Nitekim tek-tük de olsa
İslâm tarihi boyunca savaşlara katılan, hem de hemşire ve cephane taşıyıcısı
olarak değil, doğrudan doğruya savaşçı olarak cephede yer alan bazı kadınlar
görülmüştür. Yalnız bu katılım ihtiyaçlarla ve zorunluluklar ile kayıtlanarak
sınırlanmıştır. Normal işleyen bir genel kural değildir. Kısacası yüce Allah
cihad etmeyi, yani savaşmayı erkekler gibi kadınlara farz kılmış değildir.
Cihad-savaş kadına farz kılınmadı. Çünkü kadın cihad edecek, savaşacak olan
erkekleri doğuruyor. O hem organik hem psikolojik yapısı ile bu erkekleri
doğurmaya, onları cihada, savaşa ve hayata hazırlamaya elverişli ve yatkındır. O
bu alanda daha güçlü ve daha yararlıdır. Daha güçlüdür, çünkü organizmasının
bütün hücreleri gerek anatomik ve gerekse psikolojik bakımdan bu işe yetenekli
olarak yaratılmıştır. Kadının bu işe olan yatkınlığı sadece organizmasının dış
yapısının özelliğinden kaynaklanmıyor, bunun da ötesinde ana rahminde döllenme
olayının gerçekleştiği ve bu yumurtadan erkek mi, yoksa dişi mi üreteceği yüce
yaratıcı tarafından belirlendiği andan itibaren oluşan bütün hücrelerinin,
fonksiyon farklılığından kaynaklanıyor. Sonra bu gerekçeye dış organik
farklılıklar ile psikolojik yatkınlıklar gerekçesi eklenir.
Milletlerin uzun vadeli yararlarını görebilen geniş bir çerçeveden bakınca bu
tutumun daha faydalı olduğunu anlarız. Çünkü girişilen savaşlar eğer bir
milletin erkeklerini biçer de kadınlarını geride bırakırsa o zaman meydana gelen
nüfus boşluğunu telâfi edecek yeni kuşakların üreyeceği kaynaklar elde kalmış
olur. Oysa eğer hem erkekler hem kadınlar kırılırsa, hatta kadınlar kırıma uğrar
da erkekler geride kalırsa durum böyle olmaz. Çünkü İslâm düzeninde bütün
kolaylıklar ile bütün imkanların kullanılması gerektiğinden bir erkek dört
kadını doğurgan ve üretken hale getirebilir, böylece bir süre sonra savaşta
uğranılan nüfus kaybı telâfi edilebilir. Fakat binlerce erkek bir araya gelse
bile bir kadına bir erkeğin sağlayabileceğinden daha büyük bir doğurganlık
kapasitesi kazandırıp savaşta uğranılan insan kaybını bu yoldan kapatmaya
katkıda bulunamazlar.
Bu faktör, kadının savaşma yükümlülüğünden muaf tutulmuş olmasının ilâhi
hikmetlerinin sadece bir tanesidir. Bu hükmün gerek toplumun ahlâkına ve oluşum
biçimine ve gerekse her iki cinsin özelliklerinin korunması endişesine ilişkin
daha bir çok gerekçesi vardır ki, bunları burada ayrıntıları ile saymak mümkün
değildir. Onları ayrı ve bağımsız bir araştırmada ele almak gerekir.
Savaşa katılmanın ve şehid olmanın getireceği sevap konusuna, kazandıracağı
mükâfat meselesine gelince yüce Allah bu konuyu bütün erkekleri ve bütün
kadınları tatmin edecek bir ilkeye bağlamıştır. Bu ilkeye göre omuzlarına
yüklenen görevi titizlikle yerine getiren her insan, görevinin türü ve cinsiyeti
ne olursa olsun, yüce Allah katında kesinlikle "ihsan" mertebesine ulaşacaktır.
Miras konusu da böyledir. Bu alanda da "Erkeğe kadının iki katı kadar pay"
veren kural yolu ile ilk bakışta erkek kayırıldı, kadına üstün tutuldu gibi
görülebilir. Fakat meseleye yakından bakınca bu yüzeysel görüş, yerini kadın
ile erkeğin konum ve yükümlülükleri arasında tutarlı bir bütünlüğün olduğu
gerçeğine bırakır. Her nimetin bir külfeti olduğu ilkesi, İslâm sisteminin
köklü ve değişmez bir kuralıdır.
Bu kuralın ışığında erkek ile kadının durumunu gözden geçirelim: Her şeyden
önce erkek kadına evlenirken mehir vermek zorundadır. Oysa kadının kocasına
böyle bir ödemede bulunması söz konusu değildir. Erkek, karısının ve
çocuklarının geçimlerini sağlamakla yükümlüdür. Oysa kadın malı bile olsa
böyle bir yükümlülük altında değildir. Erkeğin bu yükümlülükteki asgari payı
bu görevini savsakladığı takdirde hapis cezasına çarpılmaktır. Erkek yakın
akraba dayanışması çerçevesi içinde aileye yüklenecek adam öldürme ve
yaralama diyetlerinin ödenmesine katkıda bulunmak zorundadır. Oysa kadın
böyle bir ödeme zorunluğundan muaftır. Erkek yine yakın akrabalar arası
dayanışma ilkesinin gereği olarak yakınlık sıralarına göre yoksul, düşkün ve
çalışma gücünden yoksun akrabalara mâlî yardımda bulunmakla yükümlüdür. Oysa
kadın bu geniş aile dayanışmasının maddi yükümlülüklerinden muaftır. Erkek,
ayrı yaşadığı ya da boşadığı karısına kendinden olma çocuğu için emzirme ve
bakım ücreti ödemek zorundadır. Erkek bu ücretleri nafaka ile birlikte
kadına ödemekle yükümlüdür.
Görüldüğü gibi İslâm sistemi karşılıklı tamamlayıcılık ilkesine bağlı
tutarlı bir sistemdir. Bu sistemde sorumlulukların dağılımı, mirasın
bölüşümü belirlenmektedir. Aslında erkeğin yükümlülükleri mirastaki payından
daha fazla, daha ağırdır. Bu yükümlülük dağılımında erkeğin çalışıp
kazanmaya yatkın özelliği ile kadına tam anlamı ile huzurlu ve güvenli bir
hayat sağlamasının teminata bağlanması gözetilmiştir. Böylece kadın, değeri
hiçbir malla biçilemeyecek, hiçbir sanayi ürünü ve hiç bir kamu yararı
amaçlı hizmetle karşılaştırılamayacak derecede değerli olan çocuğunun, bu
ortak insanlık hazinesinin bakımı ile meşgul olsun, kendini bu yüce uğraşa
adasın istenmiştir.
İşte her işi bir hikmete dayanan ve her şeyi bilen yüce Allah'ın
yasallaştırdığı hikmetli İslâm sistemini biraz yakından inceleyince onun
içerdiği yaygın dengenin ve duyarlı değerlendirmenin işaretlerini görmekte
gecikmeyiz.
Şimdi İslâm'ın, bu ayetle kadına tanımış olduğu "ferdî mülkiyet" hakkı
konusunu irdeleyelim. Okuyoruz:
`Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay
alırlar."
Arap cahiliye döneminde diğer eski cahiliye toplumlarında olduğu gibi kadına
bu hakkı ya hiç baştan tanınmaz ya da çok ender durumlarda tanındığı zaman
hemen ilk fırsatta bu hakkın çiğnenmesine girişilirdi. Çünkü söz konusu
toplumlarda bizzat kadının kendisi miras yolu ile ele geçirilecek bir mal
gibi görülüyordu.
Modern cahiliye toplumları da kadının bu hakkını çiğnemeye, savsaklamaya
devam ediyorlar. Oysa bu toplumlar kadına başka hiç bir sistemin vermediği
hakları verdiklerini, başka hiç bir uygarlığın tanımadığı saygınlığı
tanıdıklarını ileri sürerler. Bu toplumların bir kısmı ölenin mirasını en
büyük erkek mirasçıya verirler. Bir kısmı da kadının herhangi bir malî
anlaşma imzalamadan önce velisinin iznini almasını şart koşarlar. Diğer bir
bölümü de kadının kendi öz malında girişmek isteyeceği her tasarrufu
kocasının mutlak onaylaması gerektiğini yasalarına geçirmişlerdir. Üstelik
bu uygulamalar kadınların haklarını elde etmek için verdikleri bir çok
mücadeleler, birçok devrimler sonunda gelen iyileştirmelerin ürünü olarak
ortaya çıkmıştır. Kadının konumunu tümü ile sarsıntıya uğratan, aile
düzenini zedeleyen ve genel ahlâkı yozlaştıran bunca sancılı mücadelelerin
kadınlara kazandırabildiği haklar bunlar olmuştur.
Oysa İslâm, kadına bu ferdi mülkiyet hakkını kadının hiçbir isteği, hiçbir
başkaldırısı olmadan, kadın derneklerinin ve kadın parlamenterlerin ateşli
mücadelelerine hacet bırakmadan kendi insiyatifi ile vermiştir. İslâm kadına
verirken önce bir bütün olarak insanı, sonra da tek insanda bütünleşen
insanlığın yarısını onurlandırmayı, aile kurumuna dayalı bir sosyal düzen
kurmayı ve bu aile yuvasını; sevgi, dayanışma ve bireysel güvenlik
garantileri ile donatmayı amaçlayan genel dünya görüşüne uygun bir adım
atmıştır.
Bundan dolayı İslâm'da erkek ile kadına ferdi mülkiyet ve kazanç sağlama
alanında eşitlik tanınmış olması herşeyden önce bir ilke meselesidir.
Dr. Abdulvahid Vâfi "İnsan Hakları" adlı kitabında kadının gerek İslâm'daki
konumunu ve gerekse Batı ülkelerindeki durumunu titiz bir gözlemin
süzgecinden geçirdikten sonra şunları söylüyor:
"Öte yandan İslâm kadın ile erkeği kanun önünde eşit tutmuş ve bu eşitliği
bütün medenî haklarda -gerek evli ve gerekse bekâr- tüm kadınlar için
geçerli saymıştır. İslâm'da evlilik, hristiyan Batı milletlerinin çoğundaki
evlilikten farklıdır. Çünkü İslâm'.a göre kadın evlenmekle ne evlilik öncesi
soyadını ne hukukî kişiliğini ne sözleşme yapabilme yetkisini ne de mülkiyet
hakkını yitirmez. Tersine evlendikten sonra adını ve kızlık soyadını, bütün
yurttaşlık haklarını, maddî yükümlülük üstlenebilme ehliyetini evlilik
öncesindeki gibi sürdürür. Alış-veriş, ipotek, hibe ve vasiyet gibi her tür
sözleşmeyi yapıp yürütebilir. Tek başına mülk edinebilir, başka hiç kimse bu
hakkına müdahale edemez.
Kısacası İslâm'a göre kadının eksiksiz bir hukukî kişiliği bağımsız bir mal
edinme yetkisi vardır, kocası onun bu haklarına ve bu mal edinme yetkisine
karışamaz. Kocası onun malını -bu malın az ya da çok bir bölümünü- elinden
alamaz. Bu konuda yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz önceki eşinize
gayet yüklü miktarda mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri
almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi
verdiğinizi geri alacaksınız?" (Nisa Suresi, 20)
"Kadınlara evliyken verdiklerinizden bir şeyi geri almak helâl değildir."
(Bakara Suresi, 229)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde yüce Allah erkeğe, evlenirken eşine verdiği
malların tamamını ya da bir bölümünü geri almamasını emrediyor. Eğer erkek,
karısına kendi eli ile verdiği bir malı geri alamıyor ve böyle bir yola
başvurması caiz değilse kadının kendi öz malına el koyması haydi haydi, caiz
değildir. Yalnız kadın gerek kendi malını gerekse evlenirken kocasından
aldığı bir malı serbest rızası ile, gönüllü olarak kocasına verebilir. Bu
konuda da yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar
gönüllü olarak mehirlerinin bir bölümünü size bağışlarlar ise bunu afiyetle
yiyiniz. " (Nisa Suresi, 4)
Bunların yanısıra erkek, karısının izni olmadıkça ya da ona kendi adına
sözleşme yapmak üzere vekâlet vermedikçe kadının malına ilişkin hiçbir
tasarrufta bulunamaz. Ayrıca kadın, bu yolda kocasına verdiği vekâleti
istediği anda geri alıp başkasına vekâlet verebilir.
Gelişmiş, çağdaş demokratik ülkelerde en modern kanunlar çıkarıldıktan sonra
bile kadın bu eşitlik düzeyine çıkabilmiş değildir. Meselâ Fransa'da kadın,
yakın zamana kadar bir tür köle konumunda idi, hatta halâ bile aynı
konumdadır. Çünkü bu ülkede yürürlükte olan medenî kanun onu bir çok
yurttaşlık haklarından yoksun tutmuş, erkeğin kullandığı bir çok hakları
kadına tanımamıştır. Nitekim Fransız medeni kanununun ikiyüz onyedinci
maddesi aynen şöyle der:
`Evli kadın, kocasının katılmadığı bir sözleşme yolu ile malını
bağışlayamaz, mülkünü devredemez, ipotek işlemi yapamaz, ne bedelini
ödeyerek ve ne de karşılıksız biçimde mülk edinemez. Bu tür işlemlere
girişebilmesi için kocasının yazılı iznini alması gerekir. Evlilik
sözleşmesi karı ile kocanın mallarının birbirinden ayrı kalacağı esasına
dayandırılmış olsa bile bu böyledir.!
Gerçi bu maddede daha sonra bazı değişiklikler yapıldı, yasaklamalarına bazı
kısıtlamalar getirildi; ama Fransız kadınının hukukî konumu, günümüze kadar,
bu maddenin öngördüğü sınırlamaların etkisinden kurtulamadı.
Batılı kadına empoze edilen kölelik benzeri statünün bir başka belirtisi de
şudur: Batılı ülkelerin kanunlarına ve geleneklerine göre kadın, evlenince
evlilik öncesi soyadını kaybeder, artık "Falanın kızı filanca" diye anılmaz,
bunun yerine "Madam (bayan) filânca" diye anılır. Yani isminin arkasından
gelen kızlık soyadı silinerek yerine kocasının soyadı yazılır. Bu soyadı
değişikliği aslında basit bir gelenek değildir: Tersine daha bir çok
kısıtlamalar ile birlikte evli kadının hukukî kişiliğini yitirerek kocasının
hukukî kişiliği içinde eritildiğini sembolize eder.
Ne gariptir ki, çoğu hanımlarımız bu aşağılatıcı uygulamada bile Batılı
kadınlara özenerek evlendiklerinde İslâm düzenine uyarak kızlık soyadlarını
taşımaya devam edecekleri yerde kocalarının ailesinin soyadını almaya razı
oluyorlar. Bu tutum, körü körüne taklitçiliğin akla gelebilecek en aşırı
örneğidir. Bundan daha tuhaf olanı şu ki, bu gözü kapalı özentiye kapılan
kadınlar, aynı zamanda kadınların haklarının ve kadın-erkek eşitliğinin
ateşli savunucularıdır. Oysa bu hanımlar, söz konusu soyadı değişikliğine
özenmekle; İslâmiyet'in kendilerine bağışladığı ve erkekler ile denk tutarak
onurlarını yükselttiği bir haktan kendilerini tek taraflı olarak yoksun
bıraktıklarının farkında değildirler."
Şimdi, sıra yukardaki ayetler demetinin sonuncusuna geldi. Bu âyet, miras
sisteminin yürürlüğe girişinden önce uygulanan "velâ sözleş neleri"ne
ilişkindir. Aşağıda ayrıntılı biçimde anlatılacağı gibi, miras hükümleri,
mirasın sadece akrabalar arasında bölüştürülmesini yasalaştırırken "velâ
sözleşmeleri"nin öngördüğü sistem, sözleşme yolu ile akraba olmayanlara da
mirastan pay verilmesini geçerli sapıyordu. Önce ayeti okuyalım:
"Kadın-erkek herkese ana-babaların, akrabaların ve yeminli sözleşmeler
yaptığınız kimselerin miraslarından pay ayırdık. Bu pay sahiplerine paylarını
veriniz. Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir."
Bu ayetler gurubunda erkeklerin ve kadınların kazançlarından pay alacakları
belirtildikten ve daha önceki bir ayette erkeklerin ve kadınların miras payları
açıklandıktan sonra bu ayette herkesin, ölünce malına mirasçı olacak akrabaları
olduğu, kişiye ana-babasından kalan malın ölünce bu mirasçılar arasında
bölüşülmesi gerektiği anlatılıyor. Böyle olunca mallar miras yolu ile kuşaktan
kuşağa el değiştirir. Varisler ellerine geçen miraslara kendi kazançlarını
eklerler ve sonra bütün birikmiş mallarını ölünce arkalarında kalan akrabalarına
miras bırakırlar. Bu İslâm sisteminde malın elden ele dolaşmasını somut
uygulamaya yansıtan bir uygulamadır. Böylece mal ne bir kuşağın ne bir ailenin
ve ne de bir tek kişinin elinde toplanır. Tersine sürekli bir sahip değiştirme,
sürekli bir elden ele geçme, kesintisiz bir yeniden bölüşme süreci yaşanır ve bu
sürecin sonucu olarak zaman içinde malların sahipleri de miktarları da
değişikliğe uğrar.
Ayetin bundan sonraki bölümünde İslâm hukukunun geçerli saydığı ve kimi zaman
akraba olmayan kimselerin mirasçı olmalarına gerekçe olan sözleşmeler, İslâm
hukuku deyimi ile "Ukûd-ul muvalât" ele alınıyor. İslâm toplumu bu sözleşmelerin
birkaç türünü tanımış ve geçerli saymıştır:
1- Bunlardan birincisi "Azadlı köleyi akraba edinme (velâ-i ıtk)" sözleşmesidir.
Bu sözleşme yolu ile azad edilen köleler efendilerinin ailelerinin üyeleri
haline gelirler. Buna göre eğer böyle bir sözleşmeli eski köle diyet vermeyi
gerektiren bir cinayet işlerse eski efendisi onun adına diyet öder. Yani cinayet
işleyen öz akrabası karşısındaki yükümlülüğün aynısını akrabalık sözleşmesi ile
ailesine kattığı eski kölesine karşı da taşır. Ayrıca adam öldüğünde kimsesi
olmazsa eski kölesi mirasçısı olur.
2- Bir Arabın başka bir ırktan olan biri ile yaptığı akrabalık (muvalât)
sözleşmesi. Bu anlaşma hiçbir varisi olmayan bir Arabın başka ırktan birini
ailesine katmasını sağlar. Bu durumda Arab olan, sözleşmeli akrabasının
işleyeceği cinayetin diyetini ödemekle yükümlüdür. Ayrıca ölünce sözleşmeli
akrabası adamın mirasçısı olur.
3- Medine döneminin ilk yıllarında Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine
olsun) buyruğu üzerine Mekkeli göçmenler (Muhacirler) ile Medine yerlileri
arasında yapılan kardeşlik sözleşmesidir. Bu anlaşma uyarınca göçmenler,
Medinelilerin ailelerinden biri haline geliyorlar, hatta eğer Medineli
müslümanın ailesi müşrik ise yani kendisi ile ailesi arasında inanç ayrılığı var
ise, sözleşmeli müslüman kardeşi ona diğer iman etmemiş aile fertlerinden bile
daha yakın oluyor ve bu konumu ile ölünce mirasçısı oluyordu.
4- Bu sözleşme türü bir cahiliye geleneği idi. Buna göre; Herhangi bir kimse
istediği bir kimseye "Sen benim mirasçım ol, ben de sana mirasçı olayım"
teklifinde bulunur ve teklifini karşı taraf kabul ederse bu iki kişi
birbirlerinin sözleşmeli mirasçısı olurlardı.
İslâmiyet akrabalığın, mirasçılığın tek geçerli gerekçesi olduğu ilkesini
getirerek bu sözleşmeleri, özellikle bunların üçüncü ve dördüncü türünü tasfiye
etme yoluna girdi. Fakat daha önce yapılan bu tür sözleşmeleri de geçersiz
saymadı. Bunları, yenileri yapılmamak şartı ile yürürlükte tuttu. İşte yüce
Allah bu anlaşmalar konusunda aşağıdaki ayette şöyle buyuruyor:
"Yeminli sözleşmeler yaptığınız kimselere miras paylarını veriniz." Ayetin son
cümlesinde bu meseleye önem veren ağırlıklı bir dil kullanılarak Allah'ın, bu
sözleşmelerin ve onlarla ilgili tasarrufların şahidi olduğu hatırlatılıyor:
"Hiç şüphesiz Allah her şeyin şahididir."
Öte yandan Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"İslâm'da sözleşmeli akrabalık (hılf) yoktur. Fakat cahiliye döneminde yapılan
akrabalık sözleşmelerine İslâm sadece destek (uygulamaya yönelik ağırlıklı
yaptırım gücü) katmıştır." (Müslim, Ahmed)'
İslâmiyet bu tür sözleşmeleri tasfiye konusunda diğer mali düzenlemeleri tasfiye
ederken kullandığı metodun aynısını kullanmış, yani getirilen yasaklama hükmünün
geriye doğru yürümeyeceği ilkesine uymuştur. Bilindiği gibi faizi kaldırırken de
aynı yöntemi kullanarak yasaklayıcı ayetin iniş tarihini başlangıç noktası kabul
etmiş, eski defterleri kapatmış, ayetin inişinden önce alınan faiz taksitlerinin
geri verilmesi zorunluluğunu getirmemiş, yalnız eğer, işlemiş faiz taksitleri
tahsil edilmemiş ise bunların tahsil edilmelerini öngören eski sözleşmelerin
yürürlükte sayılmasını kabul etmemiştir.
Fakat sözünü ettiğimiz sözleşmeleri, yenileri yapılmamak şartı ile tanımış,
geçerli saymıştır. Çünkü bu sözleşmeler malî içeriklerinin ötesinde
taraflardan birine öbürünün aile üyesi olma hakkı kazandıran son derece
karmaşık ilişkileri kapsıyordu. İslâm bu sözleşmeleri bu karmaşık içerikleri
yüzünden yürürlükte tuttu, titizlikle uygulamalarına ağırlık verdi ve
böylece eskilerinin çözüm gerektiren problemlere yol açmalarına meydan
vermeksizin yenilerinin ortaya çıkmasının yolunu kapattı.
Bu uygulamada derinliğin, geniş görüşlülüğün, hikmetliliğin, kapsamlı bakış
açısının yanında kolaylaştırmanın, işi zora koşmaktan kaçınmanın izleri de
açıkça görülür. Şöyle ki, İslâm, her direktifi ile ve her yasal düzenlemesi
ile günden güne cahiliye toplumunun karakteristiklerini silerken bununla
ters orantılı bir biçimde de İslâm toplumunun karakteristiklerini
oluşturuyordu. (Abdullah b. Abbas tarafından yapıldığı bildirilen açıklamaya
göre bu ayet, akraba olmayanların mirasçı olmalarını yasaklamış, fakat bunun
yanında eski sözleşmeliler için yardım, bağış ve kayırma kapılarını açık
bırakmıştır.)
Bu dersin son konusu; aile kurumunu düzenlemek, denetim altına almaktır.
Ayrıca bu kurumda; iş bölümü, görevleri belirleme, elden geldiği oranda
disiplini sağlamak için ne gibi önlemler alınacağını açıklama ve bu kurumu
şahsî ihtirasların ve çatışmaların yıkıma ve mahvolmaya götürücü unsurların
sarsıntısından korumaktır. Okuyoruz:
34- Allah'ın erkekleri, kadınlardan üstün
yaratmış olması ve erkeklerin mali harcamaları karşılamaları gerekçesi ile
erkekler kadınları yönetmeye yetkilidirler. Buna göre iyi kadınlar; saygılı
olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah'ın korunmasını emrettiği
mahremiyetleri koruyanlardır.
Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz,
kendilerini yataklarında yalnız bırakınız ve dövünüz. Eğer uslanıp size
itaat ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç
şüphesiz .Allah yüce ve büyüktür.
35- Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişè ederseniz onlara biri
erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu
arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterlerse Allah onların arasını bulur.
Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve herşeyden haberdardır.
Bu iki ayetin ayrıntılı açıklamasına, bu ilâhi buyrukların psikolojik ve
sosyal amaçlarının irdelenmesine girişmeden önce şu sayfaların elverdiği
oranda İslâm'ın aile kurumuna yönelik bakış açısına, bu kurumun
kuruluşuna ve korunmasına ilişkin 'yöntemine, bu kurumdan neler
beklediğine kısaca değinmek gerekir. "Kısaca" diyoruz; çünkü bu konuyu
ayrıntılı bir şekilde anlatabilmek için uzun ve ayrı bir araştırma
yapmak gerekir."
İnsan denen şu varlığın yaratıcısı "Çift olma" ilkesini bu varlığın
yaratılış mayasına katmıştır. Tıpkı şu evrendeki tüm yaratıkları gibi.
Okuyoruz:
"Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çifter çifter yarattık." (Zariyat
Suresi, 49)
Sonra insan çiftinin bir tek kişiden oluşmasını, aynı insan biriminin
iki parçası biçiminde ortaya çıkmasını diledi. Okuyalım:
"Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi, tek bir kişiden türetti,
o tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı. " (Nisa Suresi, 1)
Daha sonra bu tek bütünün iki parçasının bir araya gelmesini psikolojik
huzur, sinir yatışıklığı, ruh güveni, vücut rahatı sebebi yaptı. Yine bu
bir araya gelişi, karı-koca için; örtü, korunak ve sığınak oluşturdu.
Bunların yanısıra bu birleşme insan soyunun üretim tarlası oldu, hayatın
sürekliliğini sağladı; sakin, huzurlu, güvenli, mahremiyetli ve
korunaklı bir yuvanın gözetimi altında sosyal hayatın kesintisiz
gelişmesinin çekirdeğini oluşturdu. Bu noktalara değinen ayetleri
okuyoruz:
"Allah'ın ayetlerinden, varlığının belgelerinden bir de kendi özünüzden
sizin için eşler yaratması, bu eşleri sizin için huzur sebebi yapması,
karşılıklı sevgi ve merhamet duyguları ile sizleri kaynaştırmasıdır."
(Rum Suresi, 21)
"Kadınlar sizin, siz de kadınların örtüsü, elbisesisiniz." (Bakara
Suresi, 187)
"Kadınlarınız sizin çocuk üreten tarlalarınızdır. O halde tarlanıza
dilediğiniz gibi varınız. Kendiniz için ileriye dönük hazırlık yapınız ve
Allah'tan korkunuz."·(Bakara Suresi, 223)
"Ey müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan
cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim Suresi, 6)
"Kendileri iman ettikleri gibi soyları da iman ederek kendilerine uymuş
olanlara soylarından gelenleri de katarız, onların amellerinin sevabında hiç
bir kısıntı yapmayız." (Tur Suresi, 21)
Bilindiği gibi bu dersin daha önceki kısmında gerek Allah katındaki ödül ve
sevap konusu gerek mülkiyet ve miras hakkına sahip olması noktası ve gerekse
bağımsız hukukî kişilik taşıması yönünden 'kadının erkekle eşit olduğunu
belirtmiştik. Kadının bu onurlandırılmışlığı ve bu kanun önündeki eşitliği
aynı özün iki parçasını oluşturan bu iki insan cinsinin yüce Allah katındaki
eşitliğinden ve yüce Allah'ın bir bütün olarak insanı onurlandırmış
olmasından kaynaklanır.
Aynı insan bütününün iki parçasını bir aile kurumu oluşturmak amacı ile bir
araya gelmesinin önemi ve bu kurumun sorumluluğunun büyüklüğü, öncelikle iki
nokta üzerinde yoğunlaşır. Bu iki nokta şunlardır:
1- Aynı insan bütününün her iki yarısına huzûr, güven, örtü ve korunmuşluk
sağlamak,
2- Uygun üreme ve gelişme faktörlerini devreye sokarak insan toplumunun
sürekliliğini teminat altına almak.
İşte bu kurumun bütün ayrıntılı ihtiyaçlarını garantiye bağlayan bütün kesin
ve ince içerikli yasal düzenlemeler bu amaçlara yöneliktir.
Bu sûre sözünü ettiğimiz düzenlemelerin önemli bir .bölümünü içerir. Bunları
önce dördüncü cüzde, arkasından elimizdeki beşinci cüzün ilk sayfalarında
incelemiştik. Bu yasal düzenlemelerin diğer bir bölümünü Bakara suresi
içerir ki, bunlara da ikinci cüzde değindik. Diğerleri de çeşitli surelere
serpiştirilmiştir. Özellikle onsekizinci cüzdeki Nûr suresinde yirmi birinci
ve yirmi ikinci cüzlerdeki Ahzab sûresinde ve yirmi sekizinci cüzdeki Talâk
ve Tahrim sûrelerinde bu hükümlerle yoğun biçimde karşılaşırız. Bu parça
parça hükümler bir araya getirilince bu temel insanî kurumu düzenleyen
eksiksiz, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir aile hukuku meydana çıkar. Bu
hükümlerin sayıca çokluğu, çeşitliliği, ayrıntılılığı ve geniş kapsamlılığı
İslâm sisteminin bu son derece ağırlıklı kuruma dayalı insan hayatına ne
kadar büyük bir önem verdiğini kanıtlar.
Şu satırların okuyucusunun bu konuda bu cüzün daha önceki bölümlerinde
yazmış olduklarımızı okumuş olmasını temenni ederiz. O sayfalarda şu
noktalara parmak basmıştık: İnsan yavrusunun çocukluk dönemi, diğèr canlı
yavrularının yavruluk döneminden bir hayli uzundur.
İnsan yavrusunun bu dönemde her şeyden önce kendisini, besinini kendi gücü
ile sağlayacak yaşa gelinceye dek koruyacak bir yuvaya ihtiyacı vardır.
Bundan da daha önemlisi, bu yuva insan yavrusunu eğiterek onu sosyal
fonksiyonunu yerine getirmeye, insan toplumunun gelişiminde kendine düşen
görevi yapmaya, insan toplumunu devraldığından daha ilerlemiş bir düzeyde
kendinden sonraki kuşağa teslim etmeye hazırlamaktır. Aile kurumunun
değerini anlatırken, İslâm'ın onun fonksiyonlarına yönelik bakış açısını, bu
kuruma ilişkin beklentilerini irdelerken; onu uzak-yakın her türlü yıkıcı
faktörden nasıl sakındırdığını, her türlü muhtemel tehlikeden nasıl
koruduğunu ortaya koyarken de bu noktaları hatırda tutmanın özel bir önemi
vardır.
Kısaca değindiğimiz bu noktalar İslâm'ın aile kurumunu hangi gözle
gördüğünü, ona niçin önem verdiğini; onun kalıcılığına istikrarına ve iç
huzuruna yönelik güvenceleri sağlamak hususunda ne kadar titiz olduğunu
açıkça ortaya koyar. Az yukarda da bu ilâhi sistemin kadını
onurlandırdığını, ona bağımsız bir kişilik kazandırdığını, onu saygın konuma
yükselttiğini, ona kendi insiyatifi ile geçmişte örneği olmayan birçok
haklar verdiğini, bütün bunları kadını kandırmak için değil; tümü ile insanı
onurlandırarak ve böylece insan hayatının düzeyini yükseltmek gibi büyük
amaçlarını gerçekleştirmek için yaptığını anlatmıştık. İşte yukardaki
noktalar ile bu anlattıklarımızın ortak ışığı altında, bu kısa ön
açıklamadan sonra okuduğumuz son ayeti incelemeye girişebiliriz:
Bu ayetin amacı; evlilik kurumunu düzene koymak, bu kurumdaki iş ve görev
bölümünü yasal kurallara bağlamak ve böylece aile fertleri arasında
çıkabilecek çatışmaları, sürtüşmeleri önlemektir. Bunun için tüm aile
fertlerini ihtiraslarının, psikolojik reaksiyonlarının ve bencilliklerinin
tutsaklığından sıyırarak yüce Allah'ın hükmüne bağlamaktır. İşte temel
amacını böylece vurguladığımız bu ayet aile kurumunun yönetim yetkisini
erkeğe veriyor, aile reisinin erkek olduğunu belirliyor ve bu tercihini şu
sebeplere bağlıyor: Yüce Allah, erkeği bu yöneticiliğin, bu amirliğin
dayanakları bakımından üstün kılmış, onu bu yöneticiliğin yetenek ve
maharetleri ile donatmıştır. Bunun yanısıra erkek, aile kurumunun maddî
ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü tutulmuştur. Erkeğe verilen bu
yöneticilik yetkisine dayalı olarak, bu yetkinin aile kurumunu bozulmaktan
kurtarmaya, onu gelip geçici taşkınlıklara karşı korumaya, ortaya çıkacak bu
taşkınlıklara nasıl karşı konacağına ilişkin imtiyazlar da belirleniyor. Son
olarak da iç önlemler bu konuda başarısız kalınca başvurulabilecek dış
önlemlerin neler olduğu açıklanıyor, yuvaya yönelik somut tehlikeye dikkat
çekiliyor, bu tehlikenin sadece aynı insan biriminin iki yarısını oluşturan
karı-kocayı tehdit etmediği, aynı zamanda bu yuvanın sıcak kucağında gelişen
ve son derece korumaya muhtaç olan yavruyu da tehdit ettiği vurgulanıyor.
Şimdi bu önlemlerin gereklerini ve gerekçelerini görebildiğimiz kadarı ile
anlatmaya çalışalım. Önce ayetin baş tarafını tekrarlayalım:
"Allah'ın erkekleri kadınlardan üstün yaratmış olması ve erkeklerin mâli
harcamaları karşılamaları gerekçesi ile erkekler kadınları yönetmeye
yetkilidir."
Daha önce söylediğimiz gibi aile, insanlık hayatının ilk kurumudur. Bir defa
hayat yolunun her aşamasını etkileyen bir başlangıç noktası olması açısından
"ilk"dir. . Bunun yanısıra önem açısından da "ilk"dir. Çünkü insan unsurun
üretim ve geliştirme alanıdır. İnsan unsuru ise, İslâm düşüncesine göre, bu
evrenin en onurlu unsurudur.
Toplumda; hepsi de aileden daha az önemli, daha düşük değerli bir çok
kurumlar vardır. Mâlî, sinaî, ticarî ve benzeri kurumlar gibi. Bu kurumlar,
normalde rast gele kimselerin eline teslim edilmez, tersine bu işlere aday
olanların en yeterlilerinin ellerine verilirler. Bu adaylar da yöneticilik
ve işletmecilik yeteneklerinin ötesinde alanlarında uzman olmaları ve
bilimsel bir eğitimden geçmiş olmaları şartı aranır.
Aileden daha az önemli ve daha düşük değerli sosyal kurumlarda durum böyle
olunca şu evrenin paha biçilmez unsuru olan insanı yetiştiren aile kurumunun
bu ilkeye haydi haydi uyması gerekir.
İlâhî sistem bu ilkeyi ve bu ilkenin ışığında kadınla erkeğin görevleri ile
uyumlu olan yeteneklerini göz önünde bulundurur. Bunun yanısıra kadın ile
erkek arasında yükümlülükleri adaletli biçimde bölüştürme ilkesini, her iki
tarafa doğuştan getirdikleri yetenekler uyarınca yatkın ve hazırlıklı
oldukları sorumlulukları dengeli biçimde dağıtma prensibini de gözetir.
Her şeyden önce şurası tartışmasız bir gerçektir ki, erkek de kadın da yüce
Allah'ın yaratıklarındandırlar. Yüce Allah, belirli bir görev için
hazırladığı, yatkınlık kazandırdığı, bu görevi en iyi şekilde yapması için
gerekli olan yetenekler ile donattığı yaratıklarının hiç birine haksızlık ve
zulüm yapmak istemez.
Yüce Allah, insanları evrenin tümüne egemen olan genel kanuna uygun olarak
kadın-erkek çiftlerinden oluşmuş olarak yarattı ve kadına, er kek ile
arasındaki ilişkinin ürünü olarak meydana gelen yavruyu karnında taşıma,
doğurma, emzirme ve bakma görevini verdi. Bu görev hem büyük, hem de
önemlidir. Bu görev, kadının yapısında kök salan derin organik, psikolojik
ve aklî yatkınlıklar ve ön hazırlıklar olmaksızın yerine getirilebilecek
kolay ve basit bir görev değildir. Bu yüzden evin ekonomik ihtiyaçlarını
karşılama ve kadını koruma görevinin karşı cinse, yani erkeğe yüklenmesi
adalet gereğidir. Böylece kadın, kendini tamamen öz görevine adasın, bir
yandan karnında çocuk taşır, onu doğurur, emzirir ve bakarken öte yandan
kendini ve çocuğunu geçindirmek için çalışmak, çabalamak ve gece-gündüz
demeden emek harcamak zorunda kalmasın. Bunun yanısıra erkeğin organik,
sinirsel, aklî ve psikolojik yapısını bu görevi yerine getirmesini
sağlayacak yetenekler ile donatmak da adalet gereğidir. Kadını da kendi
görevini yerine getirmesini mümkün kılacak organik, psikolojik, sinirsel ve
akli yetenekler ile donatmak da bu adalet terazisinin öbür kefesini
oluşturur.
İşte fiilen gerçekleşen, pratiğe yansıyan oluşum da budur. Çünkü "Rabbin hiç
kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 149)
Yüce Allah, bu gerekçe ile, kadına -diğer özellikleri yanında- incelik,
şefkat, hızla reaksiyon, çocuğun isteklerini bilinçsiz ve düşüncesiz bir
refleks ile hemen karşılama yetenekleri ile donatmıştır. Çünkü insanın
kaçınılmaz, köklü ihtiyaçları tümü ile -tek tek fertlerde bile- bilincin,
düşüncenin zaman alan tercihlerine bırakılmamış, bunların irade-dışı bir
tepki ile karşılanması sağlanmıştır. Böylece bu ihtiyaçlar, hemen ve
zorlamayı andıran bir irade ile karşılansın diye. Fakat bu zorlama içten
gelen bir zorlamadır, yoksa dıştan kaynaklanan bir dayatma değildir. Böyle
olduğu için çoğunlukla haz veren ve hoşlanılan bir zorlamadır. Bu sayede
ihtiyacı karşılama için harcanacak çaba ne kadar sıkıntı verici olsa ve ne
kadar fedakârlık gerektirse de bir yandan hızlı bir refleks ile harcanmakta
ve öbür yandan da bu iş gönüllü olarak yapılmaktadır. "Bu herşeyi en titiz
şekilde ortaya koyan Allah'ın yaratış üslûbu... " (Neml Suresi, 88)
Bu özel yetenekler yüzeysel değildir. Tersine kadının biyolojik, organik,
sinirsel, psikolojik ve aklî yapısının derinliklerinde kök salmışlardır.
Hatta bu alanın büyük uzmanlarının söylediklerine göre bu özel yeteneklerin
özleri kadın organizmasının her hücresinde vardır. Çünkü bu yetenek özleri,
bütün ana karakteristikleri ile bölünüp çoğalması, insan yavrusunu meydana
getiren ilk anaç hücrede gizlidir.
Kadının yanısıra erkek de -diğer bir çok özel yetenekleri yanında- sertlik,
katılık, reaksiyon ve tepki ağırlığı, harekete geçmeden ve uyarılara
karşılık vermeden önce düşünme, bilinç süzgecinden geçirme yetenekleri ile
donatıldı. Çünkü hayatının ilk aşamasında yaşadığı ilk avlanma tecrübesinden
tutun da eşini ve çocuklarını korumak için sürekli biçimde verdiği savaşın
her aşamasına kadar, ailenin geçimini sağlamadan tutun da diğer bütün
yükümlülüklerine varıncaya kadar omuzlarında taşıdığı bütün görevler,
genellikle ileri atılmadan önce soğukkanlı bir iç değerlendirme yapmayı,
düşünüp taşınmayı ve ölçülü reaksiyonlar göstermeyi gerektiren görevlerdir.
Bu özel yetenekler de, tıpkı kadının mukabil yetenekleri gibi, erkeğin
yapısının derinliklerine kök salmışlardır.
Erkeğin bu özel yetenekleri onu yöneticilikte kadından daha güçlü ve daha
üstün bir konuma getiriyor. Bunun yanısıra iş bölümünün gereği olarak
omuzlarına yüklenen evi geçindirme yükümlülüğü de ona yöneticilikte ve
reislikte öncelik sağlıyor. Çünkü aile kurumunun geçimini sağlamak bu
yöneticilik, reislik konumunun içinde vardır ve ailenin malî tasarruflarına
yön verme sorumluluğunu üstlenmek, erkeğin karakteristik yapısına ve aile
içindeki fonksiyonuna kadına göre daha uygundur.
İşte Kur'an-ı Kerim, İslâm toplumunda erkeklerin, kadınları yönetecek,
onlara reis olacak konumda olduklarını belirlerken bu iki gerekçeyi
vurguluyor ve bu iki faktöre özel yeteneklerden kaynaklanan yapısal
sebepleri olduğu gibi görev ve yetenek bölüşümüne dayanan sebepleri vardır.
Bunların yanısıra adaletli iş bölümünün gerektirdiği, görevleri
bölüştürürken her iki cinse yapabilecekleri, fıtrî yatkınlıkları ile
gerçekleştirmeye hazır oldukları fonksiyonları yükleme tutarlılığının ön
plâna çıkardığı sebepleri de mevcuttur.
Erkeğe tanınan aileyi yönetme yetkisi, reisliğe ilişkin yeteneklerin ve ön
yatkınlığın varlığına dayanması sebebiyle yerindedir. Bu görevi onun
omuzlarına yüklemeyi, gerektiren. sebepler vardır; çünkü aileden daha az
önemli ve daha düşük değerli diğer sosyal kurumlar başsız bırakılmazken
ailenin reissiz olması, yöneticisiz yürümesi düşünülemez. Bunun yanında
erkek bu göreve hazırlıklıdır, yaratılış özellikleri bu görevde ona
destekçidir ve bu görevin yükümlülüklerini taşımaya elverişlidir. Buna
karşılık öbür cins, yani kadın bu göreve hazırlıklı değildir, yaratılıştan
getirdiği yetenekler ona bu görevde destek sağlamaz. Eğer kadına, diğer
kendinë özgü sorumlulukları yanında bir de evi yönetme görevi yüklenirse bu
zulüm olur. Eğer kadın, potansiyel yetenekleri harekete geçirilerek,
bilimsel ve uygulamalı eğitimden geçirilerek evi yönetme görevine
hazırlanacak olursa, bu defa analık görevine ilişkin yetenekleri körelir,
dumûra uğrar. Çünkü analık görevinin kendine has gerekleri ve yetenekleri
vardır. Bunların başında reaksiyon çabukluğu ve uyarılara hemen cevap verme
yatkınlığı gelir. Bunların arka plânında da biyolojik ve sinirsel yapıda
kökleri olan özel yetenekler ile bu yeteneklerin davranışlara ve
reaksiyonlara yansıyan izleri bulunmalıdır.
Bunlar önemli meselelerdir, insan arzularının egemenliğine bırakılmayacak
kadar, insanların bilinçsiz deneme-yanılma girişimlerine havale edilemeyecek
kadar önemli meselelerdir. Bu konular gerek eski cahiliye dönemlerinde ve
gerekse şimdiki cahiliye sistemlerinde insanların keyiflerine bırakılınca bu
umursamazlık, gerek varlığının özü bakımından gerekse insan hayatına anlam
ve üstünlük sağlayan insancıl özellikler ve yetenekler bakımından insanlığı
büyük bir tehlikenin tehdidi altına sokmuştur.
Erkeğin aile reisi olması ilkesinin varlığına, etkinliğine ve insanlar
üzerinde yürürlükte olan kanunları bulunduğuna bizzat insan fıtratı tanıklık
ediyor. İnsanlar bu ilkeye karşı da çıksalar, onu kabul de etmeseler ve onu
tanımazlıktan da gelseler bu realite ortadan kalkmaz. Bu fıtrî kuralın
varlığını gösteren kanıtların bir bölümü şunlardır: Ne zaman bu kurala yan
çizilmiş ise, ne zaman ailede otorite sarsılmış ise, ne zaman bu otorite
çarpıtılmış ise ve ne zaman bu otoritenin köklü ve fıtrî ilkesine sırt
çevrilmiş ise insanlık hayatı yozlaşmış, bozulmuş, sarsılmış, gerilemiş;
hatta yok olma ve mahvolma tehlikesi ile yüzyüze gelmiştir.
Yine bu kanıtlardan biri de belki şudur: Bizzat kadının vicdanı, fıtrî
yapısına ters düşen aile reisliği görevini üstlenmekten kaçınıyor ve bundan
hoşlanmıyor. Aile reisliği görevini üstlenmeyen, bu görevin gerektirdiği
nitelikler konusunda eksiği olan, bu yüzden bu görevi eşinin üzerine yıkan
erkekle bir arada yaşamak durumunda kalan kadın; eksiklik, boşluk, endişe ve
mutsuzluk duygusuna kapılıyor. Bu sosyal hayattä somut izlerine rastlanan
bir realitedir. Öyle ki, bunun böyle olduğunu, gerçeklere ters düşmüşlüğün
karanlıklarında bocalayan sapıtmış kadınlar bile itiraf ediyorlar.
Bu kuralın köklülüğünü gösteren bir başka kanıt da şu olabilir: Baba
tarafından yönetilmeyen ailelerde büyüyen bazı çocuklar görülür. Ailenin
baba yönetiminden yoksun oluşu çeşitli sebeplerden kaynaklanır. Ya babanın
kişiliği zayıftır, bu yüzden ananın kişiliği ona baskın çıkar ve evin
dizginlerini kadın ele alır. Yahut ailede baba yoktur. Ya öldüğü için
yoktur, ya da ortada meşrû bir baba olmadığı için yoktur. Bu tür ortamlarda
büyüyen çocuklar ender olarak normal olurlar. Genellikle bu tür çocuklarda,
ya sinirsel ya psikolojik yapılarında veya davranışları ve ahlâklarında
mutlaka anormallikler, sapıklıklar görülür.
Bütün bunlar, ailede erkeğin reisliği ilkesinin varlığına, etkinliğine ve
insanlara egemen kanunlarının bulunduğuna, işaret eder. Bunlar, insanlar
karşı da çıksa red de etse ve tanımazlıktan da gelse bu realitenin geçerli
olduğunu gösteren somut kanıtların bazılarıdır.
Erkeğin yöneticilik yetkisine, bunun dayanaklarına, gerekçelerine,
zorunluluklarına ve insan fıtratına dayandığına ilişkin yaptığımız bu
açıklamayı burada noktalamamız yerinde olur. Fakat sözü bağlarken şu gerçeği
bir kere daha vurgulamalıyız. Erkeğin yöneticilik yetkisi -daha önce
belirttiğimiz gibi kadının ne ev içinde ve toplumdaki kişiliğini ve ne de
hukukî kişiliğini ortadan kaldırma niteliği taşımaz. Bu ilke sadece aile-içi
iş-bölümüne ilişkin bir uygulamadır; amacı bu son derece önemli kurumu
yönetmek, korumak ve ayakta tutmaktır. Herhangi bir kurumun bir yöneticiye
sahip olması ne o kurumun ortaklarının ve ne de çeşitli kademelerinde
çalışanların varlıklarını ve kişiliklerini ortadan kaldırır. Ayrıca İslâm,
Kur'an-ı Kerim'in başka ayetlerinde bu erkek reisliğinin nasıl olması
gerektiğini açıklamıştır. Bu yöneticilik yetkisinin erkeğe; eşine ve
çocuklarına karşı acıma, gözetme, koruma, kanat germe, kendinden ve malından
fedakârlıklarda bulunma yükümlülükleri getirdiğini belirlemiş ve ev-içi
davranışlarda uyacağı edep kurallarını açıklığa kavuşturmuştur.'
SALİHA (İYİ) KADINLAR
Erkeğin aile reisliğine ilişkin görevleri, yetkileri, sorumlulukları ve
yükümlülükleri anlatıldıktan sonra ideal mümin kadının nasıl olması
gerektiği, aile içindeki imana dayalı davranış ve uygulamalarının niteliği
konusuna geçiliyor. Okuyalım:
"Buna göre iyi kadınlar, saygılı olanlar ve kocalarının yokluğunda Allah'ın
korunmasını emrettiği mahremiyetleri koruyanlardır."
Demek ki ideal mümin kadın gerçek müminliğinin gereği olarak mutlaka
kocasına karşı saygılı olmalıdır ve bu sıfat onun ayrılmaz niteliğini
oluşturmalıdır. "Saygılı olmak", ayetin deyimi ile "Kunût"; baskı altında,
zorlamalı, isteksiz ve baştan savmacı bir itaat demek değildir. Aksine
isteyerek, benimseyerek, gönüllü ve arzulu bir şekilde gösterilen itaat
anlamına gelir. Bundan dolayı yüce Allah "İtaat edenler" dememiş, "saygılı
olanlar" buyurmuştur. Çünkü ikinci deyimin anlamı psikolojiktir, insan
ruhuna ılık esintiler yansıtıcı bir içerik taşır. Bir tek insan bütününün
iki yarısı arasında bulunması gereken dirlik, sevgi, örtü ve korunak
oluşturma havasına uygun düşen; bağrında büyüyen yavrulara havasının,
nefeslerinin, esintilerinin ve meltemlerinin damgasını vuran insan yuvasına
yakışan tutum budur.
İdeal mümin kadının, müminliğinin ve idealliğinin gereği olan kişiliğinin
başka bir sıfatı da kocası ile arasındaki kutsal ilişkinin dokunulmazlığını,
sadece kocasının varlığında değil, yokluğunda da titizlikle korumasıdır.
Aynı insan bütününün yarısını oluşturmaları hasebiyle sırf kocasına açık
olan mahremiyetlerini başkalarının gözlerinden ve dokunmalarından kesinlikle
uzak tutmalıdır.
Kadının, yabancılara kapalı tutması gereken mahremiyetlerinin neler
olduklarını ne kadın ve ne de erkek belirliyor. Bunları belirleyen, yüce
Allah'ın bizzat kendisidir; ayetteki "Allah'ın korunmasını emrettiği"
ifadesi bu gerçeği ortaya koyar.
Demek ki, ideal kadın için mesele sadece kocasının rızası meselesi değildir.
Kocasının gerek yanında ve gerekse yokluğunda yabancılara açılmasına izin
verdiği, açılışına kızmadığı mahremiyetleri konusunda kadın, sorumluluğu
kocasının sırtına yıkarak işin içinden çıkamaz. Bu konuda yüce Allah'ın
sisteminden sapmış bir toplumun gelenekleri ve modaları da kadın için
geçerli bir mazeret olamaz.
Sözünü ettiğimiz "mahremiyetleri koruma" noktasına sınırlama getiren bir tek
geçerli hüküm vardır. Kadın, mahremiyetlerini bu hüküm uyarınca, yani
"Allah'ın korunmasını emrettiği" biçimde korumalıdır. Kur'an-ı Kerim, bu
mahremiyetleri koruma zorunluluğunu emir kipi ile dile getirmiyor. Bu
zorunluluğu emir kipinden daha derin anlamlı ve daha vurgulayıcı bir dille
ifade ediyor; "Allah'ın korunmasını emrettiği şekildeki muhafaza titizliği
ideal kadınların karakteristik özelliklerinin ve ideal olma niteliklerinin
vazgeçilmez gereğidir" diyor.
Durum böyle olunca sapık toplumun baskısı karşısında boyun eğen, bozguna
uğrayan müslüman erkek ve kadınların bütün mazeretleri suya düşer ve
"Allah'ın korunmasını emrettiği" prensibi uyarınca salih (ideal) kadınların
gönüllü, istekli ve arzulu itaatleri eşliğinde koruma altında tutacakları
mahremiyetlerin sınırları meydana çıkar.
İdeal (saliha) kadınların dışında kalan kadınlara gelince bunlar dik kafalı
ve serkeş kadınlardır. Kur'an'da bu sıfatı ifade etmek için kullanılan
"Neşz" kelimesi "yüksek yerde durmak" anlamına gelir. Bu ifade belirli bir
psikolojik durumu kelimelere yansıtan somut bir ifadedir. Gerçekten dik
kafalı, serkeş insan baş kaldırma ve kafa tutma konusunda sivrilen, göze
batan insan demektir.
İslâm sistemi ailede dik kafalılığın gerçekten uygulamaya girmesini, isyan
bayrağının çekilmesini, reislik otoritesinin kaybolmasını ve sonuç olarak
yuvanın iki kampa bölünmesini pasif bir şekilde karşılamaz. Çünkü iş bu
raddeye varınca çoğunlukla, problem çözülemez. Buna göre dik kafalılığın ve
isyanın tohumları henüz filiz vermeden bunlara karşı önlem almak gerekir.
Yoksa eğer bu tohumlar yeşermeye bırakılacak olursa iş, bu önemli kurumun
bozulmasına ve yozlaşmasına varır. Artık orada huzur ve güven kalmaz. Artık
yuva yavruların yetişmelerine uygun sıcaklığını ve korunaklığını yitirir.
Daha beteri de var. Böyle gide gide birgün bu yuva dağılır, çöker ve temelli
mahvolur. O zaman genç yavrular ya başıboş kalır; ya da psikolojik,
sinirsel, organik hastalıklara, belki de türlü sapıklıklara yol açacak
şartlar içinde büyümek zorunda kalırlar.
Demek durum son derece ciddi. O halde sözünü ettiğimiz dik kafalılığın ve
isyankârlığın belirtileri ortaya çıkar-çıkmaz hemen bunları tedavi etmenin
aşamalı önlemlerine başvurmak gerekir. İşte aile kurumunu sarsılmaktan ve
yıkılmaktan korumak için kurumun bir numaralı sorumlusu olan kocaya
çoğunlukla uslandırıcı sonuç veren bazı terbiye yöntemlerini kullanma
yetkisi tanınıyor. Bu yöntemleri kullanmaktan maksat karşı taraftan intikam
almak, onu küçük düşürmek ya da ona acı çektirmek değildir. Amaç; yola
getirmek, dik kafalılığın bu başlangıç aşamasında yuvada açtığı deliği
tıkamak ve gediği sıvamaktır. Şöylece:
"Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlära öğüt veriniz,
onları yataklarında yalnız bırakınız 've dövünüz. Eğer uslanıp size itaat
ederler ise kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız. Hiç kuşkusuz
Allah yücedir, büyüktür."
Şimdi önce yukarda söylediklerimizi tekrar hatırlayalım: Yüce Allah (celle
celaluhu) insan bütününün her iki yarısını, yani kadını ve erkeği ile insanı
onurlu kılmıştır. Kadın hakları, onun insan olmasından kaynaklanan temel
haklardır. Müslüman kadın, tüm vatandaşlık haklarına sahiptir. Bunların
yanısıra erkeğin yönetimi altında olacağı ilkesi, kadının kendi hayat
arkadaşını seçme özgürlüğünü, şahsı ve malı ile ilgili tasarruf yetkisini
ortadan kaldırmaz. Gerek bunları ve gerekse İslâm sisteminin içerdiği diğer
belli-başlı ilkeleri göz önüne getirelim. Bu arada aile kurumunun önemi
hakkında yapmaya çalıştığımız açıklamaları da zihnimizde canlandıralım.
O zaman kalplerimiz şahsi ihtirasların tutsağı olmamış ve başlarımız
şımarıklıktan dönmüş değil ise önce bu uslandırma amaçlı önlemlerin niçin
ortaya konduğunu, sonra da bunların nasıl bir yöntem uyarınca uygulanmaları
gerektiğini kolayca anlarız.
Bu önlemler, -dik kafalılık tehlikesi belirince- koruyucu birer tedbir
olsunlar diye yürürlüğe konmuşlardır. Amaçları nefisleri islâh etmek ve
problemleri kaynaklarında çözmektir. Yoksa bu önlemler kalpleri daha çok
kırmak, kin ve nefretle doldurmak, yahut aşağılık kompleksine ve öc
duygularına yuva yapmak için ortaya konmamıştır.
Burada söz konusu olan şey kadın-erkek savaşı değildir ki, bu önlemler
aracılığı ile dik kafalılığa kalkışmak isteyen kadının burnu kırılsın veya
kuduz köpek gibi zincire vurulsun!
Böyle bir şey asla İslâmî değildir. Böyle bir uygulama bazı dönemlerin
toplumsal geleneği olabilir. Bu sadece erkeğin ya da sadece kadının
alçalmasından, yozlaşmasından değil, bir bütün olarak "insan"ın
alçalmasından ve izzet erozyonuna uğramasından kaynaklanan onur kırıcı bir
gelenektir. Fakat İslâm gündeme gelince mesele hem biçim, hem yöntem hem de
amaç bakımından farklılık kazanır. Ayeti inceleyelim.
"Dik kafalılık edeceklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt veriniz."
İşte ilk önlem bu. Yani öğüt vermek. Bu önlem aile reisinin yani evin
baş sorumlusunun ilk görevidir. Her durumda kendisinden başvurulması
beklenen; sürekli bir eğitim faaliyetidir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyuruyor:
"Ey müminler, kendinizi ve aile fertlerinizi yakıtı insanlar ve taşlar
olan cehennem ateşinden koruyunuz." (Tahrim Suresi, 6)
Fakat ayetin anlattığı endişe karşısında erkek, bu önleme belirli bir
amaca ulaşmak için başvurur. Bu belirli amaç; dik kafalılık hastalığını
henüz palazlanmadan, henüz tam anlamı ile açığa çıkmadan tedavi
etmektir.
Fakat kimi zaman öğüt vermek işe yaramayabilir. Kadın kontrolsüz bir
bencilliğe veya bilinçsiz bir burnu büyüklük kompleksine kapılmış
olabilir. Güzelliğine, malına, soyluluğuna, ya da bir imtiyazına
güvenerek aile kurumunun ortak üyesi olduğunu; kapris yapacak,
böbürlenecek ya da çatışmaya girişecek bir rakibi olmadığını unutabilir.
İşte o zaman sıra ikinci önleme gelir. Bu önlem kadının kof gururunu
kırma amacı taşır. Kadının güzellik, çekicilik gibi erkeğe hava atmak
için koz olarak kullanmaya kalkıştığı ya da yönetilen konumunda olduğu
bu kurumun üyesi olmayı içine sindirememesine sebep olan bütün
üstünlüklerine yöneliktir. Okuyoruz:
"Onları (eşlerinizi) yataklarında yalnız bırakınız."
Yatak, bir tahrik ve cazibe yeridir. Şımarmış, dik kafalı kadın burada
egemenliğinin doruğuna ulaşır. Eğer erkek bu tahrik karşısında
arzularını frenleyebilirse şımarık karısının en etkili silâhını elinden
almış olur. Erkeğin en kritik anda ortaya koyacağı bu güçlü irade ve
kişilik tezahürü karşısında ve bu kararlı direniş önünde genellikle
kadının geri çekildiği, yumuşadığı görülür.
Yalnız bu önlemin, yani erkeğin karısını yatağında yalnız bırakışı
tedbirinin uygulanışı sırasında gözetilmesi gereken belirli bir âdâbı
vardır. Bu da bu yatakta yalnız bırakma eyleminin yatak odasının dışına
taşırılmaması, karı-koca arasında kalmasıdır. Olay çocukların önünde
cereyan eden bir yatak boykotuna dönüşmemelidir. Dönüşürse onların
gönüllerine kötü ve yıkıcı duyguların tohumlarını eker. Bunun yanısıra
bu önlem yabancıların gözleri önüne serilen gösterişli bir eylem şekline
de bürünmemelidir. Yoksa kadının onurunu rencide eder ve onun dik
kafalılığını azdırır. Amaç kadını küçük düşürmek ya da çocukların
zihinlerini bulandırmak değil, dik kafalılık kompleksini tedavi
etmektir. Hem dik kafalılığa karşı bir ders vermenin ve hem de bu işi
kadını başkaları önünde küçük düşürmeden yapmanın konu edilen önlemin
ortak amaçları oldukları açıkça görülür.
Fakat bu önlem de başarılı olmayabilir. O zaman ne olacak? Aile kurumu
yıkıma mı terk edilecek? Hayır. Sırada bir üçüncü önlem var. Belki öbür
ikisine göre biraz sert, ama kadının dik kafalılık kompleksi yüzünden aile
yuvasının tamamen yıkılmasından daha kolay göze alınır ve daha az risklidir
kuşkusuz. Okuyoruz:
"Onları (eşlerinizi) dövünüz."
Eğer bu önlemi yukardaki inceliklerin ve bu tedbirlerin ortak amacının ışığı
altında ele alırsak söz konusu dövmenin öc alma, sadist duyguları tatmin
etme amacı güden bir acı çektirme ya da kadının onurunu kırma, kişiliğini
hırpalama eylemi anlamına gelmeyeceği, bunların yanısıra kadının istemediği
bir hayatı zorla, baskı ile yaşatma aracı olarak kullanılamayacağı açıkça
anlaşılır. Bu eylem terbiye edicinin sevecen duygularına eşlik eden bir
uslandırma girişimi olmakla sınırlıdır. Tıpkı babanın çocuklarına ve
öğretmenin öğrencilerine yönelik aynı türden uygulamalarında olduğu gibi.
Söylemeye gerek yok ki, eğer bu önemli kurumun ortakları arasında uyum varsa
bu önlemlerin hiç birine yer yoktur. Bu önlemlere ancak sarsıntı ve bozulma
tehlikesi karşısında başvurulur. Bu sarsıntı ve bozulma tehlikesi de ancak
bu önlemler aracılığı ile tedavi edilmeye çalışılan bir sapmadan
kaynaklanır.
Eğer ne öğüt verme ve ne de yatakta yalnız bırakma önlemleri işe yaramaz ise
o zaman ortada başka türden ve başka düzeyde bir sapma var demektir ki ona
karşı diğer önlemler çare olamazken bu önlem çıkar yol olabilir.
Bazı sapma türlerine ilişkin pratik deneyimler ve psikolojik araştırmalar bu
dövme önleminin belirli bir psikolojik anormalliği tedavi edecek, aynı
zamanda bu anormalliğin sahibinin davranışlarını düzeltecek ve onu tatmin
edecek en uygun çare olduğunu söylüyorlar.
Yalnız burada sözünü ettiğimiz patolojik (marazi) sapma, psikanalizin
belirleyerek isim taktığı anormallik olmayabilir. Çünkü biz psikolojinin
ortaya koyduğu sonuçlara kesin bilimsel veriler gözü ile bakmıyoruz.
Sebebine gelince psikoloji, Dr. Alexis Carrel'in de belirttiği gibi
henüz bilimsel anlamda bir "bilim" dalı haline gelmiş değildir. Öyle
kadınlar var ki, ancak pazu gücü ile kendilerini alt eden erkeklerin
otoritesine sığınmak isterler ve ancak gücünü bu yolla kendilerine
kanıtlayan erkeklerin eşleri olmaktan hoşlanırlar. Kuşkusuz bütün
kadınların tabiatı böyle değildir. Fakat böyle kadınlar da vardır. İşte
bu tür kadınları hizaya getirebilmek ve bunun sonucunda da bu önemli
kurumun barış ve güvenliğini koruyabilmek için bu sön önleme başvurmak
gerekli olabilir.
Ayrıca bu önlemleri belirleyen merci, tüm varlıkların yaratıcısıdır. O
yarattığı insanları herkesten iyi tanır. Bu herşeyi bilen ve her şeyin
içyüzünden haberdar olan yüce merciin sözünden sonra yapılacak her
tartışma dayanaksız bir demogojidir; yaratanın bu tercihine yönelik her
inatlaşma ve boyun eğmeme girişimi, insanı iman alanının dışına çıkmaya
sürükleyen bir adım olur.
Yüce Allah bu önlemleri niteliklerini, beraberlerinde taşıdıkları niyeti
ve güttükleri amacı belirleyecek tarzda nitelikte ortaya koyuyor. Öyle
ki, cahiliye dönemleri insanlarının yanlış anlamalarını, yüce Allah'ın
sistemine yakıştırmaya imkân bırakılmıyor. Çeşitli cahiliye dönemlerinde
erkeğin din adına cellat kesildiği, yine din adına kadının köleye
dönüştürüldüğü, erkeğin kadına ve kadının erkeğe özendiği, karşı
cinslerin birbirlerine benzemeye yeltenerek kişiliklerinden
uzaklaştıkları, ya da ilerici bir din anlayışı adı altında her iki
cinsin kadın ile erkek arası üçüncü bir karmaşık cinse dönüşmeye
giriştikleri sık sık görülür. Fakat müminlerin vicdanlarında bu sapık
akımları katıksız İslâm'dan ve onun gerektirdiği uygulamalardan ayırd
etmek hiç de zor değildir.
Bu önlemler dik kafalılık kompleksinin belirtilerini henüz bu kompleks
palazlanmadan, tedavi etmek için ortaya kondu ve hemen arkasından kötüye
kullanılmalarını önleyecek uyarılar gündeme getirildi. Bunun yanısıra
Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) gerek eşlerine
yönelik pratik uygulamaları ile ve gerekse sözlü direktifleri ile bu
konudaki yanlış anlamaları düzeltmeye ve orada-burada görülen aşırı
uygulamaları frenlemeye yöneldi.
Nitekim Muaviye b. Hıdet-ül Huşeyri'nin; "Ya Resulullah, eşlerimizin
üzerimizdeki hakları nelerdir?" diye sorması üzerine Peygamberimiz şöyle
buyurdu:
"Kendin yiyince ona da yedirmen, kendin giyince ona da giydirmendir.
Ayrıca yüzüne vurmazsın, ona hakaret etmezsin ve kendisini yatakta
yalnız bırakmayı evin dışına taşırmazsın." (Müsned, Ashabussünen)
Yine bir keresinde Peygamberimiz "Allah'ın cariyelerini (kadınlarınızı)
dövmeyiniz" buyurduktan bir süre sonra huzuruna çıkan Hz. Ömer "Ya
Resulullah! Kadınlar, kocalarına karşı dik kafalılık etmeye başladılar"
dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, erkeklerin eşlerini dövmelerine izin
verince çok sayıda kadın, Peygamberimizin eşlerine başvurarak kocalarından
şikâyetçi oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:"Çok sayıda kadın
Muhammed'in eşlerine (eşlerime) başvurarak kocalarından şikâyetçi oldular. O
erkekler sizin iyilerinizden değildirler." (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace)
Bu arada Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"İçinizden biri, gündüz dişisini çifteleyip de gece olunca onunla çiftleşen
merkepler gibi davranarak eşini dövmesin." (Sahhah)
Yine Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir başka hadisinde ise bu
konuda şöyle buyuruyor: '
"En iyileriniz, eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. Ben içinizde
eşlerine karşı en iyi davrananızım." (Tirmizi, Taberani)'
Bir yandan bu nasslar ile bu direktifler öbür yandan da bu konuda gelişen ve
kimi zaman bu direktiflere ters düşen pratik uygulamalar bize şunu
gösteriyor. O günün İslâm toplumunda bu alanda İslâm sisteminin direktifleri
ile cahiliye düzeninin kültürel kalıntıları birbirleri ile çatışma halinde
idiler. Ama bu durum sadece bu alanda görülen bir manzara değildi. İslâm'ın
direktifleri ile cahiliye kültürünün tortuları hayatın diğer birçok alanında
da çatışıyordu. Bu çatışma İslâm toplumunda yeni değerler ve kurumlar iyice
yerleşinceye ve müslümanların vicdanlarının ve bilinçlerinin derinliklerinde
kök salıncaya kadar sürmüştür.
Her neyse, yüce Allah bu
önlemlerin önüne aşılmaması ve önlerinde durulması gereken sınırlar
koymuştur. Bu önlemlerin herhangi bir aşamasında amaç gerçekleşince artık
ötesine geçilemeyecektir. Okuyoruz:
"Eğer (kadınlarınız) uslanıp size itaat ederlerse kendilerine karşı başka
bir tedbire başvurmayınız."
Amaç gerçekleşince araca başvurma girişimi durduruluyor. Bu da varılmak
istenen sonucun söz konusu amaç -yani kadının kocasına itaat etmesini
sağlama amacı- olduğunu açıkça gösteriyor. Sağlanması istenen itaat
zorlamalı itaat değil, gönüllü itaattir. Çünkü zorlamalı itaat, toplumun
temeli olan aile kurumu için sağlıklı bir dayanak oluşturamaz.
Ayetin aşağıdaki cümlesi bize açıkça gösteriyor ki, itaat amacı
gerçekleştikten sonra bu önlemleri uygulamaya devam etmek aşırılık, keyfî
uygulama ve ölçüyü çiğnemektir. Okuyoruz:
"...İtaat ederlerse kendilerine karşı başka bir tedbire başvurmayınız."
Bu yasaklamanın arkasından gelen uyarı cümlesinde yüce Allah'ın yüceliği ve
ululuğu vurgulanıyor. Böylece Kur'an'ın bilinen özendirme ve caydırma üslubu
uyarınca kalplere su serpiliyor, mağrur başlar eğdiriliyor, bazı gönüllerden
geçmesi muhtemel aşırılık ve bencillik duygularının kökü kazınıyor.
Okuyalım:
"Hiç şüphesiz Allah yücedir, büyüktür."
Bu önlemler dik kafalılığın açığa vurulmadığı, sadece ön belirtilerinin
görüldüğü durumlar içindirler. Bir de bu dik kafalılığın açığa vurulduğunu
düşünelim. O zaman bu saydığımız önlemlere başvurulmaz. Çünkü o durumda
bunların hiç bir yararı, hiçbir olumlu sonucu olmaz. O durumda karı-koca
anlaşmazlığı, birbirinin başını ezmeyi amaçlayan bir çatışmaya ve bir savaşa
dönüşmüş demektir. Oysa amaç ve istenen şey bu değildir.
Ayrıca erkek, bu önlemlere başvurmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini, tersine
yuvanın dirliğinde meydana gelen çatlağı daha da genişleteceğini, dik
kafalılığı açığa vurduracağını ve henüz kopmamış duran evlilik bağlarının da
kopmasına yol açacağını düşünebilir ve bu önlemleri yürürlüğe koymadan önce
yapacağı durum değerlendirmesinde bu görüşe varabilir. Ya da bu önlemleri
fiilen uygular da hiç bir olumlu sonuç elde edemez.
Bu durumlarda hikmetli İslâm sistemi bu önemli kurumu yıkımdan kurtarmak
için, kenara çekilerek onu yıkıma bırakmak zorunda kalmadan önceki son
girişimi olmak üzere başka bir önlem öneriyor. Okuyoruz:
"Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz onlara biri
erkeğin ve öbürü kadının akrabası olan iki arabulucu gönderiniz. Eğer bu
arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların arasını
bulur. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve her şeyden haberdardır."
Görüldüğü gibi İslâm sistemi, dik kafalılığın ve gerginliğin olumsuz
sonuçlarına teslim olmayı uygun görmediği gibi hemen evlilik bağını çözmeye
ve aile kurumunu, içinde yaşayan küçük-büyük herkesin; dirliğin bozulması
konusunda hiç bir rolü, hiçbir günahı ve hiçbir engel olma gücü olmayan
zavallı aile fertlerinin başına yıkmaya kalkışılmasını uygun bulmuyor. Çünkü
aile kurumu İslâm'ın gözünde değerlidir. Bu değerlilik, bu kurumun toplumun
yapılanmasındaki önem ile, topluma sağladığı gerekli tuğlalar aracılığı ile
onun varlığının sürdürülmesine, gelişmesine, ilerlemesine sağladığı katkı
ile doğru orantılıdır.
Bu gerekçe ile İslâm ayrılık tehlikesi baş gösterince bu ayrılık fiilen
gerçekleşmeden önce davranarak şu son önlemini devreye sokar: Biri kadının
ve öbürü erkeğin akrabası olan, taraflarca onaylanacak iki hakemin işe el
koymasını önerir.
Bu hakemler karı-koca ilişkilerini gölgeleyen psikolojik gerginliklerden,
bilinçlerde çöreklenmiş tatsız hatıralardan ve ortak hayatın olumsuz
şartlarından uzak bir soğukkanlılık içinde bir araya gelirler. Bu hakemler,
aile yuvasının havasını zehirleyen, işi çıkmaza sokan ve pençesine
düştükleri için karı-kocaya, ortak hayatlarının iyi taraflarından daha
baskın gelen bütün olumsuz ve yıkıcı etkilerden uzaktırlar. Her ikisi de
ailelerinin adı kötüye çıksın istemez ve yuvasız kalma tehlikesi ile karşı
karşıya olan küçük çocuklara karşı şefkat duyguları ile doludurlar.
Böylesine tatsız bir duruma düşmüş karı-kocaya egemen olabilecek olan karşı
tarafı alta düşürme kompleksinden uzaktırlar. İstedikleri tek şey dargın
karı-kocanın, çocuklarının ve yıkılma tehlikesi ile yüzyüze gelen
yuvalarının iyiliğidir, mutluluğudur. Bunların yanısıra karı-koca bu
hakemlerin önünde gizli sırlarını açmaktan çekinmezler. Çünkü bunlar
tarafların akrabalarıdırlar. Bu sırları yayacaklarından korkulmaz. Sebebine
gelince bu sırları ortalığa yaymak kendilerinin de yararına değildir. Hatta
onların yararı bu sırların saklanmasında ve çözüme kavuşturulmasındadır.
İşte bu iki hakem bir araya gelerek dargın karı-kocanın arasını bulmaya
koyulurlar. Eğer tarafların gönlünde barışma eğilimi var da bu eğilimi
frenleyen tek faktör karşılıklı öfke ise bu hakemlerin barıştırmaya yönelik
güçlü arzuları sayesinde yüce Allah, bu dargın çifte barışmayı ve uyuşmayı
nasip eder. Okuyalım:
"Eğer bu arabulucular karı-kocayı barıştırmak isterler ise Allah onların
arasını bulur."
Arabulucular barıştırmayı isteyecekler, Allah da onların dileğini kabul
edecek ve girişimlerini başarıya ulaştıracaktır.
İşte insanların kalpleri ve çabaları ile yüce Allah'ın dilemesi ve takdiri
arasındaki ilişki budur. İnsanların hayatında yer alan gelişmeleri yüce
Allah'ın takdiri gerçekleştirir. Fakat insanların elinde adım atmak ve
girişimde bulunmak yetkisi vardır. Bundan sonra olacak olan şey, yüce
Allah'ın takdiri ile olur. Üstelik bu olacak olan şey sırları bilen ve her
şeyin en yararlısından haberdar olan yüce Allah'ın bilgisi altında
gerçekleşir. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir, her şeyden haberdardır."
Böylece -bu bölümde- İslâm'ın; kadına, karşıt cinsler arasındaki ilişkilere,
aile kurumuna ve aile-toplum ilişkilerine ne kadar ciddi ve önem verici bir
gözle baktığını görmüş olduk. İslâm sisteminin insan hayatının bu kesimini
yasal düzenlemeler ile donatmak için ne kadar yoğun bir çaba harcadığına
tanık olduk. Bunun yanısıra İslâm cemaatını, cahiliye bataklığından alarak
kendisinden başka hidayet olmayan İlâhi hidayetin doruğuna tırmandırmaya
çalışan bu yüce sistemin bu yolda harcadığı çabaların pratik örnekleri ile
karşılaşmış olduk.
ÖZETLE KONU
Bu bölümde inceleyeceğimiz ayetler ile bir yandan bu surenin ekseni ve temel
konuları arasında ve öte yandan yine bu cüzde yer alan bir önceki ayetler
kümesinin konuları arasında birçok ortak noktalar vardır.
Bu bölümü oluşturan ayetler şu konular üzerinde yoğunlaşıyor: Müslüman
toplumun hayatını düzenlemek, onu cahiliye tortularından arındırarak yeni
İslâmi karakteristikleri özümleyen bir yapıya kavuşturmak; bu toplumu ehl-i
kitap -Medine yahudileri- konusunda, bunların öteden beri sürüp gelen
şirretlikleri ve katı inatları ve müslüman topluma yönelik bozgunculukları
konusunda uyarmak; kişilerin İslâm toplumunun gelişmesini, ilerlemesini
engellemek için harcadıkları çabaları büyüteç altına almak, özellikle bu
yıkıcı çabaların ahlâka ve toplumsal dayanışmaya yönelik olanlarına, bu yeni
toplumun gelişen gücünü sergileyen bu iki dinamik faktöre dönük yahudi
düşmanlıklarına dikkatleri çekmektir.
Bu ayetler bu konularda yeni bir bakış simgeledikleri için İslâm toplumunun
temel dayanağını oluşturan Tevhid ilkesini, yüce Allah'ı kayıtsız-şartsız
bir bilme, prensibini vurgulayarak söze giriyorlar. İslâm toplumunun hayatı
ve her alanda, her yönde bu hayatı düzenleyen sistemi bu temel ilke olan
Tevhid'den kaynaklanır.
Bu derste aile düzenlenmesi ve toplumsal düzenleme alanları hareket
noktası alınarak ileri aşamalara ulaşılıyor ve sosyal düzenleme sürecine
yeni boyutlar kazandırılıyor. Geçen konuda aile kurumundan, bu kuruma
ilişkin yasal düzenlemelerden, bu kurumun varlığını koruyacak önlemlerden ve
yapısını pekiştirip sağlamlaştıracak ilişkilerden söz edilmişti.
Bu derste ise, İslâm toplumunda egemen olması gereken aile-içi ilişkiler ve
bu ilişkiler ile bağlantılı insanlar-arası ilişkiler gündeme getiriliyor. Bu
ilişkiler ile aile arasındaki bağ ana-babadan ve ana-baba ilişkisinin
uzantısı olan bir sosyal ilişki sürecinden söz edilerek kuruluyor. Çapı
gitgide genişleyen bu sosyal ilişkilerin aile yuvasının sıcak ve sevecen
ortamında gelişen duyguların yoğunlaşmasından kaynaklandıkları vurgulanıyor.
Değişik insan kesimlerine yönelen bu yapıcı ilişkilerin, ilk önce aile
ocağının bağrında ve bu duyarlı yuvanın okşayıcı kanatları altında
öğrenildiği vurgulanıyor. Devamla aile yuvasında vicdanlara ekilen bu
kucaklayıcı ilişki tohumlarının yeşerip boyatması ile bütün insanlardan
oluşan ortak insanlık ailesi içinde kaynaşmayı arayan geniş perspektifli bir
ilişki ağının temelinin atıldığı belirtiliyor.
Bu ders gerek bildiğimiz büyük aileyi ve gerekse bütün insanlığı kapsamına
alan büyük insanlık ailesini gözetmeyi ve bu alanda herkesin
yararlanabileceği değer yargılarını ve kriterleri geliştirmeyi telkin eden
direktifler içeriyor. Bu yüzden bu ders İslâm toplumunda egemen olan bütün
değer ölçülerine ve hayat sisteminin tümüne kaynaklık eden temel ilkeyi
hatırlatarak söze giriyor. Sözünü ettiğimiz temel ilke Tevhid ilkesi, yani
yüce Allah'ın birliğini onaylama prensibidir. Arkasından bütün hareketler,
bütün faaliyetler, bütün duygular ve bütün reaksiyonlar yüce Allah'a kulluk
etme kavramının kapsamına alınıyor. O Allah'a kulluk kavramı ki, müslümanın
vicdanında ve hayatında bütün insanî faaliyetlerin tek amacını oluşturur.
Bu geniş kapsamlı Allah'a kulluktan söz açılmışken bununla bağlantılı olarak
bu dersin ikinci fıkrasında namazın ve namaz öncesi temizlenmenin bazı
hükümleri gündeme getiriliyor. Bunun yanısıra o zaman henüz yasaklanmamış
olan içkinin yasaklanması yolunda yeni bir adım atılıyor. Bu yasaklama adımı
bir yandan yeni toplumda sürekli ve aşamalı bir yaklaşımla uygulanan İslâmî
eğitim proğramının bir parçasını oluştururken öbür yandan ibadet ile namazla
ve Tevhid ilkesi ile ilişkilendirilerek atılıyor.
Gerek bu dersi oluşturan ayetler zincirinin halkaları arasında, gerek bu
ders ile bir önceki ders arasında ve gerekse yine bu ders ile elimizdeki
surenin ekseni arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gözlüyoruz.
ALLAH'A KULLUK
36- Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya
akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara,uzak komşulara,yakın
arkadaşlara yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz.
Allah kendini beğenmiş kibirlileri kesinlikle sevmez.
37- Bunlar kendileri cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı
önerirler ve Allah'ın lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları
gizlerler. Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
38- Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve
ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!
39- Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine
bağışladığı mallarının bir bölümünü hayr yolunda harcasalardı, ne olurdu?
Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir.
40- Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik
olursa onu bir kaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir
mükâfat verir.
41- Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı
birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahit göstereceğimiz
gün acaba onların halleri nasıl olacak?
42- Kâfirler ve Peygamberlere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle
isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar.
Bu ayetler demeti sırf yüce Allah'a kulluk etmeyi emrederek ve O'na herhangi
bir şeyi ortak koşmayı yasaklayarak söze giriyor. Ayetin başındaki "ve"
bağlacı bu emir ve yasağı, geçen dersin sonlarında yer alan ailenin
düzenlenmesine ilişkin emirlere bağlıyor. Bu iki konunun birbirine
bağlanması, İslâm'daki genel, kapsamlı ve bütünleştirici birliği kanıtlar.
Yani İslâm sırf vicdanda saklı duran bir inanç sisteminden ve sırf ibadet
törenlerinden ibaret olmadığı gibi bu inanç sistemi ve ibadet amaçlı
hareketler ile ilişkisi olmayan sırf dünyaya dönük yasal düzenlemelerden
ibaret de değildir. İslâm, bütün faaliyet türlerini içeren, onların çeşitli
kesimleri arasında ilişki kuran ve hepsini en temeldeki ana ilkeye bağlayan
bir dindir. Bu ana ilke yüce Allah'ı bir bilmek ve bütün bu faaliyet
kesimlerinde başka hiçbir yerden değil, sırf O'ndan talimat almaktır. Başka
bir deyimle bu ilke yüce Allah'ı hem kendisine ibadet edilen bir ilâh olarak
ve hem de bütün insanî faaliyetlerde yasa koyma ve direktif kaynağı olarak
bir ve ortaksız bilmektir. İslâm'da ve genel anlamı ile yüce Allah'ın
yozlaştırılmamış dininde Tevhidin bu iki türü birbirinden ayrılmaz.
Bu yüce Allah'ı bir bilme emrini ve O'na ortak koşma yasağının arkasından
önce küçük aileden, sonra da büyük insanlık ailesinden olan yardıma muhtaç
insan guruplarına iyilik etmeye ilişkin emir geliyor. Sonra cimrilik,
kendini beğenmişlik, böbürlenme, başkalarını cimriliğe özendirme; yüce
Allah'ın verdiği mal, bilgi ve din gibi nimetleri kıskanma, başkalarından
saklama gibi kötü huylar kınanıyor; şeytanın izinden gidilmemesi
hatırlatılıyor ve yüce Allah'ın onur kırıcı ve rezil edici azabından
sakınılması vurgulanıyor. Böylece bütün bu hatırlatmalar yüce Allah'ı bir
bilme ilkesine bağlanıyor; yüce Allah'ı bir bilip O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayanların talimat kaynakları belirleniyor. İbadet edilecek Allah nasıl
bir ise, bu talimat kaynağı da tektir, birden fazla olamaz. Yüce Allah'ın,
nasıl ilâh bilinmekte ve bütün insanların ibadetlerine muhatap olmakta
ortağı yoksa yasa koymakta ve direktif vermede de ortağı yoktur.
ALLAH'A ORTAK KOŞMAK
"Allah'a kulluk ediniz. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ana-babaya,
akrabalara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yakın
arkadaşlara, yarı yolda kalanlara, elinizin altındakilere iyilik ediniz."
İslâm sisteminde tüm yasal düzenlemeler ve tüm direktifler tek kaynağa.
dayanır ve tek ağırlık noktası üzerinde yoğunlaşır. Söz konusu tek kaynak
yüce Allah'a inanmak ve söz konusu ağırlık merkezi de bu inancın
karakteristik göstergesi olan kayıtsız-şartsız Tevhid ilkesidir. Böyle
olduğu içindir ki, bu yasal düzenlemeler ile direktifler birbirlerine sıkı
sıkıya bağlıdırlar, aralarında uyum gözlenir, herhangi birini öbüründen
ayırmak zordur, herhangi birini dayandığı ana kaynağa başvurmaksızın
incelemek eksik bir çabadır. Bir bölümünü uygulayıp diğerlerine sırt
çevirmek ne insana müslüman sıfatını kazandırma konusunda ve ne de İslâm
sisteminin hayata yönelik meyvelerini elde etme konusunda yeterli olur.
Evren ile, hayat ile ve insanlar ile ilişkileri düzenleyen bütün temel
kavramlar, bütün temel düşünceler yüce. Allah'a inanma ilkesinden
kaynaklanır. Sosyal, ekonomik, siyasi, ahlâkî ve evrensel bütün sistemler bu
temel kavramlara dayanır. Bu temel kavramlar insanların birbirleri ile olan
bütün ilişkilerini etkilerler. Yeryüzündeki bütün insani faaliyetlere yön ve
biçim verirler; hem fertlerin vicdanlarına ve hem de toplumsal pratiğe
damgalarını basarlar. Böylece insanlar arasındaki ilişkilere ibadet niteliği
kazandırırlar. Çünkü bu ilişkiler yüce Allah'ın sistemine ve denetimine
uymayı içerir. İbadetleri, insanlar arası ilişkilerin dayanağı yaparlar.
Çünkü bu ibadetler insanın vicdanını ve davranışlarını arındırır. Yine bu
temel kavramlar hayatı son çözümde, sırf Allah tan kaynaklanan, sırf O'ndan
alınmış talimatlara dayanan, dünyada ve Ahretteki tek merci yüce Allah olan
kenetlenmiş bir bütüne dönüştürürler..
İslâm inancının, İslâm sisteminin, yüce Allah'ın yozlaştırılmamış dininin bu
temel özelliği taşıdığını burada şundan anlıyoruz: Daha önce söylediğimiz
gibi ana-babaya, akrabalara ve toplumun diğer bazı kesimlerine yardım
edilmesini emreden ayet, yüce Allah'a kulluk edilmesi, O'nun bir bilinmesi
direktifi ile söze giriyor. Bunun yanısıra ana-babanın yakınlığı ile söz
konusu toplum kesimlerin yakınlığı birleştiriliyor. Bu yakınlıkların her
ikisi de yüce Allah'a kulluk etme, O'nu bir bilme ilkesine bağlanıyor.
Üstelik bu Allah'a kulluk ve Allah'ı bir bilme ilkesi -daha önce
değindiğimiz gibi- geçen dersin sonlarında anlatılan aile hukuku ile bu
derste işlenen geniş çaplı insanlar arası ilişkiler prensibini birbirine
kaynaştıran bir arakesit görevi yapıyor. Amaç o hukuku ve bu prensibi bütün
bağları birleştiren o ortak bağa bağlamak ve bu bağlar ile ilgili yasaları
koyan ve direktifleri veren kaynağı tekleştirmektir. Okuyoruz.
"Allah'a kulluk ediniz, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız."
Önce yüce Allah'a kulluk etme emri, ikinci olarak da kendisi ile birlikte
bir başkasına kulluk etme yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu yasak insanoğlunun
öteden beri bildiği bütün ilâhları, bütün putları içeren geniş kapsamlı ve
aynı zamanda kesin ifadeli bir yasaktır. Tekrarlıyoruz:
"O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız."
Nasıl bir "şey" olursa olsun. Cansız madde, hayvan, insan, hükümdar veya
şeytan fark etmez. "Şey" deyince akla gelen her şey, bu geniş kapsamlı
kavramın kapsamına giren her varlık olabilir bu ilâh, ya da put.
Sonra özellikle ana-babaya ve genel olarak tüm akrabalara iyilik edilmesi
emrediliyor. Çoğunlukla evlâtların, ana-babayı gözetmeleri emir konusu
oluyor. Gerçi evlâtlarını gözetsinler diye ana-babaya yöneltilmiş emirlere
de rastlıyoruz. Ayrıca yüce Allah'ın evlâtlara karşı, onların
ana-babalarından daha merhametli olduğunu da biliyoruz. Sebebine gelince
çocuklar, ana-babaya, yani kendilerini bakmış ve korumuş olan kuşağa iyilik
etme direktifine muhatap olmaya daha çok muhtaçtırlar. Çünkü çocuklar
genellikle bütün varlıkları ile, bütün şefkatleri ile, bütün duyguları ve
bütün çabaları ile gelecek kuşağa yönelirler, kendilerinden önceki kuşağı
ihmal ederler. Hayatın akıntısına kapılarak ileri doğru giderlerken dönüp
arkalarına bakmak akıllarına gelmez. İşte bu gerekçe ile esirgeyen ve
kayıran yüce Allah'ın direktifi ile sık sık muhatap olurlar. O Allah ki ne
ana-baba ve ne de evlâdı hesap dışı bırakır ve ne de evlâdı ve ana-babayı
unutur. O Allah ki, gerek evlâd ve gerek ana-baba olsun tüm kullarına,
birbirlerine karşı merhametli davranmalarını öğretiyor.
Bu ayette -ve daha birçok ayette- şunu görüyoruz: İyilik etme direktifi
öncelikle yakın-uzak akrabalardan işe başlıyor, sonra bu eksen etrafında
çapını büyüterek insanlık ailesinin tüm gözetime muhtaç kesimlerini
kapsamına alacak şekilde genişliyor. Her şeyden önce bu sistem insan fıtratı
ile uyumlu ve bağdaşıktır. Sebebi ise acıma duygusu ve katkıda bulunma
bilincinin önce evde, yani küçük ailede gelişmeye başlamasıdır. Aile
yuvasının bağrında bu duyguyu tatmamış ve bu bilinci geliştirmemiş olan
vicdanlarda sonradan bu duygunun ve bu vicdanının geliştiği çok az görülür.
Bunun yanısıra insan vicdanı -fıtratının ve doğal yapısının gereği olarak
yardım etmeye akrabalarından başlamaya eğilimlidir. Eğer bu noktadan ve bu
eksenden başlanarak gitgide yardımseverlik dairesi genişletilecek ise bunun
bir sakıncası ve bir zararı yoktur. Ayrıca bu yardımseverlik metodu İslâm'ın
sosyal düzenleme yordamı ile de uyumludur. İslâm dayanışmayı aile içinde
başlatır ve arkasından sosyal çevreye yayar. Böylece sosyal yardımlaşma
faaliyetlerinin devlet kurumlarının hantal ellerine düşmesine meydan
vermemiş olur. Eğer yerel küçük kurumlar yetersiz kalırsa o zaman başka.
Çünkü normal olarak küçük yerel birimler sosyal yardımlaşmayı daha iyi
başarır. Bu görevi hem uygun zamanında, kolaylık ve rahatlıkla ve hem de
hayata insana yaraşır bir nitelik kazandıran sevgi ve merhamet duygularının
eşliğinde yerine getirir.
Ayette iyilik etme görevi ana-babadan başlatılıyor, sonra akrabaları
içerecek şekilde genişletiliyor. Arkasından evleri komşulardan uzakta da
olsa yetimlere ve yoksullara sıra getiriliyor. Çünkü bu iki kesim,
komşulardan daha çok yardıma muhtaçtır. Sonra akrabadan olan komşuya sıra
geliyor ve onu yabancı komşular izliyor. Gerek akraba ve gerekse yabancı
komşular yakın arkadaşların önüne geçiriliyor. Çünkü insan komşusu ile sık
sık yüzyüze gelir; oysa yakın arkadaşı ile ara sıra karşılaşır. Sonra yakın
arkadaşlara sıra getiriliyor. "Yakın arkadaş" bir yoruma göre normalde
"samimi dost" ve yolculuk sırasında da "yoldaş" anlamına gelir. Arkasından
sıra ailesinden ve malından uzak kalmış yolcuya gelir. sonra da çeşitli
hayat cilveleri yüzünden, başkalarının eline düşen kölelere sıra geliyor.
Bunlar gerçi özgürlük nimetinden yoksun kalmışlardır, ama birbirlerine ortak
bağlar ile bağlı tüm insanlık ailesinin birer üyesidirler.
BÖBÜRLENME ve CİMRİLİK
Ayette iyilik etme emrinin arkasından kendini beğenmişlik, büyüklenme,
cimrilik, başkalarını cimriliğe özendirme, yüce Allah'ın nimetlerini ve
bağışlarını saklama, başkalarından kıskanma, gösteriş olsun diye yardımda
bulunma gibi kötü huylar kınanıyor ve bütün bu kötü huyların ortak sebebi
ortaya konuyor:Bu sebep yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmamak, şeytana
uymak ve O'nu yoldaş edinmektir. Okuyoruz:
"Allah kendini beğenmiş, kibirlileri kesinlikle sevmez. Bunlar kendileri
cimrice davrandıkları gibi başkalarına da cimri olmayı önerirler ve Allah'ın
lütuf eseri olarak kendilerine verdiği imkânları gizlerler. Biz kâfirler
için onur kırıcı bir azap hazırladık.
Yine bunlar başkalarına gösteriş olsun diye mal verirler, Allah'a ve Ahiret
gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır!"
Bu ayetlerde İslâm sisteminin o temel mesajı bir kere daha gözler önüne
seriliyor. Bu mesaj bütün dış davranışları, bütün iç duyguları ve bütün
sosyal ilişkileri inanç sistemine bağlamaktır. Sebebine gelince yüce Allah'ı
kullukta ve talimat almakta tek bilme ilkesini yüce Allah'ın rızasını
kazanmaktan ve ahirette vereceği sevabı beklemekten başka bir amaca yer
vermeyen insanlara iyilik etme davranışı izliyor. İnsanlara iyilik ederken
edepli ve nazik kavranılacaktır. Bilinecektir ki, kul, başkalarına yardım
ederken sadece yüce Allah'ın yarattığı rızkın bir bölümünü vermektedir,
rızkın yaratıcısı kendisi değildir ve bu rızka sırf yüce Allah'ın
bağışlaması sayesinde sahip olabilmektedir.
Buna karşılık yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmamak; böbürlenmeyi,
kibirlenmeyi, cimriliği, başkalarını cimri olmaya teşvik etmeyi, yüce
Allah'ın bağışını ve nimetini saklamayı, iyilik ve yardım yolu ile bu bağış
ve nimetin izlerini dışa vurmaktan kaçınmayı ya da ïnsanlara gösteriş yapmak
ve sırf başkalarının övgüsünü kazanabilmek, yardımseverlik gösterisi yapmayı
beraberinde getirir. Çünkü Allah'a ve ahiret gününe inanmayan insan
övünmekten, halk arasında çalım satmaktan başka bir ödüle inanmaz!
Böylece "ahlâk"ın niteliği belirlenmiş olur. "İman ahlâki" ile "küfür
ahlâkı" yani. İyi amelin, iyi ahlâkın motifi, sürükleyici sebebi, yüce
Allah'a ve Ahiret gününe inanmaktır ve ahiret mükâfatıdır. Bu yüce bir
motiftir, onun sahibi insanlardan ödül beklemez, üstelik bu motif insanların
keyfi değerlendirmelerinden ve geleneklerinden alınmamıştır.
Ama eğer insan hoşnutluğu aranan, rızasına yönelik arzuya dayanılarak amel
işlenen bir Allah'a ve yine bu insan, mükâfat ve cezaların verileceği bir
ahiret gününe inanmıyorsa o zaman, insanların keyfî değerlendirmelerine
dayanan kıymetleri elde etmeye yönelir. Bu keyfï değerlendirmelerde ise
bırakınız her zamana ve dünyanın her yerine egemen olacak bir değişmezliği,
bir kuşak boyunca aynı ülkede egemen olacak bir değişmezliği ve belirliliği
bile bulamazsınız. İşte bu inançsızların amellerinin motifleri bu oynak
değer yargıları olur. O zaman da insanların keyfi arzularında ve değer
yargılarında belirecek değişmelere paralel olarak bu davranış motiflerinde
de değişmeler ve oynamalar olacaktır. Bu değişmelerin yanısıra da
böbürlenme, büyüklenme, cimrilik, cimriliği özendirme, insanlara gösteriş
yapma gibi çirkin sıfatlar ortalıkta cirit atacaktır. Böylece yüce Allah'ın
rızasına bağlanmanın ve ihlâsın zerresine rastlanmayacaktır.
Bu ayet, yüce Allah'ın böylelerini "sevmediğini" belirtiyor. Hiç kuşkusuz
yüce Allah için "nefret etme" ve "sevme" gibi duygusal tepkiler söz konusu
değildir. Burada insanların alışkanlıklarına göre bu duygusal tepkiye eşlik
eden kovma, cezalandırma ve azab etme gibi sonuçlar kasd edilmiştir.
Okuyoruz:
"Biz kâfirler için onur kırıcı bir azap hazırladık."
Buradaki "onur kırıcılık (ihanet)" bu adamların büyüklenmelerinin, haşa
atmalarının karşılığı olan bir cezadır. Fakat ayette, asıl amaç olan bu
anlamın yanısıra daha düşündürücü bir mesaj veriliyor. İnsanların
zihinlerine işlemesi istenen etkileyici bir mesaj. Ayette vicdanlarda bu
sıfatlara ve bu davranışlara karşı antipati, küçümseme ve tiksinme duyguları
uyandırılıyor. Özellikle bu adamların şeytanın yoldaşları oldukları
vurgulanmakla söz konusu nefretin frekansına yükseklik kazandırılıyor.
Okuyoruz:
"Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır."
Bize kadar gelen bilgilere göre bu ayetler bir gurup Medine yahudisi
hakkında inmiştir. Bu sıfatlar yahudilere yakışıyor. Aynen onlar gibi
münafıklara da yakışıyor. O günün müslüman toplumunda bu gurupların her
ikisi de vardı. Buna göre belki de ayette yer alan "Allah'ın lütuf eseri
olarak kendilerine verdiği imkânları gizlemeleri" suçlamasından maksat
yahudilerin İslâm dinine ve bu dinin "güvenilir" Peygamberi hakkında
kitaplarında bulunan bilgileri gizlemeleridir. Fakat ifade geneldir ve sözün
akışı mâlî yardıma ve insanlar arası dayanışmaya ilişkindir. Buna göre bu
ifadenin genellik niteliğine dokunmamak gerekir. Çünkü bu nitelik sözün
akışına daha uygun düşüyor.
Ayette bu kimselerin huylarının ve davranışlarının çirkinliği belirtildikten
ve bu çirkinliklerin asıl sebebinin yüce Allah'a ve ahiret gününe
inanmamaları ve buna karşılık şeytanı yoldaş edinmeleri, onun izinden
gitmeleri olduğu vurgulandıktan ve bu kötülüklerin sahipleri için
hazırlanmış olan cezanın "onur kırıcı" bir ceza olacağı haber verildikten
sonra şu kınama ve paylama içerikli (istinkârî) soru ile karşılaşıyoruz:
"Eğer onlar Allah'a ve Ahiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine
bağışladığı mallarının bir bölümünü hayır yolunda harcasalardı, ne olurdu?
Hiç kuşkusuz Allah onların yaptıkları her şeyi bilir."
"Hiç şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer bu bir iyilik olursa
onu birkaç kat büyütür ve karşılığında kendi katından büyük bir mükâfat
verir."
Evet, ne olurdu onlara? Ne kaybederlerdi? Hangi korku, yüzünden, hangi
endişeye dayanarak yüce Allah'a ve ahiret gününe inanmıyorlar ve yüce
Allah'ın kendilerine bağışladığı malın bir bölümünü muhtaç kimselere
vermiyorlar? Oysa yüce Allah onların yapacağı yardımları ve kendilerine bu
yardımları yapmaya özendirecek olan iç motifleri bilir. Ayrıca yüce Allah,
hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz. O halde ne imanlarının ve
yardımlarının bilinmez kalması ve ne de alacakları mükafat konusunda
haksızlığa uğramaları tehlikesi söz konusudur. Tersine iyiliklerinin
katlanarak büyütülmesi ve bu büyütülmüş iyiliklerine Allah'ın bağışı olarak
hesapsız mükâfat verilmesi fırsatı ile karşı karşıyadırlar.
Demek ki, iman etme yolu onlar için her ihtimal karşısında, hatta maddeye
dayalı kâr-zarar hesaplarına bel bağlamaları halinde bile, daha güvenceli ve
daha kazançlıdır. Sebebine gelince, eğer yüce Allah'a ve ahiret gününe
inanarak yüce Allah'ın bağışladığı malın bir kısmını güçsüzlere yardım
olarak verseler ne kaybederler? Onlar kendi güçleri ile yarattıkları bir
malı vermiyorlar ki. Verdikleri mal kendilerine Allah tarafından bağışlanmış
rızkın bir bölümüdür. Buna rağmen, yani yaptıkları yardımı yüce Allah'ın
bağışladığı rızıktan yapmalarına rağmen hem iyilikleri kat kat büyütülüyor
ve hem de iyiliklerinin karşılığı fazlası ile veriliyor. Aman Allah'ım, bu
ne kerem, bu ne lütuf! Zarara uğramaya mahkûm aptallardan başka kim böyle
bir alış-verişe yan çizebilir?
Bu emirler ve yasaklar, bu özendirmeler ve teşvikler bir Kıyamet günü
tablosu ile sona eriyor. Bu tablodä onların konumu somutlaştırılıyor,
Kur'an'ın Kıyamet sahnelerine ilişkin bilinen üslubu uyarınca; adamların
hareketlerinin ve duyguların dalgalanmalarının sanki resimleri çizilerek
canlı bir kesit halinde gözlerimizin önüne seriliyor. Okuyalım:
ŞAHİDLİK
"Her ümmete karşı birer şahid tutacağımız ve seni de kendilerine karşı şahid
göstereceğimiz gün acaba onların halleri nasıl olacak?"
"Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle
isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar."
Bir önceki ayette "yüce Allah'ın zerre kadar haksızlık yapmadığı"
vurgulanarak zihinler bu Kıyamet tablosuna hazırlanmıştı. Demek ki, terazisi
bir kıl ucu kadar oynaklık göstermeyen katıksız adaletle karşı karşıyayız.
Ayrıca iyilikler büyütülmekte ve ödülleri yüce Allah'ın karşılıksız bağışı
eklenerek fazla fazla verilmektedir. Bu, rahmeti hakketmiş olanlara yönelik
bir ihsandan ve imanları ve iyi amelleri ile Allah'ın lütfunu istemiş
olanlara dönük katıksız bir lütuftan başka bir şey değildir.
Ama gelelim şu adamlara. Hani şu yanlarında ne iman ve ne de iyi amel
birikimi getirmemiş olanlara. Hani yanlarında sadece küfür ve kötü amel
getirmiş nasipsizlere. Acaba o gün onların hali nice olacak? Evet, "Her
ümmete karşı birer şahid tutacağımız -Her ümmetin peygamberini o ümmetin
aleyhinde tanıklık yapmaya çağıracağımız- ve seni de kendilerine karşı şahid
göstereceğimiz gün" acaba ne yapacaklar?
İşte o anda tablonun canlandırdığı manzara, tüm somutluğu ile karşımıza
dikiliyor. Uçsuz-bucaksız bir toplantı, bir hesap verme alanı. Her ümmet
orada. Her ümmetin başına işledikleri ameller hakkında tanıklık edecek bir
şahid dikilmiş. Şu kâfirler; hani şu kendini beğenmişler, hava atanlar,
cimriler, pintilik teşvikçileri, yüce Allah'ın bağışladığı nimetlerin
gizleyicileri, gösterişçiler ve yüce Allah'ın rızasını hiç umursamayanlar.
İşte onlar. Satırların kelimeleri arasında neredeyse kendilerini görür gibi
oluyoruz. Bu uçsuz-bucaksız alanda ayakta dikiliyorlar. Peygamberleri yanı
başlarında, aleyhlerinde şahitlik yapmak için tetikte bekliyor. İşte onlar.
Bütün gizledikleri ve açığa vurdukları amelleri ile, bütün kâfirlikleri ve
inkârcılıkları ile, bütün gururları ve çalımları ile, bütün cimrilikleri ve
cimrilik telkinleri ile, bütün gösterişçilikleri ve göz boyayıcılıkları ile
işte onlar. Varlığını inkâr ettikleri Yaratıcının; bağışlarını sakladıkları,
kıymığını bile vermeye kıyamadıkları rızkın sahibinin huzurunda duruyorlar.
Hiç inanmamış oldukları bir günde ve direktiflerine karşı geldikleri
Peygamberin yanı başında. Acaba halleri nicedir?!
Bu manzarada yoğun bir aşağılanma, horlanma, perişanlık, utanç ve pişmanlık
görüntüleri karşısındayız. Yanısıra acı itirafların titrek sesleri geliyor
kulaklarımıza. Çünkü inkârcılığın artık hiçbir yararı yok burada.
Ayet bu söylediklerimizi tek tek sayıp tasvir etmiyor. Fakat o insan ruhunun
derinliklerine işleyen "psikolojik bir tablo" çiziyor,bu çizgiler işte o
tabloda beliriyor, bu gölgelerin tümü bu çizgilerin yanlarında oynaşıyor.
Perişanlık horlanmışlık, aşağılanmışlık, utanç ve pişmanlık gölgeleri.
Okuyoruz:
`Kâfirler ve Peygambere karşı gelenler o gün yerle bir olmayı özlemle
isterler. Onlar Allah'tan hiçbir söz saklayamazlar:"
Bütün bu anlamları, bütün bu duygusal reaksiyonları bu canlı tablonun
duygulandırıcı imajları aracılığı ile algılıyoruz. Bu anlamlar, bu duygular
bu insanların üzerinde oynaşıyor ve titreşiyor. Onları başka hiçbir tasvirci
ya da analitik ifade tarzının kelimelerinden algılayamayacağımız bir
somutlukla, bir derinlikle, bir canlılık ve etkileyicilikle algılıyoruz.
İşte Kur'an-ı Kerim'in Kıyamet sahnelerine ve tasvirli anlatımın
kullanıldığı diğer tablolarına ilişkin canlandırma üslûbu böyledir.
İÇKİ HASTALIĞI
Bu ayetler gurubu yüce Allah'a kulluk etmeyi emretmek ve O'na herhangi bir
şeyi ortak koşmayı yasaklamakla söze girmişti. Namaz, Allah'a kulluğun en
ayrılmaz göstergesidir. Bu yüzden aşağıdaki ayette bu ibadetin ve O'na
hazırlık niteliği taşıyan temizlenmenin bazı hükümleri anlatılıyor.
Okuyoruz:
43- Ey müminler sarhoşken ne
dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken -yolculuk hali dışında-
yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız.
Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da
kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir
toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir.
Burada İslâm sisteminin cahiliye bataklığından tutup çıkardığı müslüman
topluma yönelik zincirleme eğitim sürecinin bir halkası karşısındayız. İçki
cahiliye toplumunun köklü ve yaygın bir geleneği, aynı zamanda ayırd edici
bir sembolü idi. O zaten eski-yeni hemen hemen bütün cahiliye toplumlarının
ayırd edici bir simgesidir. Nitekim o cahiliyenin doruğuna tırmandığı
günlerde eski Roma toplumunun ve aynı şekilde eski Pers-İran toplumunun da
ayırd edici simgesi olmuştu. Bu kötü alışkanlık bugün de cahiliyenin
doruğunda dolaşan Avrupa ve Amerika toplumlarının ayırd edici simgesidir. Bu
durum klâsik cahiliye döneminden bile daha ilkel bir cahiliye dönemi yaşıyan
geri kalmış Afrika toplumlarında da aynen böyledir.
Modern cahiliye uygarlığının en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç'te
geçen yüzyılın ilk yarısında her ailede, gündelik bir içki seansı
düzenlenirdi. Kişi başına tüketilen içki miktarı ortalama olarak yirmi litre
dolaylarında idi. Bu durumun tehlikeli olduğunu ve alkolikliğin hızla
yayıldığını gören hükümet içki satışını azaltmaya, tüketimini frenlemeye
yöneldi ve bunun için herkese açık yerlerde içki içmeyi yasakladı. Fakat
birkaç yıl sonra bu sınırlamaların gevşetilmeye başladığı görüldü. Önce
yemek yeme şartı ile lokantalarda içki içilmesine izin verildi. Arkasından
belirli halka açık yerlerde gece yarısına kadar içki içmek serbest
bırakıldı. Gece yarısından sonra sadece bira içilebiliyordu. Şimdilerde ise
İsveç gençliği arasında alkoliklik katlanan bir hızla yayılmasını
sürdürüyor!
Amerika'ya gelince bir zamanlar hükümet bu kötü alışkanlığa son vermeye
girişti. Bu amaçla 1919 yılında alaycı bir ifade ile "Kurutma Kanunu" diye
adlandırılan bir kanun çıkarıldı. Çünkü bu kanun içki aracılığı ile
"ıslanmayı" yasaklıyordu! Kanun on dört yıl yürürlükte kaldı, fakat 1933
yılında hükümet bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
Bu süre içinde bütün basın ve yayın organları seferber edilerek müthiş bir
anti-alkolizm kampanyası yürütüldü. Bu uğurda birçok propaganda filmleri
çekildi, çok sayıda bilimsel konferans verildi. Yapılan hesaplara göre
devlet bu anti-alkolizm kampanyası için altmış milyon dolardan fazla para
harcadı. Sırf bu amaçla yayınlanan kitaplar ve broşürler onlarca milyon
sayfa tutuyordu. Devlet on dört yılda bu kanunu yürütebilmek için Mısır
parası ile iki yüz ellimilyon harcamak zorunda kaldı. Bu kampanya boyunca
üçyüz kişi idam edildi, beşyüz otuziki bin üçyüz otuzbeş kişi hapse atıldı.
Kesilen para cezalarının toplam Mısır parası ile onaltı milyona ulaştı.
Ayrıca bu kanuna göre el konan malların değeri yine Mısır para birimi ile
dörtyüz milyon tutuyordu. Peki sonunda ne oldu? Hükümet bunca çabadan sonra
geri adını atarak bu kanunu yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.
İslâmiyet'e gelince o cahiliye toplumunun bu derin yarasını Kur'an'ın birkaç
ayeti aracılığı ile köklü çözüme kavuşturdu.
İşte gerek psikolojik hastalıkları ve gerekse sosyal rahatsızlıkları tedavi
etme konusunda ilahi sistem ile eski-yeni bütün cahiliye sistemleri
arasındaki fark budur.
Alkollü içki tutkunluğunun cahiliye toplumunda ne derece yaygın bir hastalık
olduğunu kavrayabilmek için o dönemin gözde edebiyat türü olan şiire
başvurmamız gerekir. O dönemin şiirlerini okurken "alkollü içki"nin başta
gelen edebi malzemelerden ve en çok işlenen edebi temalardan biri olduğunu
görürüz. Tıpkı sosyal hayatın en temelli unsurlarından biri olduğu gibi.
Bu toplumda içki ticareti o kadar yaygındı ki, "ticaret" kelimesi içki
alış-verişi ile anlamdaş hale gelmiş, "ticaret" denince hemen akla içki
alım-satımı gelir olmuştu. Nitekim ünlü muallâka şairi Lebid şöyle diyor:
"Ben o içki meclisinin baş sohbetçisi oldum.
İçkiler flâmasının dikildiği ve pahallandığı nice yere ilk koşan ben oldum."
Şair Amr b. Kamia'nın şu beytinde de "ticaret" teriminin alkollü içki
anlamında kullanıldığını görüyoruz:
"Elbisemi ve içindekini (kendimi) sürüklüyordum hani
En yakın içki satış yerine doğru ve sarhoşluğu silkeliyordum."
İçkili toplantılara ilişkin tasvirler ve övgüler cahiliye şiirinde sık sık
karşılaşılan ve bu şiire damga basan temaların başında gelir. Meselâ ünlü
muallâka şairi İmri-il Kays şöyle diyor:
"Çocukluk çayı artık geride bıraktım. Fakat hayattan sadece şu dört şey ile
yoldaş olmayı bekliyorum.
Bunlardan biri içki arkadaşlarıma, "Haydi buluşalım" demektir. Yeşil bir
çimenlikte, dere başında geceleyin içki alemi yapalım
Bunlardan biri de üzerine ok atılan atları yüreklendirip şaha kaldırmaktır.
Korkudan güvenli bir kuytuluğa sığınmaya kalkışan atları.
Bir başka ünlü Muallâka şairi olan Tarafa b. Abd da şöyle diyor:
"Eğer soylu bir delikanlının hayatına anlam kazandıran şu üç şey olmasaydı
Dedemin ölüsünü öpeyim ki, son ziyaretçilerimin hayatımdan umut kesip ne
zaman yanımdan kalktıklarını hiç umursamazdım.
Bunlardan biri sabahleyin her sarhoştan önce davranarak içki içmektir.
Sürekli şekilde içki içerim, coşarım.
Hem kendi kazandığım ve hem de bana miras kalan her şeyi satar savururum.
Tüm kabilem beni bırakıp kaçıncaya,
Ve ölüme terk edilmiş sünepe deve gibi yalnız başıma kalıncaya kadar.
Yine ünlü bir cahiliye dönemi şairi olan A'şâ'nın bir şiiri şöyledir: "İyi
bilirsin ki, ben içki içerim
Hem evimde otururken ve hem de yolculuk sırasında
Çayırda o kadar o kadar geç vakte kadar içerim ki,
"Çayıra çöken gece karanlığı amma da uzadı" dedirtirim."
Bir başka tanınmış eski arap şairi de şunları söylüyor:
"İçki içerim
Küçük ve büyük kadehler ile Sarhoş olunca artık ben
Masallardaki konak ve sedir saraylarının sahibiyim Fakat ayılıverince, o
zaman ben
Sadece körpe kuzunun ve devenin sahibiyim" Cahiliye şiirinden bu tür
örnekler pek çoktur.
İslâm toplumunda içki yasaklamasının çeşitli aşamaları boyunca enteresan
olaylar yaşandı. Bu olayların tanınmış kahramanları vardır. Hz. Ömer, Hz.
Ali, Hz. Hamza, Hz. Abdurrahman b. Avf ve bunlar ayarında daha birçok ünlü
isim bu kahramanlar arasında yer alır. Gerek bu enteresan olayları ve
gerekse bu olayların ünlü kahramanlarını göz önüne getirince alkollü içki
tutkunluğunun cahiliye dönemi Arap toplumunda ne kadar yaygın bir hastalık
olduğunu, başkaca ayrıntılı bilgiye hacet kalmadan kavrarız.
Bir rivayete göre Hz. Ömer, nasıl müslüman olduğunu anlatan hatıraların bir
yerinde der ki; "Ben cahiliye döneminde müthiş bir ayyaştım. Öyle ki,
sürekli olarak `Falanca ayyaş ile buluşalım da birlikte içelim' diye
konuşurdum."
Hz. Ömer müslüman olduktan sonra da şu ayet ininceye kadar içki içmeye devam
etti:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de
büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine "Allah'ım, bize içki hakkında kesin ve
doyurucu bir açıklama yap" diye dua etti ve içki içmeye devam etti. Bir süre
sonra incelemekte olduğumuz ayet indi:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız."
Hz. Ömer, bu ayetin inişi üzerine de "Allah'ım, bize içki hakkında kesin ve
doyurucu bir açıklama yap" diye dua ederek yine içki içmeye devam etti. Ta
ki, şu kesin yasaklama ayetleri ininceye kadar:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan işi
iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek,
sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son
veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Süresi, 90-91)
Bu ayetlerin inişi üzerine Hz. Ömer "Son verdik, son verdik" dedi ve içkiyi
kesinlikle bıraktı.
"Ey müminler, sarhoşken namaza durmayız..." diye başlayan ayetin iniş
sebebine ilişkin iki rivayet vardır. Bu iki rivayetin zincirinde
muhacirlerden Hz. Ali ve Abdurrahman b. Avf ile Ensârdan Saad b. Muaz
vardır. Rivayetlerin anlattığı olaylar şöyle:
İbn-i Ebu Hatem'in Yunus b. Habib yolu ile Ebu Davud'a dayandırarak
bildirdiğine göre Musab b. Saad şöyle diyor: "Saad hakkında dört ayet indi.
Şöyle ki, bir defasında Ensardan biri yemek hazırladı, Ensardan ve
Muhacirlerden bazı arkadaşları çağırdı. Yedik, içtik, sonunda sarhoş olduk.
Arkasından övünmeye başladık. Bu arada arkadaşlardan biri devenin çene
kemiği ile Saad'ın burnunu yaraladı. Bu olaydan sonra Saad'ın burnu yaralı
kaldı. Bu olay içkinin yasaklanmasından önce olmuştu. Bunun üzerine "Ey
müminler, sarhoşken namaza durmayanız..." ayeti indi" (Bu hadis, Şubeden
rivayet edilmiş olarak ayrıntılı şekilde Müslim'de yer alır.)
İbn-i Ebu Hatem, Muhammed b. Ammar, Abdurrahman b. Abdullah Deştukî, Ebu
Cafer ve Ata b. Saib yolu ile Ebu Abdurrahman Es-Selemî'ye dayandırarak
bildirdiğine göre Hz. Ali şöyle diyor; "Bir defasında Abdurrahman b. Avf
yemek hazırladı ve bizi evine çağırdı. Bu arada bize içki de verdi. İçince
sarhoş olduk. Namaz vakti gelince bir arkadaşımızı imamlığa geçirdiler.
Arkadaşınız ne dediğini bilmediği için Kâfirûn suresini `Kul ya eyyuhel
kâfirun maa'budu ma ta'budûn ve nahnu na'budu mata'budûn' (Manası şudur; De
ki, Ey kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam. Biz ise sizin
taptıklarınıza taparız.) biçiminde okudu. Bunun üzerine `Ey müminler,
sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza durmayınız' ayeti indi.
Cahiliye toplumunda içki tutkunluğunun ne kadar yaygın bir hastalık olduğunu
kanıtlamak için daha çok rivayete, daha çok örneğe yer vermemize gerek yok.
Sözün kısası içki ve kumar bu toplumun geleneklerinde bariz ve içiçe girmiş
iki hastalık idi.
Peki, ilâhi sistem bu yaygın geleneğe karşı çıkmak için ne yaptı? Hiçbir
ciddî, sağlıklı, bilinçli ve dengeli toplumun bünyesinde yer vermeyeceği bu
hastalığa karşı İslâm ne yaptı? Bu sistem bir yandan birçok sosyal gelenekle
içiçe girmiş, bir yandan da birçok ekonomik çıkara malzeme olmuş bu köklü
alışkanlıkla nasıl mücadeleye girişmiştir?
İlahî sistem bütün bu problemleri aşama aşama inen birkaç ayet aracılığı ile
ve yumuşak ve soğukkanlı bir yaklaşımla çözüme kavuşturdu. Bu mücadeleyi
savaşsız, kurbansız olarak ve hiç bir kimsenin kamı akıtmaksızın kazandı.
Akan sadece şarap fıçı ve tulumları ile sarhoşların ağızlarındaki son içki
yudumları oldu. Çünkü az sonra anlatılacağı gibi adamlar içki yasağını ilân
eden ayeti işitince ağızlarındaki içki yudumlarını yutmamışlar ve dışa
tükürmüşlerdi.
İslâm'ın ne devlete ve ne de otoriteye sahip olmadığı sadece Kur'an'ın
otoritesine sahip olduğu Mekke döneminde bu sistemin içki ile ilgili
görüşünü çıtlatan bir ayet indi. İslâm'ın bu konuda ne düşündüğü bu ayetin
kelimeleri arasında çıkan bir işaretle sezilebiliyordu.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden içki ve temiz besin elde
edersiniz..." (Nahl Suresi, 67)
Bu ayette o zamanki Arapların hurma meyvalarından ve üzümden elde ettikleri
sarhoşluk verici içki, temiz besinlerin karşısına konuyor, böylece içki ile
temiz besinin ayrı nitelikte şeyler olduğu îma ediliyor. Bu ima körpe
müslümanın vicdanına hafifçe dokunan bir fiskeden ibaretti.
Oysa içki alışkanlığı -daha doğrusu içki geleneği- kişisel alışkanlık
boyutlarını aşan bir derinliğe sahipti. O ekonomik kökleri olan bir sosyal
gelenekti. Bu yüzden böylesine okşayıcı ve dolaylı bir fiskeden
etkilenmeyecek derecede köklü idi.
İslâm'ın devlete ve otoriteye sahip olduğu Medine'de de içkiyi devlet gücü
ile, kılıç zoru ile yasaklama yoluna başvurulmadı. İlk önce Kur'an otoritesi
' devreye kondu.
Böylece ilâhi sistem. kollarını sıvayarak işe koyuldu. Çalışma yöntemi
yumuşaklığa, zorlamasızlığa, insan psikolojisine ve toplumsal şartlara
ilişkin engin bilgiye dayanıyordu.
İlk önce müslümanların sorduğu sorulara cevap niteliği taşıyan bir ayetle
işe girişildi. Bu sorular içkiye ve kumara karşı müslümanların vicdanlarının
uyanmak üzere olduğunu simgeleyen ilk şafak ışıklarının müjdecisi idi.
Sözünü ettiğimiz ayet şudur:
"Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların ikisinde de
büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları
yararlarından büyüktür." (Bakara Suresi, 219)
Bu ilk sesleniş idi. Bu ses müslümana akla yakın ve sıcak geldi, ayrıca
İslâm hukukunun mantığı ile de bağdaşıyordu. çünkü her hangi bir şeyin
helâl, haram ya da mekruh olmasının dayanağı ve gerekçesi o şeyde günahın
mı, yoksa yararlılığın mı baskın olduğu sorusunun cevabı idi. Madem ki,
içkinin ve kumarın günahı, faydasından daha büyüktü, mesele yok, burası yol
ayrımı noktası oldu.
Fakat mesele bundan daha derindi. Nitekim bu yüzden Hz. Ömer -Evet, Hz.
Ömer!- "Allah'ım, bize içki konusunda kesin, doyurucu bir açıklama yap"
demişti. Sırf bu olay bile bu geleneğin Arap toplumu içinde ne kadar derin
köklere sahip olduğunu göstermeye yeterli idi.
Arkasından da az önce anlattığımız,olaylar meydana geldi ve bu olaylar
üzerine "Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza
yaklaşmayınız." ayeti indi.
Böylece ileri görüşlü ve yumuşak yüzlü metod fonksiyonunu yürütmeye başladı.
Bu ayetle atılan adım, günahı faydasından daha büyük olduğunu gerekçe
göstererek insanları içkiden nefret ettirmek ile şeytan işi bir iğrençlik
olduğu gerekçesine dayanarak onu kesinlikle yasaklamak arasında bir orta
aşama oluşturuyordu. Bu orta aşamanın fonksiyonunu "içki alışkanlığını
kırmak" ya da "alkolikliğin beline darbe vurmak" idi.
Sebebine gelince bu aşamada namaz vakitlerine yakın saatlerde içki içmek
yasaklanıyordu. Öte yandan namaz vakitleri gündüzün değişik saatlerine
dağılmıştı. Namaz vakitleri arasındaki zaman aralıkları içki tutkunlarını
tahmin edecek derecede içki içip de sonra "ne dediklerini fark edecek"
oranda ayılmalarına yetecek genişlikte değildi. Üstelik alkoliklerin
gelenekleştirdikleri belirli vakitli içki seansları vardı. Meselâ "sebuh"
sabahleyin içilen içki ve "gabûk" akşamleyin içilen içki demekti. Oysa şimdi
bu seanslar ya bir namaz vakti ile çakışıyor, ya da biraz sonrasında namaz
vakti giriyordu. Bu durumda müslümanın vicdanı namazı kılmak ile. içki içme
hazzını yaşamak arasında kalıyordu. Üstelik bu vicdan, namazı hayatının
temel direği olarak algılama bilincine ermişti.
Bununla birlikte Hz. Ömer -evet, Hz. Ömer gibi seçkin bir
müslüman!"Allah'ım, bize içki konusunda kesin ve doyurucu bir açıklama yap"
demişti.
Sonra zaman geçti, olaylar birbirini izledi ve kesin darbeyi indirmek için
sistemin öngördüğü uygun zaman geldi. Bunun üzerine Maide suresinde yer alan
yukarda okuduğumuz şu iki ayet indi. Bu ayetleri tekrar okuyalım:
"Ey müminler! İçki, kumar, anıt taşları ve fal okları şeytan-işi
iğrençliklerdir. Bunlardan uzak durunuz ki, kurtuluşa eresiniz."
"Şeytan, içki ve kumar yolu ile aranıza düşmanlık ve kin tohumları ekmek,
sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlara son
veriyorsunuz, değil mi?" (Maide Suresi, 90-91)
Müslümanlar bu emri işitir-işitmez gerçekten içkiyi bırakıverdiler; her
tarafta şarap fıçıları ve şarap testileri kırılarak içlerindeki içkiler
sokaklara döküldü. Hatta bu emri içki içerken işiten ve henüz ağzına aldığı
içki yudumunu yutmamış olan müslümanlar da ağızlarında bulunan bu içki
yudumlarını dışarıya tükürdüler. Kur'an-ı Kerim davayı kazanmıştı, ilâhi
sistem başarıya ulaşmış ve güç kullanmak gereğini duymaksızın otoritesini
kabul ettirmişti!
Fakat bu nasıl olmuştu? Tarihte başka hiç bir örneğine rastlanmayan, bütün
zamanların ve bütün ülkelerin yasal düzenlemelerinde, hukukî deneyimlerinde
ve devlet yönetimi uygulamalarında başka bir eşi bulunmayan bu mucize nasıl
gerçekleşmişti?
Bu mucize gerçekleşti. Çünkü ilahi sistem, insan psikolojisine kendine özgü
yöntemi ile yaklaştı. Bu psikolojiye Allah otoritesi, Allah korkusu ve Allah
gözetimi, bir an bile Allah'ın denetimi dışında,kalamayacağı gerçeği ile
karşı karşıya bıraktı. Onu birbirinden kopuk istek ve arzuları ile değil,
bir bütün olarak ele aldı. Kısacası insan fıtratını, bu fıtratın yaratıcısı
olan yüce Allah'ın reçetesi uyarınca tedavi etmeye koyuldu.
İnsan ruhunu öyle büyük idealler ile doldurdu ki, orada içki neşesi ile
sarhoşluk hayalleri ve sarhoşluğun beraberinde getirdiği kof övünme ve
böbürlenmeler ile doldurulacak bir boşluk bırakmadı.
Bu din, insan ruhunun boşluklarını büyük idealler ile doldurdu. Bu
ideallerden biri tümü ile insanlığı, şu şaşkın insanlığı cahiliyenin kupkuru
çölünden, bu çölün kavurucu sıcaklığından, çarpıcı karanlığından, onur
kırıcı tutsaklığından ve boğucu dar görüşlülüğünden çıkarıp İslâm'ın
büyüleyici bahçesine, bu bahçenin ılık meltemine, parlak aydınlığına, onurlu
özgürlüğüne ve dünya ile Ahireti kapsayan ufuk genişliğine kavuşturmaktır.
Yine bu sistem, insan ruhunun boşluğunu -en önemli ideali olan- iman ideali
ile; o ılık meltemli, gönül okşayıcı, iç doyurucu ve çekici duygunun coşkusu
ile doyurdu. Böylece insan ruhunun; içkinin yalancı neşesine, bu neşenin
asılsız, hayalleri içinde yüzmeye, kandırıcı rüyaları içinde sayıklamaya
artık ihtiyacı kalmadı. Çünkü o, imanın parlak kanatları ile yüce ruhlar
aleminin aydınlığına doğru uçuyordu artık. Yüce Allah'ın yakınında, nûrunun
ve yüceliğinin gölgesi altında yaşıyordu. Bu eşsiz yakınlığın tadına vardığı
için içkinin tadından ve neşesinden iğreniyor, onun sarhoşluğunu ve
coşturuculuğunu reddediyor, pisliğinden ve işin sonundaki burukluğundan
tiksiniyordu.
Bu ilâhi sistem, fıtratı cahiliye hayatının tortularından arındırdı, onun
kapısını başka bir anahtar ile açılamayacak olan kapısını -kendi şifreli
anahtarı ile açıp içine girdi; köşe-bucaklarında, giriş yollarında,
dehlizlerinde ve kuytuluklarında gezindi. Buralara aydınlık, canlılık,
arınmışlık, temizlik, uyanıklık, idealizm, iyiliğe ve büyük işlere koşma
gayreti ile yeryüzü halifeliği şevki aşıladı. Bu işi her şeyi bilen ve
herşeyden haberdar olan yüce Allah'ın fıtratın mayasına koyduğu kurallar
uyarınca, bunun yanısıra yüce Allah'ın buyruğu, şartları, kılavuzluğu ve
ışığı uyarınca yaptı.
Şimdi, içki tutkunluğu, kumar tutkunluğu, bunların yanısıra diğer birçok
alışkanlıkların tutkunluğu, sözde sportif oyunlar tutkunluğu, bu oyunlara
seyirci olma tutkunluğu, hız-yarış tutkunluğu, sinema tutkunluğu, "moda" ve
"çıplaklık" çılgınlığı, boğa güreşleri tutkusu; günümüz cahiliye
uygarlığının, endüstri çağı cahiliyesinin, bilinçsiz insan sürülerini
kendinden geçiren bir sürü hobilerini ve gülünç ihtiraslarını düşününüz.
Bütün bunlar günümüz insanının pençesinde kıvrandığı ruh boşluğunun
göstergeleridir. Bu ruhlar en başta imandan yana, ikinci derecede de insan
enerjisini yararlı biçimde kanalize edecek büyük ideallerden ve yüce
ülkülerden yana boşturlar. Bu durum, bu uygarlığın insan enerjilerini normal
yollardan tatmin edemediğinin, bu konuda iflasa uğradığının somut ve açık
ifadesinden başka bir anlama gelmez. İşte insanları içkiye ve kumara
sürükleyen, onları az önce saydığımız deliliklerin ve çılgınlıkların
pençesine düşüren temel faktör; bu ruh boşluğu ve bu fıtri enerjileri doyuma
kavuşturma alanındaki uygarlık iflâsıdır. Ayrıca zamanımızın insanlarını
bildiğimiz, somut "deliliğin" çeşitli psikolojik ve sinirsel hastalıkların
ve anormalliklerin kucağına atan sebep de yine bu boşluk ve bu iflâstır.
İslâm sisteminde bu eşsiz içkiyi bıraktırma mucizesini gerçekleştiren
faktör, ilgili ayetlerin kelimeleri değildir. Bu mucizeyi gerçekleştiren
faktör; bu kelimelerin belirdiği, ilkeleştirdiği sistemdir. "İnsan işi" olan
değil, "insanların Rabbinin işi" olan sistem. İşte, bu sistem ile insanların
benimsedikleri ve fazla işe yaramadığı tecrübelerle kanıtlanmış olan bütün
kul sistemleri arasındaki köklü fark bu noktada yatar.
Mesele sadece söz söylemek değildir. Sözler çoktur. Herhangi bir filozof,
herhangi bir şair, herhangi bir düşünür, herhangi bir devlet adamı sistem,
akım ve felsefe ekolü görünümü veren parlak ve tutarlı bir takım yazılar
yazabilir veya sözler söyleyebilir. Fakat insanların vicdanları bu sözleri
veya yazıları otoriteden yoksun sesler ya da yazılar olarak
algılayacaklardır. Çünkü bu yazılar ve sözlere ilişkin olarak "yüce Allah
hiçbir güç, hiçbir destek indirmiş değildir." (Yusuf Suresi, 40) Çünkü
kelimelere güç veren, ve otorite kazandıran faktör bunların kaynağıdır.
Üstelik insan kaynaklı sistemler, bu niteliklerinin kaçınılmaz gereği olarak
yapılarında birçok yetersizlikler, şahsî ihtiraslar, bilgi eksiklikleri ve
noksanlıklar taşırlar.
Acaba herşeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yaratıcının sistemini bir
yana bırakarak insanlar için hayat düzeni ortaya koymaya kalkışanlar,
hikmetli ve geniş görüşlü yaratıcının koyduğu kanunları bir yana bırakarak
insanlar için başka yasalar koymaya yeltenenler, toplumlara yaratıcı ve
tasarlayıcı Rabbimizin ilkelerinden başka ilkeler empoze etmeye kalkışanlar
acaba bu yalın, bu çıplak gerçeği ne zaman kavrayacaklar?
Evet, acaba bu adamlar bu kendini beğenmişlik kompleksinden ne zaman
kurtulacaklar ve bu saçma ukalâlığa ne zaman son verecekler?
Bu ara açıklamayı burada noktalayarak yeniden ayetin incelemesine dönelim:
"Ey müminler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar ve de cünüpken
-yolculuk hali dışında- yıkanmadıkça namaza yaklaşmayınız."
Bu 'ayet, müslümanlara sarhoşken -ne dediklerinin farkında oluncaya kadar-
namaza durmayı yasakladığı gibi cünüpken de -yolculuk durumu dışında-
yıkanmadıkça namaz kılmayı yasaklıyor.
Yalnız bu ayette yer alan "Yolculuk" ve "Namaza yaklaşma" deyimlerinin ne
anlama geldikleri tartışmalıdır.
Bir görüşe göre ayetin anlatmak istediği şudur: Cünüp olan kimse
yıkanmadıkça camiye ne yaklaşabilir ve ne de içine girip .durabilir. Yalnız
eğer yolu caminin, mescidin ïçinden geçiyorsa bu durumda camiye, mescide
girip çıkmasının sakıncası yoktur. Sebebine gelince Peygamberimizin
zamanında bazı sahabilerin oturdukları odaların kapıları mescide açılıyor ve
evlerine gidiş-dönüş yolları mescidden geçiyordu. İşte bu ayette bu
kimselere cünüpken mescidden geçiş izni verilmiş oluyordu. Yalnız
yıkanmadıkça mescidde kalamayacaklar ve tabiî olarak namaz kılamayacaklardı.
Başka bir görüşe göre ise buradaki "Namaza yaklaşmak" deyimi namaza durmak,
namaz kılmak anlamındadır. Böyle olunca bu ayet, yolcu olmayan bir cünübün
namaz kılmasını yasaklıyor. Cünüp kimsenin yıkanmadıkça camiye ya da mescide
girip namaz kılabilmesi için teyemmüm etmesi gerekir. Bu durumda teyemmüm,
yıkanmanın, boy abdesti almanın yerine geçmiş olur. Tıpkı abdest almanın
yerine geçtiği gibi.
Birinci görüş daha haklı ve daha mantıklı gibi görünüyor. Çünkü ikinci
varsayım, yani yolculuk durumu aynı ayetin daha sonraki cümlelerinde
anlatılıyor. Bu yüzden eğer ayetin başlangıcındaki bu "Yolculuğu" normal
yolculuk anlamına alırsak o zaman aynı ayette bir hüküm iki defa
tekrarlanmış olur ki, bunun hiçbir zorunlu gerekçesi yoktur. Şimdi de ayetin
devamını okuyoruz:
"Eğer hasta ya da yolcu iseniz veya içinizden biri helâdan gelmiş ise ya da
kadınlara dokunmuşsanız da bu durumlarda su bulamamışsanız temiz bir
toprakla teyemmüm ediniz, temiz toprağı yüzünüze ve ellerinize sürünüz.
Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu ayet hem cünüp olup yıkanması, boy abdesti alması gereken yolcunun
durumunu ve hem de abdestini bozup abdest alma zorunluluğu ile karşı karşıya
kalan yolcunun durumunu kapsamına alır.
Ayet bu yolcunun durumu ile cünüp olan ya da abdestsiz olan hastanın
durumunu, yanısıra helâdan gelen (Ayet-i Kerimede hela Gait şeklinde ifade
edilmektedir. Gaitten maksat o dönemde insanların tuvalet ihtiyaçlarını
gidermek için kazdıkları çukura denir. Ayette kazılan çukura def-i hacette
bulunmanın zikredilmesi yerine "O çukurdan gelme" ifadesi kullanılmıştır.
ilahi kelama layık bir üslubtur.) yani abdest bozup abdest alması gereken
kimsenin durumunu ve bunlara ek olarak "kadınlara dokunanlar"ın durumunu
aynı sayıyor, bir görüyor. Yalnız ayette önemli bir incelik var. "Helâ"
insanların abdest bozdukları çukur yerler demektir. Buradan abdest bozma
eylemi "helâ"dan gelme biçiminde son derece nazik ve dolaylı bir dille ifade
ediliyor.
"Kadınlara dokunma" deyimi hakkında da değişik görüşler, farklı yorumlar
vardır. Şöyle ki:
Bir görüşe göre bu deyim "Cinsel ilişki işi"ni anlatmak isteyen dolaylı bir
ifadedir. O zaman bu eylem, tabii ki, yıkanmayı, boy abdesti almayı
gerektirir.
Başka bir görüşe göre bu deyim gerçekten bildiğimiz dokunma, yani erkek
vücudunun herhangi bir organının, kadın vücudunun herhangi bir yerine
değmesi anlamına gelir. Bu durum bazı fıkıh mezheplerine göre abdest almayı
gerektirir, bazı mezheplere göre böyle bir gereklilik doğurmaz. Bu mesele
ile ilgili ayrıntılı tartışmalar fıkıh kitaplarında bulunabilir. Biz bu
tartışmaları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
a- Erkek ile kadının birbirine dokunmaları kesinlikle abdest tazelemeyi
gerektirir.
b- Eğer dokunan ve dokunulan taraflar bu dokunma eylemi yüzünden
nefislerinde bir uyanma hissetmişler ise o zaman bu dokunma eylemi abdest
yenilemeyi gerektirir.
c- Eğer dokunan taraf kendi iç algısı ile bu dokunuşun nefsini uyandırdığını
hissederse bu dokunuşundan dolayı abdest yenilemesi gerekir.
d- Kadına dokunmak kesinlikle abdest yenilemeyi gerektirmez. Erkeğin
karısına sarılması, öpmesi de böyledir, yani abdesti bozmaz.
Ayrıntılı meselelere ilişkin bütün benzeri fıkıh tartışmalarında görüldüğü
gibi bu meselenin bütün farklı görüşleri de Peygamberimizin (salât ve selâm
üzerine olsun) tercihlerini destekleyen sözlerine ve davranışlarına
dayandırmaktadırlar.
Bizim kişisel tercihimize göre ayetteki "Ya da kadınlara dokunmuşsanız"
ifadesi kinaye yolu ile yıkanmayı gerektiren eylem (cinsel ilişki) anlamına
gelir. Böyle olunca bu eylemden dolayı abdest alınması gerektiğini ya da
gerekmediği ileri süren bütün tartışmalı görüşleri burada zikretmeyi bizim
açımızdan gereksiz buluyoruz.
Bütün bu durumlarda ister yıkanmak ve ister abdest almak gerekmiş olsun,
eğer su bulunmaz ise ya da su bulunur da kullanılması zararlı olursa yahut
yıkanmayı ve abdest alması gereken kimsenin su kullanacak gücü yoksa
teyemmüm etmek, yıkanmanın ve abdest almanın yerine geçer. Okuduğumuz ayette
teyemmümden şöyle söz ediliyor:
"...Temiz bir toprakla teyemmüm ediniz."
Yani pak, temiz bir toprağa başvurunuz. Ayette kullanılan "saîd" kelimesi
toprak, taş, duvar gibi yer cinsinden olan her şey anlamına gelir. Söz
konusu toprak, havada uçuşup binek hayvanının sırtına ya da yatak döşeği
üzerine konan tozlardan oluşmuş olabilir. Yeter ki, bu tozlar üzerlerine
inecek el darbeleri arkasından havada uçuşabilsinler.
Teyemmüm almak için ya avuç içleri ile topraklı yüzeye bir kere vurulduktan
sonra avuçlar silkelenerek önce yüz ve arkasından dirseklere kadar kollar
ovulur, ya da avuç içleri ile toprağa iki kez vurulur ve birinci darbeden
sonra yüz, ikinci darbeden sonra da dirsekler ovulur. Bu meseleye ilişkin
ayrıntılı fıkıh tartışmalarının sebeplerini, dayanaklarını burada
hatırlatmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu din, kolay uygulanabilir bir
sistem getiriyor ve teyemmüm hükmünün ortaya konması, bu kolaylığı açıkça
ortaya koyan kanıtlardan biridir. Ayetin sonuç cümlesini okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, affedicidir."
Bu sonuç cümlesi bize söz konusu kolaylığın, yetersizlikleri anlayışla
karşılamanın kusurları hoş görmenin ve hataları bağışlamanın sıcak mesajını
vermektedir.
TEYEMMÜMÜN HİKMETİ
Bu ayetin açıklamasını ve bu dersi noktalamadan önce bu kısa ayetin içerdiği
bir inceliğe değinmek istiyoruz. Ünce teyemmümün hikmeti üzèrinde duralım,
daha doğrusu bu ibadetin yüce Allah'ın kavramamızı lütfettiği bazı
hikmetlerini hatırlatmaya çalışalım.
Şunu hemen belirtelim ki, İslâm'ın yasal düzenlemelerinin ve ibadetlerinin
hikmetlerini araştıranlar bazan şöyle bir sakat yola başvururlar.
İnceledikleri yasal düzenlemenin ya da ibadetin bütün hikmetlerini teker
teker arayıp buldukları ve ortada buldukları hikmetler dışında başka hikmet
kalmadığı izlenimini uyandıran kesin bir dil kullanırlar. Eğer elimizde
hikmetleri sınırlayan bizzat İslâm kaynaklı bir delilimiz yoksa Kur'an'ın
nasslarına ve yasal hükümlerine böyle bir metodla yaklaşmamız son derece
sakat bir tutumdur. Bunun yerine her zaman şöyle dememiz doğru olur: "Bu
nass ya da bu hüküm hakkında bizim bulabildiğimiz, fark edebildiğimiz hikmet
ya da hikmetler bu kadardır. Bu nassın ya da bu hükmün söylediğimiz dışında
tarafımızdan fark edilemeyen ve algılanamayan başka sırları, başka
hikmetleri olabilir". Böyle demekle ilâhi hükümler karşısında insan aklını
karşıt kutuplaşmaların aşırılıklarına düşmeden, layık olduğu gerçek yerine
koymuş oluruz.
Bu hatırlatmayı yapmamın sebebi şudur: Aralarında iyi niyetlilerin de
bulunduğu bazı kimseler İslâmiyet'in nasslarını ve hükümlerini insanlara
aktarırken yanlarında pratik insan deneyimlerinden veya "Modern bilim"in
buluşlarından derlenen belirli hikmetlerini sunmaya meraklıdırlar. Bu iyi
bir tutumdur. Fakat bir yere kadar, aşılmaması gereken bir sınıra kadar. Bu
sınır az önce değindiğimiz çizginin ötesine geçmemelidir.
Meselâ çoğu yorumlarda namazdan önce alınan abdestin hikmetinin temizlik
olduğu söylene gelmiştir.
Abdestin böyle bir amacı içerdiği söylenebilir. Fakat eğer onun tek amacının
bu olduğunu, bundan başka hiçbir amaç taşımadığını söylersek işte bu son
derece sakat, aynı zamanda güvenilmez bir yaklaşım tarzı olur.
Sebebine gelince gün olmuş, bazı sivri akıllı İslâm düşmanları şöyle demeye
başlamışlardır; "Böyle ilkel bir yola başvurmaya artık ihtiyacımız kalmadı.
Çünkü şimdi temizlik diye bir problemimiz yok. İnsanlar temizliği
zamanımızda gündelik hayatlarının proğramlı bir parçası haline
getirmişlerdir. Madem ki, abdestin hikmeti temizlenmektir, buna göre artık
namazdan önce abdest almanın hiçbir gerekçesi kalmamıştır. Hatta artık namaz
kılmanın bile bir gereği kalmadı!"
"Namazın hikmeti" konusunda da çoğu kere değişik yorumlarla karşılaşırız.
Kimi zaman, namazın gerekçesinin vücudun tümünü çalıştıran jimnastik
hareketleri yaptırmak olduğu ileri sürülür. Kimilerine göre ise namazın
hikmeti müslümanı disipline alıştırmaktır. Önce vakitleri gözetme disiplini,
ikinci olarak belirli hareketleri yapma disiplini, üçüncü olarak da düzgün
saflar oluşturma ve imama uyma disiplini. Kimilerine göre de namazın hikmeti
dua ve Kur'an okuma yolu ile yüce Allah (celle celaluhu) ile ilişki
kurmaktır. Namazın bu ya da şu amacı içerdiği söylenebilir. Fakat "Namazın
amacı sadece bu ya da sadece şudur, ya da bu söylenenlerdir" diye kestirip
atmak, bu konudaki sağlıklı metodunu ve güvenlik çizgisini aşmak olur.
Nitekim öyle zamanlar geldi ki, bazı sapıkların şöyle amaçlar ileri
sürdüklerini gördük; "Artık namazın içerdiği jimnastik hareketlerini
yapmamıza gerek kalmadı. Çünkü günümüzde bir bilim dalı haline gelen spor
faaliyetleri çeşitli bölümlerindeki çalışmaları ile bu organik ihtiyacı
fazlası ile karşılamaktadırlar."
Başka baza sapıklar da şöyle diyor; "İnsanlarda disiplin alışkanlığı meydana
getirmek için artık namaz kılmamıza gerek yok. Çünkü en büyük disiplin ocağı
olan askerlik eğitimi, bu ihtiyacı yeterince karşılamaktadır."
Diğer bazı sapıklar da şöyle saçmalıklar gevelemeye koyulmuşlardır "Namazın
şeklini belirlemeye, bu ibadeti kesin kalıpların çerçevesine oturtmaya gerek
yoktur. Çünkü Allah ile ilişki kurmak herhangi bir tenha köşedeki fısıltılı
yakarışlar yolu ile gerçekleşebilir. Bunun için bedenin belirli hareketler
yapması gereksiz ve hatta yersizdir. Çünkü bu beden hareketleri, ruhi
girişimleri ve psikolojik akrobasileri frenler."
İşte eğer bu sakat yolu izleyerek İslâm'ın her ibadetinin, her yasal
düzenlemesinin hikmetini "belirleme"ye kalkışırsak bu ibadetlere ve yasalara
ya "insan akli" ya da "Modern bilim verileri" uyarınca birtakım gerçekler
yakıştırıp da arkasından "Bu ibadetlerin, bu hükümlerin hikmetleri bunlardan
ibarettir" diye kestirip atarsak yüce Allah'ın nassları ve hükümleri
karşısında takınmak zorunda olduğumuz sağlıklı ve tutarlı tutumun uzağına
düşmüş oluruz. Bunun yanısıra bu alandaki "Güvenlik çizgisi"ni de aşmış,
düşmanca yorumlara kapı açmış oluruz. Üstelik böyle bir gerekçe yakıştırma
metodu, özellikle modern bilimin verilerine bağlandığı takdirde her zaman
köklü yanılgılara düşme ihtimali ile karşı karşıyadır. Çünkü modern bilimin
verileri değişmez kesinlikler değildir. Tersine bu veriler hergün sürekli
düzeltmelere ve değiştirmelere açık bir nitelik taşırlar.
Nitekim incelemekte olduğumuz konuya bu açıdan bakınca abdestin ve tüm
vücudu yıkamanın hikmetinin "sadece" temizlik olmadığı açıkça görülür. Çünkü
bu ibadetlerin yerini tutan teyemmüm ibadeti, söz konusu temizlenme
hikmetini gerçekleştirmiyor. Buna göre abdestin ve yıkanmanın, teyemmüm yolu
ile de gerçekleşen başka bir hikmeti daha olmalıdır.
Şimdi biz az önce değindiğimiz hataya kendimiz düşerek kesin konuşacak veya
sözü kestirip atacak değiliz. Bunun yerine ihtiyatlı bir dille şöyle
diyoruz: Belki de abdestin ve yıkanmanın bir diğer hikmeti normal gündelik
meşguliyetler ile yüce Allah'ın huzuruna çıkma girişimi arasına herhangi bir
uyarıcı eylem koyarak yüce Allah ile buluşmaya psikolojik bir hazırlık
yapmaktır. Eğer bu düşüncemiz yerinde ise o zaman teyemmüm, söylediğimiz
açıdan, yıkanmanın ya da abdest almanın yerini tutabilir.
Bunun ötesi insan ruhunun giriş yollarını, girintili=çıkıntılı
Lâbirentlerini herkesten iyi bilen yüce Allah'ın kapsamlı ve engel tanımaz
bilgisine kalmıştır. Geride kalan bir başka mesele de şudur: Biz kullar ulu,
yüce ve her türlü ölçüler-üstü büyük olan Allah karşısında takınmak zorunda
olduğumuz edebin kurallarını iyi öğrenmeliyiz.
Bu ayette dikkatimizi çeken bir başka nokta da şudur: Bu ilâhi sistem, her
türlü özür, her türlü engel karşısında direnilerek namazın mutlaka
kılınmasını özendiriyor. Bu yoldaki engelleri etkisiz hale getiriyor. Bu
amaçla getirdiği bariz kolaylıklardan biri, teyemmümü, abdestin ya da
yıkanmanın veya her ikisinin yerine koymaktır. Müslüman bu kolaylığa su
bulamadığı ya da su kullanmaktan zarar görebileceği veya varolan az
miktardaki suyu hayatın zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmak
zorunda olduğu durumlarda ve bunların yanısıra bazı görüşlere göre su
bulunsa bile yolculuk sırasında başvurabilir.
Ayrıca tehlikeli anlarda ve savaş alanlarında kılınacak namazlarda da birçok
kolaylıklar tanınmıştır. Bütün bunlar açıkça şunu gösterir: Bu ilâhi sistem
namaz kılmaya olağanüstü derecede önem veriyor, şartlar ne olursa olsun
namaz kılmamaya açık kapı bırakmaya kesinlikle yanaşmıyor. Hiçbir mazeret
namazı bırakmaya gerekçe sayılmıyor. Bu titizlik hastalık durumunda da
açıkça görülür. Hastaların oturarak, yatarak, sayıklarken namaz kılmaları,
vücudlarını ya da bazı organlarını kımıldatamayacak derecede ağır durumda
iseler göz kapaklarının hareketleri aracılığı ile namaz kılabiliyorlar.
Çünkü namaz kul ile yüce Allah arasında kurulan bir ilişkidir. Yüce Allah,
kulun bu ilişkiyi kesmesine razı olmuyor. Çünkü bu ilişkinin ve bu bağın kul
için ne oranda gerekli olduğunu biliyor. Yoksa yüce Allah'ın ne insanlara ve
ne de diğer varlıklara ihtiyacı yoktur. Ayrıca kulun namazı O'na hiçbir şey
kazandırmaz. Namazın kazancı onu kılan kullara dönüktür. Namaz onları
kötülüklerden uzak tutar. Namazla yüce Allah ile gerçekleştirdikleri
bağlantı sayesinde ve yükümlülüklerini yerine getirmede Allah'tan yardım
görme kolaylığı, kalplerinde huzur, gönüllerinde dirlik ve varlıklarında bir
şevk tazeliği hissederler. Fıtratlarının isteklerine uygun bir yolla, yüce
Allah'ın himayesi altında, yakınında ve gözetiminde oldukları bilincini
kazanırlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah onların bu fıtrî ihtiyacını, bu fıtrata
neyin yararlı olacağını ve onu neyin islâh edeceğini bilir. Çünkü
yarattıklarını herkesten iyi bilen, bilgisi önünde hiçbir engel bulunmayan
ve herşeyin içyüzünden haberdar olandır.
Son olarak bu ayette geçen bazı nazik, bazı ince ifadelere dikkatleri çekmek
istiyoruz: Ayette helâda abdest bozma eyleminden söz edilirken "İçinizden
biri helâdan gelmiş ise..." deniyor, bunun yerine "şöyle şöyle yapınca"
denmiyor, hatta abdest bozma eylemi, bu eylemin yapıldığı yerden dönme
ifadesiyle dolaylı biçimde dile getiriliyor. Üstelik abdest bozma eylemi
ikinci şahıslara (muhataplara) dayandırılarak "Eğer helâdan gelmişseniz..."
de denmiyor, bunun yerine eylem üçüncü şahıslara (gaiplere) dayandırılarak
"İçinizden biri helâdan gelmişse." buyuruluyor. Böylece son derece nazik bir
seslenme üslubu son derece ince imalı ifade tarzı kullanıyor, bu incelikli
ve edepli üslubun insanlara; aralarındaki konuşmaları sırasında örnek olması
isteniyor.
Tıpkı bunun gibi, aynı ayette, bildiğimiz kadın-erkek ilişkisinden
sözedilirken "Ya da kadınlara dokunmuşsanız..." ifadesi kullanılıyor. Bu
ifade son derece ince, muhteşem ve yüksek düzeyli bir ifadedir. "Dokunmak"
deyimi hem bu eylemin ön girişimlerini ve hem de eylemin kendisini
anlatabilir. Bu anlamlardan hangisi kasdedilmiş olursa olsun, bu anlatım
tarzı yüce Allah'ın insanlara gösterdiği bir edep örneğidir. İnsanlar bu tür
mahrem eylemleri açık açık anlatmak zorunda olmadıkları durumlarda bu tür
dolaylı anlatım biçimleri kullanmalıdırlar.
Bu açıdan dikkatimizi çeken bir başka ifade şekli de şudur: Teyemmümün nasıl
alınacağı anlatılırken topraktan "Pâk toprak" diye sözediliyor. Böylece her
temiz şeyin pak ve her pis şeyin iğrenç olduğu anlatılıyor ki, bu ifade
tarzı gönülleri etkileyen, nazik bir mesaj veriyor insana.
Ey ruhların yaratıcısı ve ey bu ruhların içyüzlerinin herkesten iyi
bilicisi, sen ne kadar yücesin!
BİTMEYEN SAVAŞ
Bu sûrenin biraz ilerde okuyacağımız ayetler grubu, bir bütün olarak,
müslümanları savaşa çağırıyor. Kur'an-ı Kerim'in başta yahudiler olmak üzere
müslüman cemaatı kuşatmış olan cahiliye toplumunun bütününe karşı,
müslümanlar eli ile girişmiş olduğu bir savaştır bu. Biz bu savaşın
çatışmalarını ve alanlarını daha önce Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde de
görmüştük. Savaş yine o savaş olduğu gibi düşman kamplar aynı kamplardır. Bu
düşman kamplardan da gerek Bakara ve Al-i İmran surelerinin girişlerinde ve
gerekse bu sûrenin girişinde sözetmiştik.
Evet, az ilerde okuyacağımız ayetler grubu müslüman cemaat eli ile
müslümanları kuşatan düşman kamplara karşı bir dışa dönük savaş
başlatıyorlar. Fakat aslında bu ayetler savaşın başlangıç çizgisini
oluşturmaz. Sebebini şöyle açıklayalım: bilindiği gibi bu sûrenin şimdiye
kadar incelediğimiz ayetlerinde İslâm'ın hukukî, ekonomik, ailevî ve ahlâkî
düzenlerine ilişkin birçok hüküm ile karşılaştık. Bu ilâhi sistemin cahiliye
bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunda hâlâ varlığını sürdüren
birçok cahiliye artığının silinmesi girişimlerine tanık olduk; İslâm'ın yeni
ilkelerinin toplumda kökleşip egemen olmasına ilişkin yoğun çabaları
izledik.
İşte bütün bu çabalar, İslâm toplumunun genel olarak Arap yarımadasındaki ve
özellikle Medine'deki düşmanlarına karşı vereceği dışa dönük savaştan uzak
ve kopuk faaliyetler değildir. Tersine sözkonusu içe dönük faaliyetler bu
savaşı karşılamaya yönelik birer .hazırlık ve birer ön eğitim niteliği
taşır. Başka bir deyimle bu içe dönük düzenlemeler bir kuruluş, bir
yapılanma, bu genç toplumu İslâm sistemi uyarınca yeniden yapılandırma
çalışmalarıdır. Ancak bu yeni yapılanma sayesinde bu genç toplum, çevresini
saran düşmanlara karşı koyabilir, onlara üstün gelebilirdi.
Bu yüzden, Bakara ve Al-i İmran sûrelerinde gördüğümüz gibi, öncelikle bu
toplumun iç yapılanmasına önem veriliyor. Toplumun inanç sistemi,
düşünceleri, ahlâkı, duyguları, hukuk sistemi ve kurumları yeni bir
yapılanmaya kavuşturuluyor. Bu yeniden yapılanma süreci ile içiçe olarak
müslüman topluma düşmanlarının içyüzü ve mücadele yöntemleri konusunda
gerekli bilgiler verilerek düşmanlarının oyunları ve tuzakları konusunda
uyarılıyorlar. Böylece müslümanlar kalpleri güvenle dolu, gözleri açık,
iradeleri yoğunlaşmış-bilenmiş, önlerindeki savaşın niteliği ve
kärşılarındaki düşmanın mahiyeti hususunda bilgi edinmiş olarak dışa dönük
savaşa yöneltiliyorlar. Bu durumun bu sûrede de tıpatıp aynı olduğunu
görüyoruz.
Bütün bu örneklerde Kur'an-ı Kerim, her cephede müslüman cemaatin yanında
savaşa girer. Meselâ müslümanların vicdanlarında ve duygularında savaşa
girer. Bu savaş sonucunda bu vicdanlarda yeni bir inanç sisteminin yapısını
kurar, yeni bir Allah kavramını yerleştirir, evrene ve varlık alemine
ilişkin yeni bir bakış açısı geliştirir, yeni ölçüler ve yeni değer
yargıları oluşturur. Vicdanın orijinal fıtratını cahiliye kültürünün
yozlaştırmalarından, kirlerinden, paslarından arındırır. Böylece vicdanlarda
ve toplumlarda halâ etkili olan cahiliye değerlerini siler, bunların yerine
İslâm'ın ışıklı ve alımlı değerlerini ve kurumlarını oluşturup yerleştirir.
Bunun arkasından bu toplumu iç ve dış düşmanlarına karşı; yani münafıklara,
yahudilere ve puta tapanlara karşı savaşa yöneltir. Yine Kur'an'ın
rehberliği altında savaşa giren bu toplum inanç sisteminin, ahlâkının,
sosyal ve hukukî sisteminin, kısacası iç yapısının sağlamlığı yüzünden artık
düşmanları ile karşılaşmaya ve onlara karşı üstünlük kurmaya tam anlamı ile
hazırlıklı durumdadır.
İslâm toplumunun çevresini kuşatan cahiliye toplumlarına -ki bunların
arasında Medine'nin kalbinde yerleşmiş bulunan yahudi toplumu da vardı karşı
sağladığı üstünlük, Kur'an'ın biçimlendirdiği ilâhi sistem sayesinde
gerçekleşen ruhî, ahlâkî, sosyal ve hukukî üstünlüğünden kaynaklanıyordu;
yoksa askerî, ekonomik ve maddi üstünlüğünden ileri gelmiyordu.
Hatta hiçbir zaman bu dönemde Müslümanların askeri, ekonomik ve maddi
üstünlükleri söz konusu olmamıştı. Çünkü İslâm'ın düşmanları her zaman
sayıca daha çok, daha güçlü, daha zengin ve genel anlamda maddi imkânlar
bakımından daha avantajlı durumda olmuşlardı: Bu gerek Arap yarımadasındaki
savaşlar sırasında ve gerekse daha sonra yarımada dışında gerçekleşen büyük
fetihler sırasında böyle idi. İslâm toplumunun gerçek üstünlüğü öncelikle bu
ruhi, ahlâkî, sosyal yapılanmasından ve bununla bağlantılı olarak eşsiz
İslâm sisteminin ürünü olan siyasi ve idarî mekanizmasından kaynaklanıyordu.
İşte İslâm öncelikle ruhî, sosyal, ahlâkî yapılanmasının ve bununla
bağlantılı siyasî ve idarî yapısının cahiliye toplumları karşısında
sağladığı ezici üstünlük sayesinde düşmanlarını dize getirebildi. Onları ilk
aşamada Arap yarımadasında dize getirdi. İkinci aşamada ise çevresinde
öteden beri egemen olan iki uygar imparatorluğun, yani eski Pers-İran
İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğunun kişiliklerinde cahiliye toplumunu
dize getirdi. Daha sonra da yeryüzünün çeşitli yörelerinde egemen olan
birçok cahiliye toplumu İslâm'ın bu ezici üstünlüğü önünde dize gelmek
zorunda kaldı. Bu sağlam içyapısı sayesinde İslâm, orduları ve' kılıçları
ile olduğu gibi Mushaf'ı ve ezanı ile de cahiliyeye, önünde diz çöktürmeyi
başarıyordu!
Eğer bu ezici üstünlük olmasaydı insanlık tarihinde başka bir benzeri
görülmemiş olan o olağanüstü başarılar elde edilemez, o eşsiz harikalar
meydana gelemezdi. Bu olağanüstü harikalar eski dönemlerdeki Moğol
istilaları ve yakın zamanlardaki Hitler operasyonları gibi tarihte nam
salmış askeri harekatlarda bile görülmez. Çünkü İslâm'ın zaferleri sadece
askeri zaferler değildi; aynı zamanda birer inanç, kültür ve uygarlık zaferi
olmuşlardı. Bu zaferlerde yenilgiye uğrayan halkların inançlarını,
dillerini, adetlerini ve geleneklerini zor kullanmadan silip süpüren, ezici
bir üstünlük görülür. Bu görüntünün eski-yeni hiç bir başka askeri zaferde
kesinlikle eşi ve benzeri yoktur.
Bu üstünlük dört dörtlük bir "insanî" ilkelerde kendini gösteren tartışmasız
bir üstünlük. Bu üstünlük insan için bir "Yeniden doğuş" göstergesi idi;
yeryüzünün o güne kadar tanımış olduğu insan tipi dışında yepyeni bir insan
tipinin doğuşunu müjdeliyordu. Bundan dolayı bu akıncı hareketi, ele
geçirdiği ülkelere kendi rengini verdi, alınlarına kendine özgü damgasını
vurdu. Yine bundan dolayı bu akıncı hareket bazı yörelerdeki binlerce yıllık
egemenlik geçmişi olan uygarlıkların kalıntıları üzerinden silindir gibi
geçti. Mısır'daki Firavunlar uygarlığı, Irak'taki Babil ve Asur
uygarlıkları, Suriye'deki Fenike ve Süryanî uygarlıkları gibi. Çünkü İslâm
uygarlığının bu eski uygarlıklara göre insan fıtratındaki kökleri daha
derin, insan psikolojisi üzerindeki egemenlik alanı daha geniş, insanlığın
hayatındaki dayanakları daha sağlam ve bu hayata ilişkin bakış açısı daha
geniş kapsamlı idi.
Bu akıncı hareketin önünde diz çöken ülkelerdeki "İslâm dili"nin yerleşmesi
ve üstünlüğü, şaşırtıcı bir olgudur. Bu şaşırtıcı olgu, henüz gerektirdiği
düzeyde incelenmemiş, araştırılmamış ve değerlendirilmemiştir. Bana göre bu
üstünlük inanç üstünlüğünden, inanç egemenliğinden daha şaşırtıcı bir
gelişmedir. Çünkü dil, insan yapısının o kadar köklü ve insan toplumunun o
kadar karmaşık bir kurumudur ki, onda meydana gelen bu sarsıcı değişmeyi tam
anlamı ile bir mucize saymak gerekir. Bu inanılmaz başarı "Arap dili"ne mal
edilemez. Mesele "Arap dili" meselesi değildir. Çünkü Arap dili daha önce de
vardı. Fakat İslâm'dan önceki dönemde dünyanın hiçbir yöresinde böylesine
bir mucizevi yayılışı gösterememişti. Bundan dolayı bu dile "İslâm dili"
adını verdim. Çünkü Arap dilinde birdenbire beliren bu yeni güç, bu dilin
eli ile meydana gelen bu mucizevi başarı, kuşku yok ki, "İslâm"dan
kaynaklanıyordu.
Bu mucizenin göstergesi olarak özgürlüğe, aydınlığa ve serbestliğe açılan
fethedilmiş ülkelerin o güne kadar ortaya çıkamamış dehâları, kendilerini
ana dilleri aracılığı ile değil bu dil aracılığı ile ifade etmeye
yönelmişlerdir. Bu dinin dili ile, İslâm'ın dili ile yani. Söz konusu
dehalar bu dil aracılığı ile kültürün her dalında öyle parlak ve orijinal
eserler ürettiler ki, bunların hiç birinde yabancı dilde yazı yazmanın,
anadil dışındaki bir dili kullanmanın kaçınılmaz kıldığı kopyacılığa ve
zorlamalı ifadelere rastlanmamaktadır. Başka bir deyimle "İslâm dili"
pratikte bu dehaların anadili haline gelmiştir. Çünkü bu dilin taşıdığı
kavram ve kültür birikimi o kadar zengin, o kadar üstün düzeyli ve o kadar
insan fıtratı ile bütünleşmiş idi ki, insan vicdanları tarafından eski
kültürlerinden, eski dil birikimlerinden daha öze yakın ve daha köklü olarak
algılanıyordu.
Bu birikim yeni inanç sisteminin ve yeni düşünce tarzının birikimi idi. Bu
birikimi İslâm sistemi, çok kısa bir süre içinde gerçekleştirdiği ruhî, ,
aklî, ahlâkî ve sosyal yapılaşmanın ürünü olarak ortaya koymuştu. Bu
birikimin zenginliği, derin boyutluluğu ve fıtratla bütünleşmişliği o kadar
üst düzeyde idi ki, bu niteliği İslâm diline karşı durulmaz bir otorite ve
önüne geçilmez bir güç sağlamıştı. Tıpkı aynı kültür birikiminin ordulara,
İslâm ordularına sağladığı karşı durulmaz güç gibi!
Bu eşsiz tarihi olguyu, yani İslâm dilinin bu sarsıcı yayılma ve hızlı
benimsenme olgusunu başka türlü açıklamamız zor olur.
Her neyse, bu uzun boylu bir meseledir. Ayrıntılı açıklaması çok yer tutar.
Bu tefsir kitabının akışını durdurarak yaptığımız bu kısa açıklama ile
yetinmek istiyoruz.
PUSUDAKİ İSLÂM DÜŞMANLARI
Az sonra incelemeye koyulacağımız ayetler gurubu ile Medine'de doğan İslâm
cemaati ile onun karşısında pusuya yatan düşman kamplar arasında amansız bir
savaş başlıyor. Bu derste yahudilerin gerek bu yeni dine ve gerekse bu dini
kişiliğinde temsil eden müslüman cemaate yönelik tutum ve davranışları
şaşkınlıkla karşılanıyor. Onu izleyen ayetler gurubunda müslüman toplumun
görevi, bağlı olduğu sistemin mahiyeti ve bu toplumun sistemini, hayat
tarzını ve düzenini benzerlerinden ayıran İslâm'ın ve müminliğin şartı
açıklanıyor.
Bunu izleyen ayetler gurubunda bu cemaat sistemini, varlığını ve kurumsal
yapısını savunmaya çağrılıyor; bu sisteme karşı sinsice entrikalar çeviren
münafıkların yüzündeki perde açılıyor; ölümün, hayatın ve bu iki olguya
ilişkin ilâhi takdirin mahiyeti irdeleniyor. Bu ders müslüman cemaate
yönelik eğitimin, bu cemaati dış düşmanları ile savaşma görevine
hazırlamanın bir aşamasını oluşturur.
Onu izleyen ayetler gurubunda münafıklar hakkında verilecek bilgilerin
devamı açıklanmakta, müslümanlar yahudilere karşı takınılacak tutum
konusunda anlaşmazlığa düşmekten ya da yahudilerin davranışlarını
savunmaktan sakındırılmakta; arkasından müslüman toplumun çevresindeki
farklı düşmanlar karşısında nasıl bir tutum takınacağı, yani uygulayacağı
devletlerarası hukukun ne gibi kurallara dayandığı anlatılmaktadır.
Onun arkasından gelen ayetler gurubunun konusu İslâm toplumunda yaşayan bir
yahudiye yönelik örnek ve adil davranış tarzı somut biçimde gözler önüne,
serilir. Bir sonraki derste puta tapıcılık ve puta tapanlar ile girişilen
bir hesaplaşmaya tanık oluruz. Bu hesaplaşmada Arap yarımadasında yaşayan
putperestlerin dayandıkları temellerin çürüklüğü vurgulanıyor. Bu dışa dönük
savaşın arasında içe dönük bir yasal düzenleme bölümü girer; aile hukuku
konusunu işleyen bu ara bölüm ile bu sûrenin başlangıç bölümü arasında bağ
vardır.
Arkasından sıra bu cüzün son dersine gelir. Münafıklığı ve münafıkları konu
edinen bu ders bu iki yüzlüleri cehennemin en alt katına indirir!
Önümüzde inceleyeceğimiz derslerin içeriklerine ilişkin bu son derece kısa
açıklamalar bize ilk İslâm toplumunun vermek zorunda kaldığı gerek içe ve
gerekse dışa dönük savaşların alanlarını ve değişik yönlerini, bunun
yanısıra içe dönük ve dışa dönük savaşın bu toplumun hayatında nasıl bir
uyum ve bütünlük gösterdiğini açıkca belirtir. Müslüman ümmetin savaşı hep
aynı savaştır; bugün de yarın da özü ve temel karakteristikleri hiç
değişmeyecektir!
44- Şu kendilerine kitaptan
bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve
sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
45- Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size
yeter.
46- Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile
Tevrat'taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak
"işittik ve karşı geldik ", "Dinle sözü dinlenmez olasıca!" ve "Raina (Bizi
gözet anlamına da gelen eş sesli bir hakaret deyimi)" ilerler. Oysa eğer
(böyle diyecekleri yerde) "Duyduk ve uyduk ", "İşit " ve "Bize bak "
deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve tutarlı olurdu. Fakat Allah
kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında- onlar
iman etmezler.
SAPIKLIĞI SATIN ALANLAR
Şimdi bu dersi oluşturan ayetler gurubunun incelemesine geçiyoruz:
Bu ayetlerin birincisi, yahudilerin tutumunu hayret ve kınama ile karşılayan
ve ilerde okuyacağımız benzerlerinin ilkini oluşturan bir ayettir. Bu ayette
Peygamberimize ve O'nun kişiliğinde yahudilerin sergiledikleri şaşırtıcı ve
kınanası tutumun farkına varan, sağduyu sahibi herkese sesleniliyor. Ayeti
tekrarlıyoruz:
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar
sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar."
"Kendilerine kitap verilmesinin" doğal sonucu hidayete ermeleri idi. Yüce
Allah ilk sapıklıklarından kurtularak hidayete kavuşsunlar diye onlara Hz.
Musa (selam üzerine olsun) eli ile Tevrat'ı vermişti. Fakat onlar bu
kurtarıcı "pay"ı tepiyorlar, hidayeti bırakıyorlar ve yerine sapıklığı satın
alıyorlar. "Satın alma" deyimi bilerek ve karar vererek yapılan değiş-tokuş
anlamına gelir. Yani yahudilerin ellerinde hidayet var; fakat onlar bu
hidayeti bırakarak yerine sapıklığı alıyorlar. Burada bilmeyerek, yanılarak
ya da farkında olmayarak yapılan bir hata karşısında değil; bilinçli,
kararlı ve kasıtlı bir alış-veriş sözleşmesi karşısındayız. Bu şaşılacak ve
kınanacak, son derece acayip ve son derece tuhaf bir durumdur.
Fakat yahudiler bu şaşılası ve kınanası noktada da durmuyorlar. Tersine daha
da ileri giderek hidayete erenleri sapıklığa düşürmek istiyorlar, çeşitli
yöntemler kullanarak ve çeşitli yollardan giderek müslümanları da doğru
yoldan çıkarmaya çalışıyorlar. Bu yöntemler ve yollar daha önce Bakara ve
Al-i İmran sûrelerinde açıklandığı gibi bu surenin ilerde inceleyeceğimiz
ayetlerinde de kısmen açıklanacaktır. Yani bu adamlar sapıklığı kendileri
için satın almakla yetinmiyorlar, üstelik çevrelerindeki hidayetin
belirtilerini kökten silmeye yelteniyorlar. Böylece ortalıkta ne hidayet ve
ne de hidayete ermiş insanlar kalsın istiyorlar.
Ayetin gerek ilk gerek ikinci mesajı yahudilerin oyunlarına ve önlemlerine
karşı müslümanlara yöneltilmiş bir uyarı ve bir sakındırma niteliği taşır.
Aman Allah'ım, ne önlem! Ayrıca müslümanların vicdanlarında kendilerini
tekrar sapıklık dönemlerine döndürmek isteyen kötü niyetlilere karşı
antipati uyandırılmak isteniyor. Çünkü müslümanlar kavuştukları hidayetin
değerini iyi biliyorlar, kendilerini tekrar cahiliye dönemlerine döndürmeye
kalkışanlara düşmanlık besliyorlardı. Onlar hem cahiliyeyi ve hem de İslâm'ı
yakından bildikleri için cahiliyeden nefret ederek İslâm'ı sevmişler ve bu
bilincin sonucu olarak kendilerini şu ya da bu oranda cahiliye döneminin
geriliğine döndürmek isteyenlere karşı da nefret duyar olmuşlardır. Kur'an-ı
Kerim onlara bu uyarıyı yöneltirken, elbette ki, yüce Allah onların
kalplerindeki bu canlı duyguyu biliyordu.
Bundan dolayı bir sonraki ayette yahudilerin, müslümanların düşmanları
oldukları açıkça dile getirilerek ve bu düşmanca girişim karşısında yüce
Allah'ın (celle celâluhu) müslümanları koruması ve desteği altına aldığı
gönüllere ferahlık aşılayan bir üslup ile dile getirilerek yahudilerin bu
yıkıcı girişimlerine dikkat çekilmek isteniyor. Okuyoruz:
"Allah düşmanlarınızı çok iyi bilir. O vekil ve yardım edici olarak size
yeter."
Böylece Medine'de müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki düşmanlık açığa
vuruluyor, aleniyete dökülüyor ve saflar iyice belirginleşiyor.
Bir önceki ayette bir bütün olan Kitap ehlinin tutumu hayretle
karşılanmıştı. Gerçi bu hayret belirtici ifade ile aslında yahudilerin
kastedildiği anlaşılıyordu. Ama bir sonraki ayet bu anlaşılırlıkla
yetinmeyerek yahudilerin kasdedildiğini açıkça belirtiyor. Sonra yahudilerin
bu dönemdeki tutumları, davranışları ve Peygamberimize yönelik
edepsizlikleri anlatılıyor. Anlaşılan bu olaylar hicretin ilk yıllarında,
yani yahudilerin, Medine'de halâ borularının öttüğü, henüz burunlarının
kırılmadığı dönemde meydana gelmiştir. Okuyoruz:
Yahudiler içinde öyleleri var ki, bu dine hakaret etmek amacı ile
Tevrat'taki kelimeleri değiştirerek ve dillerini ağız boşluklarında burarak
`İşittik ve karşı geldik', `Dinle, sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi
gözet anlamına da gelen eşsesli bir hakaret deyimi)' derler."
Yahudiler kaypaklığı yüzsüzlüğü ve yüce Allah'a karşı edepsizliği
Tevrat'taki kelimeleri amaçları dışına çıkacak biçimde tahrif etmeye kadar
ileri götürdüler. En kabul edilebilir yoruma göre buradaki "tahrif" eylemi,
Tevrat'ın metinlerini amaçları dışında yorumlamak anlamındadır. Yahudiler bu
tahrif eylemini Tevrat'ta yer alan son peygamberlik misyonuna ilişkin
delilleri ortadan kaldırmak, bunun yanısıra son ilâhi kitap olan Kur'an'ın
onaylandığı ve böylece her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğine ve
bununla bağlantılı olarak Peygamberimizin gerçek peygamber olduğuna kanıt
oluşturan hükümleri ve yasaları gözlerden kaçırmak amacı ile yapıyorlardı.
Şunu hemen belirtelim ki, insanların arzularına uyum sağlamak amacı ile
semavî kitapların metinlerini amaçları ile bağdaşmayacak biçimde yorumlamak;
dinlerinden saparak onu bir meslek ve bir geçim amacı haline getiren bütün
din adamlarında görülen ortak bir tutumdur. Onlar bu sahtekârlığı her
dönemdeki iktidar sahiplerinin keyiflerine ve dinin çerçevesi dışına taşmak
isteyen halk yığınlarının arzularına uyum sağlamak için yaparlar. Yahudiler
bu çarpıtma sanatının en maharetli ustalarıdırlar. Ama günümüzde İslâm'ı
çarpıtmayı meslek edinmiş sahtekârlar arasından bu alanda yahudilere taş
çıkartacak olanlar ve onlarla başa baş yarışabilecek olanlar hiç de az
değildir!
Bunun yanısıra yahudiler kaypaklığı, yüzsüzlüğü, küstahlığı ve
Peygamberimize karşı edepsizliklerini "Ya Muhammed, söylediklerini duyduk,
fakat onlara karşı geliyoruz. Sana ne inanacak, ne uyacäk ve ne de itaat
edecek değiliz" diyecek derece ileriye vardırdılar. Bu küstahça sözler, bu
äyetlerin İslâm'ın başlangıç yıllarında indiklerini gösterir. Ayrıca
küstahlıklarını edepsizlikleri, ahlâksızlıkları, yüzsüzlükleri ve
kaypaklıkları ile de birleştirmekten çekinmeyerek Peygamberimize şöyle
diyorlardı:
"dinle sözü dinlenmez olasıca!' ve "Raina (Bizi gözet anlamına da gelen
eşsesli bir hakaret deyimi)"
Yahudiler kullandıkları kelimelerin görünürdeki anlamlarına göre şöyle demiş
sayılıyorlardı; "bizi dinlemek zorunda olmayarak dinle (nezaket belirtici
bir deyim)" ve "Bize durumumuzu göz önüne alarak, konumumuzu hesaba katarak
bak." Onlar kitap ehli idiler ya, İslâm'a puta tapanlar gibi çağrılmaları
yakışık almazmış! Kelimelerinin görünürdeki anlamlarına göre bunları
söylemek istiyorlardı. Oysa ki, aynı kelimeleri dillerini ağız boşlukları
içinde burarak telâffuz edince sözlerinin anlamı şöyle oluyordu; "Dinle,
sözü dinlenmez olasıca, duymaz olasıca!". "Raina" kelimesini ağızlarında
geveleyip söyleyerek bir hakaret deyimine dönüştürüyorlardı.
Görüldüğü gibi küstahlık, edepsizlik, kaypaklık, göz boyayıcılık, sözleri
çarpıtma ve ters anlamlarda kullanma hayasızlığı ile karşı karşıyayız.
Çünkü karşımızda yahudi var!
Yahudilerin bu çirkin marifetleri anlatıldıktan sonra ehli kitaptan
olanların nasıl bir tutum takınmaları gerektiği, "kendilerine kutsal kitap
payı verilenler"e yaraşan edepli davranışın nasıl olması beklendiği
belirtiliyor, arkasından -bütün bu çirkin marifetlerine rağmen- hidayete,
iyi karşılığa, ilahi bağışa ve hayırlı sonuca özendiriliyorlar. Tabii ki,
eğer doğru yola koyulurlarsa. Fakat ümitlendirmenin yanısıra karakterlerinin
özü de açıklanıyor. Bu karakter eskiden de öyle idi, şimdi de öyledir.
Okuyoruz:
"Oysa eğer onlar (böyle diyeceklerine) `Duyduk ve uyduk', `işit' ve `bize
bak' deselerdi kendileri hesabına daha hayırlı ve daha tutarlı olurdu. Fakat
Allah kâfirlikleri yüzünden kendilerine lânet ettiği için -pek azı dışında-
onlar iman etmezler."
Bunlar gerçeğe böylesine açık, böylesine yalın, böylesine dolambaçsız bir
şekilde yaklaşmazlar. Eğer gerçeği böylesine açık anlamlı ve kaypaklık amacı
içermeyen sözler ile `Duyduk ve uyduk', `işit', `Bak bize' diyerek ifade
etselerdi kendileri hesabına daha hayırlı, karakterlerinin ve iç
dünyalarının tutarlılığı ve sağlıklılığı için daha elverişli bir tutum
benimsemiş olurlardı. Fakat aslında onlar kâfirlikleri, gerçeklere sırt
çevirmeleri yüzünden yüce Allah'ın (celle celâluhu) hidayetinden
kovulmuşlardır. Bundan dolayı onlar tek-tük bazı istisnalar dışında imana
gelmezler.
Yüce Allah'ın bu sözü pratikte doğru çıktı. Uzun tarihleri boyunca çok az
sayıda yahudi müslüman oldu. Bunlar iyiliği elde etmeye çalıştıkları, doğru
yolu bulmak uğruna çaba harcadıkları için yüce Allah'ın hidayete ermelerini
dilediği ve kendilerine hayır payı ayırdığı bahtiyar kimselerdir. Bu çok
azınlığın dışında kalan ezici yahudi çoğunluğu bin dörtyüz yıl boyunca İslâm
ile ve müslümanlar ile sürekli savaş halinde olmuştur. Bu amansız savaş
İslâm'ın Medine'de yanı başlarında ortaya çıktığı andan içinde bulunduğumuz
şu ana kadar sürmüştür. O andan itibaren yahudiler İslâm'a karşı kesintisiz
bir komploculuk, vazgeçmek nedir bilmez bir kör inatçılık içinde olmuşlar;
zaman zaman görünen biçim, renk ve yöntem farklılıklarına rağmen bu
komploculukları, bu kör inatçılıkları her zaman yürürlükte kalmıştır. Tarih
boyunca İslâm'a karşı kurulan bütün tuzakların oynanan bütün iğrenç
oyunların arkasında ya doğrudan doğruya yahudi vardır, ya da bu iğrenç
düzenbazlığın en büyük payı yahudiye aittir. Çok yönlü milletlerarası
haçlılık ve sömürgecilik entrikaları da bu hükmün kapsamı içindedir.
YAHUDİLERE HİDAYET ÇAĞRISI
Bundan sonraki ayette "kendilerine kitap verilmiş" olanlara -yahudilere
sesleniliyor; ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya
çağrılıyorlar; arkasından çirkin marifetlerinin ve inatçılıklarının
kaçınılmaz akıbeti olarak yüzleri çarpıtılmakla ve lânete uğramakla tehdit
ediliyorlar; bunun yanısıra kendi dinlerinin de temelini oluşturan katıksız
Tevhid ilkesinden sapmış olmakla damgalanıyorlar, bu arada yüce Allah'ın
kendisine ortak koşanları kesinlikle affetmeyeceğini bilmeleri vurgulanıyor.
Bu hatırlatma, aynı zamanda, geniş kapsamlı ilâhi bağışlayıcılığın
sınırlarını çizen ve Allah'a ortak koşmanın af kapsamı dışında tutulmaya yol
açtığını vurgulayan genel nitelikli bir duyurudur. Okuyoruz:
47- Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı yüzleri çarpıtıp
ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını çiğneyenleri
lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak
indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz. Yoksa Allah'ın emri her zaman kesinlikle
yerine gelir.
48- Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma günahını bağışlamaz. Bunun
dışında kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son
derece büyük bir iftira günahı işlemiş olur.
İlk ayetin girişinde yahudilere, yüce Allah'ın çağrısına ilk olumlu cevap
verenlerden olmalarını gerektiren sıfatları ile, ilk müslümanlar arasında
olmalarını sağlaması beklenen gerekçeleri ile sesleniliyor. Tekrarlıyoruz:
"Ey kendilerine kitap verilenler, elinizdeki kitabı onaylayıcı olarak
indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz."
Kendilerine kitap verilmiş olduğuna göre bu adamların hidayete ermeleri,
doğru yolda olmaları şaşılacak, tuhaf sayılacak bir gelişme değildir
aslında. Bunun yanısıra söz konusu kitabı kendilerine vermiş olan yüce
Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak indirdiği Kur'an'a
inanmaya çağırıyor. Bu Kur'an, onların elindeki Tevrat'ı onayladığına göre
bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur.
Eğer iman etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana
gelseydi, ilk inananların yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki
yahudi! Bir sürü çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve
kör inatları var. Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam
demektir. Nitekim Tevrat onlardan "Kalın enseli halk" diye söz ediyor! O
bundan dolayı iman etmez. Ama bundan dolayı da şu sert, şu iç karartıcı
tehditle yüzyüze geliyor. Tekrarlayalım:
"...Biz bazı yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi
yasağını çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı
onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz."
"Yüzleri çarpıtmak (tams)" deyimi, yüzlerin insana ait olduklarını
kanıtlayan özellikleri silmek, onları "ense taraflarına döndürmek" ise
insanları geri geri yürümeye zorlamak anlamına gelir. Ayetin içerdiği
tehdit, herkesin anladığı somut anlamda olabilir. Yani yahudiler gerçekten
insan yüzlü görünümlerini yitirecekler ve yüzleri arkaya bakacağı için
yürürken gerisin geri gideceklerdir. Cumartesi gününe ilişkin balık evlama
yasağını çiğnemiş olan yahudilere verilen lânetlenme cezası da bu adamların
fiilen maymun ve hayvan kılığına sokulmaları şeklinde gerçekleşmiş olabilir.
Bunun yanında burada sözü edilen "çarpıtma"dan maksat bu adamların
vicdanlarındaki hidayet ve basiret izlerini silmek; kendilerini Tevrat'ın
inişinden önceki kâfirlik ve cahiliye dönemlerine döndürmek de olabilir.
İmandan sonra tekrar kâfir olmak, doğru yolu bulduktan sonra yeniden
sapıklığa düşmek öylesine dehşetli bir yüz ve basiret çarpılması, öylesine
acı bir geriye dönüştür ki, bütün geriye dönmeler ve döndürülmeler onun
yanında hiç kalır.
Ayetin maksadı ister o olsun, ister bu olsun; seslendirdiği tehdit gerek
katı kalpli donuk yahudi karakterine, gerekse onların aşağılık ve iğrenç
davranışlarına uygun, sert ve korkunç bir tehdittir.
Bu tehdit ile ürperip kendine gelerek hemen müslüman olan yahudiler vardır.
Bunlardan biri ünlü Kââb-ul Ahbâr'dır.
Nitekim İbn-i Ebu Hatem'in İbn-i Nufeyl ve Amr b. Vakıd kanalı ile Yunus b.
Celîs'e dayanarak bildirdiğine göre Ebu İdris Hulâni şöyle diyor; "Ebu
Müslim Halîlî, Kaâb-ul Ahbar'ın hocası idi. Neden bir an önce gidip
Peygamberimizi görmüyor diye bu öğrencisini sık sık ayıplardı. Sonunda onu
Peygamberimize gidip nasıl bir insan olduğunu görmeye ikna etti" (Olayın
bundan sonrasını Kââb-ul Ahbar şöyle anlatır:)
"Binek hayvanımın sırtına atlayıp Medine'ye vardım. O sırada biri Kur'an
okuyordu, okuduğu ayet şuydu; `Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı
yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden... elinizdeki kitabı
onaylayıcı olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz'. Hemen suya koşup
yıkandım. Bu arada `Acaba çarpıldlm mı?' korkusu ile sık sık elimi yüzümün
üzerinde gezdiriyordum. Arkasından hemen müslüman oldum. " (Yaygın rivayete
göre Kaab-ul Ahbar, Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. İbn-i Cerir'e dayanan
ve daha güvenilir olduğu belirtilen bu rivayette de Kâab'ın müslüman oluşu
bu ayeti işitmesine bağlanıyor.)
Bu tehdidi izleyen yorum cümlesinde şöyle buyuruluyor:
"Yoksa Allah'ın emri, her zaman kesinlikle yerine gelir."
Bu cümle az önceki tehdidi pekiştirir niteliktedir. Ayrıca yahudinin
karakterine de uygundur!
Bunun arkasından ahirete ilişkin bir başka tehdit geliyor. Bu tehdit, yüce
Allah'a ortak koşma suçu dışında kalan günahların önünde İlâhî rahmet kapısı
açık olduğu ve yalnız bu ağır suçun kesinlikle af kapsamı dışında olduğunu
açıklıyor. Okuyoruz:
"Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışında
kalan günahları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa son derece
büyük bir iftira günahı işlemiş olur."
Bu ayetin yahudileri katışıksız imana ve Tevhide çağıran üslubûndan O'nun
yahudileri yüce Allah'a ortak koşmakla suçladığı anlaşılıyor. Gerçi burada
onların Allah'a ortak koşma anlamına gelecek hiçbir sözlerinden ya da
davranışlarından bahsedilmiyor. Fakat Kur'an'ın başka ayetlerinde bu konuda
ayrıntılı bilgi veriliyor. Meselâ bir ayette onların "Uzeyr, Allah'ın
oğludur" dedikleri anlatılıyor. Tıpkı hristiyanların "Mesih (İsa) Allah'ın
oğludur" demeleri gibi. Hiç kuşkusuz bu söz Allah'a ortak koşmak(şirk)'tir."
(Tevbe Suresi, 30) Bunun yanısıra Kur'an'da bize gerek yahudilerin gerekse
hristiyanların "Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve papazlarını ilâh
edindikleri" anlatılıyor." (Tevbe Suresi, 31) Oysa biz biliyoruz ki, ne
yahudiler hahamlarına ve ne de hristiyanlar papazlarına tapınıyorlardı.
Yalnız her iki kesim de kendi din adamlarının yasa koyma, helâl kılma ve
yasaklama yetkisi taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa bu yetki sırf yüce
Allah'ın tekelindedir, ayrıca bu husus İlahlığın gereklerinden biridir. İşte
Kur'an, bu yüzden onları putperest (müşrik) saymıştır. İlerde ayrıntılı
biçimde anlatacağımız gibi, bu ilke İslâm'ın tanımına ve imanın şartına
ilişkin tutarlı düşünce açısından son derece önemlidir.
Her neyse, sözün kısası Peygamberimizin zamanında Arap yarımadasında yaşayan
yahudilerin inançları putperestlik hurafeleri ile karışık ve dolayısı ile
tek ilâh inancından uzaklaşmıştı. Bu yüzden bu ayette yer alan Allah'ın,
kendisine ortak koşma günahı dışındaki günahları dilediklerine
bağışlayabileceği, buna karşılık kendine ortak koşma günahını kesinlikle
hoşgörü ile karşılamayacağı, eğer bir insan dünyada Allah'a ortak koşar da,
bu inancından vazgeçmeksizin yüce Allah'ın huzuruna çıkarsa affedilmesinin
asla beklenmemesi gerektiği şeklindeki vurgulamalı açıklama, yahudilere
yöneltilmiştir.
Allah'a ortak koşma ((şirk)' Allah ile kul arasındaki ilişkiyi keser. Buna
göre yüce Allah'a ortak koşan bu kimseler eğer bu sapık inanca bağlı
olarak', başka bir deyimle Allah ile ilişkileri kesik olarak dünyadan
ayrılırlar ise hiçbir affedilme ümitleri kalmaz. Bir insan düşününüz ki,
yüce Allah'a ortak koşuyor, gerek evrenin görünen olaylarında ve gerekse
peygamberlerin getirdikleri bilgilerde Allah'ın tekliğini kanıtlayan bunca
delil, karşısında dururken bu sapık inançta ısrar ederek öylece ahirete
göçüyor. Eğer o insanın yapısında iyilik ve yapıcılık unsurlarından bir teki
bile varsa böyle bir şey yapmaz. Demek ki, yapan insanın yapısı geri
dönülmez biçimde bozulmuş, Allah'ın lekesiz biçimde kendisine sunduğu
fıtratı mahvolmuş, aşağıların aşağısı bir bataklığa yuvarlanmış ve kendi eli
ile kendini cehennem hayatına hazırlamıştır.
Yüce Allah'a ortak koşmak açık, belirgin ve bariz bir günah; çirkin,
küstahça ve son derece ağır bir zulümdür. Bunun dışında kalan bütün küçük ve
büyük günahlara gelince yüce Allah onları dilediği kullarına bağışlar.
Bunlar tümü ile af kapsamına girerler. Bu affedilme tevbe etme sonucu
olabileceği gibï, Peygamberimizden gelen bazı belgeli rivayetlerin
bildirdiklerine ,göre tevbe etmeksizin de olabilir. Yeter ki, günahkâr kul,
yüce Allah'ın bilincinde olsun O'nun affını umsun, O'nun kendisini
affedebilecek güçte olduğundan emin olsun, O kendisini bağışlasa da günah
işlemiş olmasının yine de bir kusur olduğunun farkında olsun. Bu durum yüce
Allah'ın rahmetinin bitmez-tükenmez olduğunu, affediciliğinin ne bir kapı ve
ne de bir kapıcı tarafından engellenemeyeceğini son derece somut olarak
gözlerimizin önüne serer.
Nitekim Kuteybe'nin, Cerir b. Abdulhamid ve Abdulâziz yolu ile Zeyd b.
Vehb'e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu Zerr (Allah ondan razı
olsun) şöyle diyor:
Bir gece dışarı çıkmıştım. Baktım ki, Peygamberimiz tek başına yürüyüş
yapıyor. Yanında hiç kimse yok. Yürürken yanında bir başkasının olmasını
istemediğini düşünerek ay ışığı altında yürümeye koyuldum. Peygamberimiz
birden dönerek beni gördü. `Kim o' dedi. `Kurbanın olayım, Ebu Zerr' diye
cevap verdim. Bana `Gel, ya Ebu Zerr' dedi. Birazcık yanında yürüdüm. Bir
ara bana şöyle buyurdu:
"Dünyada zengin olanlar Kıyamet günü fakir olacaklardır. Yalnız yüce
Allah'ın hayırlı mal bağışladığı ve bu malı sağlarına, sollarına, önlerine,
arkalarına dağıtarak onunla hayırlı işler yapan kimseler müstesna."
Biraz daha yanında yürüdükten sonra bana dönerek `Burada otur' dedi ve beni
etrafı taşlarla çevrili bir düzlüğe oturttu. Arkasından `Ben geri gelinceye
kadar burada otur' dedi. Sonra önümüzde uzanan tek araziye doğru yürüdü ve
gözümden kayboldu. Bir süre görünmedi. Bu süre oldukça uzamıştı. Sonunda
onun `Zina etmiş, hırsızlık yapmış da olsa..." diye diye bana doğru
geldiğini gördüm. Yanıma gelince dayanamadım, `Yä Resulullah, kurbanın
olayım, alanın bir kenarında kiminle konuşuyordun. Ben bir ara sana doğru
birinïn geldiğini duydum' dedim. Peygamberimiz bana şu cevabı verdi:
"O Cebrail'di, alanın kenarında karşıma çıkarak bana "Ümmetine şu müjdeyi
ver ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ölen kimse cennete
girecektir.' Kendisine "Ey Cebrail, hırsızlık yapmış ve zina işlemiş olsa da
mı?" diye sordum, `Evet' dedi. Tekrar `Hırsızlık yapmış, zina işlemiş olsa
da mı?' diye sordum. Bana `Evet, hatta içki içmiş bile olsa' diye cevap
verdi." (Buhari, Müslim)
Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Cabir b. Abdullah'a dayanarak bildirdiğine göre
Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın ölen kimse affedilmeye hak kazanır. Allah
onu dilerse azaba çarptırır, dilerse affeder. `Allah, kendisine ortak koşma
suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine
bağışlar."
Öte yandan yine İbn-i Ebu Hâtem'in bildirdiğine göre Abdullah b. Ömer şöyle
diyor; "Bizler -Peygamberimizin sahabileri- adam öldürenlerin, yetim malı
yiyenlerin, namuslu kadınları zina yapmakla suçlayanların ve yalancı
şahitlerin hakkında şüphe etmiyorduk. Fakat `Allah, kendisine ortak koşma
suçunu kesinlikle affetmez. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine
bağışlar' ayeti inince Peygamberimizin sahabileri bu yolda şahitlik etmekten
vazgeçtiler."
Öte yandan İkrime'nin, Abdullah b. Abbas'a dayanarak bildirdiğine göre
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
"Yüce ve Ulu Allah (celle celâluhu) şöyle buyuruyor: `Kim benim günahları
affetmeye muktedir olduğumu bilir de, eğer bana ortak koşmuş değil ise
günahlarına aldırış etmeden kendisini affederim." (Taberanî)
Özellikle bu son hadisin mesajı son derece açıktır. Demek ki, her şeyden
önce kalplerin, yüce Allah'ın, gerçek anlamı ile bilincinde olmaları
gerekir. Bunun arkasından iyilik, umut, kaygı ve korku bilinçlerine sıra
gelir. Herhangi bir günah işlendiğinde eğer gerisinde bu özellikler varsa
günahkâr kul, takva ve af kapsamında olduğundan emin olmalıdır.
ŞAŞKIN İNSANLAR
Daha sonraki ayette, Kur'an-ı Kerim, müslümanların safında Medine yahudileri
ile savaşa giriyor. Yüce Allah'ın "seçilmiş halkı" olduklarını sanan, kendi
kendilerine övünen ve bir yandan daha önce belirttiğimiz gibi kutsal
kitaplarını tahrif eder, Allah'a ve Peygamberimize dil uzatırken, öte yandan
ilerde anlatacağımız üzere "Putlara ve Tağut'a" taparken kendilerini
kusursuz göstermeye yeltenen bu şaşkınların halı hayretle karşılanıyor.
Onların kendilerini kusursuz ilân etmelerinin ve ne kötülük işlerler ise
işlesinler, yine de yüce Allah'ın yakınları olduklarını sanmalarının asılsız
olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:
49- Şu kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun?
Oysa Allah dilediği kimseyi arındırır, fakat hiç kimseye kıl payı kadar
haksızlık yapılmaz.
50- Baksana Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli
bir apaçık günahtır.
Yahudilerin "Allah'ın seçilmiş halkı" oldukları şeklindeki iddiaları
eskidir. Gerçekten yüce Allah, onları kutsal emaneti taşımak ve bu emanetin
gerektirdiği misyonu yerine getirmek için seçti. Onları o dönemde yaşayan
diğer milletlere üstün tuttu. Mısır Firavun'u ile adamlarını onların hatırı
için helâk etti ve kendilerini "kutsal topraklar"a mirasçı yaptı.
Fakat yahudiler bir süre sonra yüce Allah'ın sisteminden saptılar, dünyanın
amansız zorbaları kesildiler. Yeryüzü, onların kötülüklerini kaldıramaz
oldu. Hahamları onlara yüce Allah'ın helâllerini yasaklamaya ve yasaklarını
serbest saymaya girişti. Onlar da bu konuda hahamlarına uydular. Yüce
Allah'ın tekelinde olan yasaklama ve helâl kılma yetkisinin, çizmeyi aşan
hahamları tarafından kullanılmasına karşı çıkmadılar. Yine bu yahudi
hahamları yüce Allah'ın şeriatında değişiklik yaptılar. Bu değişiklikleri
bir yandan iktidardakilerin ve seçkin azınlığın gönlünü yapmak ve bir yandan
da halk yığınlarının isteklerini ve arzularını tatmin etmek için yaptılar.
Böylece yahudiler yüce Allah'ı bir yana bırakarak bu şımarık din adamlarını
ilâh edindiler. Faiz yemekten kaçınmadılar. Sonunda Allah'ın dini ile ve
Allah'ın kendilerine indirmiş olduğu kutsal kitap ile aralarındaki bağlar
zayıfladı.
Bütün bunlara -ve daha birçok marifetlerine- rağmen tarihleri boyunca yüce
Allah'ın evlâtları ve sevdikleri olduklarını, birkaç sayılı gün dışında
Cehennem ateşinin kendilerine değmeyeceğini, sadece yahudi olanların doğru
yolda olduklarını ve yüce Allah tarafından beğenildiklerini ileri sürmeye
devam ettiler. Sanki yüce Allah ile aralarındaki ilişki; akrabalık, soy
ortaklığı ve kayırmacılık ilişkisi imiş gibi. Haşa! Yüce Allah bu tür
yakışıksız isnadlardan uzaktır, kuşkusuz. Yüce Allah ile O'nun hiç bir kulu
arasında akrabalık ve soy ortaklığı ilişkisi söz konusu değildir. O'nun ile
kullar arasındaki bağı doğru inanç, iyi amel ve İlâhî sisteme kararlı
bağlılık oluşturur. Kim bu bağı, bu ilişkiyi sarsıntıya uğratırsa yüce
Allah'ın öfkesine çarpılır. Sapıklık dönemlerinde yüce Allah'ın hidayetine
muhatap olan kimseler eğer tekrar eğri yola saparlarsa yüce Allah'ın
kendilerine yönelik bu öfkesi, bu gazabı daha ağır olur.
Sözünü ettiğimiz yahudilerin, günümüzde, sözde müslüman olan bazı benzerleri
var. Bunlar müslüman olduklarını ileri sürüyorlar, kendilerini
Peygamberimizin ümmetinden sayıyorlar. Yüce Allah'ın mutlaka kendilerini
destekleyerek işgalci yahudileri yurtlarından çıkaracağını bekliyorlar. Ama
buna karşılık yüce Allah'ın önerdiği hayat sistemi olan Hak Din'den tamamen
kopmuşlar, bu dini hayatlarının dışına atmışlar. Ne aralarındaki
anlaşmazlıkların çözüme bağlanmasında ne ekonomik kararlarında, ne sosyal
hayatlarını düzenlemede ne ahlâklarında ve ne de geleneklerinde Allah'ın
kitabının hakemliğine başvurmuyorlar. Tek müslümanlık kanıtları, taşıdıkları
İslâmî isimler ile bir zamanlar gerçek müslümanların doğdukları, Allah'ın
dinini uygulamaya geçirdikleri ve hayat sistemini egemen kıldıkları
topraklarda yaşıyor olmalarıdır!
Okuduğumuz ayette yüce Allah, Peygamberimize kendi kendilerini temize
çıkaran yahudilerin durumunun hayret verici olduğunu ifade ediyor. Oysa
günümüz "müslümanlar"ının durumu daha hayret verici, daha gülünç ve daha
şaşırtıcıdır!
Sebebine gelince kendilerini aklama, temize çıkarma, iyiliği Allah'a
yakınlığı ve O'nun seçilmiş kulu olmayı kendine mal etme yetkisi insanların
yetkisinde değildir. Ancak Allah dilediklerini temize çıkarabilir,
aklayabilir. Çünkü O, kalpleri ve davranışları herkesten iyi bilir. Eğer
insanlar bu değerlendirme yetkisini Allah'a bırakarak iyi ameller işlemeye
yönelirlerse, kof iddialardan uzak dururlarsa yüce Allah (celle celâluhu)
insanlara zerre kadar haksızlık yapmaz. Eğer insanlar hiç kendilerini
övmeden, alçakgönüllülükle, Allah'tan utanarak, kendilerini aklama ve
şişirme iddialarından kaçınarak iyi ameller işleyecek olurlarsa Allah
katında aldatılacak, herhangi bir iyi amelleri unutulacak ya da hakları
yenecek değildir.
Yüce Allah kendi kendilerini aklayan, Allah'ın rızasını kazanmış olduklarını
ileri süren yahudilerin yalan söylediklerini, kendisine iftira attıklarını
açıkça belirtiyor ve onların bu çirkin marifetini kınıyor. Ayrıca bu
davranışın iğrençliğine dikkatleri çekiyor. Okuyoruz:
"Baksana, Allah adına nasıl yalan uyduruyorlar? Bu tek başına yeterli bir
apaçık günahtır."
Burada yine kendimize dönelim. Bizler İslâm kaynaklı isimler taşıyoruz diye
ve bir zamanlar gerçek müslümanların yaşadığı topraklarda oturuyoruz diye
müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz. Oysa İslâm, hayatımızın hiçbir kesimine
egemen değildir. Sosyal hayatımızın hiçbir alanında İslâm'a bu yetkiyi
tanımıyoruz. Müslüman olduğumuzu ileri sürüyoruz, ama görüntümüz ile,
realitemiz ile İslâm'ı lekeliyoruz. yabancılara İslâm'ı antipatik gösteren
somut örnekler oluyoruz. Hz. Muhammed'in ümmetinden olduğumuzu söyleyerek
yüce Allah'ın seçkin kulları olduğumuzu ileri sürüyoruz. Oysa Hz.
Muhammed'in öğrettiği din, Hz. Muhammed'in uyguladığı sistem, hayatımızdan
bütün-bütüne kovulmuş ve soyutlanmıştır. Bana kalırsa biz bu halimiz ile
aynen yüce Allah'ın tutumlarını şaşırtıcı bulduğunu Peygamberimize
anlattığı, Allah adına yalan söylemekle suçladığı ve büyük günah yükü altına
girdiklerini belirttiği o yahudilere benziyoruz. Allah yardımcımız olsun!
Yüce Allah'ın dini bir hayat sistemidir. Allah'a itaat etmek demek, bu
sistemi hayata egemen kılmak dèmektir. Allah'a itaat etmedikçe O'na yakın
olunamaz. Şimdi bir bakalım, yüce Allah, O'nun dini ve sistemi nerede, biz
neredeyiz? Sonra bir bakalım ki, acaba yüce Allah'ın hallerini hayretle
anlattığı, kendi kendilerini aklamakla yüce şahsına iftira atma günahı
altına girdiklerini belirttiği o şaşkın yahudiler ile aramızda ne fark var?
İlke aynı ilkedir, durum da aynı durum. Hiçbir kul ile yüce Allah arasında
soy ortaklığı, akrabalık ve kayırmacılık ilgisi yoktur!
KENDİLERİNİ TEMİZE ÇIKARANLAR
Ayetlerin akışı içinde kendi kendilerini temize çıkaran bu kimseler hakkında
hayret ifade edilmeye devam ediliyor. Çünkü bu şaşkınlar bir yandan; yüce
Allah'ın şeriatine dayanmayan, O'nun koyduğu herhangi bir kritere yaslanarak
ölçü dışına taşma tehlikesini bertaraf etmemiş hükümlere, ayetin deyimi ile
"puta ve Tağut'a" inanırken, öbür yanda; putperestliğe ve putperestlere arka
çıkıyor, onlara yüce Allah'ın kitabına sistemine ve şeriatına bağlılık
bakımından müslümanlara göre daha doğru yolda olduklarını söylüyorlar.
Okuyacağımız ayetlerde onların tutumları karşısında hayret ifade edildikten
ve bu gülünç manevraları gözler önüne serildikten sonra sert bir dille
kınanıyorlar, aşağılayıcı bir ifade ile yerin dibine batırılıyorlar.
Bunların yanısıra karakterlerinde gizli duran kıskançlığa ve cimriliğe
parmak basılıyor, bağlıları olmakla övündükleri Hz. İbrahim'in dinine sırt
çevirmeleri yanında bu gülünç tutumu takınmalarına yol açan diğer sebepler
açığa vuruluyor. Bu kınama ve saldırı kampanyası "Öylelerine alevli cehennem
yaraşır" cümlesi ile noktalanan kendilerine yönelik bir cehennem tehdidi ile
son buluyor. Şimdi bu ayetleri okuyalım:
51- Şu kendilerine kitaptan bir pay
verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve
kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler.
52- Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse
ona yardım edecek birini bulamazsın.
53- Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı,
insanlara bir çekirdek kırıntısı bile vermezlerdi.
54- Yoksa Allah'ın, lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu
imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden onları kıskanıyorlar mı? Oysa biz
İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük
bir egemenlik bağışlamıştık.
55- Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine
sırt çevirdi. Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir.
Kendilerine "Kitaptan bir pay verilenler"den şunlar beklenirdi: Bunlar
herkesten önce Kitaba (Kur'an'a) inanmalıydılar, yüce Allah'ın yol
göstericiliğine muhatap olmamış nasipsizlerin kapıldıkları putperestliğe
karşı çıkmalıydılar, yüce Allah'ın kitabını hayatlarına egemen kılmalı ve
tağutun yoluna koyulmamalıydılar. Tağut; yüce Allah'ın onayına dayanmayan
herhangi bir hukuk sistemi ve yüce Allah'ın şeriatınca desteklenmeyen
herhangi bir hüküm demektir.
Fakat kendi kendilerini aklayan ve yüce Allah'ın sevdikleri olmakla övünen
yahudiler, kendilerine yakıştırdıkları bu asılsız konuma ters düşecek
şekilde batıla ve putperestliğe uyuyorlar. Çünkü kâhinlerinin peşinden
gidiyorlar, kahinlerine ve hahamlarına yüce Allah'ın onayına dayanmaksızın
yasa koyma yetkisi tanıyorlar. Aynı anlamda "tağut"a inanıyorlar. Tağut,
yüce Allah'ın şeriatı dışında kaynaklanan hüküm anlamındadır. Tağut, sözlük
anlamı ile "azgınlık, taşkınlık, ölçü dışına çıkma" demektir. Sözünü
ettiğimiz tutum da bir tür taşkınlık ve bir çeşit ölçüyü çiğnemektir. Çünkü
yüce Allah'ın tekelindeki imtiyazlardan biri olan egemenliği insanlardan
birine yakıştırmaya kalkışıyor. Bunun yanısıra yüce Allah'ın hakka ve
adalete bağlayıcı şeriatının kurallarından birinin disiplini altına
girmiyor. Bu niteliği ile bu tutum bir taşkınlık, bir kuralları çiğneme
olayıdır. Bu tür kural dışı, taşkın hükümlere inananlar, uyum gösterenler ya
Allah'a ortak koşmuşlardır ya da doğrudan doğruya kafirdirler. İşte yüce
Allah bunların tutumlarını şaşırtıcı buluyor. Çünkü kendilerine kutsal kitap
hazinesinden bir pay verildiği halde bu kitabın içeriğine bağlanmamışlardır.
Bu şaşkınlar sadece "puta ve Tağut'a" inanmakla kalmıyorlar. Bunun yanısıra
yüce Allah'ın kitab verdiği, kendilerine Kur'an'ı gönderdiği müslümanlara
karşı kâfirlerin tarafında yer alıyorlar, onlara hak veriyorlar.
Tekrarlıyoruz:
"Kâfirler hakkında `Bunların yolu, müminlerin yolundan daha doğrudur'
derler."
İbn-i İshak'ın, Muhammed b. Ebu Muhammed ve İkrime yolu ile Ebu Said b.
Cubeyr'e dayanarak bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Kureyş, Gatafan ve Beni Kureyza kabilelerini müslümanlara karşı birleştirip
savaşa sürükleyenler Hayy b. Ahtab, Selâm b. Hakık, Ebu Rafi, Rebü b. Hakık,
Ebu Amir, Vehûh b. Amir ve Hevde b. Kasy adlı kişilerdi. Bunlardan Venûh,
Ebu Amir ve Hevele Vailoğulları kabilesinden, öbürleri ise Nadiroğullari
kabilesinden idi.
Bu yahudi heyeti Kureyş kabilesi ile görüşmeye gidince onlara beraberlerinde
getirdikleri din adamlarını göstererek şöyle dedi; `Bunlar Yahudi
hahamlarıdırlar. İlk kutsal kitabı iyi bilirler. Sorun onlara, sizin dininiz
mi, yoksa Muhammed'in dini mi üstündür?' Kureyşlilerin bu yoldaki soruları
üzerine yahudi hahamları `Sizin dininiz Muhammed'in dininden daha üstündür.
Sizin yolunuz Muhammed'in ve O'nun peşinden gidenlerin yolundan daha
doğrudur' diye cevap verdiler. Bunun üzerine yüce Allah `Şu kendilerine
kitaptan pay verdiklerimizi görmüyor musun...' diye başlayan ve "...
kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık" diye biten ayetler gurubunu
indirdi.
Bu ayetlerde onlara lânet ediliyor, dünyada ve ahirette desteksiz ve
yardımcısız kalmaya mahkûm oldukları bildiriliyordu. Çünkü onlar, Kureyş
putperestlerine kendilerine destek sağlamak için gitmişler, bu sözleri de
gönüllerini alıp taraftarlıklarını kazanmak amacı ile söylemişlerdi.
Nitekim Kureyşliler de yahudilerin bu isteklerini olumlu karşılayarak Hendek
(Ahzab) savaşında onların tarafında müslümanlara karşı savaşa girdiler.
Peygamberimiz bunlara karşı Medine çevresinde hendekler kazdırdı. Yüce
Allah, onların kötülüklerine engel oldu, onları kinleri ile baş başa
bıraktı, istedikleri sonucu elde edemediler. Yüce Allah savaşta ağırlığını
müminlerden yana koydu. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.
Gerçi yahudilerin "Putperest Kureyşlilerin dini Hz. Muhammed'in ve O'nun
peşinden gidenlerin dininden daha üstündür; putperestlerin yolu, yüce
Allah'ın kitabına (Kur'an'a) ve Peygamberine inananların yolundan daha
doğrudur" demeleri aslında hayret edilecek bir tutumdur; ama, yahudilere çok
görülmez, onlar için normaldir. Onlar hak ile batıl arasında, doğru ile eğri
arasında, doğrular ile eğriler arasındaki tutumu her zaman budur. Onların
doyumsuz hırsları, yatışmaz arzuları ve dinmez kinleri vardır. Onlar hakkın
ve hak taraftarlarının yanında hırslarına, arzularına ve kinlerine destek
bulamazlar. Bu yoldaki desteği ve yardımı her zaman ancak batılın, eğrinin
ve eğrilik taraftarlarının arasında bulabilirler. Hakkın ve hak
taraftarlarının aleyhine geçip batılın ve eğrinin taraftarlarının lehine
tanıklık etmelerinin sebebi budur.
Onların tutumu her zaman budur ve bu tutumun sebebi de her zaman geçerlidir.
Bu yüzden onların "Kureyş putperestlerinin yolu, müminlerin yolundan daha
doğrudur" demeleri kendi açılarından mantıklı ve normaldir, süpriz değildir.
Yahudiler aynı sözü bu günde söylüyorlar, yarın .da söyleyeceklerdir. Onlar
günümüz dünyasının her yerindeki başarılı İslâmî hareketi, denetimleri
altındaki propaganda ve yönlendirme araçları ile lekelerler; bu hareketleri
gözden düşürüp kuvvet yolu ile ezmek isteyen batıl taraftarlarını olanca
güçleri ile desteklerler. Tıpkı ilk İslâmî hareketi gözden düşürmek ve
ezebilmek için putperest Kureyşlileri destekledikleri, kendileri ile güç
birliği yaptıkları gibi.
Fakat iğrenç iki yüzlülüklerinden, hile ve düzenbazlık alanındaki erişilmez
maharetlerinden ve zamanımız şartlarının öyle yapmalarını gerektirmesinden
dolayı kimi zaman eğriyi ve eğrinin taraftarlarını açıktan açığa övmezler.
Sadece hakkı ve hak taraftarlarını karalamakla yetinirler. Batılın hakkı
ezmesine, sindirmesine böylesine dolaylı yoldan destek vermeyi uygun
görürler. Çünkü günümüzde yahudilerin açık övgüsü, başlı başına bir suçlama
gerekçesi ve taşınmaz bir töhmet yükü haline gelmiştir. Bu yüzden eğer
desteklerini ve övgülerini açığa vururlarsa İslâmî hareketleri ezmek
isteyen, dünyanın her yerindeki gizli ajanları ve onlardan aldıkları
direktiflere göre çalışan sinsi zorbalar hakkında kuşku uyandırabilir!
Kimi zaman bu sinsi yanıltmacalarını o kadar ileri boyutlara vardırırlar ki
kendileri hesabına hakkı ve hak taraftarlarını sindiren ajanları ile
göstermelik düşmanlık ve savaş oyunu oynarlar ya da danışıklı propaganda
savaşını gündeme getirirler. Amaçları uzun vadeli emellerini gerçekleştiren
en sadık, en bağımlı dostlarını tamamen şüpheden uzak tutmaktır.
Fakat asla İslâm'ı ve müslümanları karalama, gözden düşürme kampanyasına ara
vermezler. Çünkü İslâm'a karşı besledikleri kin o kadar koyu ve katıdır ki,
en küçük bir İslâmî diriliş hareketine, hatta böyle bir hareketin gölgesine
bile tahammül edemezler. İnsanları yanıltmak ve aldatmak için bile onun
varlığına katlanamazlar.
Yahudilerin tarih boyunca sergiledikleri karakter, uyguladıkları strateji ve
güttükleri amaç aynıdır. İşte yüce Allah bundan dolayı onlara lânet ediyor,
kendilerini rahmetinden kovuyor ve desteğinden yoksun bırakıyor. Yüce
Allah'ın desteğinden yoksun kalan kimse bütün yeryüzü halkının desteğini ve
yardımını kazansa bile aslında destekçisiz ve yardımcısızdır. Okuyoruz:
"Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona
yardım edecek birini bulamazsın."
Günümüzde bütün batılı devletlerin yahudileri desteklediklerini görünce
paniğe kapılıp sorabiliriz: Hani Allah onları lânete çarptırdığını vaad
etmişti? Hani Allah'ın lânetine uğrayanlar yardımcı ve destekçi
bulamazlardı?
Fakat bilmeliyiz ki, asıl yardım edici, asıl destekçi insanlar değildir,
devletler de değildir. Bu devletlerin ellerinde hidrojen bombaları ve türlü
türlü füzeler de olsa bu böyledir. Asıl gerçek yardımcı yüce Allah'tır,
iradesi karşısında bütün kullarına diz çöktürme gücünde olan yüce Allah! Bu
rakipsiz güç karşısında ellerinde hidrojen bombaları ve çeşit çeşit füzeler
bulunan kullar da kim oluyorlar?
Yüce Allah ise kendisini destekleyenin destekçisidir. Nitekim O bize "Allah
dinini destekleyenleri kesinlikle destekler." buyuruyor." (Hacc Suresi, 40)
Yüce Allah kendisine gerçek anlamda inananların, olanca güçleri ile
sistemine bağlananların, hoşnutluk ve teslimiyet içinde sisteminin
hakemliğine başvuranların yardımcısı ve destekçisidir.
Yüce Allah bu ayette kendisine inanmış, sistemine uyan ve şeriatının
hakemliğini benimseyen bir ümmete sesleniyor. Bu yüzden bu ümmetin
düşmanları olan yahudileri ve destekçilerini küçümsüyor. Yine yüce Allah bu
ümmete yardım etmeyi, destek sağlamayı vaad ediyor. Çünkü düşmanlarının,
yani yahudilerin yardım edicisi destekleyicisi yoktur. Yüce Allah o günkü
müslümanlara karşı vaadini, fiilen gerçekleştirdi. Onun vaadi ancak gerçek
müslümanlar hakkında gerçekleşebilir, ancak gerçekten inanmış bir kitle
varolunca bunların eli ile bu durum pratiğe yansıyabilir.
O halde ateistlerin, putperestlerin ve hristiyanların hep birlikte
yahudileri desteklemeleri, arkalamaları karşısında paniğe kapılmayalım ve
yılgınlığa düşmeyelim. Onlar her zaman zaten İslâm karşısında, müslümanlar
karşısında ve yahudilerin yanında olup onların destekçileri olurlar. Çünkü
asıl güç dengesini değiştirecek destek ve yardım bunlarınki değildir. Fakat
aynı zamanda Allah'ın yardımını peşin olarak yanımızda bilmek gibi bir
yanılgıya da kesinlikle kapılmamalıyız. Çünkü yüce Allah'ın yardım vaadi
ancak müslümanlar hakkında ve bu iddiayı ileri süren kimseler gerçek
müslüman oldukları gün gerçekleşir.
Buna göre müslümanlär -bir kez olsun- gerçekten müslüman olmayı denemeye
girişmelidirler. O zaman kendi gözleri ile baksınlar bakalım, ortada
yahudileri destekleyen kalacak mı, ya da kalsa bile bu destekçilerin
yahudiye bir yararı olacak mı?
İNSANLIIĞIN BAŞ DÜŞMANLARI
Yüce Allah yahudilerin tutumlarını, davranışlarını ve sözlerini hayretle
karşıladığını belirttikten ve bu yüzden onları lânetine çarptırıp
yalnızlığın perişanlığına mahkûm ettiğini açıkladıktan sonra Peygamberimize
ve müslümanlara karşı takındıkları başka bir tutumu kınamaya girişiyor ve
yahudilerin müminlere yönelik ilâhi nimeti kıskanmalarını yeriyor. Bu nimet
hak Din, zafer ve egemenlik-iktidar nimetidir. İşte yüce Allah'ın tek
taraflı bir bağışı olarak müslümanlara karşı sunduğu bu nimet yahudileri
kıskançlıktan çatlatıyor. Oysa nimeti veren, yüce Allah'tır, müslümanların
bu ilâhi takdirde hiçbir yetki payları yok!
Aşağıdaki ayetlerde aynı zamanda yahudilerin pinti karakterlerine,
başkalarının elindeki her şeyde gözü kalan çekememezliklerine de parmak
basılıyor. Oysa yüce Allah onlara ve atalarına da bol bol nimet bağışladı.
Fakat bu ilâhi bağışlar onlara ne cömertliği gösterebildi ve ne de
kendilerini kıskançlıktan ve açgözlülükten vazgeçirebildi. Şimdi ayetleri
okuyoruz:
"Yoksa onların Allah'ın mülkünde bir payları mı var? Eğer öyle olsaydı,
insanlara bir çekirdek kırıntısını bile vermezlerdi.
Yoksa Allah'ın karşılıksız lütfunun eseri olarak insanlara bağışlamış olduğu
imtiyazı çekemiyorlar, bu yüzden insanları kıskanıyorlar mı? Oysa biz
İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş, kendilerine büyük
bir egemenlik bağışlamıştık."
Aman Allah'ım, ne tuhaf şey! Adamlar, yüce Allah'ın herhangi bir kuluna
kendi katından bir nimet bağışlamasını çekemiyorlar. Yoksa bunlar -haşa-
yüce Allah'ın ortakları mı? Yoksa O'nun mülkünde, varlığında payları mı var?
Bir bölümünü bağışladığı, kullarına karşılıksız akıttığı mülkünde yani. Eğer
bu mülkde, bu varlıkta payları olsaydı insanlara bir çekirdek kırıntısını,
bir tohum zerresini bile çok görürlerdi. O kadar cimri ve o kadar
pintidirler. Ayette geçen "nukre (çekirdek kırıntısı)" çekirdeğin sırtındaki
cücük demektir. Eğer yahudinin, yüce Allah'ın mülkünde, varlığında payı olsa
pintiliği ve iğrenç bencilliği yüzünden insanlara bu çekirdeğin cücüğünü
bile vermeye eli varamazdı. Allah'a hamdolsun ki O'nun, bu mülkte payı yok.
Yoksa tüm insanlar yandıydı, kendilerine bir çekirdek cücüğü bile
verilmeyecektir.
Yoksa yahudilerin hastalığı kıskançlıklarından mı kaynaklanıyor? Yüce
Allah'ın Peygamberimize ve müslümanlara bağışladığı imtiyazı mı
kıskanıyorlar? Müslümanlara yepyeni bir varoluş kazandıran, onları yeniden
doğmuşçasına başkalaştıran, kendilerine diğer insanlardan farklı bir kişilik
sağlayan; onlara bir yandan aydınlık, ışık, güven duygusu ve gönül huzuru,
öbür yandan temizlik, arınmışlık ve bunların yanısıra prestij ve egemenlik
bağışlayan İslâm dinini mi kıskanıyorlar?
Evet, yahudilerin içini kemiren kurt, gerçekten bu kıskançlıktır. Üstelik bu
din yüzünden arapların üzerine nice yıllardan beri kurmuş olduğu edebî ve
ekonomik egemenlik de elden gidiyor; cahil, bölük-pörçük ve birbirleri ile
sürekli çatışan zavallı Arapların sırtlarından, onların dinsiz günlerinde
sağladığı çık arlar artık hayal olmak üzere!
Fakat yüce Allah başkalarına peygamberlik ve yeryüzü egemenliği verdi diye
ne yüzle insanları kıskanıyorlar? Çünkü kendileri de Hz. İbrahim döneminden
beri ilâhî bağışın denizi içinde yüzüyorlar. Bilindiği gibi yüce Allah gerek
Hz. İbrahim'e gerekse soyundan gelenlere kutsal kitap, peygamberlik mevki,
egemenlik ve iktidar vermişti. Fakat bu nankörler bu bağışın değerini
bilmediler, bu nimete sahip çıkmadılar ve vaktiyle yüce Allah'a verdikleri
sözü tutmadılar. Tersine bir kesimi inanmayanlar safına katıldılar. Oysa bu
kadar nimete ve bağışa muhatap olan bir milletin bir kesiminin inkâra
sapması, kâfir olması yakışık almaz. Okuyoruz:
"Oysa biz İbrahim'in soyundan gelenlere de kitap ve hikmet vermiş,
kendilerine büyük bir egemenlik bağışlamıştık.
Fakat İbrahim'in soyundan gelenlerin kimi O'na inandı, kimi de kendisine
sırt çevirdi."
Yüce Allah'ın nimet ve bağışından bol bol pay almışların yine de başkalarını
kıskanması, kıskançlık kompleksinin en acı verici tezahürüdür. Sebebine
gelince nimetten yoksun olan kimse başkalarını kıskanınca bu duygu yüzünden
kınanır, antipatik görülür. İlahî nimetlerden bol bol pay almış kimselerin
kıskançlığına gelince bu köklü ve derin boyutlu bir bir şirretliktir.
Yahudinin benzersiz ve kendine özgü şirretliği yani.
Bundan dolayı bu ayetin son cümlesinde alevli cehennem tehdidi ile
karşılaşıyoruz. Bu tehdit, sözünü ettiğimiz iğrenç şirretliğin karşılığı
olan cezadır. Okuyoruz:
"Öylelerinin hakkından alevli cehennem gelir."
Hz. İbrahim'in soyundan gelenlerin arasında kiminin iman ettiği ve
kiminin imana sırt çevirdiği belirtildikten sonra gelinen noktada insana
davranışlarının karşılığına ilişkin geniş kapsamlı kural ile
karşılaşırız. Yalanlayanların ve iman edenlerin karşılığı. Gerek
ötekilerin ve gerekse berikilerin görecekleri bu karşılıklar. Her din
için ve her zaman geçerli olan bir kural öğretiliyor bizlere. Yalnız bu
kural korkunç, tüyler ürpertici bir Kıyamet sahnesinin somut tablosu
biçiminde gözlerimizin önüne sunuluyor. Ayetleri okuyalım:
56- Hiç kuşkusuz ayetlerimizi inkâr edenleri ilerde ateşe
atacağız. Derileri kavruldukça azabın acısını duysunlar diye kendilerine
başka deriler giydireceğiz. Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet
sahibidir. ,
57- İman edip iyi ameller işleyenleri de ilerde içinde ebedi olarak
kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onlara orada
el değmemiş eşler verilecek, kendileri koyu gölgeler altına alınacaklardır.
Burada bitmesi söz konusu olmayan bir sahne karşısındayız. Sürekli
yenilenen somut bir sahne. Hayalde canlanıyor ve bir daha kaybolmuyor,
bir tarafa kayıp gitmiyor. Bu sahnenin hakim imajı korkudur, dehşettir.
Fakat sürükleyici, esir edici cazibesi olan bir dehşettir bu.
Ayette bu tablo bir tek kelime ile göz önünde canlandırılıyor ve
yineleniyor; ...dukça (kullema) kelimesi ile. Tabloya
ürperticilik ve korkunçluk kazandıran ifade "Derileri kavruldukça"
yan cümleciğidir. Tabloya şaşırtıcılığı ve alışılmış manzaralarla
çelişen olağan dışılığı katan ifade de cümlenin öbür yarısı, yani
"kendilerine başka deriler giydireceğiz" temel cümleciğidir. Bu
ürpertici ve korkunç dehşet sadece bir tek şart cümlesinde odaklaşıyor. Bu
kafirlerin cezasıdır. Bütün iman etme sebepleri varken bile bile seçilen
kâfirliğin cezası. Yani amaçlanmış, istenmiş bir ceza. O halde davranışa
denk düşen bir ceza. Okuyoruz:
"Azabın acısını duysunlar diye.."
Çünkü Allah, ceza vermeye muktedirdir, kararı yerinde ve hikmete
dayalıdır. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah üstün iradelidir, hikmet sahibidir."
Şimdi bu sahnenin her noktada karşılığı, karşıtı olan bir sahneye
çevirelim bakışlarımızı. Yalazı dalga dalga yükselen alevlerin; acı içinde
kıvranan, kavrulmuş erimiş derilerin, kavruldukça yanma olayı yeniden
yaşasın, çekilen acı yeniden tadılsın diye yerini başkasına bırakan
derilerin bu bedbaht, elem dolu sahnesinin karşılığında "İman edip
iyi ameller işleyenler"i gönül okşayıcı, serin meltemli bahçelerde
gezinirken buluyoruz. Bu bahçenin;
"Altlarından nehirler akıyor:"
Ayrıca bu sahnede güvenlik ve vurgulamalı bir süreklilik ve
kalıcılık buluyoruz:
"Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."
Bu bahçelerde, bu bitimsiz ebedilikte bir de el değmemiş eşler
çıkıyor karşımıza:
"Onlara orada el değmemiş eşler verilecek."
Son olarak ılık gölgelerin, bu mutlu tablonun havasında
titreştiklerini fark ediyoruz:
"Onları koyu gölgelerin altına alacağız."
Burada Kur'an'ın "Kıyamet sahneleri"ne ilişkin güçlü, imajlı,
etkileyici, derin boyutlu üslûbu uyarınca karşılığın niteliğinde,
görüntülerde, figürlerde ve imajda tam bir karşıtlık ile yüz yüzeyiz." (Al-i
İmran Suresi, 110)
Aşağıdaki ayetler gurubu İslâm ümmetinin temel düzenini oluşturan son derece
önemli bir konuyu içeriyorlar. Bu ayetlerin konusu İslâm ümmetinin temel
düzeninde somutlaşmış olarak imanın şartı ve tanımıdır. Bu konunun önemi ve
ciddiyeti hem konunun kendisinden ve hem de bu ümmetin temel düzeni ile
arasındaki ilişkinin ve bütünleşmenin biçiminden kaynaklanıyor.
Bu ümmetin yoktan var edicisi ve geliştiricisi, varlık alemine çıkarıcısı
Kur'an-ı Kerim'dir. Yüce Allah "Sizler insanlar için ortaya
çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz" buyururken bu gerçeği tam olduğu
gibi ifade etmiştir."°'
Evet, Kur'an-ı Kerim bu ümmeti yoktan var eden, onu insanlık tarihinin
eşsiz-benzersiz ümmeti, ayetin deyimi ile "İnsanlar için ortaya
çıkarılmış hayırlı bir ümmet" yapmak üzere geliştiren kaynaktır.
Diğer söyleyeceklerimize geçmeden önce bu gerçeği, yani Kur'an'ın bu ümmeti
yoktan var edip geliştirdiği gerçeğini açıklığa kavuşturmalı, üstüne basa
basa vurgulamalıyız. Gerçekten Kur'an'ın bu ümmete yönelik fonksiyonu bir
yoktan var etme ve geliştirme fonksiyonudur. Bu fonksiyon bu ümmetin yeniden
doğuşu, hatta "insan"ın bambaşka bir kişilikle yeniden doğuşu anlamına
gelir. Bu olay sosyal gelişme yolunda bir aşama, evrimleşme yolunda atılmış
bir adım, hatta devrimci bir sıçrama değildi. Olay hem arap milleti için ve
hem insanlığın tümü için kelimenin tam anlamı ile bir "yoktan varoluş", bir
"yeniden doğuş" mucizesi idi.
Bu sözlerimizin ışığında cahiliye şiirine ve İslâm öncesi arap kültürünün
diğer kaynaklarına bakalım. Bu kaynaklara bir bütün halinde "Arap Divanı"
adını veriyoruz. Bu kaynak arapların en yüksek düzeyli ve en kalıcı kültür
birikimini içerir. Bu birikim içinde arapların hayata, varlık bütününe,
evrene, insana, ahlâka ve insan davranışlarına ilişkin bütün görüşlerine
rastlarız. Ayrıca onların hayat kriterleri, duygusal deneyimleri, düşünce
ürünleri, kültürel özleri, uygarlık kazanımları, kısacası tüm varoluşları bu
divanı oluşturan eserlere yansımıştır.
İşte bu divanın içerdiği kültür birikimini, düşünceleri, değer yargılarını,
varlık ve hayat görüşünü, evren ve insana ilişkin bakış açısını, hayat ve
insana ilişkin değerleri, sosyal düzenleme kurallarını, insan varlığının
varlığına ilişkin bakış açısını, bu düşünceye dayanan pratik yasal
düzenlemeleri Kur'an'ın ışığında düşünce süzgecinden geçirelim.
Sonra gerek İslâm öncesi gerek İslâm dönemi arap pratiğine bakalım. İslâm
öncesi dönemin değerlendirmesini sözünü ettiğimiz Arap divanında somutlaşan
cahiliye düşüncelerinin ışığı altında, İslâm dönemi pratiğinin
değerlendirmesini de ilahi sistemde somutlaşan Kur'an kaynaklı düşüncelerin
ışığında yapalım.
Gerek bu divanın içerdiği kültür mirasını ve gerekse Arap milletinin eski
sosyal pratiğini Kur'an-ı Kerim'in ve İslâm dönemine ilişkin sosyal pratiğin
ışığı altında incelenince şu kesin ve belirgin sonuca varırız: İslâm
ümmetinin tarih sahnesine çıkışı ne gelişme aşaması ne bir evrim adımı ve ne
de bir devrim sıçramasıdır. Bu olay Kur'an-ı Kerim'in yukardaki ayetinde
belirtildiği gibi gerçekten bir "ortaya koyma" olayıdır, Allah yapısı bir
"ortaya koyma". Son derece şaşırtıcı bir "yoktan var etme", son derece
orijinal ve eşi görülmemiş bir "ortaya çıkarma" olayı karşısındayız burada.
Sebebine gelince bildiğimiz kadarı ile tarihte ilk ve son defa bir kitabın
sayfalarından somut bir ümmet fışkırıyor, tarihte ilk ve son defa
kelimelerin arasından hayat "ortaya çıkıyor.
Ama aslında ortada şaşılacak bir şey yok. Çünkü sözünü ettiğimiz kelimeler,
cümleler, yüce Allah'ın kelimeleri, cümleleri!
Tartışma çıkarmak isteyenler, mızıkçılık yapmak isteyenler bize söylesinler
bakalım: Bu ümmet, yüce Allah onu kelimeleri-cümleleri aracılığı ile "ortaya
çıkarmadan" önce, Kur'an-ı Kerim aracılığı ile onu yoktan var etmeden önce
nerede idi?
Arap yarımadasında olduğunu biliyoruz. Mesele o değil. Mesele şu: İnsanlık
ailesi içindeki yeri, ortak insanlık uygarlığı birikimindeki konumu,
insanlık tarihindeki yeri neresi idi? Milletlerarası insanlık masasının
neresinde oturuyordu? Bu masaya adını duyuran, damgasını taşıyan ne gibi bir
değer sunabilmişti?
Bu millet bu din sayesinde varlık sahnesine çıktı. Bu doğru sistem sayesinde
oluşumunu gerçekleştirdi. Sonra elindeki yüce Allah'ın kitabı ile ve
hayatına damgasını basan ilâhi sistem ile önce kendine çeki-düzen verdi,
arkasından bütün insanlığa önder oldu. Dediğimiz gibi bu kitapla ve bu
sistem ile. Başka bir şeyle değil. Tarih önümüzdedir işte. Yüce Allah,
araplara "Gerçekten size nam sağlayan, öğüt veren
bir kitap indirdik size, buna aklınız ermiyor mu?" (Enbiya Suresi, 10)
buyurmuştu. Yüce Allah'ın bu vaadi gerçekleşti.
Çünkü bu kitaptan kaynaklanan gerekçeler ile bu millet adını dünyaya
duyurdu, tarihin gelişiminde rol oynadı, önce "insana yaraşır" bir kişiliği,
varoluşu, ikinci olarak da evrensel bir uygarlığı oldu. Oysa bazı budalalar
yüce Allah'ın arap milletine yönelik bu nimetine karşı nankörlük etmek
istiyorlar. Yüce Allah tüm insanlığa seslenen son sözünü, sonuncu mesajını
araplar ve arapça aracılığı ile insanlığa sundu. Bu yolla araplara kişilik,
nam, tarih ve uygarlık bağışladı. Fakat sözünü ettiğimiz bazı budalalar yüce
Allah'ın bu bağışını inkar etmek istiyorlar, yüce Allah'ın sırtlarına
giydirdiği bu kaftanı üzerlerinden çıkarmak istiyorlar; kendilerini nama,
şerefe iletmiş olan, hatta aralarından çıkan İslâm ümmeti sayesinde
kèndilerini varolma düzeyine yükseltmiş olan bu şerefli sancağı parçalamak
yırtmak istiyorlar.
Evet, dediğimiz gibi, Kur'an bu ümmeti varlık sahnesine çıkardı ve oluşumunu
sağladı. Cahiliye bataklığından tutup çıkardığı İslâm toplumunun bünyesine
tasarladığı yeni değerleri yerleştirdi. Bu toplumun hayatında ve fertlerin
vicdanlarında bulunan cahiliye değerlerini ve tortularını silip ortadan
kaldırdı. Bu toplumun yapısını bu "yeniden doğuş"un esasına göre düzenledi,
ya da gerek duyunca yeniden kurdu.
Yine Kur'an, bu müslüman toplumla birlikte, bu toplumun safında gerek
fertlerinin vicdanlarında ve gerekse sosyal kurumlarında tortular bırakarak
göçüp giden eski cahiliye ile ve gerekse Medine yahudilerinin, münafıkların
ve Mekke putperestlerinin kişiliklerinde somutlaşan aktüel cahiliye ile iki
yönlü bir savaşa girdi. Bu iki savaş aynı zamanda ve aynı alanda cereyan
ediyordu.
Kur'an-ı Kerim bütün bunları yaparken müslüman cemaate doğru bir düşünce
temeli kazandırarak işe başlıyor. Bunun için imanın şartını ve İslâm'ın
tanımını açıklığa kavuşturuyor. Sonra da bu düşünce sistemini -doğrudan
doğruya bu noktadan- temel düzenine, anayasasına bağlıyor. O temel düzen ki
bu toplumun kişiliğini çevresindeki cahiliyenin kişiliğinden ayırıyor, ona
insanlar için ortaya çıkarılmış seçkin ümmetin özelliklerini kazandırıyor,
ona insanlara mesaj verme, onları yüce Allah'a iletme, ilâhi sistemle
bütünleştirme konumu sağlıyor.
İşte aşağıda incelemeye çalışacağımız ayetler bu temel düzeni, imanın
şartına ve İslâm'ın tanımına ilişkin düşünceden kaynaklanan ve bu düşünce
üzerine oturan alt yapıyı ele alıp açıklıyorlar.
Bu ayetler bu konuda öncelikle şu noktaları belikliyorlar, şu sorulara kesin
cevaplar veriyorlar: Müslüman ümmet hayat sistemini hangi kaynaktan
alacaktır? Bu almayı hangi yöntemle gerçekleştirecektir? Başvuru kaynağından
alacağı ilkeleri nasıl anlayacak, nasıl yorumlayacaktır? İnsanlar tarafından
farklı biçimde yorumlanan ve haklarında nass bulunmayan yeni meseleler, yeni
problemler bu kaynağa nasıl dayandırılacaktır? Müslüman ümmet hangi otorite
mercilerine niçin itaat edecektir? Bu mercicilerin otoritesi, yaptırım gücü
nereden kaynaklanır? Okuyacağımız ayetler, bu soruların ortaya çıkaracağı
ilkelerin "imanın şartı ve İslâm'ın tanımı" olduklarını belirtiyorlar.
Bu şartlar yerine gelince bu ümmetin siyasi alt yapısı ile inancı,
parçalanmaz ve elementlerine ayrılmaz bir bütünlük içinde kaynaşmış olur.
İşte aşağıda okuyacağımız ayetler bu son derece önemli konuyu, kuşkunun
gölgesine bile yer vermeyen bir netlikle açıklığa kavuşturuyor. Ayetleri
okuyunca bu problemin ne kadar kesin bir üslupla ortaya konduğunu görecek ve
kendi kendimize "Bir müslüman bu hükümleri nasıl tartışma konusu yapabilir?"
diyerek bu konuda tereddüde düşenlere şaşacağız.
Okuyacağımız ayetlerden biri, müslüman ümmete diyor ki: Peygamberler,
insanlara -Allah'ın izni çerçevesinde- itaat edilmek üzere gönderildi, yoksa
sırf aldıkları mesajı duyurmak ve insanları ikna etmek için gelmediler
Okuyalım:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka
kendisine itaat edilsin diye gönderdik."
Yine bu ayetlerden birinde İslâm ümmetine deniyor ki: İnsanlar
-ilke olarak- yüce Allah'ın sistemini hakem, yargı mercii olarak kabul
etmedikçe mümin olamazlar. Bu sistem, ilk önce Peygamberin verdiği
kararlarda somutlaşır, O'ndan sonrada Kur'an ve sünnet kaynakları halinde
varlığını devam ettirir. İnsanların mümin sayılabilmeleri için bu sistemin
hakemliğine başvurmaları da tek başına yeterli değildir, aynı zamanda bu
kaynağın vereceği hükümleri teslimiyetle, gönül hoşnutluğu ile
benimsemelidirler. Okuyoruz:
"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında doğan
anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara,
gönüllerinde hiç bir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça
mümin olamazlar."
İşte imanın şartı ve İslâm'ın tanımı budur.
Bu ayetlerin bir başkası da müslüman cemaate şu mesajı veriyor: Tağut'un,
yani yüce Allah'ın dışındaki herhangi bir yargı merciinin hakemliğine
başvurmaya kalkışanlarını, gerek bizim peygamberimize ve gerekse daha önceki
peygambere inandıkları biçimindeki iddiaları geçersizdir, makbul değildir.
Bu iddiaları asılsızdır, Tağutun hakemliğine başvurmaları bu sözü askıda
bırakmaktadır, çürütmektedir. Okuyoruz:
"Gerek sana gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara
inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar tanımamakla, karşı
çıkmakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan
onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."
Yine bu ayetlerin birinde müslüman ümmete, yüce Allah'ın indirdiği
hükümlerin ve Peygamberimizin hakemliğine sırt çevirmenin bir münafıklık
belirtisi olduğu söyleniyor. Okuyalım:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygambere geliniz' dendiğinde o
münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."
Yine bu ayetlerden birinde müslüman cemaate şu mesaj veriliyor:
Kur'an-ı Kerim'e uyarak Allah'a, sünnete uyarak Peygambere" iman şartının ve
İslâm tanımının kapsamı içinde yer alan, mümin devlet adamlarına itaat
etmek, bu cemaatın iman dayanaklı sistemini ve temel yasasını oluşturur.
Okuyoruz:
"Ey müminler Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet
yetkililerine itaat ediniz."
Aynı ayetin devamında da müslüman cemaate verilen direktif şudur:
Sosyal şartların değişmesi sonucu önüne çıkan tartışmalı konuları ve
haklarında kesin delil bulunmayan, yeni ortaya çıkmış meselelerin çözümünü
Allah'a ve Peygamber'e, yani Kur'an'a ve sünnete havale ediniz. Okuyalım:
"Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü
Allah'a ve Peygambere havale ediniz."
Eğer bu ilkeye uyulursa İlâhi sistemin sürekli egemenliği, hayatın
yeni ve tartışmalı meselelerine ilişkin çözüm üretme fonksiyonu Kıyamete
kadar garantiye alınmış olur. Bu ilk müslüman ümmetin temel yasasını, siyasî
altyapısını oluşturur. Bunsuz mümin olunamaz. Bu gerçekleşmedikçe müslüman
olunamaz. Çünkü bu ilke belirtilen şartlara bağlı bir itaati, İslâm
toplumunun ileri ve farklı aşamalarında ortaya çıkacak olan yeni
problemlerin yüce Allah'a ve Peygamberimize havale edilmesini, kesin ve
tartışma götürmez biçimde imanın şartı ve İslâm'ın tanımı saymaktadır.
Okuyalım:
"Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanmışsanız..."
Yukarda "Hiç kuşkusuz Allah, kendisine ortak koşma suçunu
bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediklerine bağışlar" (Nisa
Suresi, 48) ayetini incelerken yapmış olduğumuz açıklamayı
tekrar hatırlayalım. Orada ağırlıklı olarak ?u nokta üzerinde durmuştuk.
Yahudiler, yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilâh edindikleri
gerekçesi ile Allah'a ortak koşmakla, müşrik olma damgasını yiyorlar. Oysa
onlar bildiğimiz somut anlamda hahamlarına, din adamlarına tapmıyorlar.
Yaptıkları şu: Hahamların bazı şeyleri helâl ve bazı şeyleri de yasak
saymalarını kabul ediyorlar. Hahamlara ilke olarak egemenliğin kaynağı olma,
yasa koyma yetkisini tanıyorlar. İşte bu gerekçe ile Allah'a ortak koşmuş
sayılıyorlar. O Allah'a ortak koşma ki, yüce Allah onun dışında kalan bütün
günahları affediyor. İşlenen günah "zina, hırsızlık, içki içmek" gibi büyük
günahlardan biri bile,olsa af kapsamı dışında tutulmuyor. Böylece meselenin
özü önce yüce Allah'ı tek ilâh bilmeye, arkasından O'nun egemenliğini
ortaksızlığını tanımaya, ilâhlığın bu önemli karakteristiğini yüce Allah'ın
tekelinde görmeye dayandırılmış oluyor. Ancak bu çerçeve içinde müslümanın
müslüman kalması, müminin müminlik niteliğini taşımaya devam etmesi
mümkündür; ancak bu çerçeve içinde müslüman, küçük-büyük her türlü günahının
affedilmesini bekleyebilir. Bu çerçevenin dışı ise yüce Allah'ın kesinlikle
affetmeyeceğini bildirdiği müşrikliktir, Allah'a ortak koşma suçudur. Çünkü
yüce Allah'ı ilâhlıkta tek bilmek ve egemenlikteki yetkisinin sınırsızlığını
tanımak imanın şartı ve İslâm'ın tanımının gereğidir. Yüce Allah işte bu
gerekçe ile "Eğer Allah'a ve Ahiret gününe gerçekten
inanmışsanız..." buyuruyor.
Az sonra okuyacağımız ayetler gurubunun ana eksenini bu hayati konu
oluşturur. Ayetlerin bunun yanısıra işledikleri diğer önemli konu
müslümanların adalet ve ahlâk ilkelerini ilâhi sistemin doğru ve tutarlı
esasları uyarınca yeryüzüne egemen kılmak hususundaki görevleridir.
Okuyoruz:
"Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve
insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder.
Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve
görendir."
Böylece okuyacağımız ayetlerin içeriklerinin ana hatlarına kısaca
değinmiş olduk. Şimdi bu ayetleri teker teker ele alarak ayrıntılı biçimde
incelemeye çalışalım:
58-Allah size
emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında
hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel
öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir.
Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de
ahlak kurallarıdır. Emanetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara
yüklemek ve "insan"lar arasında adalete uygun, yüce Allah'ın sistemi ve
direktifleri uyarınca hüküm vermek.
Emanetler, "en büyük emanet"le başlar. Yüce Allah'ın, insan fıtratına
sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, "göklerin, yeryüzünün ve dağların
yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri"ne rağmen "insan"ın
omuzlarına aldığı emanet. Bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba
ile yüce Allah'ı bulma, bilme ve O'na inanma emaneti. Bu insan fıtratına
özgü bir emanettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara
gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini
tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze
etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların
bilinçli, iradeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek
bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan
iradesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı
ile Allah'a ulaşma görevini yüklemiştir. "Allah'ın yardımı ile" diyoruz.
Çünkü yüce Allah "Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle
yollarımıza iletiriz" buyuruyor." (Ankebut Suresi, 69) İşte bu
emaneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emanet
budur.
Yüce Allah'ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emanetler, bu "en büyük
emanet"in dalları olarak karşımıza çıkar.
Bu ikinci derecedeki emanetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık
etme emanetidir. Bu emanetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma,
tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya
koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun
tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde
somutlaşmış görerek "Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç
sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla
yoğuruyor!" demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi
kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir
tanıtma, bir tanıklık yapma olur.
Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye
kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama
insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini
tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm'ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve
uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanısıra
insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine
getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emanetini yerine
getirmiş sayılamaz.
"En büyük emanet" ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emanetler
arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma,
hiç kimsenin hakkını çiğnememe emaneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde,
verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emaneti; yönetenlere
ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emaneti; ailede ve
toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emaneti; toplumun dokunulmaz
haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emaneti; kısacası
hayatın bütün alanlarında ilahi sistemin insanlara yüklediği görevleri
yerine getirme emaneti. Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz ayetin
yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri
yüce Allah'ın emri olan emanetlerin başlıcalarıdır.
"İnsanlar" arasında adalete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah
bu görevi tüm "insanları" içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş
kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam'ın istediği adalet sadece
müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap
ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı
bir adalet değildir. İslâm'a göre adalet, her insanın, sırf "insan"
olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adalet hakkının tek
gerekçesi insanın "insan" olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar
arasında adalet dağıtılırken mümin-kafir, dost-düşman, siyah derili-beyaz
derili, arap-arap olmayan ayırımı yapılamaz.
Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar
arasında adalet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adalet ilkesinin böyle
ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm'ın eli
altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa
önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâmdan önce ve
İslâm'ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine
onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adalet düzeni ne görmüş ve ne de
tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan "insan"likan başka
hiçbir nitelik gözetmeyen adalet uygulaması, müslümanların söz sahibi
olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı bir rüya olmaktan ileri gidemez.
İslâm'da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları
ile- emanet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adalet
oluşturur.
Emanetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adalete
uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu
ilkelerin yüce Allah'ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O'nun ne güzel öğütler
ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz:
"Allah size ne güzel öğüt veriyor!"
Bu ilahi cümle üzerinde birazcık durarak onun üslubundaki
incelikleri, anlatımının içerdiği esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen
sözdizimi kurallarına göre bu cümle "Ne güzeldir size Allah'ın verdiği
öğüt!" şeklinde olur. Fakat ayetteki cümle yapısında "Allah" kelimesi başa
alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer kelimeleri yüklem konumunda bu
özneye bağlanıyor. Böylece verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece
güçlü bir bağ olduğu mesajı veriliyor.
Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor. Burada "öğüt" değil,
"emir" söz konusudur. Fakat "emir" denmiyor da onun yerine "öğüt" deniyor.
Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen;
gönüllü, arzulu ve saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli bir mesaj
türüdür.
Bu cümleyi ayetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu cümle ayetin
içeriğini yüce Allah'a, O'nun yönetimine, O'nun korkusuna ve O'na yöneltilen
umuda bağlıyor. Okuyoruz:
"Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir."
Ayette emanetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar arasında
adalete uygun hükümler verme yükümlülükleri dile getirilmişti. Bu
yükümlülükler ile yüce Allah'ın "işitici ve görücü" oluşu arasında hem açık,
dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine
gelince, yüce Allah, adalete ve emanete ilişkin meseleleri "işitir" ve
"görür". Ayrıca adalete ilişkin uygulamalar titiz bir "dinleme" ve görme
duyarlığım, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları
tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı, bunların yanısıra şartların ve dış
olguların derinine inen bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu
iki emir, herşeyi "bilen" ve "gören" yüce Allah'tan geliyor.
İmdi, emanetin ve adaletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu ilkeler hayatın bütün
alanlarında, bütün faaliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak,
tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır`?
Acaba emanet ve adalet kavramlarının belirlenmesini, uygulama ve
gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına,
akıllarının yargılarına ya da keyfi isteklerine mi bırakacağız?
Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından biridir. Bu
niteliği ile önemli bir ağırlığı ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan
aklı, pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve gurupların, çeşitli
faktörlerin etkisi altında olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir
kavram olarak "insan aklı" diye adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur.
Bunun yerine "benim aklım", "senin aklın", "falancanın ya da filâncanın
aklı", belirli yerlerde ve dönemlerde yaşayan "belirli insan guruplarının
akılları" vardır. Bu ayrı ayrı akıllar da çeşitli faktörlerin etkisi alımda
kimi zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru eğilim göstermekle
yakınlaşmaktadırlar.
Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda aklın hakemliğine
başvuracağı, hükümlerinde ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları
terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve tasarımlarındaki saçmalıkları,
taşkınlıkları, yanılgıları ve yetersizlikleri miheng taşına göre tespit
edeceği ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın değeri,
fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim değiştirmeyen, değişik
faktörlerin etkisi altında yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit
kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan göreceli ağırlıklarını
bilecek olan araç yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında
verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır.
Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya konacak ölçülere,
kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız. Çünkü bu ölçülerin kendileri de
bozuk olabilir. O zaman bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka
dediğimiz nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe başvurmak zorundadırlar.
İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için
ortaya konan bu ilâhi ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün
değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin
faaliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırır. Okuyoruz:
59- Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan
devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret
gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o
meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza
en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur.
Bu kısa ayette yüce Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını
açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin
dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını belirliyor. Bu saydıklarımızın
tümünün başlangıç ve bitiş noktası şudur: Hükümler sırf yüce Allah'tan
alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın
dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve
sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar,
değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin
çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece farklı akılların, farklı
görüşlerin ve farklı yorumların hakemliğine başvuracakları değişmez bir
ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.
İnsan hayatına ilişkin büyük-küçük, önemli-önemsiz her konuda, her meselede
"egemenlik", hüküm verme yetkisi sırf yüce Allah'a aittir. Yüce Allah bu
amaçla bir şeriat belliyerek onu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dökmüştür.
Sonra bu Kur'an'ı insanlara anlatacak bir peygamber göndermiştir. Bu
peygamber "havadan konuşmuyor". O halde O'nun sünneti (sözleri ve
uygulamaları) yüce Allah'ın şeriatının bir parçasıdır.
Yüce Allah'a itaat etmek zorunludur. Şeriat ortaya koymak O'nun ilâhlığının
en belirgin özelliklerinden biridir. O halde O'nun koyduğu şeriatın
uygulanması, yürürlüğe konması zorunludur. Mü'minler öncelikle yüce Allah'a
itaat etmekle yükümlüdürler. Arkasından Peygambere itaat etme yükümlülüğü
gelir. Çünkü Allah'ın elçiliği, Allah'tan aldığı mesajı kullara iletme
sıfatını taşıyor. Bu sıfatı yüzünden O'na itaat etmek, O'nun aracılığı ile
bu şeriatı göndermiş olan Allah'a itaat etmenin vazgeçilmez gereği, bir
uzantısıdır. Ayrıca Peygamber, sünneti aracılığı ile bu şeriatı açıklıyor.
Buna göre O'nun sünneti, O'nun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu
olan şeriatın ayrılmaz bir parçasıdır. İmanın varlığı ve yokluğu bu itaatin
ve bu uygulamanın varlığına ya da yokluğuna bağlıdır. Bunun böyle olduğunu
yukarda okuduğumuz ayetin şu şart cümlesi söylüyor:
"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız..."
Üçüncü derecedeki zorunlu itaat merci olan devlet yetkililerine
(Ululemr'e) gelince okuduğumuz ayet bunların kimliğini açıkça belirliyor.
Okuyalım:
"... Ve sizden olan devlet yetkililerine itaat ediniz."
Yani bu devlet yetkilileri bu ayette açıklanan iman şartını ve
İslâm tanımını kişiliklerinde gerçekleştirmiş müminlerden olacaklar. Bu
ayette açıklanan iman şartı ve İslâm tanımı -bildiğimiz gibi- şu ilkeleri
içerir: Yüce Allah'a itaat etmek, Peygambere itaat etmek, ilke olarak
egemenliği ve insanlar için yasa koyma yetkisini sırf yüce Allah'a tanımak,
çözümlerini kesin kanıtlara bağladığı meselelerde O'nu tek hüküm kaynağı
bilmek; bunların yanısıra haklarında kesin kanıt bulunmayan ve insanlar
arasında farklı görüşlere ve yorumlara yol açan meseleleri de O'na havale
etmek, bu meseleleri nassların genel ilkeleri ışığında çözmeyi benimsemek.
Okuduğumuz ayet, yüce Allah'a ve Allah'ın elçisi olması gerekçesi ile
Peygamber'e itaat etmeyi temel ve asıl görev sayarken devlet yetkililerine
itaat etmeyi Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye bağlı bir görev kabul
ediyor. Nitekim cümlenin söz edilişinde yüce Allah'tan ve Peygamberden önce
"İtaat ediniz" emrine yer verildiği halde devlet
büyüklerinden önce bu emir anlamlı kelimeye yer verilmiyor, buradaki
emredicilik anlamı "ve" bağlacı eki ile ifade ediliyor. Böylece devlet
yetkililerinin "sizden" olmaları, iman şartının ve İslâm tanımının kapsamı
içinde bulunmaları belirtildikten sonra bu sözdizimi yolu ile onlara
yöneltilecek itaatin Allah'a ve Peygamber'e itaat etmeye dayalı olduğu bir
daha vurgulanmaktadır.
Bütün bu kayıtlamalardan ve belirlemelerden sonra şu sonuç ortaya çıkıyor.
"sizden" olan devlet yetkililerine yönelik itaat, yüce Allah'ın şeriatı ile,
haram olduğu nassla kanıtlanmayan ve tartışma konusu olup da şeriatın
ilkelerine vurulduğu takdirde haram olmadığı sonucuna varılan direktifler
ile sınırlıdır. Öte yandan sünnet. bu itaati kesin ve net bir şekilde
belirliyor.
Nitekim sahabilerden Ameşin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle
buyuruyor:
"İtaat, İslâm'a uygun emirler içindir." (Buhari, Müslim)
Sahabilerden Yahya el-Kattan'ın bildirdiğine göre de Peygamberimiz
şöyle buyuruyor:
"Müslüman, günah işlemekle emr olunmadıkça aldığı emre -hoşuna gitse
de gitmese de- uymakla, amirlerine itaat etmekle yükümlüdür. Fakat eğer
günah işlemekle emr olunursa bu emre uyması, itaat etmesi söz konusu
değildir." (Buhari, Müslim)
Bu arada sahabilerden Ümm-ü Husayn'ın bildirdiğine göre
Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
"Başınıza bir köle bile geçirilse, sizleri Allah'ın kitabı uyarınca
yönettiği sürece, sözünü dinleyiniz, kendisine itaat ediniz." (Müslim)
Böylece İslâm, her müslümanı gözetleyici, denetleyici bir koruyucu konumuna
getiriyor. Müslüman Allah'ın şeriatının ve Peygamberinin sünnetinin
koruyucusu, nefsinin ve aklının denetleyicisi, dünyaya ve ahirete ilişkin
geleceğinin denetleyicisidir. İslâm, müslümanı çobanı tarafından ne tarafa
sürülürse o tarafa giden, çobanının keyfine uyan, boyun eğen bir hayvan
sürüsünün üyesi durumuna düşürmüyor. Çünkü sistem bellidir, itaatin
sınırları bellidir. İtaat edilecek olan şeriat, uyulacak olan sünnet birdir;
birden çok olması, farklılıklar arz etmesi ve uygulayıcı olan ferdi
tereddütler içinde bocalatması söz konusu değildir.
Hakkında açık kanıt bulunan meselelerde durum budur. Hakkında kesin kanıt
bulunmayan meseleler ile de karşılaşabiliriz. Zaman geçtikçe, ihtiyaçlar
geliştikçe toplumdan topluma gidildikçe birtakım farklı problemler ve yeni
meseleler ortaya çıkabilir. Bu meseleleri ve problemleri çözecek kesin
nasslar bulamayabiliriz, ya da kesin nass şurda dursun, bunlar hakkında
hiçbir nass bulunmayabilir. Bunların yanısıra bu meseleler ve problemler
konusunda akıllar, görüşler ve yorumlar anlaşmazlığa düşebilir. İslam bu
durumlarda da toplumu şaşkınlığın kucağında, ölçüsüz, kılavuzsuz yolsuz ve
yordamsız bırakmamıştır, tersine bu ayrıntılı problemlerin şeriat çerçevesi
içinde nasıl çözüleceğini sisteme bağlamıştır. Okuduğumuz ayetin kısa bir
cümlesinde içtihat (bilimsel araştırma) yöntemi, tüm yönleri ile ortaya
konmuş, bu yöntemin sınırları çizilmiş ve hangi temele dayandığı ortaya
konmuştur. Okuyoruz:
"Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, o meselenin
çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz."
Yani bu meseleleri dolaylı biçimde uyarlandıkları nasslara havale
ediniz. Eğer dolaylı biçimde uyarlanacakları nasslarda bulunmazsa o zaman
onları yüce Allah'ın sistemindeki, şeriatındaki genel ilkelere havale
ediniz. Bazı madrabazların söylemeye yeltendikleri gibi bu yöntem belirsiz,
karanlık ve insan aklının içinden çıkamayacağı derecede karmaşık bir yöntem
değildir. Çünkü İslâm'ın, hayatın bütün önemli kesimlerini kapsamlarına
alan, son derece net genel ilkeleri vardır. Bu genel ilkeler hayatın bir
meselesi için bu dinin ölçülerini, kriterlerini özümlemiş müslüman
vicdanlara yabancı gelmeyecek genel çerçeveler çizerler. Ayetin devamını
okuyoruz:
"Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız."
Sözünü ettiğimiz yüce Allah'a, Peygamber'e ve Allah'ın şeriatı ile
peygamberimizin sünnetine bağlı devlet yetkililerine inanma, tartışmalı
meselelerin çözümünü Allah'a ve Peygambere havale etme uygulamaları,
bunların hepsi bir arada, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın hem şartı hem
de vazgeçilmez gerekleridirler. Buna göre işin başında bu şart yoksa iman
yok demektir. Eğer sonradan imanın bu vazgeçilmez sonucu ile iman arasında
bir kopuktuk doğarsa yine iman ortadan kalkmış olur.
Ayet, bu meseleyi böylesine şartlı bir kesinliğe bağladıktan sonra ona bir
kere de "öğüt", özendirme ve sevdirme yöntemi ile yaklaşıyor., Tıpkı emanet
ve adalet konularını işleyen yukardaki ayette yapıldığı gibi. Hani o ayet de
adaleti ve emaneti sevdiren, teşvik eden bir yorum cümleciği ile
noktalanıyordu. Okuyalım:
"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir
tutumdur."
Bu tutum sizin için en yararlı, size geleceklerin en iyisini vaad
eden bir tutumdur. Hem dünyada hem ahirette yararlıdır. Hem dünya hem de
ahirete ilişkin geleceğinizin en iyisi bu yoldadır. Yani bu yöntemi
uygulamanın ucunda sadece yüce Allah'ın rızası ve ahiret sevabı yoktur.
Gerçi bu sonuç tek başına son derece önemli ve heyecanlandırıcı bir
sonuçtur. Ama bu yöntemi uygulamak, bunun yanısıra, gerek fertlerin ve
gerekse toplumun bu dünyadaki yakın vadeli geleceği açısından da en yararlı
sonucu beraberinde getirir.
Bu yöntemin anlamı "insan"ın yüce Allah'ın ortaya koyduğu sistemin
avantajlarından yararlanmasıdır. Herşeyi yaratan, yoktan var eden, her
yaptığı yerinde olan, herşeyi bilen ve gören, her şeyden haberdar olan
Allah'ın sisteminden yani. Bu sistem insan bilgisizliğinden, insan
keyfiliğinden, insan yetersizliğinden ve insan ihtiraslarından arınmış bir
sistemdir. Bu sistemde hiçbir ferdi, hiçbir sosyal sınıfı, hiçbir ırkı,
hiçbir milleti, hiçbir kuşağı başka bir kuşağa karşı kayırmanın yeri yoktur.
Çünkü yüce Allah, herkesin Allah'ıdır. Onun herhangi bir ferdi, herhangi bir
sosyal sınıfı, herhangi bir ırkı herhangi bir milleti veya herhangi bir
kuşağı diğerlerine karşı kollama, arkalama tutkusuna -haşa ve kellâ-
kapılması söz konusu değildir.
Bu sistemin diğer bir avantajı, başka bir üstünlüğü ise insanın yaratıcısı
olan yüce Allah'ın eseri oluşudur. Yüce Allah, insan fıtratının özünü ve
gerçek ihtiyaçlarını herkesten iyi bilir. Bunun yanısıra bu fıtratın
girintili-çıkıntılı dehlizlerini, kuytu köşelerini, ona nasıl
seslenileceğini ve nasıl yola getirileceğini de herkesten iyi bilir. Buna
göre uygun sistem bulayım diye tecrübe çöllerinde -haşa ve kellâ- taban
tepmesi söz konusu değildir. Ayrıca insanları bu uçsuz-bucaksız çölün
kumsallarına başıboş salarak onları bu acı tecrübelerin bedelini ödemek
zorunda da bırakmaz.
İnsanlar maddi buluş ve üretim alanında diledikleri denemelere
girişebilirler. Bu alan insan aklı önünde uzanan son derece zengin bir
alandır. İnsan aklı da bu ilâhi sistemin nasıl uygulanacağını irdelemek ile
farklı akıllar arasında tartışma konusu olan meselelerin kıyas metoduna esas
olacak olan yönlerini kavramaya çalışmalıdır. Bu alanlar insanın girişeceği
tecrübî çalışmalar için ve akıl yürütmesi için yeterince geniştirler.
Bu sistemin diğer bir avantajı, üstünlüğü, in.,anın da içinde yaşadığı
evrenin yaratıcısının eseri oluşudur. Bu durum insana, kuralları evrenin
doğal yasaları ile uyumlu bir sistemi garanti eder. İnsan bu sistemi
benimseyince, bu doğal yasalarla çatışmaya girişmez. Tersine bu yasalarla
uyuşur, onları onaylar ve onlardan yararlanır. Bağlısı olduğu sistem bütün
bu girişimlerinde ona yol gösterir, onu korur.
Bu sistemin başka bir avantajı, üstünlüğü, insana yol gösterdiği, onu
koruması altına aldığı gibi, aynı zamanda ona onurlu ve saygın bir yer
verir, aklına sistem içinde çalışma alanı açar. Sistemin akla ayırdığı ilk
çalışma alanı nasslarını kavramaya, yorumlamaya yönelik bilimsel çalışmadır,
içtihaddır. Arkasından haklarında nass bulunmayan meselelerin çözümünü
varolan nasslara ya da İslâm'ın genel ilkelerine havale etme çalışmasına
sıra gelir. Bunun da arkasından insan aklının asıl çalışma dalına, insan
aklının kesin egemenliği altına verilen temel uğraş alanına sıra gelir. Bu
alan, evrende bilimsel araştırma yapma, maddi buluş ve üretim konularında
başarılı adımlar atma alanıdır. Ayetin son cümlesini bir de bu
anlattıklarımızın ışığı altında düşünerek okuyalım:
"Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir
tutumdur."
Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor!
Ayetlerin akışı içinde imanın şartına ve İslâm'ın tanımına, müslüman ümmetin
siyasi altyapısına ve kanun koyma yöntemine ilişkin bu genel kural
belirlendikten sonra bu genel kuraldan saptıkları halde mümin olduklarını
ileri sürenlere dönülüyor. Bunlar Allah'ın şeriatı dışında bir kaynağı,
"tanımamakla, karşı çıkmakla emredildikleri Tağut'un"
hekimliğine başvurmakla imanın şartına ve İslâm'ın tanımına ters düşmüş
oluyorlar.
İşte bu tür kimselere dönülerek tutumlarının şaşırtıcı olduğu belirtiliyor,
bunlar kınanıyorlar, kendileri gibi olanlarla birlikte şeytanın saptırma
girişimleri konusunda uyarılıyorlar, yüce Allah'a ve Peygamberimize çağrılıp
da bu çağrıya yan çizdiklerinde takınmış oldukları tavrın münafıklık olduğu
açığa vuruluyor, ayrıca Tağut'un hakemliğine başvurmaları da imandan çıkmak,
hatta daha baştan iman çerçevesi içine girmemek olarak niteleniyor, bunun
yanısıra bu kınanmış yönteme uymalarının sonucunda başlarına bir sıkıntı
gelince, karşılarına bir musibet çıkınca sığındıkları boş ve asılsız
mazeretler anlatılıyor. Bütün bu yaptıklarına rağmen, yüce Allah,
Peygamberimize bu adamlara karşı hoşgörülü davranmasını, kendilerine öğüt
vermesini öneriyor. Bu ayetler grubu yüce Allah'ın, peygamberleri ne amaçla
gönderdiğini açıklayarak son buluyor. Peygamberlerin gönderilişinin amacı,
halkın onlara itaat etmesidir. En sonunda da imanın şartı ve İslâm'ın tanımı
kesin ve açık bir dille, bir kere daha ifade ediliyor. Okuyoruz:
60- Gerek sana ve gerekse senden öncekilere
indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar
karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun hakemliğine başvurmak
istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.
61- Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz' dendiğinde o
münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.
62- Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden
başlarına bir musibet gelince sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak,
uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler.
63- Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara aldırış
etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle
onlara.
64- Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka kendisine
itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana
gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi,
Allah'ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulacaklardı.
65- Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara,
gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça
mümin olamazlar.
Acaba okuduğumuz bu ayetler hangi dönemin insanlarını ve olaylarını gündeme
getiriyor? Ayetlerde kullanılan üslubun özelliğinden anladığımız kadarı ile
burada bize münafıklığın hayli pervasız olduğu ve yahudilerin münafıklar ile
işbirliği halinde çalıştıkları bir dönemden, yani Hicret sonrasının ilk
yıllarından söz ediliyor.
Burada yüce Allah'ın şeriatı dışındaki bir kaynağın, yani Tağut'un
hakemliğine başvurmak istedikleri açıklanan kimselerin kimler olduğuna
gelince bunlar münafıkların bir kesimi olabilirler. Nitekim yukarda
okuduğumuz ayetlerin ikincisinde yer alan ve onların tutumlarını açıklayan
sözler bu ihtimale güç kazandıracak niteliktedir. Bunun yanısıra bu adamlar
yahudilerin bir kesimi de olabilirler. Çünkü yahudiler, gerek kendi
aralarında ve gerekse Medine halkı ile aralarında çıkan anlaşmazlıkların
çözüme bağlanması için Allah'ın kitabının hakemliğine çağrılıyorlardı. Bu
adamlar kimi zaman Tevrat'ın ve kimi zaman da -bazı olaylarda görüldüğü
üzere- doğrudan doğruya Peygamberimizin hakemliğine çağrıldıkları zaman bu
kaynakların hakemliklerini reddederek o günün cahiliye geleneklerinin
hakemliğine başvuruyorlardı.
Fakat biz ilk ayette yer alan "Gerek sana ve gerekse senden
öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenler"
şeklindeki açıklamayı göz önüne alarak ilk var sayımımızı tercilı ediyoruz.
Çünkü yahudiler Peygamberimize indirilen kitaba (Kur'an'a) inandıklarını hiç
ileri sürmemişlerdi. Gerek Peygamberimize ve gerekse daha önceki
peygamberlere inandıklarını ileri sürenler münafıklardı. Müslüman gibi
görünme politikası güden bu iki yüzlü kimseler İslâm inancının gereği olan
bütün peygamberlere inanma şartını sözde yerine getiriyorlardı!
Ayetlerde kimler kasdedilmiş olursa olsun bu olayların Hicretin ilk
yıllarında, yani Beni Kurayda ve Hayber olaylarında yahudilerin burunları
henüz kırılmadan ve yahudilerin etkinliklerini kaybetmelerinin sonucunda
münafıkların Medine'deki nüfuzu henüz sarsılmadan önceki günlerde meydana
geldikleri kesindir.
Her neyse, biz bu ayetlerde şu noktaları buluyoruz: Burada imanın şartı ve
İslâm`ın şartı tam, kesin ve net bir şekilde sınırlandırılıyor. Yüce Allah
"Tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak isteyenler"in
mümin olmadıklarına, imanları olmadığına bizzat tanıklık ediyor. Yine bizzat
yüce Allah aralarındaki meselelerin çözümünde Peygamberimizin hakemliğine
başvurup O'nun vereceği kararı -zorlama ve yetersizlik sonucu olarak değil
gönüllü, istekli ve arzulu olarak kabul etmeyenlerin iman çerçevesi içine
giremeyeceklerine, mümin sayılamayacaklarına yemin ediyor.
Şimdi tek tek ayetleri incelemeye, çalışalım:
"Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara
inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla,
tanımamakla emredildikleri Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan
onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."
Şu şaşkınların şaşkınlıklarına bak! Bunlar mümin olduklarını iddia
ediyorlar, sonra da bir anda iddialarını yine kendileri çürütüveriyorlar.
Bunlar bir yandan "Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen
kitaplara inandıklarını ileri sürüyorlar" sonra da sana ve senden
önceki peygamberlere indirilen kitapların hakemliğini benimsemiyorlar. Bunun
yerine başka bir kaynağın, başka bir sistemin, başka bir hüküm merciinin
hakemliğine başvurmak istiyorlar. Tağut un hakemliğine başvurmak istiyorlar.
Sana ve senden önceki peygamberlere indirilen kitaplara dayanmayan;
ölçüsünü, kriterini sana ve senden önceki peygamberlere indirilen
mesajlardan almayan bir hüküm kaynağının yargısına boyun eğiyorlar. Böyle
bir hüküm kaynağı, hem ilâhlığın başta gelen yetkisini kendisine
yakıştırdığı için ve hem de hiçbir değişmez kritere bağlı olmadığı için
"tağut"tur, yani azgınlık ve taşkınlıktır.
Bu adamlar bu işi bilmeyerek, yanılgıya düşerek yapmıyorlar; tersine
yargısına başvurdukları bu tağutun hakemliğine başvurulmasının yasak
olduğunu kesin olarak biliyorlar. Çünkü "ona karşı çıkmaları, onu
tanımamaları emredilmiştir". O halde mesele bilmemek ya da yanılgıya
kapılmak meselesi değil. Tersine ortada inatçılık ve kasıt vardır. Bundan
dolayı bu iddiaları ani "sana ve senden önceki peygamberlere indirilen
mesajlara inandıkları" şeklindeki iddiaları geçersizdir, asılsızdır. Bu işin
arkasında onları geriye dönme ihtimaline açık kapı bırakmayacak derecede
koyu bir sapıklığa düşürmek isteyen şeytan vardır. Okuyoruz:
"Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor."
İşte bu adamların, Tağut'un hakemliğine başvurmak istemelerinin ardında
yatan sebep budur. Onların, Tağut'un hakemliğini istemelerini sağlayan ve bu
yüzden imanın çerçevesinin ve İslâm'ın tanımının dışına düşmelerine yol açan
faktör budur. Sebep, işte budur. Yüce Allah onlara bu sebebi açıklıyor.
Belki uyanıp bu sapık yoldan dönerler diye. Bu sebebi müslüman cemaate de
açıklıyor. Bu adamları kimin kışkırttığını, arkalarında kimin olduğunu
bilsinler diye.
Bir sonraki ayette bu adamlar, yüce Allah tarafından Peygamberimize ve daha
önceki peygamberlere indirilen mesajlara, hani o inandıklarını ileri
sürdükleri mesajlara çağrıldıklarında nasıl bir tavır takındıkları
anlatılıyor. Okuyoruz:
"Onlara `Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e geliniz! dendiğinde o
münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."
Fesübhanellah! Şu münafıklık kendini ele vermeden edemiyor. Fıtratın yalın
mantığı ile çelişkiye düşmeden edemiyor. Yoksa münafıklık olmazdı zaten.
Neden derseniz, fıtratın yalın iman mantığı insanın, inandığı kaynağın ve
inandığı kimsenin hakemliğini benimsemesini gerektirir. Allah'a ve Allah'ın
indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na indirilen kitaba inandığını ileri
süren bir kimse Allah'ın emri, yasası ve sistemi uyarınca yargılanmaya
çağrılınca fıtratın yalın mantığına göre bu çağrıyı tam bir gönül coşkunluğu
ile kabul etmesi gerekir. Böyle bir adamın bu çağrıya sırt çevirmesi, onu
geri çevirmesi, fıtratın yalın mantığına ters düşer. Ayrıca bu çelişkili
durum ortada bir münafıklığın varolduğunu açığa vurur, adamın mümin olduğunu
ileri süren iddiasının yalan olduğunu kanıtlar.
İşte yüce Allah, Allah'a ve Peygambere inandıkları halde Allah'ın ve
Peygamberin sisteminin hakemliğine razı olmayan, tersine bu sistemi
benimsemeye çağrılınca ondan köşe-bucak kaçan sözleri, özlerine uymaz
kimseleri sözünü ettiğimiz yalın fıtrat mantığına göre yargılıyor, hesaba
çekiyor!
Bir sonraki ayette bu adamların davranışlarına yansıyan şu münafıklık
belirtisine parmak basılıyor. Bu adamlar ya Allah'ı ve Peygamberi
benimsesinler amacı ile kendilerine yapılan çağrıyı kabul etmedikleri için
ya da Tağut'un hakemliğine başvurmaya eğilimli oldukları için başlarına bir
musibet, bir felâket gelince hemen birtakım münafıkça bahaneler ileri
sürerek münafıklıklarını mazur göstermeye kalkışırlar. Okuyoruz:
"Peki, nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülük yüzünden
başlarına bir musibet gelince hemen sana koşarak `Biz sadece iyilik yapmak,
uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah adına yemin ederler."
Bu musibet, bu adamların ne mal oldukları o günkü müslümanlarca anlaşılmış
olması sebebi ile başlarına gelmiş olabilir. Çünkü böyle olunca onlar
müslümanların kınamalarına, toplumdan soyutlama girişimlerine ve
horlamalarına maruz kalmış olabilirler. Bu da normal bir tepkidir. Çünkü
müslüman toplum, Allah'a ve Allah'ın indirdiği mesaja, Peygamber'e ve O'na
inen kitaba inandığını iddia ettiği halde yüce Allah'ın şeriatı dışında bir
kaynağın hakemliğine başvurma eğilimi gösteren, ya da Allah'ın sistemine
göre yargılanmaya çağrılınca bu çağrıya sırt çeviren kimselerin kendi içinde
bulunmasına dayanamaz, katlanamaz. Böyle bir çelişkiye ancak fertlerinde
İslâm'dan ve imandan eser kalmamış olan, iman namına elinde sadece bu
adamlarınki gibi birtakım asılsız iddialar ile İslâm namına sadece kuru
isimler kalmış olan toplumlar katlanabilirler!
Ya da bu adamlar yüce Allah'ın adil nizaını dışındaki bir kaynağın
hakemliğine başvurdukları için zulme uğruyorlar, bu anlamda başlarına
musibet geliyor, bunun üzerine aralarında doğan bir problemin çözümünü
Tağut'un hakemliğinden beklemiş olmalarının sonucu olarak pişman olmuş,
hayal kırıklığına uğramış olabilirler.
Yahud söz konusu musibeti başlarına indiren doğrudan doğruya yüce Allah'tır.
Düşünsünler de doğru yola gelsinler diye kendilerini bir sınavdan geçirmek
istemiştir belki.
Adamların başlarına gelen musibetin sebebi ne olursa olsun, Kur'an alaycı
bir dille soruyor? O zaman durum nice olur diye! Bu adamlar bu durumda
Peygamberimizin yanına gidince ne yaparlar? Okuyoruz:
"Biz sadece iyilik yapmak, uzlaşma sağlamak istemiştik' diye Allah'ın adı
üzerine yemin ederler."
Son derece gülünç, komik bir durum. Adamlar yaptıklarının farkında olarak
Peygamberimizin yanına gidiyorlar, fakat kendilerini bu davranışa iten asıl
faktörü Peygamberimize açıklamaya cesaretleri, daha doğrusu niyetleri
olmadığı için yalan yere yemin ediyorlar. Tağut'un -bu olayda belki de
geleneksel cahiliye yasalarının- hakemliğine başvurmak istemelerinin tek
amacı iyilik yapmak ve uzlaşma sağlamaktır diye!
Bu iddialar yüce Allah'ın sistemini ve şeriatını bir yana bırakıp başka bir
kaynağın hakemliğine başvuranlar tarafından her dönemde ileri sürüle
gelmiştir. Böyleleri kargaşalığa, sıkıntıya ve acılara yol açmaktan
kaçındıkları için yüce Allah'ın şeriatının hakemliğine başvurmadıklarını
söylerler; bu tutumları ile farklı unsurları uzlaştırmak, çeşitli görüşleri
ve çelişik inançları bağdaştırmak istediklerini sözlerine eklerler. Bu
sözler, mümin olmadıkları halde mümin olduklarını söyleyen kaypak
münafıkların ileri sürecekleri asılsız bir bahanedir. Durum her zaman ve her
yerde tıpatıp aynıdır.
Yüce Allah, bu kimselerin sırtlarına giydikleri bu iğreti kaftanı
üzerlerinden soyup çıkarıyor, Peygamberine onların yüreklerinde gizli
tuttukları niyetleri ve duyguları bildiklerini haber veriyor. Bu arada bütün
bunlara rağmen Peygamberimize bu adamlara karşı yumuşak davranmasını,
kaypaklıklarını görmezlikten gelerek onlara öğüt vermesini öneriyor.
Okuyoruz:
"Allah onların kalplerindeki kötü duyguları iyi bilir. Onlara
aldırış etme, öğüt ver, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler
söyle onlara."
Bunlar gerçek niyetlerini ve duygularını saklayarak bu bahaneleri ileri
süren, bu mazeretlerini uyduran kimselerdir. Allah vicdanların saklı
birikimlerini ve kalplerin titreşimlerini herkesten iyi bilir. Fakat o
günlerin münafıklara karşı güdülen politikası bu kimselere göz yummayı,
yumuşak davranmayı, öğüt vermeyi ve eğitici çabaları devam ettirmeyi
gerektiriyordu.
Okuduğumuz ayetin son cümlesine dikkatleri yeniden çekmek istiyoruz:
"Onlara, kendileri hakkında içlerine işleyecek etkili sözler söyle."
Bu ifade şaşırtıcı derecede başarılı bir tasvirle önümüze son derece somut
bir tablo getiriyor. Söz sanki bir ok gibi doğrudan doğruya vicdanlara
yöneltiliyor ve yine doğrudan doğruya kalplere saplanıp oturuyor.
Bu ayet, bu adamları, sapık yollarından dönmeye, tevbe ederek doğru yola
koyulmaya, yüce Allah'ın ve Peygamberin himayesine sığınarak güvene
kavuşmaya özendiriyor. Tağut'un hakemliğine başvurma eğilimi göstermiş
olmalarına, Allah'ın ve Peygamberimizin hakemliğini benimsemeye
çağrıldıklarında Peygamberimizden köşe-bucak kaçmış olmalarına rağmen eğer
kirli geçmişlerinden kopmaya karar verirlerse kendilerine kucak açılacağı
mesajı veriliyor. Çünkü tevbe kapısı açıktır. Yüce Allah'a dönme fırsatı
henüz kaçmış değildir. Eğer onlar günahlarından dolayı yüce Allah'tan af
dilerler ve Peygamber de onlar adına Allah'tan af dilerse bu dilekler kabul
edilir.
Fakat, okuyacağımız ayet, bütün bunlardan önce bir temel kuralı belirliyor.
O kural şudur: Yüce Allah, peygamberlerini -kendi izni çerçevesinde
insanlardan itaat görmek üzere gönderdi. Onları emirlerine karşı gelinsin
diye göndermediği gibi sadece öğüt verici olsunlar, sadece yol göstermekle
yetinsinler diye de göndermedi. Okuyoruz:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, Allah'ın izni ile, mutlaka
kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine
zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar
adına af dileseydi Allah'ı, tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak
bulacaklardı."
Bu ayetin baş tarafı son derece önemli bir gerçeği dile getiriyor. Peygamber
sadece bir "vaiz" değildir. O söyleyeceğini söyledikten sonra geçip giden,
sözleri havada uçuşup kaybolan, hiçbir otoriteye, hiçbir yaptırım gücüne
sahip olmayan sıradan bir hatip değildir. Nitekim insanları bu dinin
mahiyeti ve peygamberlik misyonunun özü konusunda yanıltmak isteyen bazı
düzenbazlar böyle söylüyor. Bunun yanısıra "Din"in ne demek olduğunu
kavrayamamış olan bazı sığ düşünceliler bu meseleyi böyle anlıyorlar. Oysa
din, bir hayat sistemi; örgütleri ile, yasal düzenlemeleri ile, kurumları
ile, değer yargıları ile, ahlâk sistemi ile, edep kuralları ile, ibadetleri
ve törenleri ile gerçek anlamda dört dörtlük bir hayat sistemidir.
Bütün bunlar peygamberlik makamının bir otoriteye sahip olmasını gerektirir.
Sistemi hayata geçirecek yöneltecek bir otoritenin, bir yürütme gücünün
olmasını kaçınılmaz kılar. Yüce Allah, peygamberleri -kendi izni, kendi
şeriatı çerçevesi içinde- dinin sistemini pratiğe yansıtmak konusunda
insanlar tarafından itaat edilsin diye gönderdi. Onları bu hayata yön
vermesini dilediği sistemin yürürlüğe girmesini sağlamak için gönderdi.
Kendi izni ile sınırlı olmak şartı ile itaat edilsin diye göndermediği bir
tek peygamber yoktur. Buna göre Peygambere itaat etmek, aslında yüce Allah'a
itaat etmek demektir. Yüce Allah, peygamberleri sırf vicdanları
etkilesinler, diye sırf klasik ibadetleri ve dini törenleri insanlara
öğretsinler diye göndermiş değildir. Böyle bir varsayım, bu dine ilişkin
asılsız bir kuruntu olur. Yüce Allah'ın peygamber göndermekteki hikmeti ile
bağdaşmaz. Bu hikmet pratik hayatta belirli bir sistemi egemen kılmaktır.
Yoksa peygamberlerin sadece vaizlik görevi yapmakla yetindikleri,
söyleyeceklerini söyledikten sonra başka hiçbir şeyle ilgilenmeyerek geçip
gittikleri bir dünya, bu günkünden çok daha berbat olurdu. Küstahların her
türlü ölçüyü pervasızca çiğnedikleri, alçakların her türlü alçaklıklarını
rahatlıkla sahneye koydukları bir dünya olurdu.
Bundan dolayı İslâm tarihi bilinen gelişim çizgisini izledi. Yani bir çağrı,
bir tanıtma-duyurma, bir düzen koyma, bir egemenlik kurma tarihi oldu. Bu
süreci Peygamberin yerini alan halifelerin yönetimi izledi. Bu hilâfet
yönetimi şeriatın ve kurulmuş düzenin gücüne dayanarak şeriatı ve düzeni
ayakta tutmaya, Peygambere yönelik itaate süreklilik kazandırmaya, yüce
Allah'ın peygamberleri göndermekteki muradını gerçekleştirmeye çalıştı.
Bundan başka "İslâm" ya da "din" ile anılabilecek bir yol, bir sistem
yoktur. "Din" ve "İslâm" adı ile varolan tek yol, tek sistem pratik hayatta
ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik itaattir. Bu pratik hayat sosyal
şartlara bağlı olarak şu ya da bu oranda değişikliğe uğrayabilir. Fakat
temeli ve özü değişmez kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu
özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah'ın
sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini uygulamak; yüce Allah'ın
şeriatının hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından getirdiği mesajlar
konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık yetkisinin sadece Allah'ın
tekelinde olduğunu kabul etmek, başka bir deyimle "Lâilâheillallah
(Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesine tanıklık etmek; buna bağlı olarak
yasa koyma yetkisinin sırf Allah'a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir
yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir güce en ufak bir pay
ayırmamak; şu ya da bu oranda Tağut'un hakemliğini benimsememek; haklarında
nass bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin çözümünü yüce Allah'a ve
Peygambere havale etmek.
Bu sistemden saparak "kendilerine zulmedenler"in önünde, yüce Allah'ın,
Peygamberimizin dönemindeki yahudileri yararlanmaya çağırdığı, özendirdiği
fırsat vardır. Okuyoruz:
"Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah'tan af
dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah'ı tevbeleri
kabul edeci ve merhametli olarak bulacaklardı."
Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Allah yanlış
yoldan dönenlere karşı her zaman merhametlidir. Bu ayette O, bize bu
sıfatlarını tanıtıyor ve kendisine sığınanların, günahlarından dolayı af
dileyenlerin tevbelerini kabul edeceğini, üzerlerine merhametini
yağdıracağını vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde
Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı vardı. O fırsat geçti.
Fakat yüce Allah'ın kapısı sürekli açık ve O'nun vaadi her zaman geçerlidir.
Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi dolar. O halde
isteyen gelsin, azmeden öne atılsın.
Okuduğumuz bu ayetler gurubunun sonunda daha önce de sözünü ettiğimiz kesin
ifadeli mesajla karşılaşıyoruz. Bu mesajın girişinde yüce Allah kendi zatı
üzerine yemin ediyor. Arkasından karşısına çıkan her meselede Peygamberimizi
hakem tutarak O'nun vereceği her kararı gönlünde hiçbir burukluk duygusu
hissetmeksizin, hiçbir duraksama belirtisi göstermeksizin tam bir gönül
rızası ile kabul etmeyen kimsenin kesinlikle mümin sayılamayacağını
açıklıyor. Okuyoruz:
"Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan
anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara,
gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça
mümin olamazlar."
Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm'ın tanımı ile karşı karşıya
buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah ortaya koyuyor ve onu
yüce zatı üzerine yemin ederek perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı
ve İslâm'ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz, hiç
kimsenin getirebileceği bir yorum olamaz.
Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak asılmaz, değer
verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek bir demogoji örneği şudur: "Yüce
Allah'ın bu sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece belirli bir grup
insan hakkında geçerlidir!"
Bu iddia, İslâm'ı hiç kavramamış olanların, Kur'an-ı Kerimin üslubu hakkında
hiçbir şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine, yüce Allah'ın
bu sözü İslâm'ın genel karakterli gerçeklerinden biridir, yeminle
perçinlenerek ifade edilmiştir, hiç bir kayıtla sınırlı değildir.
Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece sağlığında O'nun kendisini
hakem tutma zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu
başkalarının zihinlerine aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz
konusu olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem tutma
zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı Peygamberimizin ölümünden sonra Allah'ın
şeriatine ve Resulullah'ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü Hz. Ebu
Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler) ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu
gerekçe ile onlara karşı savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını
yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda
Allah'a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara,
Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara karşı savaş açmıştı.
"İslâm"ın varlığını kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın şeriatının ve
Peygamberimiz tarafından verilen hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir.
Ama bu kadarı "iman"ın varlığını kanıtlamaya yetmez. İmanın varlığını
kanıtlayabilmek için bu şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb
teslimiyeti ve iç rahatlığı da bulunmalıdır.
İşte "İslâm" ve "İman" budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin
olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine kendisi
nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır.
Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin hakemliği kabul edilmedikçe,
arkasından vereceği karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça mümin
olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların
benimsemeye çağrıldıkları bu sistem, başka kaynağa başvurmaksızın tek başına
hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu şeriat, gönül rızası ile kabul
etmeleri kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir sistem,
hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir yargı düzenidir. Bu sistem insanlara
kapasiteleri dışında bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze
alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını istemiyor.
Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu biliyor ve bu zayıflığa merhameti
ile karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer insanlara çok ağır
yükümlülükler yüklerse bunları çok az kimse yerine getirir. Allah insanları
sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek istemez. Bundan dolayı onlara ağır,
çoğunluğu görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek derecede
zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer insanlar yüce Allah'ın önerdiği kolay
yükümlülükleri üstlenseler ve yüce Allah'ın kendilerine verdiği öğütleri
dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa kavuşurlardı, yüce
Allah onları hidayeti ile desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba
ile, iradesi ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde koşan herkesin
yardımcısı ve destekçisidir. Okuyoruz:
66- Eğer onlara "canlarınızı feda ediniz " ya da "yurtlarınızdan
çıkınız " diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapamazlardı.
Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında
hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu.
67- O zaman onlara tarafımızdan büyük bir mükäfat verirdik.
68- Kendilerini kesinlikle doğru yola iletirdik.
Bu sistem, her normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı insanın üstesinden
gelebileceği derecede kolaydır. Normal olarak çok az kimsede bulunan
olağanüstü, süper gayretlerin varlığını gerektirmez. Bu din böylesine küçük
bir azınlığa gelmedi, bütün insanlara geldi. İnsanlar yükümlülüklerini
yerine getirebilme açısından farklı madenler, değişik renkler gibidirler.
Farklı dereceli zümreler oluştururlar. Oysa bu din tümüne kendilerinden
istenen görevleri yapma ve sakındırıldıkları günahlardan uzak kalabilme
imkânını tanımaktadır.
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen "cana kıyma" ve "yurttan çıkma"
eylemleri iki ağır yükümlülük örneğidir. Eğer yüce Allah insanlara bu
yükümlülükleri emretseydi, pek az kimse dışında onları yapabilen bulunmazdı.
Bunlar emredilmedi. Çünkü yükümlülüklerin amacı insanların ezici
çoğunluğunun gücünü aşmak, ezici çoğunluğu cendereye sokmak değildir.
Tersine ilâhi sistemin amacı yükümlülüklerini herkesin yerine getirmesi,
herkesin onların gereğini yapabilmesi normal ve ruhen sağlıklı herkesin iman
kervanına katılmasıdır. Fakat bu kalabalık, geniş kapsamlı ve uzun konvoylu
İslâm ümmeti kervanının ilerleyiş süreci boyunca farklı vicdanları, farklı
gayretleri, farklı yeteneklerin hakkettikleri yerleri alma ve bu farklı
zümreler ümmeti, bir bütün olarak yetiştirip ilerletmeleridirler.
Nitekim İbn-i Cureycin, Musenna İshak Ebu Ezher yolu ile İsmail'e dayanarak
bildirdiğine göre sahabilerden Ebu İshak Subeyî şöyle diyor "Eğer
onlara `canlarınıza kıyınız..." diye başlayan ayet inince
arkadaşlarımızdan biri `Eğer bize böyle bir emir verilseydi, onu yerine
getirirdik. Bizi böyle bir yükümlülükten muaf tutan Allah'a hamdolsun' dedi.
Bu söz Peygamberimizin kulağına varınca O, şöyle buyurdu:
"Benim ümmetim içinde öyleleri var ki, kalplerindeki iman yalçın
dağlardan bile daha sarsılmazdır."
Bu arada İbn-i Ebu Hatem'in, Musab b. Sabit'e dayanarak bildirdiğine göre
Musab'ın amcası Amr b. Abdullah b. Zübeyr şöyle diyor; "Eğer onlara
canlarınızı feda ediniz! ya da `yurtlarınızdan çıkınız' diye emretmiş
olsaydık, pek azı dışında, bunları yapmazlardı" ayeti inince
Peygamberimiz "Eğer böyle bir emir gelseydi, Abdullah b. Revaha bu
emri yerine getirenlerden biri olurdu" buyurdu.
Yine İbn-i Ebu Hatem'in -halkalarını saydığı bir rivayet zincirine
dayanarak- bildirdiğine göre sahabilerden Şurayh b. Ubeyd diyor ki;
"Peygamberimiz `Eğer onlara canlarınızı feda ediniz diye emretmiş
olsaydık...' diye başlayan ayeti okuyunca eli ile Abdullah b.
Revaha'yı göstererek `Eğer Allah bu yükümlülüğü emretseydi, bu adam
onu yerine getiren azınlık içinde yer alırdı." buyurdu.
Peygamberimiz adamlarını son derece sağlam, derinlikli ve net bilgilerle
tanıyordu. Her birinin özelliklerini, kendilerinden bile daha iyi biliyordu.
Peygamberimiz dönemi tarihinde (sirette) O'nun kendi adamlarını, bunun
yanısıra savaştığı kimseleri ve kabileleri, uzmanlık derecesine varan bir
bilgi ile tanıdığını gösteren birçok örnek vardır. Çevresinin şartlarını ve
insanlarını şaşılacak bir duyarlılıkla gözetleyen üstün yetenekli bir
komutanın bilgisidir bu. Bu konu henüz gerektiği gibi incelenmiş değildir.
Şimdi konumuz bu değil. Şimdiki konumuz Peygamberimizin eğer ağır
yükümlülükler emredilseydi, ümmetinin içinde bunların üstesinden gelebilecek
olanların bulunduğunu bildiği idi. Fakat Peygamberimiz bunun yanısıra şu
dinin sırf bu küçük insan azınlığı için gelmediğini de biliyordu. Yüce Allah
bizzat yarattığı bu insanın yapısını ve gücünün sınırlarını biliyordu.
Bundan dolayı bütün insanlar için gelişmiş o:an bu dinde iyi niyetli, normal
yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı, amacı Allah'a itaat etmek olan, küstah ve
umursamaz olmayan herkesin kolaylıkla yapabileceği görevleri emretti.
Bu gerçeği vurgulamak insanı çözülmeye, hayvanlık düzeyine inmeye ve pislik
böceği gibi çamurda debelenmeye çağıran yıkıcı yaygaralara karşı koymak
açısından özellikle önem taşır. Bu yaygaraların iddiasına göre insanın
"realite"si, karakteristik yapısı, yaratılışı ve kapasitesi budur. Din
"idealist" bir çağrıdır, o şu dünya pratiği içinde gerçekleşmek için
gelmedi, onun yükümlülüklerini bir kişi yapabilirse yapamayan yüz kişi
vardır.
Bu iddia yalandır, bir; aldatıcıdır, iki; cahilcedir, üç. Çünkü bu iddia,
insanı yaratan ve ona bu dinin yükümlülüklerini emreden yüce Allah'ın
bildiği, tanıdığı gibi insanı bilip tanıma imkânından yoksundur. Yüce Allah
bu kapsamlı bilgisi ile bu yükümlülüklerin sıradan insanın kapasitesini,
gücünün sınırlarını zorlamadıklarını biliyor. Çünkü bu din, seçkin bir
azınlığa gelmedi ki!
Gerekli olan şey sıradan insanın gayretli, samimiyeti ve yola koyulması, ilk
adımı atmasıdır. O zaman yüce Allah'ın, görevini yapanlara yönelik vaadi
devreye girer. Okuyoruz:
"Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu
haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu."
Görüldüğü gibi insana düşen sadece yola koyulmak, ilk adımı atmaktır.
Arkasından yüce Allah'ın yardımı, yola devam etmeyi güvenceye bağlayan
desteği imdada yetişir. Bunu büyük mükâfat izler, onu da doğru yola iletmek
izler. Yüce Allah doğru söylemiştir. Allah kullarını -haşa- aldatmaz, onlara
yerine getirmeyeceği vaadlerde bulunmaz, onlara sadece doğru olanı söyler.
"kim yüce Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?!" (Nisa Suresi, 87)
Yalnız bu sistemin kolaylığı "istisnai kolaylık (ruhsat)" demek değildir.
Yani bu dindeki istisnai kolaylıkları bir araya getirerek sırf bunların
toplamını hayat sistemi haline getirmek değildir vurgulamak istediğimiz
kolaylık. Bu dinde normal emirler (azimetler) de vardır, istisnai
kalaylıklar (ruhsatlar) da. Normal emirler asıldır, istisnai kolaylıklar
geçici şartlar içindir.
Kimi zaman bazı samimi ve iyi niyetli dâvetçiler, insanları bu dine
çekebilmek için bu "istisnaî kolaylıklar"a sarılırlar, onları bir araya
getirerek meydana getirdikleri toplamı insanlara din diye sunarlar,
arkasından onlara "Bakınız, bu din ne kadar kolaydır" derler! Bir de bazı
yağcılar var. Bunlar devlet yetkililerinin ve halk yığınlarının
ihtiraslarını pohpohlamak, keyfi doyuma erdirmek peşindedirler. Bu amaçla
İslâm'ın hükümleri ve nassları arasında "sızma noktaları" ararlar ve
bulabildikleri bu sızma noktalarının toplamını din diye ortaya koyarlar.
Bu din ne odur ve ne de budur. O normal emirleri ile ve istisnai
kolaylıkları ile (azimetleri ve ruhsatları ile) parçalanmaz bir bütündür. O
bu niteliği içinde insanlar için kolaydır, sıradan insan eğer gayret ederse
onun gereklerini yerine getirebilir ve insan oluşunun sınırları içinde
kendine özgü kemal, olgunluk derecesinin son noktasına ulaşabilir. Tıpkı
aynı bahçede yetişen meyvaların, kendilerine özgü olgunluğa ermeleri gibi.
İçinde üzüm, şeftali, armut, dut, incir ve salatalık yetişen bir meyva
bahçesi düşünelim. Bu meyvaların hepsinin tadı aynı olmaz. Ama bu
meyvalardan herhangi biri kendine özgü olgunluk düzeyine erince, tadı bir
başka meyvadan azdır diye, "olgunlaşmadı" hamdır denemez.
Bu dinin bahçesinde bakla da, salatalık da, zeytin de, nar da, elma da, ayva
da, üzüm de, incir de yetişir ve hepsi de olgunlaşır. Tatlıları ve sululuk
oranları farklı olur, ama hepsi de olgunlaşır, kendileri için mümkün olan
kemal derecesinin son noktasına ulaşırlar.
Bu Allah'ın tarlasında, Allah'ın gözetimi altında ve Allah'ın sağladığı
kolaylıklar eşliğinde gerçekleşen bir ilâhi üretim sürecidir.
Sıra bu dersin sonunu oluşturan iki ayete geldi. Bu iki ayette ruhlarda,
gönüllerde çok sevilen bir nimetin, tatlı bir hazzın özlemi, coşkunluğu ve
cazibesi canlandırılıyor. Ahirette peygamberler ile, dosdoğrularla
(sıddıklarla) şahitlerle ve diğer seçkin iyi kullarla bir arada olma nimeti
ve hazzı. Okuyoruz:
69- Allah'a ve Peygamber'e
itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle,
dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi
arkadaşlardır!
70- Bu Allah'ın bağışıdır. Allah herşeyi yeterince bilir.
Bu okşayıcı mesaj, her kalbin duygularını coşturur. İçinde
zerrece iyilik bulunan, kurtuluş tohumu barındıran, yüce Allah'ın
yakınlarında onurlu bir beraberliğin simgelediği yüksek bir makama tırmanma
özlemi ile yanıp tutuşan her kalbi heyecanın şevki ile kanatlandırır. Bu
yüce seçkinler gurubu ile birlikte olmak yüce Allah'ın tek yanlı bir
bağışıdır. Hiç bir insan sadece iyi ameli ile, sırf ibadeti ile bu yüce
makama erişemez. O yüce Allah'ın geniş kapsamlı, gürül gürül akışlı , e
yaygın bir lütfundan başka bir şey değildir.
Sözlerimizin burasında ömrümüzün bir kaç dakikasını Peygamberimizin
sahabileri ile baş başa yaşamamız yerinde olur. Bu seçkin müminler, ahirette
de peygamberimiz ile birlikte olmanın özlemi ile yanıp tutuşuyorlar.
Aralarında öyleleri var ki, Peygamberimize karşı beslediği coşkun aşk
yüzünden O'ndan ayrı düşmeyi düşünemiyor bile! Oysa O, henüz dünyada ve
onların arasındadır. İşte bu sırada bu ayetler iniveriyor, bunun üzerine bu
yakıcı aşkın ateşi yatışıyor üzerine su serpilmiş gibi oluyor bu soylu aşkın
ve bu dalgalanan yalazın.
İbn-i Cerir'in, İbn-i Humeyd ve Yakub Sekemı yolu ile Cafer b. Ebu Muğıre'ye
dayandırarak bildirdiğine göre sahabilerden Said b. Cubery şöyle diyor: "Bir
gün Medine yerlilerinden (Ensardan) bir arkadaşımız Peygamberimizin yanına
geldi, arkadaşımız üzgündü. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine "Ey
falanca seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sorduğu Arkadaşımız
"Düşündüğüm bir şey var da onun için üzülüyorum' dedi. Peygamberimizin
"Nedir o düşündüğün şey?" diye sorması üzerine arkadaşımız şunları söyledi:
"Hergün sabahleyin yanına geliyor ve ancak gece olunca yanından ayrılıyoruz.
Bütün gün yüzüne bakıyor, seninle birlikte oturuyoruz. oysa sen yarın
Peygamberlerin yanına yükseltileceksin ve biz artık sana ulaşamayacağız".
Peygamberimiz arkadaşımızın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Fakat bir
süre sonra Cebrail geldi ve `Allah ve Peygamber'e itaat edenler var
ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle...' diye
başlayan ayeti getirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, o arkadaşımıza haber
salarak kendisine bu müjdeyi iletti."
Öte yandan Ebu Bekir b. Murdeveyh'in bildirdiğine göre Peygamberimizin eşi
Hz. Aişe şöyle diyor: "Bir defasında adamın biri Peygamberimize gelerek
şöyle dedi; `Ya Resulullah, ben seni kendimden, ailemden, çoluk-çocuğumdan
daha çok seviyorum. Bazan evdeyken hatırıma geldiğinde kendimi tutamayarak
sana geliyor, seni görüyorum. Benim ve senin ölümünü düşününce senin cennete
girip diğer peygamberlerin yanına yükseleceğini biliyor, eğer ben de cennete
girersem seni göremeyeceğimden korkuyorum! Peygamberimiz, adamın bu
sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bir süre sonra
`Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar
Allah'ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle
ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!' ayeti
indi."
Bu arada Akl b. Ziyad'ın, Yahya b. Kesir yolu ile Ebu Seleme b.
Abdurrahman'a dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Rebie b. Kaab Eslemi
şöyle diyor `Bir gece Peygamberimizin yanında yatmıştım. Sabah olunca helâ
ve abdest suyunu hazırlayıp önüne koydum. Bunun üzerine bana `bir dilekte
bulun' buyurdu. Kendisine `Ya Resulullah, cennette seninle birlikte olmak
istiyorum.' diye cevap verdim. `Başka bir isteğin yok mu?' diye sordu.
`Hayır, tek dileğim bu' dedim. Bunun üzerine bana `O halde çok çok
secdeye vararak kendin için bana yardımcı ol' buyurdu." (Müslim)
Ayrıca bir gurup sahabiden tevatür yolu ile nakledildiğine göre bir
defasında Peygamberimize sevdiği kimselere katılamayan, onlarla birlikte
olma imkânı bulamayan kimsenin durumu soruldu. Peygamberimiz bu soruyu
"İnsan, sevdikleri ile birliktedir" diye cevaplandırdı.
Sahabilerden Enes b. Malik diyor ki; "Müslümanlar bu söze sevindikleri kadar
hiçbir şeye sevinmemişlerdi." (Buhari)
Evet, bu mesele sahabilerin kalplerini ve ruhlarını çok meşgul ediyordu.
Ahirette Peygamberimiz ile birlikte olma meselesi yani. Çünkü dünyada
O'nunla bir arada olmanın erişilmez tadına varmışlardı! Bu mesele, aynı
zamanda yüce Peygamberimizi sevmenin tadına erişen her müslümanın kalbini
meşgul eder. Okuduğumuz son hadiste bu bakımdan ümit, güven ve ışık vardır.
CİHADA KOŞUN!
Bu bölümde yer alan ayetlerin erken bir dönemde nazil olduğu görüşünü tercih
ediyoruz. Bu da Uhud savaşı sonrası Hendek savaşından önceki dönem olabilir.
Bu ayetlerin ortaya koyduğu müslüman topluluğun görünümü bizi bu sonuca
götürmektedir. Bu görünüm, müslüman safta henüz olgunlaşmamış yahut iman
etmemiş ve iki yüzlülük yapan çeşitli grubların varlığına işaret etmektedir.
Bu da gösteriyor ki o dönemdeki müslüman topluluğun durumu omuzlarına
yüklenen büyük görevi yerine getirmek ve gerek itikadi düşüncelerde gerekse
düşmanla girişilen savaşta bu büyük görevin düzeyine yükselmek için eğitim,
direktif, uyarı ve cesaretlendirme konusunda büyük çabalar gerektirmiştir.
Vardığımız bu sonuçlar, diğer bir gerçeği, bu safta yüksek zirvelere çıkan
ve bu düzeye yükselmek için büyük aşamalar kat eden ve sonuçta da bu düzeye
ulaşan örnek müslümanların varlığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi
gerektirmiyor. Ancak biz bir bütün olarak "müslüman saf"lardan söz ediyoruz.
Karışık, ancak uyum söz konusu olmayan bir yapı gibi... Bu haliyle bu
müslümanların, düzen ve uyumunu sağlayacak bir çabayı gerektirdiği ileride
görülecek Kur'an ayetlerinden anlaşılmaktadır. Bu direktiflerden ortaya
çıkan işaretler incelendiğinde müslüman kitlenin çoğu zaman unuttuğumuz
beşeri görünümüyle yüzyüze gelmemizi sağlar. Bir bakıyoruz, bu kitlenin
birtakım zaaf ve kuvvet noktaları vardır. Bu arada Kur'an'ın, aynı anda, hem
beşeri zaafları, hem cahilî kalıntıları dile getirdiğine, hem de düşman
kamplarla nasıl bir savaşa tutuştuğuna şahid oluyoruz. Böylece diri ruhlarda
ve pratik alemde fonksiyonunu yerine getiren Kur'an'ın eğitim metodunu da
görüyoruz. Ayrıca -farklı dereceler, ayrı özelliklere sahip ve ilk defa
cahiliye bataklığından birer birer toplanan- bu kitleyi Resulullah'ın son
günlerinde gördüğümüz insan fıtratının elverdiği oranda uyumlu bir hale
getirerek olgunlaştırıp yüceltmek için bu sistemin sarf ettiği düzenli
çabanın bir yönünü de görüyoruz.
Bunları bu şekilde görmek bize yararlı olacaktır. Hem de çok.. İnsan ruhunun
özelliklerini ve bu ruhun Resulullah'ın Kur'an metoduyla eğittiği en hayırlı
toplumda örneğini görmemiz zaaf ve güç yeteneklerini kavramamızda yararlı
olacaktır.
Kur'an'ın eğitim metodunun özelliklerini, bu ruhları nasıl ele aldığını
onlara nasıl şefkatle eğildiğini, pratik alemde kendi özelliğini koruyarak
hareket ettiğini gördüğümüz gibi farklı düzeylerde farklı örnekleri içeren
müslüman kitleye nasıl bir uyum kazandırdığını algılamamız da yararlı
olacaktır.
Kendi durumumuzu ve insan topluluklarının durumunu bu seçkin kitlede
somutlaşan insan ruhunun pratiği ile kıyaslamak da yararlı olacaktır.
Böylece ruhumuzda bir takım zaaf noktalarının varlığını algıladığımızda
karamsarlığa kapılıp tedavi yönüne gitmeyi ve çaba sarf etmeyi elden
bırakmamış oluruz. Aynı şekilde ilk müslüman kitle -bütün üstünlüklerine
rağmen- aşağılık durumdan yüksek zirvelere yükselme çabamızda hareket
tarzlarına baş vurmaksızın sırf hayallerimizde uçuşan düşlerden ibaret
kalmamış olur.
Kuşkusuz bütün bunlar, yararlanabileceğimiz tecrübe birikimleridir.
-Kur'an'ın gölgesindeki hayattan- çıkardığımız bu tecrübelerle Allah'ın
izniyle bir çok iyilikler elde etmiş oluruz.
Bu derste yer alan ayetlerden anladığımız kadarıyla o günkü müslüman safta:
A- Allah yolunda cihad etmekte ağır davrananlar ve başkalarını da alıkoyan
kişiler vardı. Bu kişiler, müslümanların başına bir musibet gelmiş kendileri
de kurtulmuşsa bunu ganimet sayarlardı.
Yok eğer müslümanlar büyük ganimetler elde etmiş kendileri de cihada
çıkmadıkları için ganimetten pay almamışlarsa bunu da büyük bir kayıp olarak
kabul ederlerdi. Bu halleriyle ahirete karşılık dünyayı satın almışlardı.
B- Aralarında canlarını kurtarmak için hicret edenler de vardı -Mekke'de
cihad emri gelmeden savaşmak ve düşmanı püskürtmek için yiğitlik gösterenler
olduğu gibi- Medine'de cihad emri verildiğinde bu kişiler paniğe kapılıp
yüce Allah'ın kendilerine biraz süre tanımasını ve o anda savaş emrini
vermemesini dilemişlerdi.
C- Kendilerine bir iyilik dokunduğunda bunu Allah'tan bilip bir kötülük
dokunduğunda ise bunu Hz. Peygamber'den bilenler vardı. Elbette bu anlayışın
nedeni yüce Allah'a olan güçlü imanları değildi. Bununla "Önderlik makamı"nı
yaralamayı ve etrafında birtakım kuşkular oluşturup yaymayı amaçlıyorlardı.
D- Resulullah'ın huzurunda iken itaat ettiğini belirten ve fakat oradan
ayrılır ayrılmaz, söylediğinin dışında şeyler geveleyip duranlar vardı.
E- Birtakım söylentilere ilgi duyanlar da vardı. Bağlı olduğu "Önderlik
mevkii"nden doğruluğunu araştırmadan, bu söylentileri müslüman safta yayıp
bir takım karışıklıklara neden olurlardı.
F- Bütün emir ve direktiflerin yüce Allah'tan kaynaklandığından kuşku
duyanlar vardır. Bunlardan bir kısmını, kendisine bir vahiy gelmeksizin Hz.
Peygamberin uydurduğunu zannediyorlardı.
G- Bu arada -gelecek konunun başında görüleceği gibi- müslüman cemaatin
ikiye bölünmesini gerektirecek kadar bazı münafıkları savunanlar da vardı.
Bu da iman düşüncesinde ve "Önderlik makamı"nın düzenlemesinde, uyumun
olmadığını -bir taraftan müslüman topluluğun "Önderlik makamı"nın görevi ve
böyle durumlarda bu makamla ilişkileri konusunda toplu bir anlayışa sahip
olmadıklarını- göstermektedir.
Bunların tümü, münafıklardan bir grup olabileceği gibi her ne kadar kimisi
muhacirlerden olsa bile imanî kişilikleri olgunlaşmamış imanla zaafı
bulunanlardan da olabilirler. Ancak Medine'de Yahudilerin, Mekke'de
müşriklerin ve yarımadada fırsat kollayan tüm arapların düşmanlıkla kuşatmış
bulunduğu müslüman safta böylesine bir veya iki grubun yer almasının uzun
bir eğitim ve cihad sürecini zorunlu kılacağı ve birtakım karışıklıkları
doğuracağı muhakkaktır.
Bu derste, cihaddan ve bu eğitimden örnekler göreceğiz. Ruhlarda ve safta
gizlenmiş hastalıkların; dikkat, derinlik ve eğitimini Kur'an metoduyla
yerine getiren cemaatin önderi Hz. Peygamber'in sabrında somutlaşan sabırla
tedavi edildiğine şahid oluyoruz.
1- İhtiyatın emredildiğini görüyoruz. Mücahid müslümanların müfreze (seriye)
ya da cihadla ilgili diğer bir görev için çıktıklarında teker teker
çıkmamaları silahlı müfrezeler, (seriye) bölükler ya da hep birlikte düzenli
bir ordu şeklinde çıkmaları emredilmektedir. Çünkü içinde yaşadıkları bölge
(âdeta) mayınlı bir bölgeydi. Her taraftan düşmanlarla kuşatılmışlardı.
Üstelik aralarında gizli münafıklar ya da münafık ve yahudilerin
barındırdığı düşman casuslar da bulunmaktaydı.
2- Cihad'a çıkmakta ağır davrananların bu tutumlarını nefret ettirici bir
tarzda gözler önüne seren tasvirle karşılıyoruz. Bu tasvirde; isteksizlik,
ucuz menfaatleri sevmek ve durumların değişmesiyle renkten renge girmek gibi
özellikler öne çıkmaktadır. Ayrıca Mekke'deyken savaş için istekli
görünenlerin Medine'de savaş emri verildiğinde paniğe kapılmalarının da
garip karşılandığını görmekteyiz.
3- Yüce Allah'ın kendi yolunda savaşanlara büyük bir mükafat ve iki sonuçtan
birini vaad ettiğini görüyoruz.
"Allah yolunda savaşıp öldürülen veya galip gelen kimseye büyük bir mükafat
vereceğiz."
4- Kur'an-ı Kerimin, müslümanları yönelttiği savaşta gözetilmesi gereken en
şerefli niyet, en üstün hedef ve en soylu amacın tasviriyle
karşılaşmaktayız.
"Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz bizi şu zalimlerin yaşadığı
beldeden çıkar, bize kendi katından bir kurtarıcı ve bir destekçi gönder'
diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda
savaşmıyorsunuz?"
5- Aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'in, kâfirlerin boş gayeleri ve zayıf
dayanaklarının yanında, müminlerin uğrunda cihad ettikleri en yüce gayeyi ve
en sağlam dayanağı tasvir edişiyle de karşılaşıyoruz:
"Müminler Allah yolunda kafirler Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde
şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır."
6- Kur'an-ı Kerim'in bozuk duyguların ve zayıf davranışların kaynağını
oluşturan bozuk düşünceleri tedavi etmede uyguladığı yöntemi de görüyoruz.
Bir kere dünya ve ahiretin hakikatını "De ki; dünya zevki kısa
sürelidir, ahiret ise sakınanlar için daha iyidir. Orada kıl payı kadar bile
haksızlığa uğramazsınız" demek suretiyle açıklamakla bir kere, kişi
ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın, cihattan ne kadar geri kalırsa
kalsın ölümün kesin olduğu ve takdir edilen zamanda uygulanacağını
"Nerede olursanız olun surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile
olsanız, ölüm sizi bulur". diye belirtmektedir. Ayrıca Allah'ın
kaderi ve insanları fiillerinin gerçek mahiyetini beyan ederek:
"Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırsa `Bu Allah'tandır'
derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler.
Onlara de ki: Hepsi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen
sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" "Karşısına çıkan her iyilik Allah'tandır başma
gelen her kötülük de kendindendir." şeklinde açıklayarak bu itikadï
düşünceyi doğrultma yönüne gitmektedir.
7- Kur'an'ın, yüce Allah ile peygamberi arasındaki bağı ve peygambere
itaatin Allah'a itaat olduğu gerçeğini güçlendirdiğini görüyoruz. Ve bu
Kur'an'ın bütünüyle Allah'tan geldiğini zihinlere yerleştirmekte ve onları
kaynağın birliğine dalalet eden Kur'an'daki mükemmel birliği düşünmeye
çağırmakta: "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..." Bunlar
Kur'an'ı hiç incelemiyorlar mi? Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelseydi
içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı" buyurarak şüpheleri
;gidermektedir.
8- Daha sonra Kur'an-ı Kerim'in -yanlış anladıkları haberlerden dolayı
titreyenlerin durumunu tasvir ettikten sonra- onları, toplumun önderlik
makamına ilişkin düzeninin temeliyle uyuşan en sağlıklı yola yönelttiğini
görmekteyiz.
"... Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine
götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini
anlarlardı."
9- Sonra Kur'an, kendilerini hidayete erdirmek suretiyle yüce Allah'ın
üzerlerindeki nimetini hatırlatarak böyle bir yola baş vurmanın sonucundan
korkutmaktadır. "Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti
olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız."
Yüce Allah'ın; peygamberine -tek başına da olsa- cihad etmesini ve müminleri
savaşa teşvik etmesini emrettiğini görüyoruz. Ayrıca peygamberin sadece
kendisinden sorumlu olduğunu, savaşı ise yüce Allah'ın üzerine aldığını
bildirdiğini duyduğumuzda çeşitli yöntemlerle bu denli bir çabayı gerektiren
müslüman kitlenin hayatındaki bu görünümlerin doğurduğu kargaşayı
algılayabiliriz.
"Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun. Mü'minleri de
savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri
püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah'ın kahrı öldürücü, darbesi pek şiddetlidir."
Bu üslûpta, kalpleri coşturan, azmi hareketlendirip arzuyu harekete geçiren
ve insanın Allah'ın kahredici gücüne güvenmesini sağlayan bir duygu yer
almaktadır.
Kur'an-ı Kerim birçok alanda müslüman kitle ile birlikte savaşa girişiyordu.
En başta da nefis alanında; kuşkulara, vesveselere, kötü düşüncelere,
cahiliye tortularına ve -münafıklık veya sapıklıktan kaynaklanmasa bile-
beşerî zaaflara karşı savaşa girişiyordu. Kur'an-ı kerim, müslüman kitleyi
güçlülük seviyesine ve safta uyum aşamasına ulaştırmak için Rabbanî metodla
eğitimini sürdürüyordu. Bu, uzak olduğu kadar uzun vadeli bir hedeftir.
Çünkü bir toplumda son derece güçlü kimselerin bulunması bir çok zayıf
tuğlaların safta yer almasına engel değildir. O halde farklı seviyeler
arasında bir uyum oluşturmak zorunludur. Bu da büyük mücadelelerle yüzyüze
gelmeyi zorunlu kılmaktadır. Şimdi ayetleri ayrıntılarıyla inceleyelim.
SAVAŞ İÇİN HAZIR OLUN
71- Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da ya bölük bölük ya
da hep birlikte savaşa çıkınız.
72- İçinizde bu görevi gayet ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet
(başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla
birlikte bulunmadım' der.
73- Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce
aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla
birlikte olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim' der.
Bu, iman edenlere yönelik bir tavsiyedir. Metodlarını belirleyen ve
yollarını aydınlatan yüce Önderlik makamından bir tavsiye... İnsan Kur'an'a
başvurduğunda hayret eder. Kişi bu kitabın, -genel anlamda- müslümanlara
"savaş stratejisi" olarak bilinen genel bir savaş taktiği belirlediğini
görecektir. Bir başka ayette ïman edenlere şöyle demektedir: "Ey
iman edenler size yakın bulunan kafirlerle savaşın, sizde şiddet bulsunlar"
(Tevbe Suresi, 123). Kur'an burada, İslâmî hareketin genel plânını
çizmektedir. Şu ayette ise, iman edenlere: "...Savaş
hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da bölük bölük ya da hep birlikte
sava a çıkınız'' demektedir. Burada da uygulanacak planın ya da
"taktiğin" bir yönünü açıklamaktadır. Enfal suresindeki ayetlerde ise bu
taktiğin başka yönleri anlatılmaktadır. " . Şayet onları savaşta
yakalarsan; yapacağın baskı ile arkalarındakini dağıt, belki düşünürler".
(Enfal Suresi, 57)
İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini
bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü
kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün
olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları
karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir
tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak
hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında
olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman
fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik
davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah'ın kitabını ekonomik,
toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya
da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini
kabul etmemektedir. Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen
dersinde yüce Allah'ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve
gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü
Allah'ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve
İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm'ın varolmadığını
göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş
sayılmazlar. İslâm'da en başta söylenen Allah'tan başka hükmeden yoktur,
O'ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen "Allah'tan başka ilâh
yoktur" şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış
kişilerin İslam'ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir.
İşte bakın Allah'ın kitabı müslümanlara, uygulayacakları ve o zamanki
konumları gereği dışarıdan bir çok düşman, içerden de münafıklar ve
müttefikler yahudiler arasındaki varlıklarına uygun düşen savaş
taktiklerinde bir yönünü çizmektedir. Önce onları uyarıyor:
"Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız."
Topluca düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Özellikle, ayette sonra sözü
edilecek olan safta cihad konusunda ağır davranan ajanlara karşı uyanık
olun.
"... Ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız."
Ayette geçen -Subât- kelimesi -Subeh- kelimesinin çoğuludur ve topluluk
anlamına gelmektedir. Kastedilen mana, `Teker teker cihada çıkmayın'dır.
Savaşın gerektirdiği şekilde küçük birlikler veya bütün bir ordu şeklinde
çıkınız. Çünkü her tarafa yayılmış düşmanlar sizden tek başına çıkmış
olanları avlayabilirler. Bu düşmanlar hele bir de İslâm cemaati maskesini
giymişlerse. Nitekim bu düşmanlar, münafık ve yahudilerin şahsında
Medine'nin kalbine yerleşmişlerdi.
CİHADI AĞIRDAN ALANLAR
"İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet
(başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla
birlikte bulunmadım' der."
Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce
aranızda hiçbir tanışıklık hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla
birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' der."
Düzenli birlikler halinde ya da hep birlikte çıkın, kiminiz savaşa çıkarken
-şu anda olduğu gibi- kiminiz de ağır davranmasın. Her zaman hazırlıklı
olun. Sadece dış düşmanlara karşı değil, aynı şekilde oyalanan, ağır
davranan ve geride kalan kişilere karşı da uyanık olun. Bunlar ister
kendilerini oyalasınlar -yani oturup ağır davransınlar- ister başkalarını da
beraberlerinde oyalasınlar fark etmez. Geride kalıp ağır davrananların yapa
geldikleri şey hep budur..
Buradaki "Leyebtıenne" kelimesi, ağırlığı ve telafuzu zor olması bakımından
seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini ve vurgusunu sonuna
kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü kelimenin zorluğu
sona doğru daha bir artmaktadır. Kuşkusuz bu kelime vurgusundaki bu zorluk
ve ağırlık beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz bir şekilde tasvir
etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün durumu çizen Kur'an'ın edebi
tasvirinin eşsiz örneklerindendir.'
"İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var." cümlesinin yapısı,
"sizden" ağır davranan -müslüman sayılan- bu kişilerin, ağırdan alma işini
eksiksiz yerine getirdikleri, bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf
ettiklerini göstermektedir. Bu da cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade
edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu
durumun müslüman safta olumsuz etki bıraktığını ve müslümanlara çok
çektirdiğini göstermektedir.
Bu yüzden ayet, özelliklerini ortaya çıkaran projektörünü onların üzerine ve
ruhlarının içlerine tutmakta ve`Kur'an'ın olağanüstü tasvir yöntemiyle
iğrenç hakikatlerini çizmektedir.
İşte bütün sebepleri, özellikleri, davranış ve sözleriyle onlar... İşte
onlar, bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişlerdir. Mikroskop altına
konulmuş gibi niyet ve sırlar, sebep ve etkenler birer birer ortaya
çıkarılmıştır.
İşte onlar Resulullah döneminde ve her zaman ve mekandaki durumlarıyla. İşte
onlar, zayıf ve renkten renge giren münafıklar... Aynı zamanda küçük
değerlerin adamı... Doğrudan kişisel çıkarlarından daha üstün bir gaye,
sınırlı ve küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar bunlar. Bütün
dünyayı bir tek eksen etrafında döndürürler. Bu eksen de bir an bile
unutmadıkları kendi kişilikleridir.
Onlar. ağırdan alırlar, son derece yavaş davranırlar. Meşhur deyimiyle
"değneği ortasından tutmak" için niyetlerini de açıklamazlar. Kâr ve zarara
ilişkin düşünceleri, tam da zayıf ve zelîl münafıklara yakışır bir
düşüncedir.
Savaştan geri kalırlar... Şayet mücahidler bir sıkıntıya uğrasa, ya da bir
imtihandan geçseler, geride kalanlar sevinmeye başlarlar. Cihaddan
kaçışlarını ve imtihandan kurtuluşlarını bir nimet sayarlar.
"Eğer bir musibetle karşılaşırsanız, `Allah bana lütfetti de onlarla
birlikte bulunmadım' derler."
Geride kalıp kurtulmalarını emrinden çıkıp oturdukları Allah'ın, kendilerine
bahşettiği dini bir nimet saymaktan utanmazlar. Oysa böyle durumlarda
kurtuluş hiç bir zaman Allah'ın nimeti sayılamaz. Çünkü emrinden çıkmakla,
Allah'ın nimetine ulaşılmaz, görünürde bu durum kurtuluş gözükse de...
Evet, bu hâl bir nimettir Allah ile ilişkileri bulunmayanların yanında...
Yüce Allah'ın kendilerini niçin yarattığı kavrayamayanların ve emrine itaat
etmek ve hayat metodunu yeryüzünde gerçekleştirmek suretiyle Allah'a
kullukta bulunmayanların yanında. Karınca gibi ayaklarının altındaki şeyden
yüce ufuklara kadar hiçbir şeyi algılamayanların yanında nimettir kaçış.
Allah yolunda, O'nun hayat metodunun gerçekleşmesi ve O'nun sözünün
yücelmesi için cihad anında başa gelen musibetin bir üstünlük ve Allah'ın
seçmesiyle olduğunu algılamayanların yanında nimettir. Kuşkusuz bu üstünlüğü
yüce Allah, onları dünya hayatında beşerî zaafların üzerine çıkarmak ve yüce
bir hayatla onurlandırarak dünyaya bağımlılıklarından kurtarmak için
kullarından dilediğine özgü kılar. Çünkü hayat onlara değil, onlar hayata
hükmederler. Bu kurtuluş ve yükselme ile yüce Allah, onları ahiret günü
şehidlerin makamında kendi yakınında bulunmaya lâyık görmektedir.
Kuşkusuz bütün insanlar ölürler; Ancak, şehidler sadece Allah yolunda
şehadete ererler. Bu da Allah'ın büyük bir lütfudur.
Ancak diğer durum söz konusu olursa... Allah'tan gelecek herşeyi
kabullenmeye hazır bir şekilde savaşa çıkan mücahidler galip gelirlerse...
Zafer ve ganimet elde ederek Allah'ın diğer lütfuna nail olurlarsa... İşte
pişmanlık duyarlar. Tabii ki, kâr ve zarara ilişkin kısır ve küçük
anlayışlarına göre kârlı...
"Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce
aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla
birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim' derler."
Onlar, ganimet ve sağ salim dönüş gibi küçük başarıları "büyük başarı"
olarak değerlendirirler. Mü'min ise, ganimet ve sağ salım dönüşü kötü
karşılamaz, aksine bunları Allah'ın takdiri olarak algılar. Mü'min bela
istemez, ancak Allah'tan sağlık-afiyet nasip etmesi dilenir. Bununla beraber
mü'minin genel düşüncesi, Kur'anî ifadenin kötüleyici ve nefret ettirici bir
şekilde ortaya koyduğu, cihaddan kaçan insanların düşüncesinden farklıdır.
Kuşkusuz mü'min belâ istemez, aksine Allah'tan sağlık ve esenlik ister.
Ancak cihada çağrıldığında -ağırdan almadan- cihada çıkar. Allah'tan iki
sonuçtan birini isteyerek çıkar: Zafer ya da şehadet. Her ikisi de Allah'ın
lütfudur. Her ikisi de büyük başarıdır. Ya Allah ona şehidlik nasip eder. O
da Allah'ın kendisine verdiğini hoşnutlukla kabul eder ve Allah'ın katındaki
şehitlik makamıyla sevinir. Ya da ganime; ve sağ salim geri dönüşü nasip
eder. O zaman da Allah'ın lütfuna karşı şükreder v°e Allah';n yardımıyla
sevinir. Bu sevinç ölmeden döndüğü için değil...
İşte bu, yüce Allah'ın müslümanların yükselmesini istediği ufuktur.
İçlerinde yaşayan ve cihada karşı ağır davranan grubun nefret ettirici
tablosunu çizip,safta üslenen oyalayıcı kişileri ortaya çıkarırken onlara
karşı uyanık olmalarını sağlamaktadır, düşmanlarına karşı uyanık olmaları
gerektiği gibi...
O zaman müslüman kitleye yönelik bu sakındırma ve uyarının ötesinde,
Kur'an'ın bu birkaç kelimesinde her zaman ve mekanda görüle gelen bir insan
tipi çizilmektedir.
Müslüman kitle, bu gerçeği sürekli bünyesinde barındıracaktır. Buna göre
safta her zaman benzeri kişiler bulunacaktır. Ancak ümitsizliğe düşmemek
lazım, hazırlıklı olup yola devam etmek gerekir. Eksiklikleri tamamlamak,
zaafları tedavi etmek, adımlar, duygu ve hareketler arasında uyum sağlamak
için sürekli bir eğitim, direktif ve çaba zorunludur.
DÜNYAYI AHİRET KARŞILIĞINDA SATANLAR
Daha sonra ayetlerin akışı, ağırdan alıp toprağa bağlananları bu bataklıktan
çıkarıp kurtarmakla sürüyor. En iyiye ve en kalıcıya yani ahirete yönelme
duygularını canlandırıyor. Dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almaya
yöneltiyor. Her iki durumda da onlara Allah'ın lütfunu ve iki sonuçtan biri
vaad ediliyor: Zafer ve Şehadet...
74- Öyleyse dünya hayatını ahiret
karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda öldürülür
veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz. "
Allah yolunda savaşsınlar. Çünkü İslâm bu yolun dışında bir başka savaş
tanımaz. Ganimet ve egemenlik uğrunda yapılan savaşı kabul etmez. Kişisel ya
da ulusal üstünlük için yapılan savaşı onaylamaz.
İslâm, toprak işgal etmek ve ahaliyi baskı altında tutmak için savaşmaz.
Sanayi hammaddesi bulmak, ürünleri için pazarlar elde etmek, sömürge ve yarı
sömürgelerde kapital elde etmek uğruna savaşmaz.
Herhangi bir kişinin, ailenin, sınıfın, devletin, milletin veya ırkın
üstünlüğü için savaşmaz, sadece Allah yolunda, yeryüzünde O'nun sözünü
yüceltmek uğruna, O'nun sistemini hayata yerleştirmek için insanlığı bu
sistemin iyiliklerinden ve "insanlar arasında" uyguladığı mutlak adaletinden
yararlandırmak sonra da bu Rabbanî ve insanî, evrensel ve kapsamlı sistemin
gölgesinde her kişiyi dilediği inancı seçmede özgür bırakmak için savaşır.
Müslüman; Allah'ın sözünü yüceltmek, O'nun sistemini hayata egemen kılmak
için Allah yolunda savaşa çıkıp öldürülse şehid olur. Şehitlerin Allah
katındaki makamına kavuşur. Ancak -bu hedefin dışında- diğer bir hedef için
çıkmışsa "şehid" olarak adlandırılmaz. Mükâfatını da Allah'tan
beklememelidir. Uğruna savaştığı hedefin sahibinden beklemelidir. Onu
"şehit" olarak nitelendirenler Allah'a yalan iftirada bulunuyorlardır. Yüce
Allah'ın insanları temize çıkardığı yolun dışında kendilerini ve başkalarını
temize çıkarmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz bu Allah'a büyük bir iftiradır.
O halde dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almak isteyenler -bu
anlamda- Allah yolunda savaşsınlar. O zaman her iki durumda da Allah'tan
büyük bir lutfa nail olacaklardır. Allah yolunda öldürülenle bu uğurda galip
gelen eşittir.
"Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir
ödül vereceğiz."
Bu ifade ile Kur'an'ın sunuş metodu ruhları, yüceltmeyi ve her iki durumda
da Allah'ın büyük lütfuna bağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, korktukları
ölüm ve arzuladıkları ganimet gözlerinde değerini kaybeder. Çünkü hayatın ya
da ganimetin Allah'ın büyük lütfunun yanında hiçbir değeri olamaz. Nitekim
ahiret karşılığında dünyayı satın alıp, dünya karşılığında ahireti satın
almamak suretiyle yaptıkları zararlı alış-verişten de nefret ettiriyor.
"İşterâ" kelimesi zıt anlamlara gelir. Genellikle "Bey"' salmak anlamında
kullanılır. Böyle bir alış-veriş yaptıklarında, savaş alanında ganimet elde
etseler de etmeseler de her halukârda zarardadırlar. Ahiretin yanında
dünyanın ne değeri var? Allah'ın lütfunun yanında ganimet malının lâfı mı
olur? Çünkü Allah'ın lütfu malla beraber başka şeyleri de kapsar.
Sonra ayetlerin akışı müslümanlara yönelmektedir. Cihada çıkmada ağır
davrananlara yönelik anlatım ve tasvir üslubunu bırakan bütün müslüman
kitleye yönelik hitap üslûbunu kullanmaya başlıyor. Kurtulmayı istedikleri
zulüm ve düşmanlık yurdundan kendilerine bir çıkar yol göstermesi için
Allah'a yalvardıkları halde dinlerinden ve inançlarından dolayı kaçıp İslam
ülkesine hicret edemeyen ve bu yüzden Mekke'de Müşriklerin elinde büyük
zorluklar çeken ezilmiş erkek, kadın ve çocuklar karşısında ruhların
insancıllığını ve kalplerin duyarlılığını harekete geçirmek amacıyla onlara
yönelmektedir. Onlara bu şekilde yönelmesinin bir diğer gerekçesi de,
oyalanmadan ve ağırdan almadan koşmalarını istediği savaşta gözetecekleri en
üstün amacı, en onurlu gayeyi ve en güzel hedefi göstermektir.
ALLAH YOLUNDA SAVAŞMAYANLAR
75- Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz, bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden
çıkar, bize katından bir kurtarıcı, kendi katından bir destek i gönder' diye
yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.
Allah yolunda savaşmaktan ve durumları ile müslümanın hami etini mü'minin
onurunu ve genel anlamda insanlığın acıma duygusunu etkileyecek bir tabloda
sunulan bu ezilmiş erkek, kadın ve çocukları kurtarmaktan nasıl geri
kalabilirsiniz? Bu zavallılar çok ağır imtihan ve fitnelere maruz
kalıyorlar. Çünkü onlar, inançları ve dinleri yüzünden bunca eziyete
uğratılıyorlar. İnanç konusunda eziyet çekmek mal, toprak, can ve ırz
konusunda mihnet çekmekten çok daha ağırdır. Burada insan, varlığının en
başta gelen özelliğinde çile çekmektedir. İzzet-i nefs, namus, mal ve
topraktaki hak bundan sonra gelir.
Mazlum kadının ve zayıf çocuğun tablosu son derece etkileyici bir tablodur.
Kendilerini savunamayan -özellikle bu savunma din ve inanç uğruna olursa-
yaşlıların tablosu da bundan az etkileyici değildir. İşte bu tablo bütünüyle
Cihad çağrısı esnasında gözler önüne serilmektedir. Bu da yeterli oluyor.
Bunun için bu feryatlara karşılık vermekten çekinmek kınanmaktadır. Bu
üslûp, derin etkili, duygu ve bilinçte uzun süre silinmeyen izler bırakan
bir üslûptur.
Burada İslâm'ın, memleket, toprak ve vatan düşüncesine biraz değinelim.
"Zalimlerin yaşadığı belde..." olarak nitelendirilen ve
İslâm'ın oradaki ezilmiş müslümanları kurtarmak için savaşı zorunlu gördüğü
yer. bu konumuyla "Dâru'l-harp" -savaş ülkesi- sayılan Mekke'ydi. Bu derece
hararetle oradaki müşriklerle savaşmaya çağrılan yurdu. Ayrıca ezilmiş
müslümanlar da ordan çıkmak için bu denli içten dua ediyorlardı.
Orada Allah'ın şeriatı ve hayat metodu egemen olmadığı, müminler dinlerinden
dolayı eziyete, inançlarından ötürü işkenceye uğradıkları sürece oranın
memleketleri olması İslâm açısından durumunu değiştirmez. Orası bizzat
kendileri açısından "Savaş ülkesi"dir. Onu savunmak cihad anlamındaki bir
savaş değildir elbette. Oradaki müslüman kardeşlerini kurtarmak için
savaşabilirler ancak. Çünkü müslümanın koruyacağı sancak inancıdır. Uğruna
savaşacağı toprak parçası ise, İslâm düzenini hayat metodu edinen "İslam
ülkesi"dir. Bunun dışındaki tüm vatan anlayışları İslâm dışı cahiliye
anlayışlarıdır. Bu tür düşünceleri İslâm tanımaz.
MÜMİNLER ALLAH YOLUNDA CİHAD EDER
Sonra, ilgileri uyandırmak, gayretleri harekete geçirmek, yolu aydınlatmak
ve her grubun uğruna ortaya koyacakları çabaları, değerleri, gaye ve
hedefleri açıklamak için diğer bir psikolojik yönlendirme yer almaktadır.
76- Müminler Allah yolunda, kafirlerse Tağut (şeytan) uğrunda
savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın
hilesi-düzeni zayıftır.
İlk dokunuşta insanlar yol ayrımında duruyorlar. Bir anda hedefler
çiziliyor, çizgiler açığa çıkarılıyor, insanlar, iki ayrı sancağın altında,
iki ayrı gruba bölünüveriyor.
"Mü'minler Allah yolunda savaşırlar..."
"Kâfirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar."
Müminler Allah yolunda, O'nun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını
yerleştirmek ve Allah adına "insanlar arasında" adaleti uygulamak için
savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allah'ın tek başına ilah
olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek...
Kafirlerse Tağut uğrunda Allah'ın metodunun dışında değişik hayat
metodlarını gerçekleştirmek, -Allah'ın izin vermediği- değişik şeriatleri
yerleştirmek ve yine -Allah'ın izin vermediği- değişik değerleri oturtmak ve
Allah'ın mizanı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar.
İman edenler, Allah'ın dostluğuna, korumasına ve gözetimine dayanarak
dururlar.
Farklı sancakları, hayat metodları, şeriatları, yolları, değer ve
ölçütleriyle kafirler, şeytanın dostluğuna dayanıp dururlar. Onlar bütün
farklılıklarına rağmen şeytanın dostlarıdırlar.
Yüce Allah, müminlere şeytanın dostlarıyla savaşmalarını, onların ve
şeytanın hilesinden korkmamalarını emretmektedir.
"... O halde, şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın
hilesi-düzeni zayıftır."
Böylece müslümanlar sarp bir arazide sırtlarını sağlam bir temele
dayıyorlar. Allah için savaşmanın vicdan rahatlığı içindedirler. Bu savaşta
herhangi bir çıkarları söz konusu değildir. Şahıslarına bir pay ayırmazlar.
Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef gütmezler. Bu
savaş tek başına Allah içindir. O'nun hayat metodu ve şeriatı uğrunadır.
Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için savaşan batıl ehli bir kavimle
karşılaşıyorlar. Çünkü batıl ehli, beşerin uydurduğu cahiliye sistemlerinin
-zaten insanların koyduğu her sistem cahiliyedir- Allah'ın sistemine galebe
etmesi için savaşırlar. İnsanların koyduğu cahiliye kanunlarının -zaten
insanların koyduğu tüm kanunlar cahiliyedir- hükümran olması için
savaşırlar. Yine batıl ehli kendi uydurdukları hükümlerin -Halbuki
kendilerinin verdikleri tüm hükümler zulümdür- hükümran olması için
savaşırlar.
İnsanlar arasında uygulamakla yükümlü oldukları Allah'ın adaletinin galip
gelmesi için savaşırlar.
İşte müminler, yüce Allah'ın kendilerini koruyacağına ve karşılaştıkları
kavmin dostunun şeytan olduğuna ve böylece son derece zayıf olduklarına
inanarak savaşa girişiyorlar. Onlar bunun yanında şeytanın hilesinin zayıf
olduğunu da biliyorlar.
Bu yüzden, daha savaşa başlamadan, müminin duygusunda savaşın gidişi ve
sonucu bellidir. Savaşta şehit düşse de o, sonuca güvenmektedir. Galip
gelse, gözleriyle zaferi görse de görmese de büyük mükâfattan emindir. Her
iki durum da eşittir kendi nazarında.
İşte bu her iki duruma ilişkin gerçek düşünceden ilk müslüman toplumun
hayatında meydana gelen ve Allah yolunda cihad tarihinin kaydettiği bir çok
olağan üstlükler gerçekleşmiştir. Tarih boyunca birçok nesillerde bunun
örnekleri görüle gelmiştir. Bunları burada sıralamamız mümkün değildir.
Çünkü o kadar çok ve yaygındır ki... Tarihte bilinen kısa bir dönemde
İslâm'ın olağanüstü yayılışı bu düşünceden kaynaklanmıştır. Kuşkusuz bu
düşünce, İlahi metodun, düşman kamplara karşı müslümanlara kazandırdığı
üstünlüğün bir yönünü oluşturmaktadır. Nitekim bu cüzde daha önce bu
üstünlüğe işaret etmiştik. Bu düşüncenin oluşması da, Kur'an'ın mümin
ruhlarda giriştiği eksiksiz ve kapsamlı savaşın bir yönünü oluşturmaktadır.
Kur'an, müminlerle birlikte sayı, hazırlık ve malca üstün düşmanlarla da
savaşa girişmektedir. Böylece düşmanlar bu yönden de geride kalırlar,
yenilmeleri de kaçınılmaz oluyor.
Biz bu düşüncenin oluşması ve sağlamlaşması için Kur'anï eğitim metodunun
sarf ettiği çabayı görebiliyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Sadece dille
söylenen kelimelerden ibaret değildir bu çaba. Aksine ruhun cimriliğini -ne
pahasına olursa olsun- hayata düşkünlüğünü ve kâr-zarara ilişkin kötü
düşüncesini tedavi etmek için sürekli bir çabadır bu. İşte aşağıdaki derste
bu tedavinin ve sürekli çabanın devamı yer almaktadır.
MÜSLÜMANLAR İÇİNDE BİR GRUP İNSAN
Bundan sonra ayetlerin akışı, müslümanlardan bir grubun veya bir çoklarının
-bir kısmının Mekke'deyken savaşmaya izin verilmediği dönemlerde işkence ve
zulme uğratıldıkları zaman Müşriklerle savaşmak için izin isteyen Muhacirler
olduğu rivayet edilmektedir. Ki o zaman kesin olarak yalnız Allah'ın bildiği
nedenlerden dolayı savaşa izin verilmemişti. Ancak daha sonra değinileceği
gibi bu hikmetin bir yönünü bilmekte yarar vardır. -Medine'de İslâm'ın bir
devlet olduğunda ve yüce Allah, savaş izninin hem müslümanların hem de tüm
insanlığın yararına olduğunu bilip savaş emrini verdiğinde -Kur'an'ın tasvir
ettiği gibi- bu adamların "Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile
daha fazla, insanlardan korkup "Ey Rabbimiz niye üzerimize
savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın
olmaz mıydı?" dedikleri durumlarını hayretle karşılamak suretiyle
sürmektedir. Bunlar; bir iyilik gördüklerinde "Bu Allah'tandır" bir kötülük
gördüklerinde ise Resulullah'a "Bu senin yüzündendir" diyenlerdir. Yanından
çıkana kadar Resulullah'a itaat ettiklerini belirtip ondan sonra da
söylediklerinden farklı şeyler kuranlardırlar. Sır ya da tedbir hususunda
bir emir aldıklarında hemen yayan kişilerdir bunlar.
Evet bunların durum ve ruhsal hareketlerini, görülen ve algılanan bir sahne
gibi tasvir eden Kur'an'ın ifade tarzı ile son derece hayret verici bir
şekilde gözler önüne sermektedir. Nitekim Kur'an hem bunların, hem de
başkalarının, ölüm-hayat, ecel-kader, hayır-şer, kâr-zarar, kazanç-kayıp,
ölçü ve değerlere ilişkin düşünce ve algılayışlarını düzeltmekte, bunların
gerçek mahiyet ve hakikatlerini canlı ve etkili bir şekilde tasvir eden
kendine özgü ifade tarzıyla açıklamaktadır.
77- Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve
zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine
farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla,
insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz
kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler. Onlara de
ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır.
Orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız.
78- Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile
olsanız, ölüm sizi bulur. Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `bu
Allah'tandır' derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `bu senin
yüzündendir' derler. Onlara de ki; Hepsi Allah'tandır. Niye bu adamlar
kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
79- Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de
kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit
olarak Allah yeter.
80- Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim ona sırt
çevirirse bilsin ki biz seni onların başına korucu olarak göndermiş değiliz.
Şu dört ayetlik grupta sözü edilen kişiler, bu dersin başında:
"Sizden bu görevi ağırdan alanlar var" diye sözü edilen kişilerdir. Buna
göre bütün konu bu davranışların ve bu sözlerin kaynağını oluşturan
münafıklardan bu grubun etrafında odaklaşmaktadır.
Bu görüşü tercih edebiliriz. Çünkü, bu ayetler grubunda münafıklık
belirtileri açıkça görülmektedir. Müslüman safta yer alan münafık gruplardan
bu tür söz ve davranışların çıkmış olması da hem tabiatlarına hem de
geçmişlerine uygun düşmektedir. Nitekim Kur'an' n akışı, ayetler demeti
arasında sağlam bir kaynaşma meydana getirmektedir.
Ancak, "... Daha önce, `Savaştan uzak durun, namazı kılın
ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi
üzerlerine farz kılınınca..." diye tanımlanan kişilerden söz eden
ayetlerden birincisi -Münafıkların sıfatlarını belirtir konunun yakınlığı ve
akış benzerliği açıkça görülse de- bütün ayetlerin münafıklardan söz
ettiğine itibar emekte tereddüt etmemize neden oldu. Bunların -münafıkların
dışında zayıf imanlı- muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu görüşünü
kabul etme eğilimindeyiz. Çünkü zayıflık münafıklığın yakın belirtisidir.
Bununla beraber, bu dört grubun dışındaki ayetler demeti, gerek bizzat
müslüman safta üslenen münafık gruplardan birini ve gerek genel anlamda tüm
münafıkları nitelendirsin, onlardan kaynaklanan söz ve davranışları ortaya
koymaktadır.
Bu noktada, birinci ayetler grubunun üzerinde durmamızın ve bunların zayıf
imanlı veya henüz imani düşünceleri olgunlaşmamış ve inancın işaretleri
kalplerinde ve akıllarında iyice açığa kavuşmamış kişileri vasf ettiğini
kabul etmemizin nedenine gelince...
Bunun nedeni, Mekke'deyken kendilerine savaş izni verilmeyip
"...Savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin..." dendiği
dönemde müşriklerin eziyetlerini savmak için yiğitlik gösterip heyecana
kapılanların muhacirlerden bir grup olmasıdır.
Bir an için Akabe biatında -şayet emrederse- münafıklarla savaşmak
istediklerini Resulullah'a bildiren ve "biz savaşmakla emr olunduk"
karşılığını alan yetmiş iki kişinin bu durumunu göz önünde
bulundursak bile, Akabe biatına katılmış Ensar'dan. bu gurubu ne geri kalan
ayetlerde sözü edilen münafıklar, ne de ilk ayetler grubunun tanımladığı
zayıf imanlılarla bir tutmamızı gerektirmez. Çünkü bu örnek insanlarda
hiçbir zaman bir münafıklık veya zayıflık belirtisi görülmemiştir. Allah
tümünden razı olsun.
Bu durumda en yakın ihtimal, bu ayetler grubunun -Medine'de kendilerini
güvencede hissedip eziyetlerden kurtulan- savaş sorumluluğu karşısında
ruhlarında zayıflık baş gösteren muhacirler hakkında olması geri kalan
sıfatlar ise onlardan çok münafıklarla ilgili olmasıdır. Çünkü -beşeri
zaaflarını kabul etsek bile- bu Muhacirlerden herhangi birinin iyilikten
başka Resulullah'a kötülük isnat ettiğini veya huzurunda itaat ettiğini
söyleyip geceleyin söylediklerinin dışında şeyler planladığını söylemek ağır
gelmektedir bize.
Bununla beraber, güvenlik veya korkuya ilişkin haberleri yaymak gibi bir
sıfatlarının olmasını da uzak görmüyoruz. Bu ise düzenli bir eğitim
olmayışını gösterir, münafıklığı değil.
Doğrusu... -Bütün bu ayetler karşısında- kesin bir şey söylemeyecek bir
konumdayız. Hatta, muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu söylendiği
gibi münafıklardan bir grup hakkında da indiği söylenen ilk ayetler grubuna
ilişkin de kesin bir şey söylemediğimiz gibi.
Bu yüzden, muhacirleri, cihad karşısında oyalanmak ve geçen ayetlerde sözü
edilen müminlerin başına gelen iyilik ve kötülükten kaçınmak gibi
özelliklerden, iyiliği değil de kötülüğü Resulullah'a isnad etmek ve sadece
iyiliği Allah'a havale etmek gibi bir tutumdan ve Resulullah'ın emrine
uymayıp geceleyin komplolar düzenlemek gibi davranışlardan uzak görmek
suretiyle ihtiyatlı davranıyoruz. Ayetlerin akışını bu şekilde bölmek,
Kur'an'ın üslûbunu takip eden ve -uzun bir beraberlikten dolayı- Kur'an'ın
ifade tarzını kavrayanlara zor gelse de... Yardım Allah'tandır.
CİHAD KAÇKINLARI
"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin'
direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca,
onların Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan
korkan, bir grubu `Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize
biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: Dünya
zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl
payı haksızlığa uğramazsınız."
"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile
olsanız, ölüm sizi bulur..."
Yüce Allah, bu insanların durumunu hayret ettirici bir şekilde ifade ediyor.
Mekke de müşriklerden işkence, zulüm ve fitne gören bu insanlar, Allah'ın
dilediği bir hikmetten dolayı savaş izni verilmemişken yiğitlik gösterip
savaş konusunda acele ediyorlardı. Allah'ın takdir ettiği uygun zamanda
uygun şartlar oluşup -Allah yolunda- savaş emri verildiğinde ise bunlardan
bir grubu şiddetli bir panik ve korku alıyor. Öyle ki savaşmakla emr
olundukları insanlardan -oysa onlar da insandırlar- zâtı gibi hiç kimsenin
azab edemediğini, O'nun gibi hiç kimsenin bağ vuramadığı Kahhar ve Cebbar
olan Allah'tan korkar gibi "ya da bundan bile daha fazla
korkuyorlar". Üzüntü, korku ve panik içinde "Ey rabbimiz
niye üzerimize savaşmayı farz kıldın?" diyorlar. Bir
müminin böyle bir soru sorması çok gariptir. Bu onun bu dinin
yükümlülükleri ve görevleri hakkındaki düşüncesinin açıklığa kavuşmadığını
gösterip, bu isteklerinin ardından bitkin ve düşkün bir güvence istiyorlar.
"Bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" Bu ağır ve
korkunç yükümlülükle karşılaşmadan önce bir süre daha bekletseydin?. '
İnsanlar arasında aşırı yiğitlik gösterenler, çabucak heyecanlanıp ortaya
atılanlar, iş ciddiyete binip olay karşısına geldiğinde ise en çabuk paniğe
kapılan ve korkup hezimete uğrayanlardır. Hatta bu bir kuraldır da. Çünkü
heyecan, öne atılma ve aşırı yiğitlik çoğu zaman sorumluluğun hakikatini
değerlendirmemekten kaynaklanır; cesaret, dayanıklılık ve dirençten değil.
Dayanma gücünün azlığından kaynaklanır. Sıkıntı, işkence ve yenilgiye
dayanamamaktan... Bu dayanıksızlık, yükümlülüklerini değerlendirmeksizin
onları hareket, savunma ve galibiyet arzusuna yöneltir. Bu yükümlülüklerin;
değerlendirdiklerinden daha ağır, düşündüklerinden daha zor olduğunu görünce
de paniğe kapılan, kaçıp dağılan ilk grubu oluştururlar bunlar. Bu arada,
kendilerini tutanlar, zaman zaman uğradıkları sıkıntı ve işkencelere
dayananlar işin gerektirdiği hazırlığı yapıp hareketin doğurduğu
yükümlülüklerin hakikatini ve ruhların bu yükümlülükleri yerine getirme
gücünü bilenler dayanırken, sabrederken, işin gerektirdiği hazırlığı yapıp
acele etmezken; hemen öne atılanlar ve heyecanlanıp yiğitlik gösterenler
onları zayıf sanırlar. Acele etmemeleri ve işleri ölçüp biçmeleri hoşlarına
gitmez. Tabii ki hangi grubun daha dayanıklı olduğu ve hangisinin uzak
görüşlü olduğu savaş alanında açığa kavuşur.
Genel kanıya göre ayetlerin kastettiği grup; Mekke'de dayanılmaz
işkencelerin yaktığı ve bu işkenceleri onurlarına yediremeyen zümredir. Bu
yüzden gayrete gelip Resulullah'tan kendilerini savunmak ve onurlarını
korumak için savaş izni vermesini istemişler. Ancak Resulullah bu konuda;
yavaş yavaş, bekleyerek, eğitim, hazırlık ve uygun zamanı gözetmek şeklinde
Rabbinin emrine uyuyordu. Daha sonra bu grup Medine'de kendilerini güvencede
hissedip artık işkence ve horlanma ile karşılaşmayıp olaylardan şahıslarına
bir zarar dokunmaz olunca savaşın gereğine inanmaz veya en azından savaşın
zorunluluğuna bir neden görmez oldular.
" . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların Allah'tan korkar
gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu "Ey Rabbimiz
niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz mühlet tanısaydın olmaz
mıydı? dediler."
Bu grup bizzat mü'minler de olabilir. üzüntü ve yakarışla Allah'a
yönelmeleri bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunu da hesaba katmamız gerekir. Çünkü
henüz olgunlaşmamış bir düşünceye sahip biri, bu dinin yeryüzündeki görevini
algılayamaz ve cihadın kişilerin, ulusların ve ülkelerin korunmasından daha
önemli olduğunu bilemez. Bu dinin fonksiyonlarının arasında; Allah'ın
insanlar için seçtiği hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek vardır. O'nun
adil düzenini dünyanın dört bir yanında kurmak ve Allah'ın davasının
karşısında hudutların kapanmasını engellemek veya yeryüzünün herhangi bir
yerinde fertlerle dâvâ arasında engel olmaya çalışanları bertaraf etmek
gerekir. Yine kendi isteğiyle dinini seçenin bundan dolayı -ne şekilde
olursa olsun rızkını temin edip yaşamını sürdürmesini sağlamak için
yeryüzünde otorite sahibi etkin bir güç oluşturmak da gerekir. İşte bütün
bunlar kişilerin işkenceye uğratılıp uğratılmamasından çok daha önemli
şeylerdir. O halde -hatta hiçbir tehditle karşılaşmadan varlıklarını
sürdürdüklerini farz etsek bile- Medine'deki güvenli ortam müslümanların
oradaki görevlerinin bitmesine ve cihattan el çekmelerine neden olamazdı.
Henüz olgunlaşmamış iman, kişinin kendini işin dışında görmesine neden
olabilir. Sadece Allah'ın emrine kulak vermek, onun illet (neden) ve maul
(bağ), sebep ve müsebbib (var eden) -sorumlusu hikmetini bilsin veya henüz
algılamamış olsun- onun son söz olduğunu kabul etmek ve belirtileri henüz
açığa kavuşmamış bir düşünce mümine bu dinin yeryüzündeki fonksiyonunu ve
-mümin olarak- kendi görevini ve kendisinin yüce Allah'ın bu hayatta
dilediği şeyi onunla uyguladığı kaderinden bir parça olduğunu öğretebilir.
Bu yüzden Kur'anî akışın tasvir ettiği böyle bir tutum kendisinden
kaynaklanınca bu şekilde hayret ve bu denli nefretle karşılanması
zorunludur.
Ancak yüce Allah -Mekke'de- zalimleri yenmek, düşmanı püskürtmek ve güç
kullanarak işkenceleri bertaraf etmek için müslümanlara niçin izin
vermemişti. Birçokları bunu yapabilirdi. Zayıf veya ezilmiş kişiler
değillerdi. O zaman azınlıkta olmalarına rağmen kendilerine yönelik
saldırılara karşı koymaktan aciz değillerdi.
Bazı müslümanların çekilmez işkence ve azaba uğratılmasına, bu işkencelerin
kiminin gücünü aşmasına, kimisini dininden bile döndürmesine ve kimisinin de
uzun süren işkencelere dayanamayıp baskılar altında can vermesine rağmen;
savaştan uzak durmanın, namaz kılıp zekât vermenin ve sabredip dayanmanın
hikmetine gelince...
Bunun hikmetini kesin bir şekilde belirleyecek değiliz. Böyle bir durumda
Allah'ın bize açıklamadığı bir hikmeti uydurmuş oluruz. Allah'ın emirlerine
birtakım sebep ve illetler farz etmiş oluruz. Bunlar gerçek sebep ve
illetler olmayabilir de olabilir de. Ancak bunların ötesinde yüce Allah'ın,
içinde bizim için hayır ve iyilik olduğunu bildiği, fakat bize açıklamadığı
başka sebep ve illetler de olabilir. Müminin herhangi bir yükümlülük veya
yüce Allah'ın açık, kesin ve kat'î bir sebebini bildirmediği Allah'ın
şeriatından herhangi bir hüküm karşısındaki tavrı budur. Bu hükmün veya
yükümlülüğün yerine getiriliş hikmetine ilişkin aklının algıladığı ve güzel
gördüğü tüm düşünceleri birer ihtimal olarak değerlendirmek gerekir. Bir
kişinin Allah'ın koyduğu hükümlere ilişkin bilgisi, aklı ve düşüncesi ne
kadar güvenilir olursa olsun, gördüğü şey için "hikmeti budur", nass olarak
Allah'ın dilediği hikmet bundan ibarettir, "Bunun ötesinde ve bundan başka
birşey söz konusu değildir" diye kestirip atması doğru değildir. Bu
titizlik, Allah'a karşı takınılması gereken edebin gereğidir. Bu bir şeyin
tabiatı ve hakikatını ilişkin Allah'ın ilmi ile insanların bilgisi
arasındaki farklılığın zorunlu bir sonucudur.
İşte biz, cihadın Mekke'de farz edilmeyip Medine'de farz edilmesinin
hikmetini bu zorunlu edep tavrı çerçevesinde ele alıyoruz. Görebildiğimiz
hikmet ve sebepleri zikrediyoruz. Ancak bunların sırf birer ihtimal olduğunu
biliyoruz. Bunun ötesini Allah'a bırakıyoruz. Ondan başka kimsenin bilmediği
ve açık bïr nassla belirleyip haber vermediği sebep ve illetleri, emrinin
zorunlu bir sebebi olarak görmüyoruz.
Bunlar, bir çalışmanın sonucu ortaya konan sebeplerdir. Yanlış ta olabilir
doğru da. Bunları azaltmak mümkün olduğu gibi çoğaltmak da mümkündür. Ancak
zamanın akışıyla birlikte meydana gelen olayların bize gösterdiği sonuçlara
uygun olarak Allah'ın hükümlerini düşünmekten başka bir şey yapamayız.
MEKKE'DE CİHADA NİÇİN İZİN VERİLMEDİ?
1- Bunun nedeni, Mekke döneminin, belli bir ortamda, belli bir ulusu, belle
koşullarda eğitip hazırlama dönemi olabilir. Böyle bir ortamda yapılacak
eğitim ve hazırlığın hedeflerinden biri; Arap insanını, kendi şahsına veya
kendisine sığınan birine karşı işlenen haksızlıklar gibi geleneksel olarak
dayanamayacakları şeylerde sabırlı olmalarını sağlamaktır. Ancak bu şekilde
benliklerinden kurtulup nefislerinden arınabilirlerdi. Şahıslarına veya
kendilerine sığınanları hayata bakışlarına bir eksen edinmeyecek, hayattaki
hareketlerinde bunların bir etkisi olmayacaktı. Aynı şekilde sinirlerini
kontrol etmeleri için de eğitiliyorlardı. Böylece -tabiatlarında olduğu
gibi- ilk etken karşısında parlamayacak, heyecanlandırıcı bir şey görür
görmez heyecana kapılmayacaklardı. Bu şekilde karakterlerinde ve
davranışlarında denge sağlamış olacaktı. Bir de düzenli bir toplum hayatına
uymaları için eğitiliyorlardı. Hayatlarına ilişkin herhangi bir konuda
müracaat ettikleri bir önderleri vardı artık. Her ne kadar alışkanlıklarına
ve geleneklerine aykırı da olsa. Bu önderin emrinin dışında bir tutum
takınamayacaklardı. Bu nokta, düzensiz kabile hayatından farklı, ileri uygar
ve yönlendirici önderlik makamına boyun eğen "İslâm Toplumu"nu inşa ederek
Arap insanının hazırlanmasının temel taşını oluşturmaktadır.
2- Bir başka nedeni, Kureyş gibi gurur ve onuruna düşkün ortamlarda barışçı
davetin daha etkili ve daha kolay olması da olabilir. Böyle bir dönemde,
savaşla birlikte davayı sunmak onları daha çok inatlaşmaya ve Dahıs, Gabra
ve Besus gibi uzun yıllar süren ve birçok kabilenin yok olmasına neden olan
savaşları gibi meşhur Arap ayaklanmalarına benzer yeni kanlı ayaklanmalara
neden olabilirdi.
Artık İslâm, zihinlerinde ve hatıralarında bu yeni ihtilallerle birlikte
anılır olacaktı. Bu yüzden hiçbir zaman hidayete yanaşmayacaklardı. İslâm
bir dava olmaktan çıkıp bir isyana, bir intikam hareketine dönüşecekti. Daha
işin başında, düşüncesi bir daha hatırlanmamak üzere unutulup gidecekti.
3- Bir başka nedeni, her evde bir çarpışma ve bir savaş alanı oluşturmaktan
kaçınmak da olabilir. Çünkü orada müminleri cezalandıran, işkenceye uğratan
genel ve düzenli bir otorite söz konusu değildi. Her kişinin velisi bu işi
üstlenmişti. Onları cezalandıran, işkence eden ve "terbiye eden" (!) bu
efendilerdi. Böyle bir ortamda savaş iznini vermek her evde bir çarpışma ve
savaş alanı meydana getirmek olacaktı... Sonra da "İşte İslam budur"
diyeceklerdi. İslâm "Savaştan uzak durun" emrini verdiği halde bile bunu
söylemişlerdi. Nitekim, Kureyş propagandacıları kalabalık arasında, hac veya
ticaret için gelen çevre Arapları arasında "Muhammed, kavmini ve aşiretini
böldüğü yetmezmiş gibi baba ile oğlun arasını açıyor" diyorlardı. Ya bir de
her evde ve her mahallede oğulların babalarını, kölelerin efendilerini
öldürmelerini emretmiş olsaydı durun ne olacaktı?
4- Bir başka neden de, Yüce Allah'ın ilk müslümanları dinlerinden dolayı
işkenceye uğratan, onları cezalandıran ve onlara eziyet edenlerden
birçoğunun İslâm'ın samimi birer askeri hatta komutanı olacağını bilmesi de
olabilir. Nitekim Ömer b. Hattab bunlardan biri değil miydi?
5- Başka bir nedeni de, Arapların kabile ortamında; işkencelere direnen ve
çekinmeyen mazlumlara yardim etmeyi övünç vesilesi kabul etmeleri olabilir.
Özellikle bu eziyet aralarındaki şerefli kişilere karşı olursa... Bu
husustaki görüşü destekleyen birçok olay meydana gelmiştir: Nitekim İbni
Duğne -eşraftan bir insan olan- Ebu Bekir'in (Allah ondan razı olsun)
Mekke'den çıkıp hicret etmesine gönlü razı olmamış, bunu Araplar için bir
utanç kabul etmişti. Ebu Bekir'e komşusu olmasını ve himayesini önermişti.
Bu örneklerden bir başkası da, uzun süre aç kaldıktan ve zorlu sıkıntılar
çektikten sonra Haşim oğullarından Ebu Talip mahallesine karşı başlatılan
boykot kararının kaldırılmasıdır. Oysa köklü uygarlıklara sahip başka
toplumlarda; eziyetlere karşı sessiz kalmak; alaya alınmak, maskara olmak ve
toplum tarafından hor görülmek bunları gerçekleştiren işkenceci, zalimin
saygınlık kazanmasına neden olurdu.
6- Bir başka neden ise, o zaman müslümanların sayısının az olması ve
Mekke'de kuşatılmış durumda olmaları da olabilir. İslâm çağrısı henüz
yarımadanın geri kalan bölgelerine ulaşmamıştı, sadece bazı dağınık bilgiler
yayılmıştı etrafa. Diğer kabileler, Kureyş'le bazı mensupları arasında baş
gösterecek çarpışmada tarafsız kalmayı yeğliyordu. Böylece sonuca göre tavır
takınmayı düşünüyorlardı. Böyle bir durumda meydana gelen bir savaş
-kendisiyle savaşanlardan kat kat fazlasını öldürmüş olsalar bile- azınlık
durumdaki müslüman kitlenin toptan öldürülmesiyle sonuçlanırdı. Şirk yine
devam edecek ve müslümanlar yok olacaktı. Yeryüzünde İslâm düzeni
kurulmayacak ve pratik varlığı söz konusu olmayacaktı. Oysa İslam; bir hayat
metodu, pratik ve gerçek bir hayat düzeni olmak için gelmiş bir dindir.
7- Ayrıca o sıralarda bütün bu endişeleri bir yana bırakıp savaş emrini ve
eziyetleri savaş iznini vermeyi gerektirecek zorlayıcı ve kaçınılmaz bir
zorunluluk da söz konusu değildi. Çünkü bu davada -o zaman- esas olan unsur
"Davetin varlığıydı". Evet davet Resulullah'ın şahsında varlığını
sürdürüyordu. O'nun şahsı da Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesindeydi.
Ona uzanmaya yeltenen her el kesilme tehdidiyle karşı karşıya kalırdı.
Yürürlükte olan kabile düzeni, Hz. Muhammed'e (salât ve selâm üzerine olsun)
el uzatmak isteyen kabilelerin Haşim oğullarıyla savaşmalarını gerektirirdi.
Böylece davetçinin şahsiyeti yeterince korunuyordu. Dolayısıyla davetçi,
kabileci düzenin gereği olarak, davetini Haşim oğullarının kılıçlarının
gölgesinin altında sürdürüyordu. Davasını saklama veya gizleme gereğini
duymuyordu. Kâbe'deki Kureyş toplantılarında, Safâ tepesinde ve genel
toplantılarda davetini yürütmesine engel olmaya kimse cesaret edemezdi.
Ağzını kapatmaya, kaçırmaya, hapsetmeye veya öldürmeye kalkışamazdı. Kimse
dininin bazı gerçeklerini söylememesi veya bazısından vazgeçmesi konusunda
zorlayıcı bir söz sarf edemezdi. Nitekim, Tanrılarına dil uzatmaktan
vazgeçmesini istemelerine rağmen vazgeçmemiş, babalarının, atalarının
dinlerini kınamaktan ve onların cehennemde olduklarını söylemekten
vazgeçmesini istemelerine rağmen susmamıştır. Bazı geleneklerine uyması,
kendilerinin de İslâm'ın bazı ibadetlerine uymaları şeklindeki karşılıklı
täviz yani karşılıklı hoşgörülü olmayı önermelerine rağmen Resûlullah böyle
bir yumuşamaya yanaşmamıştır. Kısacası İslâm çağrısı, Haşimoğullarının
kılıçlarıyla korunan Resulullah'ın şahsında eksiksiz olarak varlığını
sürdürüyordu. Dilediği yerde, dilediği şekilde Rabbinin çağrısını tam
manasıyla duyurabiliyordu.
Bu yüzden savaşmakta acele etmeyi gerektirecek zorlayıcı unsur söz konusu
değildi. Davaya destek olan ve yayılmasına yardımcı olan böyle bir ortamda
bu imkânları görmezlikten gelmenin gereği de yoktu.
Bu değerlendirmelerin tümü -zannettiğimiz kadarıyla- eğitime hazırlıklarının
tamamlanması, bu ortamda takip edilen stratejinin tüm imkanlarından
yararlanılması ve müslümanların, uygun zamanda gelecek önderlik makamının
emrinin beklentisi içinde olmaları, şahıslarını sorunun dışında tutmaları,
kendilerine bir pay çıkarmamaları, tamamen Allah için ve O'nun yolunda
hareket etmeleri için müslümanlara savaştan kaçınmalarını namaz kılıp zekat
vermelerini emreden yüce Allah'ın takdir buyurduğu hikmetlerin bazısını olu
tururlar. Nitekim "İslâm çağrısı" varlığını sürdürüyordu. Ayaktaydı,
fonksiyonunu yerine getiriyordu. Hem de korunup himaye edilerek...
Uygulanan bu taktiğin gerisindeki hikmet ne olursa olsun, savaş izni
verildiği anda, daha önce yiğitlik gösteren birtakım kimselerin eteklerinin
tutuşacağı da bir gerçektir: '
" . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar
gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan bir grubu `Ey rabbimiz
niye üzerimize savaşmayı farz kıldın bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz
mıydı?' dediler."
Müslüman safta böyle bir grubun yer alması, kargaşanın meydana gelmesine
neden oluyordu. Aynı şekilde paniğe kapılan ve telaşlanan bir grupla,
kalpleri sağlam ve mutmain -bütün zorluklarına rağmen- cihadın
yükümlülüklerini vakar, güven, kararlılık ve yiğitlikle karşılayan, ancak
uygun zamanda hareket etmesini bilen müminler arasında uyumsuzluğun
oluşmasına neden oluyordu. kuşkusuz, bir şeyi yerine getirmek, yiğitlik
göstermek gerektiği zamanda söz konusu oluyorsa gerçek yiğitliktir. emir
verilmeden önce yiğitlik göstermek heyecan ve gereksiz gürültüden başka
birşey değildir. Tehlike anında kaybolup gider.
İşte Kur'an, bu durumu ilahi metoduyla tedavi etmektedir:
KISA SÜRELİ DÜNYA ZEVKİ
" . Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar
için daha hayırlıdır. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız."
"Nereden olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kaleler içinde bile
olsanız, ölüm sizi bulur.'!
Bu adamlar ölümden korkuyorlar ve yaşamak istiyorlar. Bu yüzden zillet dolu
bir üzüntüyle yüce Allah'ın biraz daha süre tanımasını ve yaşamaktan bir
parça daha yararlanmalarını müsaade etmesini arzuluyorlar.
Kur'an bu duyguları kaynağından tedavi ediyor. Ölüm ve ecel hakikatını
ilişkin düşünce bulanıklığını gideriyor. Okuyalım:
"... De ki; Dünya zevki kısa sürelidir."
Bütün dünya zevkleri... Dünyanın tümü... Öyleyse günlerin, haftaların,
ayların veya yılların ne önemi var? Bütün uzunluğuna rağmen dünya
hayatındaki zevk az bir şey olduktan sonra. Günler, haftalar, aylar ve
seneler boyu sürecek zevki kim gerçekleştirebilir ki? Bütün zevkleri ve
bütün uzunluğuyla dünya az bir şeydir.
"... Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır."
Bir kere dünya yolun sonu ve yolculuğun bitimi değildir. Ötesinde ahiret
vardır. Oradaki zevk gerçek zevktir. -Hem oradaki zevk daha uzun sürelidir
Öyleyse daha iyidir. "Sakınanlar için daha hayırlıdır."
Takva, sakınma ve korkunun hatırlatılması geliyor ardından. Takva Allah için
olmalıdır. Çünkü sadece O, sakınılmaya layıktır. Ondan korkulur, insanlardan
değil. O insanlar ki az önce, "Allah'tan korkar gibi hatta ondan
bile daha fazla" onlardan korkarlar denmişti. Kuşkusuz Allah'tan
korkan, insanlardan korkmaz. Allah korkusuyla kalbini donatan kişi, kimseden
korkmaz. Zaten Allah dilemedikçe ona ne yapabilirler ki?
"... Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız."
Öyleyse, dünya zevkinden bir pay kaçırdılarsa, bu onların aldatıldıklarını,
haksızlığa uğradıklarını ve zulüm gördüklerini göstermez. Çünkü ahiret
vardır. Gerçek mükafat vardır. Dünya ve ahiretin bu son hesabında alınacak
mükâfatta, zulüm ve haksızlık söz konusu olamaz.
Ancak -bütün bunlara rağmen- bazı insanlar, ahirete inandığı ve oradan
hayırlı mükafat beklentisi içinde olduğu halde yeryüzündeki hayatlarının
birkaç gün daha uzamasına can atarlar. Özellikle şu grupta olduğu gibi bu
durum imanın olgunlaşması aşamasında söz konusu olursa...
Burada diğer bir hüküm yer almaktadır. Bu; ölüm-hayat, ecel-kader ve
bunların bu derece paniğe kapıldıkları bu denli insanlardan korktukları
savaşla olan ilişkilerin gerçek mahiyetleri konusundaki düşünceleri
doğrultmaktadır.
"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile
olsanız, ölüm sizi bulur."
Ölüm, takdir edilmiş zamanında kesinlikle meydana gelir. Ölümün savaş ve
barışta kişinin sığındığı yerin sağlam oluşu veya az sağlam oluşu ile bir
ilgisi yoktur. O halde savaş izninin geciktirilmesi ölümü geciktiremez. Aynı
şekilde cihatta insanlarla karşı karşıya gelmek de belirlenen süresinden öne
alamaz ölümü.
Bu ayrı bir şey, öbürü ayrı bir şeydir. Aralarında hiçbir ilgi söz konusu
değildir. Burada ölüm ve ecel, Allah'ın takdir ettiği süre ve bu s,ürenin
dolması arasında bir ilgi vardır, başka herhangi bir ilgi mevcut değildir. O
halde savaşın gecikmesini istemenin, savaşta veya savaş dışında insanlardan
korkmanın bir anlamı yoktur.
Bu ikinci ifade ile Kur'an'ın eğitim metodu, bu konuda zihinlerde baş
gösteren tüm kuşkuları, karmaşık düşüncenin doğurduğu tüm korku ve dehşeti
tedavi etmektedir.
Ancak bu, insanın hazırlıklı olmaması ihtiyatlı davranmaması, gücü
yettiğince hazırlık yapmaması, tedbir almaması ve sakınmaması anlamına
gelmemelidir. Daha önce yüce Allah'ın hazırlıklı olmayı emrettiğini
görmüştük. Başka yerlerde müslümanlardan korku namazı ve benzeri hususlarda
ihtiyatlı davranmalarını emretmektedir. Başka surelerde yığınak ve hazırlık
yapmalarını buyurmaktadır. Ancak bütün bunları yapmak ayrı, ölüm ve eceli
bunlara bağlamak apayrı bir şeydir. Kuşkusuz hazırlıklı olmak, yığınak
yapmak uyulması gereken emirlerdir. Gizli ve açık hikmetleri vardır.
Ötesinde Allah'ın bir planı söz konusudur. -Bütün hazırlık ve ihtiyata
rağmen- ölüm ve belirlenen süresi arasındaki ilgiye ilişkin doğru düşünce de
uyulması gereken diğer bir emirdir. Bunun da gizli ve açık hikmetleri
vardır. Bunun da ötesinde Allah'ın bir planı vardır kuşkusuz.
Ölçü ve denge... Her tarafıyla yakınlık...Ve her tarafta uyum...
İşte İslam budur. İslam'ın fert ve toplum hayatında uyguladığı eğitim metodu
budur.
Muhacirlerden bu gruba ilişkin sözler burada son bulup, İslâm toplumuna
dağılmış gruplardan bir diğerinden söz açılmış olsa gerektir. Kuşkusuz
müslümanlar hem bunlardan hem de başkalarından meydana geliyordu. Ayetlerin
akışı kesintiye uğramamış, aralık verilmemiş ve bundan sonra başka bir
gruptan söz açılmıştır. Her ne kadar bu gruba ilişkin sözler burada sona
ermiştir diye bir durak yapılmamış olsa da biz konuya daha önce yaptığımız
değerlendirmeler ışığında devam ediyoruz. Birinci grup hakkındaki sözler
bitmiştir.
"Eğer onlar iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler. Ama başlarına
bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki; Her ikisi
de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya
yanaşmıyorlar."
"Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de
kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit
olarak Allah yeter."
"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim ona sırt
çevirirse, bilsin ki biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş
değiliz
Bu sözleri sarf edenler yani karşılarına çıkan iyiliği Allah'a, başlarına
gelen kötülüğü ise Hz. Peygambere dayandıranlar konusunda bir kaç görüş
ileri sürülebilir.
Birincisi: Bunlar, Resulullah'tan dolayı uğursuzluğa uğradıklarına
inanıyorlardı. Onu (haşa) kendileri için bir uğursuzluk kabul ediyorlardı.
Başlarına bir kötülük gelmişse O'nun yüzündendir. Yıl kurak geçmişse,
koyunlar doğurmamışsa, bir çarpışmada yenilmişlerse bunu Resulullah'ın
uğursuzluğuna bağlarlardı. Şayet bir iyilikle karşılaşmışlarsa bunu da
Allah'a dayandırırlardı.
İkincisi: Bunlar bilerek Resulullah'ın önderliğini yıpratmayı
istiyorlardı. Böylece emrettiği yükümlülüklerden kurtulmuş olacaklardı.
Savaş yükümlülüğü bunlar arasındaydı -ya da en başta geleniydi- Zayıf
kişiler olduklarını, bu yüzden savaşı karşılamaktan korktuklarını
söyleyeceklerine bu dolambaçlı yola başvuruyorlar. `Karşılaştığımız iyilik
Allah'tandır. Başımıza gelen kötülükse Resulullah ve O'nun emirlerinden
başka bir şeyden kaynaklanmıyor' diyorlardı. İyilik-kötülük kâr veya
zarardan kastettikleri ise yakın ve görünürdeki şeylerdi kuşkusuz.
Üçüncüsü: Bu düşünce, hayatta kendileri ve tüm insanların başına
gelen şeylerin hakikatına ve bunların yüce Allah'ın
iradesiyle olan ilişkilerine, Resulullah'ın emirlerinin mahiyeti ve
peygamberin yüce Allah'la olan bağının ne olduğu gerçeğine ilişkin sahip
oldukları kötü bir düşüncedir.
Üçüncü görüş -şayet doğruysa- ölüm ve ecelin hakikatına ilişkin kötü
düşünceleri, Allah'tan korkar gibi hatta daha da fazla insanlardan
korkmalarına neden olan ve bu yüzden "Ey Rabbimiz niye üzerimize
savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?"
diyen muhacirden bir grubu yakıştırmak mümkündür. Bununla beraber
biz, burada söz konusu edilenin başka bir grub olduğu düşüncesindeyiz.
Bunların durumu anlatılan görüşlerin tümüne veya aralarında şu üçüncü görüş
de olmak üzere bir kısmına uygun düşmektedir.
Kuşkusuz şu ayetlerin ele aldığı mesele, kelâm ve felsefe tarihinde
"kaza ve kader" veya "cebir ve ihtiyar" olarak
bilinen büyük "problemin" bir yönünü oluşturmaktadır. İşte
burada geçen ayet, insanlardan bu grubun durumunu düzeltmek, onlara gereken
cevabı vermek ve düşünceleri düzeltmek içindir. Ancak Kur'an, içinde bir
düğüm ve kapalılık bırakmadan sade ve açık bir şekilde ele almaktadır
meseleyi. Öyleyse biz de olduğu gibi ve Kur'an'ın ele aldığı şekilde
aktaralım:
"Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah'tandır' derler ama
başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir' derler. Onlara de ki:
Her ikisi de Allah'tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü
anlamaya yanaşmıyorlar?"
Evrende meydana gelen herşeyin, insanların başına gelen tüm olayların ve
insanlardan kaynaklanan tüm hareketlerin ilk ve tek yaratıcısı yüce
Allah'tır. İnsanlar bir şey düşünebilir veya girişimde bulunabilirler.
Ancak, -hangisi olursa olsun- herhangi bir fiilin meydana gelmesi ancak
Allah'ın dilemesi ve takdiriyle mümkündür.
Buna göre, iyilik veya kötülüğün oluşmasını ve bunların başlarına gelmesine
-kendileri gibi bir insan ve tıpkı kendileri gibi yaratılmış olduğu halde
Resulullah'a dayandırmak doğru bir mantık değildir. Bu tutum bu konudaki
bilgi yetersizliklerini göstermektedir.
Kuşkusuz insan, yüce Allah'ın iyiliği gerçekleştirdiğini gösterdiği
araçlarla iyiliği gerçekleştirmeye yönelir ve çabalar. Bununla beraber
iyiliğin fiilen gerçekleşmesi yüce Allah'ın dilemesi ve takdiriyle
tamamlanır. Çünkü, eşya ve olayları meydana getiren, evrendeki vakıaların
oluşmasını sağlayan Allah'ın gücünden başka bir güç değildir. O halde
-insanın başvurduğu araçlar, yöneliş ve çabasıyla- iyiliğin gerçekleşmesi
İlâhî irade ile mümkündür.
Yine insan, kötülüğü gerçekleştirmeye yönelir ya da kötülüğün oluşmasını
gerektiren bir davranışta bulunabilir. Ancak kötülüğün fiilen meydana
gelmesi, temelde varolması Allah'ın kudret ve takdiriyle mümkündür. Çünkü bu
evre de eşya ve olayları meydana getiren Allah'ın gücünden başka bir güç
yoktur.
Buna göre her iki durumda da olayın var oluşu ve gerçekleşmesi Allah
tarafındandır. Bu, birinci ayetin,belirlediği bir gerçektir. İkinci ayete
gelince:
"Karşına çıkan her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her kötülük de
kendindendir."
Bu da başka bir gerçeği açıklamaktadır. Birinci gerçeğin sahasına girmeyen
ona benzemeyen bir gerçektir. Bu, başka bir vadidedir. Buraya kadar konuya
bir açıdan bakılmaktadır.
Kuşkusuz yüce Allah, bir metod koymuştur. Bir yol açmıştır, iyiliği
göstermiş ve kötülükten sakındırmıştır. İnsan bu metoda uyup bu yolu takip
ederse, iyilik için çalışıp kötülükten sakınırsa, yüce Allah "Bizim
için çaba sarf edenlere yollarımızı gösteririz." (Ankebut Suresi,
69) buyurduğu gibi hidayete ermesi için yardımcı olur.
Böylece insan iyiliğe ulaşmış olur. Ulaşılan sonucun dışarıdan insanların
kazanç saydıkları görünüşlere benzemesine önem vermez bundan sonra. Bu,
Allah'ın mizanında fiilen iyiliktir. Ve bu Allah katındandır. Çünkü metodu
koyan, yolu açan, iyiliği gösterip kötülükten sakındıran Allah'tır. Şayet
insan, Allah'ın koyduğu metoda uymaz, O'nun açtığı yolu takip etmez,
gösterdiği iyiliği elde etmeye çalışmaz ve sakındırdığı kötülükten
korunmazsa, o zaman da başına felâketler gelir. Gerek dünyada gerek ahirette
ve her ikisinde de gerçek anlamda bir kötülük. Bu da insanın kendindendir.
Çünkü Allah'ın metoduna ve O'nun yoluna uymayan insanın kendisidir. Bu anlam
birinci anlamdan farklıdır. Sahası da birinciden ayrıdır. Sanırız bu gayet
açıktır.
Ancak bu; iyiliğin ve kötülüğün gerçekleşmesini ve meydana gelişlerinin
Allah'ın gücü ve takdirinden başka bir güçle mümkün olmadığına ilişkin
birinci gerçekten bir şey değiştirmez.
Çünkü yapılan, meydana gelen ve olan her şeyi yapan meydana getiren ve
yaratan yüce Allah'tır. Bu, meydana gelen ve olan şeyde insanların istek ve
çalışmaları ne olursa olsun...(Bu ayetlerin bir yönünü. yansıttığı ve
hatırlattığı probleme; Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (Serbest olma)
problemine gelince:
Acaba, insandan kaynaklanan veya insanın başına gelen olaylarda insanın
iradesi ne derece etkindir? Aralarında insanın iradesi niyet ve davranışı da
olmak üzere olan herşeyi meydana getiren yüce Allah'ın iradesi olduğuna göre
nasıl olur da insanın ceza ve mükafat görmesine neden olan bir iradesi söz
konusu olabilir? Ve bu problemden kaynaklanan daha bir çok soru... Kur'an
ayetleri, "Meydana gelen herşey Allah'ın iradesi ve takdiriyle meydana
gelir" diyor. Aynı zamanda "İnsan irade eder ve hareket eder, bu ifade ve
hareketiyle de hesaba çekilir" der. Kuşkusuz Kur'an bütünüyle Allah'ın
sözüdür. Bir kısmının diğer kısmıyla çelişmesi mümkün değildir. O yukarıdaki
iki ifade arasında belirgin bir ilişki bulunmalıdır. Aynı şekilde Rabbani
iradenin ve ilâhi takdirin alanına tecavüz etmeden, insanın ceza ve mükafat
görmesini gerektirecek şekilde irade ve hareketinin bir sahası bulunmalıdır.
Ama nasıl? İşte bunu açıklamak mümkün değildir. Çünkü insan aklı, yüce
Allah'ın fiillerinin içerdiğini kavrayacak kapasitede değildir.)'
Ardından Resulullah görev ve hareketinin sınırları, insanların O'na karşı ve
O'nun insanlara karşı konumu açıklanmakta ve en sonunda iş tamimiyle yüce
Allah'ın iradesine bağlanmaktadır:
"Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahid olarak Allah yeter."
"Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim O'na sırt
çevirirse bilsin ki, biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş
değiliz."
Peygamberin görevi, mesajını tebliğ etmektir. İyilik veya kötülük meydana
getirmek değil. -Daha önce de değindiğimiz gibi-bunlar Allah'ın işidir. Onun
görevini yapmak üzere gönderilmiş bir peygamber olduğuna Allah şahittir. "
Buna şahit olarak Allah yeter."
İnsanların Peygambere karşı durumları ise şöyledir; O'na itaat eden Allah'a
itaat etmiş olur. Çünkü Allah ile Resûlünü ayırmak mümkün değildir. Allah'ın
sözü ile Resûlünün sözü de farklı değildir. Kim de karşı çıkıp yakalanmak
suretiyle yüz çevirirse hesap ve ceza açısından işi, yüce Allah'a kalmıştır.
Peygamber onu hidayete zorlamak, dine girmesi için ona baskı yapmak üzere
gönderilmemiştir. İsyan ve sapıklıktan korumakla yükümlü değildir. Böyle
birşey peygamberin görevleri arasında yer almaz, zaten buna gücü de yetmez.
Bu açıklamayla başlarına gelen şeyin özüne ilişkin düşünceleri düzeltilmiş
oluyor. Buna göre hiçbir şey Allah'ın iradesi ve takdiri dışında
gerçekleşemez. İyi veya kötü -hangi anlamda olursa olsun, isterse yüzeysel
kendi gördüklerine göre, ister işin gerçekten olduğu şekliyle olsun-
başlarına ne gelmişse Allah`tandır. Çünkü Allah`tan başka hiç kimse herhangi
bir şeyi yapamaz, meydana getiremez, yaşatamaz ve var edemez. -Allah'ın
mizanında- gerçekten iyilik olan birşey başlarına gelmişse bu Allah
tarafındandır. Çünkü bu Allah'ın metodu ve yol göstericiliğiyle
gerçekleşmiştir. -Allah'ın mizanında- gerçekten kötülük olan birşey
karşılarına çıkmışsa bu da kendilerindendir. Bunun nedeni de Allah'ın
metodundan sapmaları ve O'nun yol göstericiliğine sırt çevirmeleridir.
Peygamberin ilk ve son görevi peygamberliktir. Ne bir şeyi yoktan ortaya
koyabilir, ne meydana getirebilir ve ne de yaratabilir. Yaratma, yapma ve
meydana getirme gibi İlâhlığın özelliklerinde Allah'a ortäk olamaz. O
Allah'tan kendisine geleni tebliğ etmekle yükümlüdür. O halde emrettiği şeye
tâbi olmak, Allah'a uymaktır. Zaten peygambere uymanın dışında Allah'a
uymanın başka bir yolu da yoktur. Peygamber; tebliğ edip açıkladıktan sonra,
karşı çıkıp yüz çevirenler için hidayet meydana getirmek veya onları karşı
çıkmak ve yüz çevirmekten alıkoymak zorunda değildir. -Bu şekilde- belirgin,
geniş, açık ve net olan hakikatler düşünceyi kurup bilinci rahatlatarak,
yüce Allah'ın bu kitleyi eğitme, büyük ve tehlikeli rolüne hazırlama
işleminin bir yönünü oluşturacaktır.
MÜSLÜMANLARIN SAFLARINDA BİR GRUP
Bundan sonra ayetlerin akışı -müslüman safta yer alan- başka bir grubun
durumunu anlatmaktadır. Yoksa bunlar da; yeni hareketleri, ek özellikleri
hatırlatılan o münafık grubundan mıdır? Çünkü anlatımla birlikte davranışın
kınandığı da görülmektedir. Tabii kınanmanın yanında eğitim, direktif ve
düzenleme amacı da güdülmektedir. Bütün bunlar, birkaç ayette ve sayılı
ibarelerde yer almaktadır:
|