KUR'AN ÜSLÛBUNUN GÜZELLİĞİ
Bu sunuş ve direktifte, -daha önce değindiğimiz gibi- insana, onun anlayış
kişiliğine verilen onurun son noktası yer almaktadır. Ayrıca bu şekilde
kavramaya çalışmak; anlayışları yormayan ve son derece kolay bir yöntemdir. Hem
-daha önce değindiğimiz gibi- bunun tartışma götürmez bir kanıtı da vardır.
Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz ahenk; bu Kur'an'ı inceleyen herkesin farkına
varacağı bir olgudur. Ancak akıllar ve nesiller seviyeleri ve imkanları oranında
bunu algılayabilirler. .Bununla beraber her akıl ve nesil -gücüne, kültürüne,
tecrübe ve takvasına göre- güç, kültürü, tecrübe ve takvası oranında bir yönünü
kavrayabilir.
İşte o nesilde yer alan bu grup da, algıladığı şeylerle muhatap oluyordu.
Kapasitesine göre kavramak suretiyle tutumunu gerçekleştirebiliyordu.
Öncelikle bu mucize... Çelişkinin olmayışı mucizesi ya da uyum mucizesi,
Kur'an'ın ifade tarzında ve sanatsal yöntemlerinde belirginleşmektedir. İnsan
sözünde, üstünlük ve düşüklük, başarı ve başarısızlık, sağlamlık ve zayıflık,
boşluk ve bayağılık, hafiflik ve ağırlık, parlaklık ve sönüklük gibi insanların
özelliklerini gösteren bir çok nitelik yer alır. Bu özelliklerin başında da
"değişkenlik" ve bir durumdan diğer bir duruma geçişte göze çarpan sürekli
farklılıktır. Bütün bunlar, insanların sözünde; bir edebiyatçının, bir
düşünürün, bir sanatçının, bir politikacının veya bir askerî komutanın
yaptıklarına yahut açıkça insan damgası taşıyan herhangi bir sanata bakıldığında
hemen görülebilecek özelliklerdir. Bunlar; "değişkenlik" ve "farklılık"tır.
Gözle görülen bu gerçeğin aksinin "değişmezlik" ve "uyum" olduğu bütün
açıklığıyla gözler önündedir. -Bu da Kur'an-ı Kerim'de yer alan bir mucizedir-
Biz şu anda sadece sözlü ifade ve üslûp şeklinden söz ediyoruz. -Bu kitapta tek
bir düzey göze çarpmaktadır -Ele aldığı konu değiştikçe düzeyin şekli de
değişir- . Ancak yüksek düzeyi ve ufku hep birdir. İfade tarzındaki eksiksizlik
düzeyler farklı olsa bile insanların yaptığı şeylerdeki durumun aksine
değişiklik ve farklılık göstermeden sürmektedir.
Kur'an-ı Kerim İlahi sanatın mührünü taşımaktadır. Bu yüzden sanatkârına ve
durumdan duruma değişmeyen ve durumu farklılık göstermeyen varlığa işaret
etmektedir.
Farklılığın bulunmayışı mucizesi... Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz uyum.. Bunlar
sonra ibarelerin taşıdığı ve ifade tarzının belirlediği insan ruhunun ve
toplumların eğitim metodunda bu metodun içeriği ve sayısız yönlerinde göze
çarpmaktadır. Gerek fert, gerekse fertlerden oluşan toplum olarak insanlık
yeteneklerini düzenleme metodunda nesillerin ve bu metodun değişmesiyle
toplumların hayatında ortaya çıkan değişik yönleri ve koşulları karşılayışında
bu uyum görülebilir. İnsan idrakini güçlendirme ve kavrama işleviyle birlikte,
değişik güç enerji ve ürünlerini ele alış metodunda- her toplum, nesil ve
düzeydeki insan varlığı, bu varlığın içinde yaşadığı evren, dünyası ve ahireti
ve her ikisiyle ilişkilerinde gerek her ferdin ve gerekse şu evrende yaşayan
genel anlamda "insan"ın dünyasında ortaya çıkan sayısız koşullar arasında uyum
meydana getirme metodunda açıkça görülebilir bu mucize...
Allah'ın sanatı ile insan sanatı arasındaki fark, sözlü ifade ve edebi tarz
bakımından bu denli açık olduğuna göre; düşünce, yasal düzenleme ve şeriat
açısından daha açık olur. Hiç bir beşerî dünya görüşü, hiçbir beşeri ekol yoktur
ki sınırlı bakış ve görüş, geçici olarak geçici problemlerden etkilenme;
görüşlerde, ekol ve hareket tarzlarındaki çelişkileri görememek gibi insanî
özellikleri bünyesinde barındırmasın. Nitekim bu çelişkiler -er veya geç- onları
ortaya koyanlar arasında bir çarpışmaya neden olmaktadır.
Çünkü onlar bir bütün olarak insanlık kişiliğinin bazı özelliklerini ve teker
teker sınırlı kavrama yeteneğinden ve onda meydana gelen herşeyi bilmemesi bir
yana, o anda meydana gelen herhangi bir şeyin ötesini de bilmemesinden
kaynaklanan onlarca, yüzlerce eksiklik ve farklılık gibi insanın bir çok
özelliğini hesaba katmaktan acizdirler. Bu yüzden insan kişiliğinin bazı
özelliklerinin incinmesine neden olurlar.
Bunların aksi, Kur'an'ın kapsamlı, eksiksiz ve kökleri sağlam metodunun ulaştığı
düzeydir. Bu da tıpkı -değişmezliğine rağmen- sınırları dahilinde hareketliliğe
izin veren kâinattaki ilâhi kanunlar gibi değişmezdir.
Ufukları bu denli geniş olan bu mucizeyi inceleyip kavrama olayı tüm idrakler ve
tüm nesiller için bir değildir. Aksine her idrak kavrama noktasında bir diğeri
ile çelişecektir. Her nesil anlama bakımından payına düşeni alıp geri kalan
ufukları, bilgi ve deneyimi herhangi bir yönünde ileriye gitmiş nesillere
bırakacaktır. Bununla beraber -diğer şeylerdeki birçok ayrılıklar gibi- bu
mucizeyi kavrama konusundaki tüm beşeri ihtilafların ötesinde her idrakin ve her
neslin üzerinde birleştikleri hususlar da olacaktır. Bu da, şu sanatın ayrı,
insan sanatının ise apayrı bir şey olduğu ve bu sanatta ayrılık ve tutarsızlık
bulunmadığı aksine birlik ve uyum bulunduğu gerçeğidir. Bundan sonra insanlar bu
uyumun; ufuklar, boyut ve çeşitlerini algılama noktasında birbirlerinden
ayrılırlar.
Düşündüğü sürece her insanın yanılmayacağı bu aşamada yüce Allah; her kişi, her
toplum ve her nesile olduğu kadar konuyu bu gruba da havale etmektedir. Herkesin
ortaklaşa idrak ettiği bu aşamada yüce Allah Kur'an'la hükmetmeyi, inançlarını
"Bu Kur'an'ın Allah'tan geldiği" ve ondan başkasından gelmesinin mümkün olmadığı
esasına dayandırmayı onlara bırakmaktadır.
Bu konuda ve dinin bütün emirlerinde insan idrakinin sahasını belirlemek için
burada biraz durmamız yerinde olur. Yüce Allah'ın, bu şekilde tasarruf yetkisini
vermekle insana bahşettiği onur; gurura kapılmasına, güvenilir sınıra tecavüz
etmesine, koruyucu duvardan kurtulup çöllerde kılavuzsuz kalmasına neden
olmamalıdır.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim'de yer alan bu direktiflerin boyutlarını kavramak
zordur. Bu yüzden eski-yeni bir grup İslâm alimi insan idrakine, bu dinin
emirlerinde nihaî hükmetme yetkisini vermeye başladılar. Giderek bütün insan
idrakini Allah'ın şeriatına denk bir konuma hatta ona egemen bir konuma
getirdiler.
Oysa durum böyle değildir. Şu ulu cihaz, -beşerî kavrama cihazı- kuşkusuz, yüce
Allah'ın bir lütfudur. Bu yüzden ilk gerçeği algılama işi ona bırakmaktadır. Bu
dinin yüce Allah'ın katından geldiği gerçeği... Çünkü bu noktada kavramasını
kolaylaştıran kanıtlar vardır. -Beşerî kavramanın yol göstericiliği bu dinin
Allah katından geldiğine yeterli bir kanıttır aslında. Bu büyük temel bu şekilde
kabul edilince bu idrakin mantıksal sonucu olarak, bu dinde yer alan her şey de
kabul edilir. Bundan sonra gizli olan hikmetini kavraması veya kavramaması
önemli değildir. Çünkü emir Allah katından geldiği sürece hikmeti kesinlikle
ortaya çıkacaktır. O halde hemen bulunulan ortamda "Menfaatin" gerçekleştiğini
görmek önemli değildir. Çünkü Allah'tan geldiği sürece "menfaat" de kesinlikle
gerçekleşecektir. İnsan aklı da Allah'ın şeriatına denk değildir; -nerde kaldı
ki ona egemen olsun- Çünkü insan aklı, sınırlı bir boyutta eksik şeyler
kavrayabilir ancak. Sorunlara her açıdan bakması ve her çıkarı göz önünde
bulundurması ne şimdi ne de bütün tarih boyunca mümkün değildir. Oysa Allah'ın
şeriatı herşeyi kuşatmaktadır. O halde şeriat konusunda hüküm vermeyi ve
şeriatın değişmez ve kesin hükümlerini değerlendirmeyi insan idrakine bırakmak
doğru değildir. İnsan idrakinden; en fazla, hükmün anlamını ve uygulanışını
kavraması istenir, hükümdeki yarar ve yararsızlığı araştırması değil. Aslında
hükmün Allah'tan gelmesiyle yarar gerçekleşmiştir. Ancak insan aklının araştırma
imkanı, hakkında hüküm bulunmayan; fakat hükmü gerektiren konularda doğmaktadır.
Bunun yöntemi de daha önce açıklanmıştı. Konuyu Allah'a ve O'nun Rasulüne havale
etmek... Hükmü anlamaya çalışmanın, üzerinde durmanın yanında içtihadın gerçek
sahası burasıdır. Yoksa ayetin anlamında bir hikmet varmıdır yok mudur diye
araştırmak insan aklına verilen bir yetki değildir. İnsan aklının esas sahası
evrensel kanunları öğrenip maddî alemde yeni harikalar bulmaktadır. Bu da
yeterince geniş bir alandır.
Kendisi için uygun olan bir sahada yüce Allah'ın ona bahşettiği onur oranında
insan idrakine saygılı olmamız gerekir, yoksa çöllerde kılavuzsuz kalakalırız.
Ya da yolun bilinmezliklerinden habersiz bir şekilde yol alan kılavuzun elinde
kalırız. Bu da kılavuzsuz yol almaktan çok daha tehlikelidir kuşkusuz.'
BİR BAŞKA GRUP
Surenin akışı başka bir grubun durumunu tasvir etmekle sürüyor. Yahut müslüman
kitlede yer alan bir grubun başka bir tutumunu vasf etmektedir:
83- Onlar güvene ya da korkuya ilişkin bir haber alınca onu hemen
yayarlar. Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine
götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini
anlarlardı. Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir
äzınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız.
Bu ayetin çizdiği tablo, İslâm cephesinde yer alan, ruhları henüz düzene
alışmamış, cephede kargaşa bulunduğuna ilişkin dedikodu çıkarmanın, bunun
doğuracağı sonuçları ve bunun bir felaket olacağını kavrayamayan bir grubun
tablosudur. Bunlar henüz olayları yorumlama seviyesine ulaşamamışlar ve durumun
ciddiyetini de kavrayamamışlardır. Bunlar, dilden dökülen, ağızdan çıkan bir
kelimenin gerek kişi için gerekse mensubu bulunduğu toplum için akla gelmeyecek
ve hiçbir şekilde telâfisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurabileceğini
bilmiyorlar. Ya da -belki de İslâm cephesinde gerçek anlamda ve eksiksiz bir
desteğin nasıl olacağını bilmiyorlar. Böylece her dedikoduya ilgi duymak,
duyulanı orada burada anlatmak, dilden dile aktarıp yaymak gibi şeyleri
rahatlıkla yaparlar. Bu dedi-kodunun güven veya korkuyla ilgili olması fark
etmez. Çünkü her ikisinin dedikodusu da mahvedici tehlikelere nedendir. Örneğin
hazırlığını yapmış uyanık ve düşmanın her hareketini izleyen bir cephede güvenle
ilgili bir söylenti çıkarmak... Böyle bir kampta güvenle ilgili bir söylenti
çıkarmak -uyanık olunması konusunda ne kadar emir verilirse verilsin bir tür
gevşekliğe neden olur. Çünkü tehlike var endişesinden kaynaklanan uyanıklık,
sırf verilen emirlerden kaynaklanan uyanıklıktan farklıdır. Böyle bir gevşeklik
ölüm getirir. Gücüne güvenen ve bu güvenden dolayı da ayakları sabit olan bir
kampta korku söylentisini çıkarmak da öyle. Korku söylentisi burada kargaşa,
bozguna ve korkudan sakınma endişesinden doğan gereksiz hareketlere neden olur.
Kuşkusuz bu da felakettir.
Hangisi olursa olsun; henüz düzenini veya önderlik makamına bağlılığını ya da
her ikisini birden tamamlamamış kampın özellikleridir bunlar. Bu çizginin ve her
iki özelliğin, iman, idrak ve bağlılık bakımından farklı düzeylerde grupları
kapsayan o günkü müslüman kitlede yer aldığı belli olmaktadır. İşte Kur'an'ın
ilahi eğitim metoduyla tedavi ettiği bu kargaşadır.
Kur'an, müslüman kitleye doğru yolu göstermektedir.
"Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine
götürselerdi, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini
anlarlardı."
Yani şayet onlar güven veya korkuya ilişkin kendilerine ulaşan haberleri,
beraberindeyse Resulullah'a emirlerine götürmüş olsalardı; bu gerçeği
yorumlamaya, çelişen haberler ve yoğun kuşkular arasında sonuç çıkarmaya
yetenekli olanlar haberin gerçeğini öğrenirlerdi.
Mü'min bir yetkilinin -iman şartı ve bağıyla- kumanda ettiği müslüman orduya
mensup iyi bir askerin görevi; bir haber işittiğinde koşup onu Peygamberine veya
yetkilisine haber vermesidir. Arkadaşlarına veya bu haberi ilgilendirmeyen
kişilere söyleyip yayması değil. Çünkü gerçeği yorumlamaya yetkili olduğu kadar
-kesinleştikten sonra- haberin yayılıp yayılmamasının yararlı olup olmadığını
değerlendirmeye mümin komuta merkezi yetkilidir.
İşte böyle eğitiyordu Kur'an... Mü'min yetkililere inanıp bağlanmayı böyle
oturtuyordu. Bir tek ayette, hatta ayetin bir bölümünde ordu düzenini bu şekilde
öğretiyordu. Ayet-i kerime, güven ya da korkuya ilişkin bir haber duyan ve bu
haberi kesinleşmeden, araştırmadan ve komuta merkezine bildirmeden etrafına
söyleyip yayan bir askerin tuhaf bir tablosunu çizmekle başlıyor ve devamında
belirttiğimiz eğitimi gerçekleştiriyor. Ayetin sonu ise, bu konuda kalpleri yüce
Allah'a bağlamakta, O'nun lütfunu hatırlatıp bu lütfa karşı şükretmeye
yöneltmektedir. Bu kalpleri, pusuda bekleyen ve Allah'ın lütfu ve rahmeti
olmadıkça kalpleri bozan şeytana uymaktan sakındırmaktadır.
" ..Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir
azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız."
Bütün bu yükü taşıyan, sorunu tüm yönleriyle ele alan, vicdan ve gönüllere
yerleştiren, aynı zamanda direktif ve talimatını veren bir tek ayettir. Çünkü
Allah katından gelmiştir o.
" . Eğer o Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka
birçok çelişkiler bulurlardı."
ALLAH YOLUNDA SAVAŞIN
Ayetlerin akışı, ve hayattaki konumuna etki eden saftaki kusurları düzelttikten
sonra -bu düzeltme konunun başından beri sürmektedir- şimdi de konuda sözü
edilen savaşa teşvik konusunda zirveye ulaşıyor. Bu zirve, şahsi sorumluluktur.
Kişi, ağırdan almak ve desteklememek şeklinde bu sorumluluktan geri kalamaz. Ne
saftaki kargaşa ne de yolun engelleri geride kalmasına neden olamaz. Tek başına
da olsa savaşması için hitap Rasulullah'a yöneltilmektedir. Çünkü o cihatta
kişisel sorumluluğundan başka bir şeyle yükümlü değildir. Bu arada müminleri
savaşa teşvik etmesi de emredilmektedir. Böylece gönüllere güven ve zafer ümidi
estirilmektedir. Çünkü savaşı yönlendiren yüce Allah'tır. Şüphesiz ki Allah'ın
azabı ve darbesi çok şiddetlidir:
84- Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun Müminleri
de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri
püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah'ın kahrı, öldürücü darbesi pek şiddetlidir.
Bu ayetten, -öncekiyle bağlantılı olarak- o günkü müslüman kitlenin bir çok
belirtilerini gördüğümüz gibi her zaman için insan ruhunun bazı karakteristik
özelliklerini de görüyoruz:
a- Müslüman safta baş gösteren kargaşanın boyutlarını, ağırdan almanın, engel
olmanın ve alıkoymanın derin izlerini görüyoruz. Öyleki, Resulullah'ı tek başına
da olsa Allah yolunda savaşmakla yükümlü tutmak ve sadece kendisinden sorumlu
olduğunu belirtmek böylece müminleri teşvik etmesini istemeyi gerektirecek
derecede ve teşvikte neden olacak bir düzeye ulaşmıştı bu davranışlar. Buna
göre, onların uyması ve uymaması Resulullah'ı cihad görevinden alıkoymamalıdır.
Her ne kadar topluca çağrısına uymamaları söz konusu olmasa bile, meseleyi bu
şekilde ortaya koymak, bu yükümlülüğü bu şekilde coşturmanın zorunluluğunu
göstermektir. Bunun ötesinde -tabiatıyla- ayet-i kerime İslâm düşüncesinin temel
ve değişmez bir gerçeğini, her ferdin tek başına hesap vereceği gerçeğini de
içermektedir.
b- Aynı şekilde, o gün müşriklerle savaşmaktan duyulan korku ve çekilen
zorlukların boyutlarını da görüyoruz. Öyle ki yüce Allah, en sonunda müminlerin
ümidini; kendisinin savaşı üstleneceğine, kafirlerin baskısını önleyeceğine,
müslümanların sadece kafirleri müslümanlara baskı yapmaktan alıkoymak konusunda
O'nun kudretinin örtü olacağına bağlamaktadır. Bu arada yüce Allah, kendi
azabının daha şiddetli ve darbesinin daha öldürücü olduğunu vurgulayarak gücünü
göstermektedir. Kuşkusuz bu sözler, o günkü kafirlerin son derece etkin
baskılarını ve müslüman safta saldıkları korkuyu göstermektedir. Bu durum Uhut
ve Hendek savaşları arasındaki dönemde söz konusu olması muhtemeldir. Çünkü bu
dönem Medine'deki müslüman kitlenin, münafıklar, yahudilerin tuzakları ve
müşriklerin baskısı altında geçirdiği en zor dönemdi. Müslümanlar arasında İslâm
düşüncesinin yeterince olgunlaşmadığı, netleşmediği ve uyuma kavuşmadığı bir
dönemdir.
c- Ayrıca, kendisine zor gelen bir yükümlülük altına sokulan insan ruhunun
Allah'a, O'na güvenmeye, O'ndan yardım dilemeye, O'nun güç ve kuvvetine
dayanmaya olan güçlü ilgisini de göstermektedir. Çünkü tehlike doruğa çıkınca
bunun dışındaki, tüm takviye yöntemleri işe yaramaz olur. Bunların tümü İlâhi
metodun başvurduğu gerçeklerdir. Çünkü bu ruhları yaratan Allah'tır. Nasıl
eğitileceklerini, nasıl güçlendirileceklerini, nasıl coşturulacaklarını ve ne
reaksiyon göstereceklerini en iyi bilen O'dur.
CİHAD ETME YÜKÜMLÜLÜĞÜ
Peygamber'in müminleri, konunun sonunda sözü edilen savaşa teşvik etmesi ve
dersin başında da Uhud'a çıkmayı ağırdan alan ve başkalarını da alıkoyanların
hatırlatılması münasebetiyle aracılık konusunda direktif, öğüt ve yardımlaşmayı
kapsayan genel bir kural yerleştirilmektedir.
85- Kim iyi bir işe aracı olursa kendisinin de o iyilikte bir payı
olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa onun da kötülükte bir sorumluluk payı olur.
Allah herşeyin karşılığını verir. "
Allah yolunda savaşmak için insanları cesaretlendiren, teşvik edip yardımlaşan
kişinin davanın ecir ve etkilerinde bir payı vardır. Ağırdan alıp başkalarını da
alıkoyanlarsa bundan ve sonuçlarından sorumludurlar. Metinde geçen "kifl"
(günah) kelimesi, bunu yapanların bu davranışlarının sonuçlarından sorumlu
olduklarını ilham ettirmektedir.
İyi olsun kötü olsun her aracılık için geneldir bu ilke. Ayrıntılı bir olay
üzerine genel bir kural yerleştiren, aynı şekilde bireysel bir olguyu genel
ilkeye bağlayan Kur'an'ın metodu uyarınca bu genel ilke de özel koşullar
nedeniyle hatırlatılmış oluyor.
Bütün işleri... Herşeyin rızkını veren ya da herşeye gücünü bahşeden Allah'a
bağlamak.. Evet bu, ayetin sonunda yer alan "makît" kelimesini açıklamaktadır.
"Allah herşeyin karşılığını verir."
Ardından, ayetlerin akışı, aracılığı anlattıktan sonra, selam verildiğinde onu
daha iyisiyle veya benzeriyle karşılama konusuna dönmektedir. Selâm; gerekli
kurallarına uyulduğu sürece toplumun hayat çarklarının rahatlıkla dönmesini
sağlayan ilişkilerden birisidir. Toplumsal atmosferde, selam ile daha önce
açıklanan aracılık arasında yakın bir ilişki vardır:
86- Size bir selam verildiğinde ona daha güzeli ile ya da aynısı ile
karşılık veriniz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi hesaba katar.
İslâm, müslüman toplumun belirginleştiği özel bir selam getirmiştir. Böylece
toplumun taşıdığı tüm çizgileri hatta günlük basit çizgiler bile farklı ve
belirgin olmuştur. Öyle ki bu çizgiler, başka toplumların karakteristik
çizgileri ve işaretleri arasında silinip yok olmaz.
İslâm selâmı; "Es selâmualeyküm" veya "Esselâmu aleyküm ve rahmetullah" ya da
"Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu" şeklinde belirlemiştir. bunlara
karşılık verme; daha güzel bir şekilde ve kelimeleri arttırmak şeklinde
olacaktır. -Ancak üçüncüsü hariç çünkü arttırılacak bir şey kalmamıştır- Buna
göre birincinin karşılığı: "Ve aleyküm selam ve rahmetullah" ikincisinin ise,
"Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakâtuhu" üçüncüsünün ise "Ve aleyküm
selâm ve rahmetullahi ve berakâtühü"dur. Bu yüzden benzeriyle karşılık vermek
yeterlidir. Evet bu husus Resulullah'tan bu şekilde rivayet edilmiştir.
Şu selam ayetinde gizli hikmetlerin önünde biraz duralım:
Öncelikle selâm, İslâm'ın kendine özgü kanunları ve düzeni olduğu gibi özel
işaret ve gelenekleri de olması için müslüman topluma kazandırmak istediği
farklı bir özelliktir. Nitekim kıble değişikliğinden söz ederken bu özellikten
müslüman toplumun akidesiyle olduğu kadar kıblesinin belirginleşmesi hususunda
söz etmiştik. Bu konu Fi zılal'de Bakara suresinde ele alınmıştı.'
İkinci olarak selâm; müslüman kitleyi oluşturan fertler arasındaki sevgi ve
yakınlık bağlarını güçlendirmeye yönelik sürekli bir çabadır. Kuşkusuz selamı
yaygınlaştırmak ve selâma daha güzeliyle karşılık verme, bu bağların oluşması ve
güçlenmesi için en iyi araçlardır. Nitekim Resulullah'a "hangi iş hayırlıdır?"
diye sorulmuş, O da "Yemek yedirmen ve tanıdığın, tanımadığın kimselere selâm
vermendir"' buyurmuştur." (Buhari) Bu, öncelikle müslüman toplum arasında selamı
yaygınlaştırmaya ilişkindir. Ve bu sünnettir. Verilen selâma karşılık vermek ise
bu ayete göre farzdır. Kalplerin temizlenmesi, tanışmayanların tanışması ve
birbirlerine bağlı bulunanların arasındaki bağın güçlendirilmesi konusunda bu
geleneğin pratik etkileri göz önünde bulundurulduğunda bu işe verilen önemin
değeri de anlaşılır. Bu, böylesi geleneklerin toplumda bıraktığı etkileri göz
önünde bulundurup olağanüstü sonuçlarını inceleyenler tarafından rahatlıkla
algılanabilecek bir gerçektir.
Üçüncü olarak selâm, öncesinde sonrasında yer alan savaş ayetlerinin arasında
rahatlatıcı bir esintidir. Belki de bununla da İslam'ın esas temeline yani
barışa işaret etmek istenmiştir. Çünkü İslâm barış dinidir. Ve o, geniş ve
kapsamlı anlamıyla yeryüzüne, insan fıtratının Allah'ın metodu üzere istikamet
bulmasından kaynaklanan barışı yerleştirmekten başka bir şey için savaşmaz.
TEVHİD İNANCI
Bu ders, İslâm düşüncesinin başlıca temelini belirtmekle başlıyor; Tevhid ve
yüce Allah'ın uluhiyette birlenmesi... Münafıklara karşı davranışlarında iki
gruba ve görüşe bölünen müslüman safın bu tavrı sergilendikten sonra, müslüman
toplumun değişik kamplarla nasıl bir davranış içinde olacağına ilişkin çeşitli
hükümler bu temelin üzerine bina edilmektedir. -Buradan, Medine'de oturanların
dışında münafıklardan özel bir topluluğun varlığı anlaşılmaktadır. Böylece, bu
hükümler, -ve bu sergileme- bir bütün olarak İslâm düzeninin dayandığı temel
kurallarına dayandırılmaktadır. Rabbanî metod bir hüküm veya direktif
belirlediğinde bu temel hep hatırlatılır.
Farklı kamplara karşı sergilenecek davranış biçimlerine ilişkin bu hükümler,
-insanlık tarihinde ilk defa- İslâm'ın uluslararası ilişkilerin düzenlenmesi ve
bu ilişkiler için, kılıç zoru, kuvvet mantığı ve geçici kanundan başka temeller
edinilmesi konusunda yerleştirdiği temel kuralların bir yönünü oluşturmaktadır.
Avrupa, uluslararası kanunu ve onun uzantısı sayılan Uluslararası tüm
düzenlemeleriyle bu konuya ancak Miladî on yedinci yüzyılda (Hicri onbirinci
yüzyıl) el atabilmiştir. Ancak, bütünüyle bu kanun kağıt üzerinde kalmaktan
öteye gitmemiştir. Bu düzenlemeler de tamamiyle, arkasında Uluslararası
ihtirasın gizlendiği araç ve soğuk savaş için birer basamak olmuşlardır. Bunlar
hakkın ve adaletin gerçekleşmesinden ziyade denk kuvvetlere sahip devletlerin
çekişmeleri sonucu ortaya çıkmışlardır. Ancak ne zaman bu denge bozulmuşsa
Uluslararası kanunların bir değeri ve Uluslararası düzenlemelerin kayda değer
bir işlevi söz konusu olmamıştır.
İnsanlar için gönderilen Rabbanî sistem olan İslâm'a gelince, Uluslararası
ilişkilerin esaslarını Miladi yedinci yüzyılda (hicri birinci yıl)
belirlemiştir. Bunları, zıt güçlerin zorlaması söz konusu olmaksızın
kendiliğinden belirlemiştir. Bunları, kendisi uygulamak ve müslüman toplumun
diğer topluluklarla gireceği ilişkilere dayandırmak için ortaya koymuştur.
Böylece -cahiliye mensubu- diğer paktlar kendisiyle bu ilkeler uyarınca ilişkide
bulunmasalar da İslâm insanlık için adalet sancağını yükseltmeyi ve onlara yolun
işaretlerini belirlemeyi istemiştir. Kuşkusuz, ilk defa bu ilkeleri İslâm
belirliyordu.
Uluslararası ilişkilere ilişkin bu kurallar, konuları ve münasebetleri
bakımından Kur'an sureleri arasında dağılmış durumdadırlar. Ancak bunlar
Uluslararası ilişkiler için eksiksiz bir kanun oluştururlar. Böylece İslâm
cephesi ile; savaşanı, barışanı, anlaşanı, tarafsızı ve savaşanın, veya
barışanın ya da tarafsızın müttefikiyle tüm diğer kamplar arasında baş
gösterecek her durumu kapsamaktadırlar.
Burada bu ilke ve hükümleri sunacak değiliz. (Bu, Uluslararası hukuk uzmanı
birinin üstleneceği bağımsız bir araştırma konusudur.) Ancak biz, bunlardan şu
derste geçen ayetlerde yer alanlarını sunacağız. Bunlar da aşağıdaki gruplarla
kurulacak ilişkilerle ilgilidirler.
1- Medine'de oturmayan münafıklar.
2- Müslümanların anlaşma halinde olduğu bir kavimle ilişkide bulunanlar.
3- Dinlerini bırakmamakla beraber ne müslümanlarla, ne de kavimleriyle
savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar.
4- Akideyle oynayanlar. Medine`ye gelirken müslümanlıklarını, Mekke'ye girerken
de küfürlerini açıklayanlar.
5- Müslümanlar arasında meydana gelen yanlışlıkla adam öldürme veya ülkeleri ve
ulusları ayrı kişilerin bilerek adam öldürmeleri durumları.
Uluslararası boyutta kurulacak ilişkilere ilişkin ilkelerin bir yönünü oluşturan
bu gibi durumlar hakkında kesin ve açık hükümler bulacağız. Diğer yönü ise,
değişik ilişkileri ele alan geri kalan hükümler de anlatılmaktadır.
Kur'anî akışın başladığı İslâm'ın ve çeşitli yönleriyle İslâm düzeninin
dayandığı en başta gelen kuralla başlıyoruz biz de.
87- Kendisinden başka İlah
olmayan Allah, sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle bir araya
getirecektir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
İster ruhların eğitiminde, ister toplumun oluşturulmasında, ister bu toplumun
kanun ve düzeninin belirlenmesinde, ister bu kanunlar müslüman kitlenin iç
düzeni ya da bu kitlenin diğer toplumlarla ilişkilerinde uyduğu uluslararası
düzeniyle ilgili olsun, Rabbani sistem her zaman adımlarına Allah'ın birliği ve
uluhiyette teklik ile başlamaktadır. Bu yüzden iç ve dış ilişkilerin temel
kurallarının bir bölümünü içeren şu ayetler demetinin de bu şekilde başladığını
görüyoruz.
Aynı şekilde, ahirete inanmak ve orada onları dünyada bahşettiği amel ve deneme
fırsatları konusunda hesaba çekmek için bir olan Allah'ın insanları
toplayacağına inanmak hususunda bu metod adımlarına ruhları eğitmek ve onlara,
kanun ve direktifler ile hayattaki tüm hareketleri karşısında içlerinde
duyarlılık yerleştirmekle başlıyor. Buna göre dünyadaki büyük-küçük her şeyden
hesap verilecektir. İşte bu, kanun ve düzenin uygulanabilmesi için en sağlam
güvencedir. Çünkü bu, ruhun derinliklerinde gizli bir bekçidir, gözetmeciler
uyusa ve idareciler gafil olsa da o hep uyanıktır. Bu Allah'ın sözüdür, bu da
onun vaadi:
"Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?"
Bu sistemin eğitim yöntemine işaret ettiği kadar müslüman kitlenin hayatındaki
pratik itikadî düşünceye de işaret eden kalplere yönelik bu ifadeden sonra...
Evet, bu dokunuştan sonra ayetlerin akışı, münafıkların takındığı cıvıklığı,
müslüman kitlenin onlara karşı kararlı olması gereken yerde kararlı olmayışı ve
müslümanların -daha sonra açıklayacağımız gibi Medine dışındaki bir gurup
münafık konusunda ikiye bölünmelerinin ne denli kötü bir durum olduğunu
belirtmekle başlıyor. Nitekim bu ifade, o gün müslümanlar arasında bazı
uyumsuzlukların söz konusu olduğunu gösterdiği gibi İslâm'ın, işlerin açıklığı
ve kesinliğinin zorunlu olduğunu göstermektedir,
88- Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah,
onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir. Allah'ın
saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına sen
çıkış yolu bulamazsın.
89- Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler. Bu yüzden
Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz.
Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiç birini
dost veya müttefik. edinmeyiniz. "
Bu münafıklar hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır ancak en önemlileri iki
tanesidir:
İmam Ahmet şöyle der: Bize Behz anlattı, O'na da Şu'be, Adiy b. Sabit'in şöyle
dediğini anlatmıştır: Bana Abdullah b. Yezit, Zeyd bin Sabit'ten anlattı:
Resulullah Uhud'a çıktığında onunla çıkan bazı insanlar geri döndüler.
Resulullah'ın arkadaşları bunlar hakkında ikiye ayrıldılar. Bir grup "Şunları
öldürelim" diğer grup "Hayır onlar mümindir" diyorlardı.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Niye münafıklar hakkında iki gruba
ayrılıyorsunuz.."
Resulullah (salât ve salâm üzerine olsun); "Demirci körüğü demirin kirini nasıl
gideriyorsa o da pislikleri giderir, buyurdu." Buhari, Müslim Şu'be'den rivayet
ettiler.)
Avfi ibni Abbas'tan şöyle rivayet eder: Bu ayet, müslüman olduklarını söyleyen
ancak müşriklere yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke'den bazı
ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı çıkmışlardı. "Şayet Muhammed'in
arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez" diyorlardı.
Müminler bunların Mekke'den çıktıklarını haber alınca, bir grup "Korkakları
öldürmek için atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza yardım ediyorlar." Diğer
bir grup da "Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip
yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi
öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?" diyordu. Bu
şekilde iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) yanlarındaydı; Ancak iki gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu.
Bunun üzerine "Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?" ayeti indi.
(İbn-i Ebu Hatem rivayet etmiştir. Ancak Ebu Seleme b. Abdurrahman İkrime,
Mücahit-Dahhak ve diğerlerinden de benzeri rivayetlerde yapılmıştır.)
İsnad zinciri ve tarihi bakımından birinci rivayet daha güvenilir olmakla
beraber tarihsel olguya dayanarak ikinci rivayetin içeriğini tercilı ediyoruz.
Çünkü Medine münafıklarıyla savaşmaya ilişkin herhangi bir em,ir söz konusu
olmamıştır. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne onlarla savaşmış ne
de onlardan öldürmüştür. Aksine onlarla ilişkide değişik bir yöntem
uygulanmıştır.
Bu yöntem; görmezlikten gelme, toplumun kendiliğinden onları dışlaması ve onları
aldatan ve umutlandıran yahudilerin önce Medine'den sonra da bütün Arap
yarımadasından çıkarılmasıyla çevrelerindeki dayanakların kesilmesiydi. Ancak
burada onların esir edilmesine ve görüldükleri yerde öldürülmelerine ilişkin
kesin bir emir görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki bunlar, Medine'deki
münafıklardan ayrı bir gruptur. Bazıları, onların esir edilmelerine ve
öldürülmelerine ilişkin emir, yüce Allah'ın "... Allah yolunda hicret
etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse
onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz" emriyle kayıtlanmıştır,
derler. Bu âyet-i kerimede içinde bulundukları bir durumdan vazgeçmeleri için
bir tehdit yer almaktadır. Oysa Medine'deki münafıklar geri dönmüş olmalarına
rağmen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlar hakkında bu emri
uygulamamıştır. Ancak "hicret edene kadar..." kelimesi, bu
grubun Medine'li olmadığını aksine Medine'ye hicret etmeleri istendiğini
kesinlikle göstermektedir. Kuşkusuz bu, Mekke fethinden önceydi. Bilindiği gibi
-Mekke fethinden önce hicret; küfür diyarından (ülkesinden) İslam diyarına
(ülkesine) göç etmek, müslüman kitleye katılmak ve onun hayat düzenine boyun
eğmek olarak algılanıyordu. Bunun aksi bir davranış kafirlik ya da münafıklık
olarak tanımlanıyordu. Nitekim surenin akışında yer alan gelecek derste hiçbir
mazeret yokken (oralı olsalar bile yani esas vatanları olsa dahi) kendilerine
göre "Daru'l-küfür" ve "Daru'l-Harp" olan Mekke'de kalan zayıf müslümanların
konumuna yönelik şiddetli kınamaların yer aldığını göreceğiz. Bütün bunlar i!
Ayetlerde, münafıklar konusunda iki gruba bölünen mü'minlerin bu davranışlarının
ve bu tutumlarının hoşnutsuzluk ve şaşkınlıkla karşılandığını görmekteyiz.
Ayrıca durumu bütün gerçekliğiyle düşünmeleri konusundaki direktif ve
münafıklarla ilişkilerinde şiddetli ve kesin bir ifade de yer almaktadır.
Bütün bunlar o zamanlar -ve benzeri her durumda- müslüman safta cıvıklık
tehlikesinin olduğunu göstermektedir. Evet, "nifak ve münafıklara bakışta" bir
cıvıklık vardı, çünkü bu dinin hakikatını algılamada da cıvıklık söz konusuydu.
Müslümanlardan bir grubun "Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey- Hicret edip
yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi
öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?" demeleri ve
durumun bütün belirtilerine ve münafıkların "Şayet Muhammed'in arkadaşlarıyla
karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez" sözlerine rağmen olayı "Müslümanların
söylediklerini söylemek" olarak algılamaları, öte yandan müminlerden
diğer bir grubun olaya başka açıdan bakması "Düşmanlarınıza yardım
ediyorlar" diyerek bu şekilde düşünmeleri imanın hakikatı konusunda
büyük kavram kargaşalığının göstergesidir. Oysa böylesi koşullarda tam bir
açıklık ve kesin bir netlik gerekmektedir. Çünkü açıkça müslümanların düşmanı
olanlara yardım etmek gibi pratik bir davranışın yanında dille söylenen bir söz,
münafıklıktan başka bir şey değildir. Burada hoşgörüye ve görmezlikten gelmeye
yer yoktur. Çünkü bu, bizzat düşüncede cıvıklığın olduğunu göstermektedir. İşte
Kur'an ayetinin hayret ve nefretle karşıladığı ve iyice açıklamaya özen
gösterdiği tehlike budur.
Medine'deki münafıkları görmezlikten gelme konusunda böyle bir durum söz konusu
olmamıştı. Çünkü düşünce açıktı; onlar münafıktır. Ancak onlarla ilişkilerde
özel bir strateji belirlenmişti. Dış görünüşlerine göre değerlendirmek ve bir
süre görmezlikten gelmek. Bu ise; Müslümanlardan bir grubun münafıklarla
savaşmasından farklı bir şeydir. Çünkü onlar, müslümanların söylediği sözlerin
aynısını söylemelerine ve dilleriyle "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed
Allah'ın Resûlüdür" şehadetinde bulunmalarına rağmen müslümanların düşmanlarına
yardım ediyorlardı.
Ayetin başında yer alan şiddetli (hoş karşılamama) nedeni, bir grup müslümanın
anlayışındaki bu cıvıklık ve münafıklar konusunda müslüman safta baş gösteren
bir ayrılıktır. Ardından şu münafıkların konumlarının gerçeğine yönelik ilahî
açıklama yer almaktadır.
"Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir."
Kötü niyetlerinden ve kötü davranışlarından dolayı yüce Allah, onların içinde
bulundukları durumlarını bu şekilde belirlemişken münafıklar konusunda niye iki
gruba ayrıldınız? Bu, onların durumlarını açık bir şekilde ortaya koyan yüce
Allah'ın şahitliğidir. Onlar içlerinde gizledikleri ve işledikleri kötülükler
yüzünden kaçınılmaz olarak bu kötü duruma düştüler. Ardından başka bir kınama
yer almaktadır.
"...Allah'ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek
istiyorsunuz"
Bu söz, münafıklara hidayete ermeleri için fırsat verilmesini îma ettiren ve
düşmanlığı bir kenara bırakan hoşgörülü grubun sözleri hakkında olabilir.
Böylece yüce Allah, kötü davranışları ve çirkin tutumlarıyla bu durumu hakkeden
bir kavim hakkındaki bu düşünceyi reddetmiş oluyor:
"Allah'ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın."
Kuşkusuz Allah sapıkları saptırır. Yani bizzat sapıklığa yöneldikleri, bu uğurda
çaba sarf ettikleri ve bunu amaçladıkları sürece sapıklık içinde kalmalarını
sağlar. Bu durumda ondan uzaklaştıkları, başka bir yol tuttukları, yardım ve
hidayeti bir kenara bıraktıkları ve yolun işaretlerini inkâr ettikleri için
hidayet yolu yüzlerine kapanmıştır.
Ayetin akışı münafıkların konumunu daha bir belirginleştirme konusunda bir başka
adım atıyor. Buna göre onlar; kendi sapıklıklarıyla kalmıyorlar, çaba ve
niyetleriyle yüce Allah'ın kendilerini sapıklıkta bırakmasını hakketmekle
kalmayıp bir de müminleri saptırmayı arzuluyorlar.
"Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler."
Müslümanların söylediklerini söylemelerine ve müslümanların düşmanlarına
yardımda bulunmak gibi bir davranışın yalanladığı şehadet cümlesini
tekrarlamalarına rağmen onlar kâfirdirler. Üstelik onlar bu noktada durmak
istemezler. Çünkü kafir, yeryüzünde imanın ve müminin varlığından hoşlanmaz.
Müslümanları küfre döndürmek, herkesi aynı duruma getirmek için hareket
lazımdır, çalışma lazımdır. Çaba sarf edip tuzaklar kurmak zorunludur.
İşte bu, adı geçen münafıkların konumlarının hakikatına ilişkin ilk açıklamadır.
Bu açıklama, iman düşüncesinden cıvıklığı giderip onu birbiriyle uyuşan söz ve
hareketin meydana getirdiği apaçık bir temele dayandırmaktadır. Yoksa,
çevresinde yalan ve münafıklığa tanıklık eden bunca kanıt varken dille söylenen
kelimelerin hiçbir değeri yoktur.
KÜFÜR EHLİ
Kur'an-ı Kerim; "... Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı
isterler" buyurmaktadır. Müminlerin duygularına güçlü olduğu kadar
ürpertici bir üslupla temas etmektedir.
Küfürden sonra imanın lezzetini yeni yeni tatmışlardı. Cahiliyedeki duygular,
konumları ve toplumsal hayatlarıyla İslâm'daki durumları arasındaki değişimi
ruhlarında görüyorlardı. Duyguları ve pratik hayatlarındaki bu açık ve bariz
fark; kendilerini bu iğrenç ve İslâm'ın bir bir çekip çıkardığı cahiliye
bataklığına döndürmek isteyenlere karşı düşmanlık beslemeleri için yeterliydi.
Çünkü İslâm onları bu bataklıktan kurtarmış, yüksek zirvelere doğru
yükseltmiştir.
Bu yüzden Kur'an metodu bu gerçeğe dayanmaktadır. Münafıklardan kaynaklanan
kendilerine yönelik bu iğrenç ve korkunç tehlike karşısında müminlerin, uyanık
olmaları ve dirençli olmaları gereken bir anda bu gerçekle yüzyüze
getirmektedir:
" . Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece
onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız,
bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik edinmeyiniz."
Ayetin müslümanların onlardan dostlar edinmelerini yasaklamasından
anlıyoruz ki, Medine'deki müslümanların ruhlarında ailesel ve kabilesel
ilişki ve bağlar sürmektedir. -Bu ilişkilerde ekonomik çıkarlar da göz önünde
bulundurulmuş olabilir- İşte, Kur'an'ın eğitim metodu bu kalıntıları gidermekte,
müslüman ümmet için ilişkilerini dayandıracağı yeni kurallar belirlediği gibi
düşüncesinin temel kurallarını da yerleştirmektedir.
Kur'an onların, ümmet oluşunu aşiret ve kabile, kan ve yakınlık ilişkilerine
dayanmadığını bildiriyor. Yani bölgede ve aynı şehirde yaşamanın doğurduğu
bağlara yahut ticaret ya da ticaret akışı ekonomik çıkarların belirlediği
ilgilere dayanamayacağını, aksine ümmetin akideye ve ondan kaynaklanan toplumsal
düzene dayanacağını öğretiyordu.
Bu yüzden İslâm ülkesinde (dar-ul İslâm) müslümanlarla kendileri dışındaki küfür
ülkesinde (dar-ul harp) kalanlar arasında dostluk söz konusu olamaz. O gün için
dar-ul harp, ilk muhacirlerin yurdu Mekke'ydi. Dolayısıyla dilleriyle İslâm
kelimesini söyleyenler hicret edip müslüman topluma -yani İslâm ümmetine-
katılmadıkları sürece onlarla dostluk yoktur. Hicretlerinin Allah uğruna ve
Allah yolunda olabilmesi için inançları uğrunda hicret etmelidirler, başka bir
gaye için değil. Bu şekilde net ve bu derece kesin... Başka bir kuşkunun, ya da
çıkarın veya hedefin karışmasına imkan bırakmayacak kadar açık..
Şayet bunu yayarlarsa, ailesini, yurtlarını ve çıkarlarını dar-ul harp'te -savaş
ülkesi- bırakıp, İslâm akidesinden kaynaklanan ve İslâm şeriatına dayanan İslam
düzeniyle yaşamak için İslâm ülkesine -dar-ul İslam- hicret ederlerse, evet bunu
yapacak olurlarsa İslâm toplumunun bir üyesi ve İslâm ümmetinin bir yurttaşı
olurlar. Bunu yapmayıp hicret etmekten kaçınırlarsa, bundan sonra, davranışların
yalanladığı sözlerin hiçbir değeri yoktur.
"Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini
dost ve müttefik edinmeyiniz."
Kuşkusuz İslâm, kendisine, muhalif inançlara mensup kişilere son derece
hoşgörülü davranır ve hiçbir zaman onları kendi akidesini kabul etmeye zorlamaz.
Onlar -İslâm düzeni ve devleti himayesinde yaşarken bile- İslâm'a muhalif
inançlarını yaşama hakkına sahiptirler, müslümanları kendi taraflarına çekmeye
çalışmadıkları ve İslâm'a hakaret etmedikleri sürece... Kur'an-ı Kerim'de, ehl-i
kitaptan kaynaklanan bu tür hakaretlerin hoşnutsuzlukla karşılandığına ilişkin
hükümler yer almaktadır. Bununla beraber, günümüzde bazı cıvık görüşlerin ileri
sürdüğü gibi İslâm, kendi himayesinde yaşayan, kendisine itiraz eden
gerçeklerini örten ve hakkı batılla karıştıran kişileri kendisine inanmaya
zorlamadığı kuşkusuzdur.
İslâm onları inancını kabullenmeye zorlamaz, bununla beraber hayatlarını,
mallarını ve kanlarını korumayı üzerine alır. Onlarla müslümanlar arasında bir
ayırım gözetmeksizin İslâm yurdunun nimetlerinden yararlandırır. Genel düzenle
ilgili sorunların dışında kendi şeriatlarını uygulamalarına müsaade eder.
İslâm, inanç konusunda kendisine muhalif oldukları gün gibi aşikâr olanlara
karşı bu derece hoş görülüdür. Ancak dilleriyle İslâm kelimesini söyleyen fakat
davranışlarıyla bunu yalanlayanlara karşı aynı hoşgörüyü göstermez. Allah'ı
birlediklerini, ondan başka ilah olmadığına tanıklık ettiklerini söyleyenler
sonra da hakimiyet ve insanlar için kanun koymak gibi ilahlığın en belirgin
özelliğini iddia edenlere ve bu iddialarını tanıyanlara hoşgörülü davranmaz.
İslam ehl-i kitabı müşrik olarak tanımlamaktadır. Çünkü "Onlar hahamlarını,
papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'tan başka Rabbler edindiler." Onlar
haham ve papazlarına taptıkları için değil, onların koyduğu helal ve haramlara
uyuyorlardı.
İslâm, münafıklardan, bir grubun mü'min olarak nitelendirilmesine de hoşgörülü
davranmaz. Çünkü onlar "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in (salât ve
selâm üzerine olsun) Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık etmiş sonra da küfür
ülkesinde kalıp müslümanların düşmanlarına yardımcı olmuşlardır.
Çünkü buradaki hoşgörü, hoşgörüden çok cıvıklıktır. Evet İslâm, hoşgörü
akidesidir; Ancak, cıvık bir inanç değildir. O, ciddi bir düşünce ve ciddi bir
düzendir. Ciddiyetse, hoşgörüye değil cıvıklığa karşıdır. İlk müslüman kitleye
yönelik Kur'an metodunun bu uyarı ve dokunuşlarında bir açıklık ve bir mesaj
vardır.
Sonra müslümanların, düşmanlarına yardım eden münafıklardan bu gruba ilişkin bu
hükümden -esir alma ve öldürme hükmü- müslüman kitle ile aralarında -ateşkes
veya zimmet gibi- bir sözleşme bulunan bir kampa sığınanlar istisna
edilmektedir. Böyle bir durumda sığındıkları veya bağlandıkları topluma göre
muamele görürler.
90- Yalnız sizinle arasında anlaşma bulunan bir gruba sığınan ya da
sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran
Yahudiler bu hükmün dışındadır. Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır,
onlar size savaş açarlardı.
Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı
herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir.
Bu hükümden, temel sistemiyle çelişmediği sürece imkan bulduğu her durumda
İslâm'ın barışı tercih ettiği açıkça görülmektedir. Ancak tebliğ ve seçme
özgürlüğü bulunmalıdır. Müslümanların güvenliğinin sağlanmasıyla birlikte davet
hareketini engelleme söz konusu olmamalıdır. Müslümanlar eziyetlere maruz
kalmamalıdır. Bizzat İslâm davası, donukluk ve tehlikeyle karşı karşıya
bulunmamalıdır.
Bu yüzden -zimmet veya ateşkes gibi- sözleşmeli toplumlara sığınan, onlara
bağlanan ve aralarında yaşayan kişiler de bu toplumlar statüsüne tabidirler.
Onlar gibi muamele görürler. Onlarla yapılan barışın kapsamına girerler.
Kuşkusuz bu, şu hükümlerde somutlaşan açık ve belirgin barış ruhudur.
Aynı şekilde esir alma ve öldürme hükmünden bir diğer grup da istisna
edilmektedir. Bunlar, kavimleriyle müslümanlar arasında meydana gelen savaşta
tarafsız kalmayı tercilı eden kişiler, kabileler ya da toplumlardır. Bunlar
kavimleriyle birlik olup müslümanlarla savaşmaktan hoşlanmazlar. Aynı şekilde
müslümanlarla birleşip kendi kavimleriyle de savaşmayı istemezler. Bu yüzden,
şunlara ya da bunlara dokunmaktan dolayı duydukları sıkıntı yüzünden her iki
gruptan da ellerini çekerler.
"... Sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size
başvuran yahudiler bu hükmün dışındadır."
Böylece İslâm'ın, müslümanlara ve davalarına saldırmaktan vazgeçenler ile
müslümanlarla yahut onlarla savaşanlar arasında tarafsız kalmayı yeğleyenlere
karşı savaşmaktan kaçınıp barışı istediği açıkça görülmektedir. Ne müslümanlarla
ne de kendi kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan kişiler Yarımada da, hatta
bizzat Kureyş içinde de mevcuttu. Ancak İslâm, onları yanında veya karşısında
yer almaları için zorlamadı. Buna rağmen karşısında yer almalarını da
istemiyordu. Kendilerini İslâm'a girmekten alıkoyan engeller ortadan kalkınca
İslâm'a girmelerini istiyordu. Nitekim öyle de oldu." (Bu hükümler, pratik
denemelerden sonra yarımadada iki dinin bir arada yaşayamayacağı anlaşılınca
Tevbe suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir (nesh edilmiştir).)
Yüce Allah savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar hakkında bu tavrı takınmayı
müslümanlara sevdirirken, durumlarında olabilecek ikinci bir tavrı
açıklamaktadır. Kuşkusuz -bu şekilde savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar
olacaklarına- yüce Allah onları müslümanlara musallat edip düşmanlarıyla
birlikte onlarla savaştırabilirdi. Ancak yüce Allah bu şekilde onları
vazgeçirdi. O halde barış en uygunudur. En iyisi onları bulundukları durumda
bırakmaktır.
"Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş
açarlardı. Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah
onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir."
İşte Kur'an'ın hikmetli eğitim metodu, bu grup hakkında böyle bir tavır
takınmaktan hoşlanmayan yiğit müslümanların ruhlarını bu şekilde okşamaktadır.
Bu tavırdaki yüce Allah'ın lütuf ve planını, müslümanların omuzlarındaki yükü
kat kat arttıracak düşmanlık ve eziyetlerin bir kısmını kaldırdığını açıklayarak
okşamaktadır. Onlara, sunulan iyiliği almalarını, tepmemelerini ve kendilerinden
uzak bir yol tutan kötülükten kaçınmalarını ve onunla karşılaşmamalarını
öğretmektedir. Ancak bunların hiçbiri dinlerinde tefrite kaçtıklarını,
inançlarında gevşek olduklarını ve basit bir barış uğruna razı olduklarını ifade
etmez.
Kuşkusuz İslâm, ucuz bir barışı müslümanlara yasaklamaktadır. Çünkü İslâm'ın
amacı, ne pahasına olursa olsun savaştan kaçınmak değildir. İslâm, dâvânın ve
müslümanların hiçbir hakkını feda etmeyen bir barışı hedeflemektedir. Ferdî ve
kişisel hakları değil elbette, yüklendikleri ve bu sayede müslüman ismini
aldıkları bu sistemin hakları kastedilmektedir.
Bu sistemin, yolunda çağrısının duyurulmasına ve yeryüzünün her köşesinde
insanlara ulaşmasına mani olan her engelin kaldırılması onun başta gelen
hakkıdır. Yeryüzünün her köşesinde -kendisine bu çağrı ulaşmış- dileyen her kişi
hiçbir zarar ve işkenceye uğramaksızın bu dine rahatlıkla girebilmelidir.
Ayrıca, ne şekilde olursa olsun ona inananlara zarar vermeyi düşünenleri
korkutacak bir gücün bulunması da zorunludur. Bundan sonra barış esastır. Cihad
ise kıyamete kadar sürecektir kuşkusuz.
Ancak burada bir diğer grup vardır ki, İslâm onlara aynı hoşgörüyü göstermiyor.
Bunlar ilk grup gibi zararlı bir münafık grubudur. Ne bir ant(aşmaya uyuyorlar
ne de müslümanlarla antlaşma bulunan bir kavme bağlanırlar. O halde İslâm
serbesttir. Bunları da önceki münafıklar gibi bir uygulamaya tabi tutar.
91- Bir de hem sizden ve hem de tuttukları gruptan yana güven içinde
olmak isteyen başka birtakım kimselere rastlayacaksınız. Bunlar ne zaman
fitneye, bozgunculuğa itilseler ona balıklama dalarlar. Eğer bunlar sizden uzak
durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız
ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik.
İbn-i Cerir Mücahit'ten şöyle nakleder: Bu ayet Mekkeli bir topluluk hakkında
inmiştir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) gelip görünürde müslüman
olduklarını söylerlerdi. Sonra da Kureyşlilerin yanına dönüp tekrar putlara
taparlardı. Bu şekilde hem burada hem de orada kendilerini güvenceye almak
istiyorlardı. Şayet vazgeçip ıslah olmazlarsa öldürülmeleri emredildi. Bunun
için yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el
çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size
apaçık bir yetki verdik."
Böylece hoşgörü ve bağışlamanın yanında İslâm'ın kesinlik ve ciddiyetten oluşan
bir diğer yönünü de görmüş oluyoruz. Tabii ki, bunun yeri ayrı diğerinin yeri
ayrıdır. Bunu belirleyecek olan durumun özelliği ve realitesidir.
İslâm'ın bu ikï özelliğini bu şekilde görmek, müslümanın duygusunda olduğu kadar
İslâm düzeninde de bir denge meydana getirmek için bir güvencedir. (Zaten İslâm
düzeninin temel ve baslıca özelliği budur). Bazı katı kimseler çıkıp olayı
sertlik, yiğitlik, şiddet ve heyecan olarak algılarsalar kuşkusuz bu İslâm
değildir. Aynı şekilde, laubali, cılız ve İslâm için cihad etmekten kaçınan bazı
kimseler çıkıp sanki İslâm töhmet kafesindeymiş onlar da tehlikeli ithamları
bertaraf ediyorlarmış gibi tavır takınırlar. İşi; hoşgörü, barışı görmezlikten
gelme, bağışlama ve salı İslâm yurdunu ve müslüman toplumu savunmak olarak
algılarlar. Davanın hiçbir engelle karşılaşmadan yeryüzünün her tarafına
duyurulma özgürlüğünün ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde İslâm inancını kabul
etmek isteyen bir kişinin güvenliğinin sağlanması ve İslâm inancını benimseyen
-benimsemeyen tüm insanların gölgesinde güvencede olduğu üstün düzenin ve
kanunun egemen olması olarak düşünmemeleri de İslâm değildir.
Uluslararası ilişkilere ilişkin hükümlerin bir kısmı duyurulup açıklanmış oldu
böylece.
ÖLDÜRME HUSUSU
Bunlar, müslümanların diğer kamplarla ilişkilerinde söz konusu olan hükümlerdir.
Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine gelince; ülkeleri farklı da olsa
-nitekim her zaman müslümanların farklı ülkelerde yaşaması mümkündür- aralarında
öldürme ve savaş söz konusu olamaz. Öldürme; ancak hadd veya kısas cezaları
nedeniyle olabilir. Çünkü müslümanla başka bir müslüman arasındaki inanç bağına
baskın çıkacak hiçbir neden olamaz. Bu yüzden, aralarında bu kadar sağlam bir
bağ varken müslümanın müslümanı öldürmesi düşünülemez. Olsa olsa yanlışlıkla
olabilir. Ancak yanlışlıkla adam öldürmek için birtakım kanunlar ve hükümler
belirlenmiştir. Bilerek adam öldürmenin telafisi yoktur. Çünkü bu, hesapların
ötesindedir. İslâm'ın sınırlarının dışında bir olaydır.
92- Bir müminin diğer bir
mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir
mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölünün ailesine diyet ödemesi
gerekir. Eğer ölenin ailesi diyeti bağışlarsa bu gereklilik ortadan kalkar. Eğer
ölü size düşman bir kavme mensub bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek
gerekir. Eğer anlaşmalı olduğunuz kavimden ise ailesine fidye ödemek ve mümin
bir köle azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimse Allah'ın tevbesini kabul
etmesi için aralıksız bir ay oruç tutar. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve
hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak
üzere Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet yağdırmış ve kendisi için büyük
azap hazırlamıştır.
Bu hükümler dört durumu kapsamaktadır. Üç tanesi yanlışlıkla adam öldürmeyle
ilgilidir. Bu da, bir ülkede -İslâm ülkesinde- yaşayan müslümanlar arasında
olabileceği gibi farklı uluslardan oluşan değişik ülkelerde yaşayanlar arasında
da olabilecek bir durumdur. Dördüncü durum ise, bilerek adam öldürmeyle
ilgilidir. Bunu ise Kur'an'ın üslûbu daha baştan uzak bir ihtimal olarak
görmektedir. Böyle bir şey olamaz. Çünkü, bu dünya hayatından hiçbir şey, bir
müslümanın bilerek akıttığı diğer bir müslümanın kanına denk değildir. Dünya
hayatındaki hiçbir şey, bir müslümanın diğer bir müslümanı bilerek öldürecek
kadar aralarındaki ilişkiyi gevşetemez. İslâm, müslümanlar arasında öylesine
sağlam, derin, büyük, üstün ve güçlü bir ilişki meydana getirmiştir ki, hiçbir
zaman bu derece tehlikeli bir şekilde zedelenmesine müsaade edilmez. Bu yüzden
konuya, yanlışlıkla adam öldürmenin hükümlerinden giriliyor.
"Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla
olabilir."
İslâm anlayışına göre olabilecek tek ihtimal budur. Aynı zamanda realiteye göre
de tek ihtimal budur. Çünkü müslümanın varlığı diğer bir müslümanın yanında
büyük bir olaydır. Gerçekten büyük bir olay... Son derece büyük bir nimettir.
Bir müslümanın böyle bir nimeti tepmesi, bilerek ve kasten bunu ortadan
kaldırmaya kalkışması düşünülemez. Şu unsur... Müslüman unsuru yeryüzünde var
olan en üstün unsurdur. İnsanlar içinde bu unsurun üstünlüğünü en iyi algılayan
yine kendisi gibi bir müslümandır kuşkusuz. O halde öldürmek suretiyle bu unsuru
yok etmeye kalkışamaz bir müslüman. Bunu müslümanlar bilir. Ruhlarında ve
duygularında hissederler bu gerçeği. Bunu yüce Allah, bu akide ve bağla
öğretmiştir onlara. Onları Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun)
etrafında birleştirerek yakınlaştırmış sonra da, kalplerini olağanüstü bir
şekilde kaynaştıran yüce Allah'ın birliğinde toplamıştır.
Ancak yanlışlıkla adam öldürme meydana geldiğinde, ayetlerin akışının
hükümlerini açıkladığı şu üç durum söz konusu olur:
Birinci durum: Ailesi İslâm ülkesinde yaşayan bir mümini öldürmek. Bu
durumda, mümin bir köle azat etmek ve ölünün ailesine diyet vermek
gerekmektedir. Mümin bir köle azat etmeye gelince; bu tamamen öldürülen mümin
bir kişiye karşılık müslüman topluma mümin bir kişi kazandırmak amacına
yöneliktir. Aynı zamanda bu, İslâm'ın köleleri hürleştirme hareketinin de bir
gereğidir. Diyet ise; ruhlarda intikam duygusunu yatıştırmak, bu acıyı
yaşayanların gönlünü almak bir de ölüm nedeniyle kaybettikleri bazı
menfaatlerine bir karşılıktır. Bununla beraber İslâm, ölünün ailesine -gönülleri
razı oluyorsa bağışlamayı telkin etmektedir. Çünkü bu, müslüman topluma egemen
olan şefkat ve hoşgörü atmosferine daha uygun bir tavırdır.
"Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve
ölünün ailesine diyet ödemesi gerekir."
İkinci durum: Dar-ul harpte (savaş ülkesinde) yaşayıp İslâm'a karşı
savaşan bir aileye mensup mümin bir kişiyi öldürmek. Böyle bir durumda; İslâm'ın
kaybettiği öldürülmüş bir mümin kişinin yerine geçmesi için mümin bir köle azat
etmek gerektir. Ancak müslümanlarla savaşan aileye diyet ödemek doğru değildir.
Bu müslümanlara karşı savaşlarında onlara bir tür yardım olacaktır. Burada
ölünün ailesini hoşnut etmenin ve onların sevgisini kazanmanın imkanı da yoktur.
Çünkü onlar İslâm'la savaşıyorlar, müslümanlara düşmandırlar.
Üçüncü durum: Zimmet ve ateşkes sözleşmesiyle müslümanlarla anlaşmış
bir kavme mensup bir mümini öldürmek. Aslında böyle bir durumda öldürülenin
mümin olması şartı belirtilmemiştir. Bazı müfessir ve fıkıhçılar ayeti mutlak
olarak algılamış ve öldürülen mümin olmasa bile, mümin bir köle azat etmeyi
-anlaşmalı- ailesine de bir müslümanın diyetini vermeyi zorunlu görmüşlerdir.
Çünkü müminlerle anlaşmış olmaları kanlarını tıpkı müslümanların kanı gibi
dokunulmaz kılmaktadır.
Ancak gördüğümüz kadarıyla, söz bir mü'minin öldürülmesinden açılmıştır.
"Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez; bu ancak yanlışlıkla
olabilir." sonra öldürülen bir mümine ilişkin çeşitli durumlar
açıklanmaktadır. Her ne kadar ikinci durum için "Eğer ölü size düşman
bir kavme mensup bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek gerekir."
ifadesi kullanılmışsa da bunun burada yinelenmesi öldürülenin düşman
bir kavme mensup olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü durumda mü'min bir köleyi
azat etmeye ilişkin hüküm de bu anlayışı desteklemektedir. Buna göre öldürülenin
mü'min olması ona karşılık mü'min bir köle azat etmeyi gerektirmektedir. Yoksa
iman şartı aranmaksızın mutlak anlamda bir köle azat etmekle yetinilirdi.
Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) anlaşmalı kavimlere mensup ölülerin
diyetini ödediği haber verilmiştir. Ancak öldürülenler sayısınca mü'min bir köle
azat ettiği anlatılmamıştır. Bu durumda diyetin zorunlu olduğu anlaşılmaktadır.
Bu da Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) pratik uygulamasıyla
belirlenmiştir, bu ayetle değil. Bu ayetlerin kapsadığı tüm durumlar;'ister
İslâm ülkesinde yaşayan mü'min bir kavme mensup olsun, ister dâr-ul harp'te
(savaş ülkesi) yaşayan ve müslümanlarla savaşan düşman bir kavme mensup olsun,
isterse de müslümanlarla aralarında zimmet ya da ateşkes antlaşması bulunan bir
kavme mensup olsun bir mü'minin öldürülmesine ilişkindirler. Ayetlerin akışında
bu durum açıkça görülmektedir.
Yanlışlıkla adam öldürmek böyle. Bilerek öldürmeye gelince; bu imanla birlikte
işlenmeyecek kadar büyük bir suçtur. Diyet ödemek ve köle azat etmek keffaret
olamaz bu suça. Cezası da Allah'ın azabına bırakılır.
"Kim bir mü'mini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak
üzere cehennemdedir. Allah ona gazap etmiş, lânet yağdırmış ve kendisi için
büyük azap hazırlamıştır."
Bu suç sadece bir kişiyi -haksız yere- öldürmekten ibaret değildir, aynı zamanda
yüce Allah'ın iki müslümanın arasına yerleştirdiği, güçlü, sevimli, şerefli ve
ulu bağları da öldürmektir. Bu, bizzat imanı ve akidenin kendisini ortadan
kaldırmaktır.
Bu yüzden, birçok konuda şirke yakın kabul edilmiştir. Bazıları -aralarında
İbn-i Abbas da olmak üzere- bu suçtan tevbe etmenin kabul olunmayacağı
görüşündedirler. Ancak bazıları da yüce Allah'ın "Allah, kendisine ortak
koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine
bağışlar.." (Nisa Suresi. 116) ayetine dayanarak tevbe
eden katilin de bağışlanacağı görüşündedirler. Ayette geçen "huld
(sonsuzluk)" kelimesini de "uzun zaman" olarak yorumlamışlardır.
Müslüman olmadan önce ilk defa İslâm'ın eğitimini görenler, babalarını,
oğullarını ve kardeşlerini öldürenleri -müslüman olarak- yeryüzünde dolaşırken
görüyorlardı. Kuşkusuz bazılarının ruhlarında acı bir burukluk baş gösterirdi.
Ancak hiç biri onları öldürmeyi düşünmezdi. Bir kere bile düşünmezlerdi.
Heyecanın, kahrolmanın ve acının en şiddetli anlarında bile böyle bir duyguya
kapılmazlardı. Hatta İslâm'ın onlar için belirlediği herhangi bir hakkı kısmayı
bile akıllarına getirmezlerdi.
Yanlışlıkla bile olsa adam öldürmekten sakındırmak ve mücahidlerin kalplerini
Allah ve O'nun yolunda cihaddan başka tüm duygulardan arındırmak için yüce
Allah, savaşa çıktıklarında biriyle savaşmaya veya onu öldürmeye başlamadan önce
durumun açıklığa kavuşmasına fırsat vermelerini ve sözle ifade edilen İslâm'ın
zahiriyle yetinmelerini emretmektedir müslümanlara. Çünkü burada dille söylenen
kelimeyi yalanlayan fiilî bir kanıt söz konusu değildir.
94- Ey müminler Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice emin
olmadan silah çekmeyiniz. Size selam verene, dünya hayatının malına
göz dikerek `sen mü'min değilsin' demeyiniz.
Zira asıl bol ganimetler Allah katındadır. Bir zamanlar siz de öyle idiniz de
Allah'ın lütfu ile mümin oldunuz. O halde silah çekmeden önce durumu iyice
anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah ondan haberdardır.
Bu ayetin nüzûl sebebine ilişkin birçok rivayetler vardır. Özetleyecek olursak,
müslüman seriye (müfreze)'lerden biri, yanında yüklüce ganimet bulunan bir adama
rast geliyor. Adam onlara selam vererek müslüman olduğunu ifade eder. Bazıları
adamın bunu kendilerinden kurtulmak için söylediğini düşünerek adamı öldürürler.
Bu tür uygulamalardan sakındıran ve ganimet arzusu veya hükmü uygulanırken acele
etmek gibi İslâm'ın hoşlanmadığı kuşkuları mü'minlerin gönüllerinden
uzaklaştıran bu ayet, bu nedenle inmiştir.
Kuşkusuz Allah yolunda cihad etmeye çıkarken müslümanların dünya hayatıyla
ilgili nimetleri hesaba katmaları doğru değildir. Bunlar cihad için ne bir etken
ne de bir neden oluşturamazlar. Aynı şekilde ne olduğu iyice anlaşılmadan
birinin kanını akıtmakta acele etmek de öyle... Çünkü müslümanın kanı azizdir,
onu akıtmak doğru değildir.
Yüce Allah, iman edenlere henüz kurtuldukları cahiliye dönemlerini, o zamanki
acelecilik ve aptallıklarını ve ganimete olan düşkünlüklerini ve ardından
ruhlarını arındırıp hedeflerini yüceltmek suretiyle lütufta bulunduğunu
hatırlatmaktadır. O halde cahiliyede yaptıkları gibi dünya nimeti uğruna savaşa
çıkmamalıdırlar. Aynı şekilde yüce Allah, kendilerine bir takım ölçüler
belirlemiş ve bir düzen yerleştirmiştir. Cahiliyede olduğu gibi ilk heyecan
nihai hüküm olamaz. Ayet-i kerime, müslümanların da bir zamanlar zayıflık ve
korku nedeniyle kavimlerine karşı müslümanlıklarını gizlediklerine ve
müslümanların yanında kendilerini güvencede hissetmedikleri sürece müslüman
olduklarını açıklamadıklarına işaret ediyor. Böylece, öldürülen bu adam da
müslüman olduğunu kavminden gizlediğini ve müslümanlarla karşılaşınca da
müslümanlığını açıklayıp onlara müslümanların selamını verdiğini belirtiyor:
"Bir zamanlar siz de öyle idiniz de Allah'ın lütfu ile mü'min oldunuz. O
halde silah çekmeden önce durumu iyice anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız
Allah ondan haberdardır."
İşte Kur'an'ın metodu; canlandırmak, sakındırmak ve Allah'ın nimetini
hatırlatmak için kalpleri böyle okşamaktadır. Bu titizlik ve takvaya
dayandırmaktadır, tüm kanun ve hükümlerini, sonra da bunları iyice
açıklamaktadır.
İşte bu ayetler, ondört asır önce -bu derece ayık ve temiz bir şekilde
yerleştirilen uluslararası ilişkilerin bir yönünü içermektedir.
İLÂHÎ SİSTEM
Bu bölümün, geçen ayetler ve ondan önceki konu ile güçlü bir bağı ve sıkı bir
yakınlığı vardır. Çünkü bu, konu bakımından geçen iki dersin tamamlayıcısı
konumundadır. Şayet -İslâm'ın belirlediği gibi- uluslararası ilişkilerin
ilkelerini yerleştirme arzusu olmasaydı ilk iki dersi bu dersle bitişik tek konu
kabul edecektik. Çünkü bunlar bir zincirde yer alan halkalar gibidirler.
Bu dersin esas konusunu; Dar-ul İslam'a (İslâm ülkesine) hicret etmek, Dar-ul
küfür ve Dar-ul harp (küfür ve savaş ülkesi) de kalan müslümanları canlarıyla ve
mallarıyla Allah yolunda cihad eden müslüman saf'fa katılmayı ve Mekke'de aile
ve malın yanında kalmanın sağladığı nisbi rahat ve çıkardan arınmayı teşvik
etmek, oluşturmaktadır.
"Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile
Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad
edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de
Cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri, oturanlara
karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur."
Oysa Medine'de, kendileri savaşa çıkmakta ağır davrandıkları gibi başkalarını da
alıkoyan münafıklardan başkası savaştan geri kalıp oturmamıştı. Bunlar hakkında
da geçen derste farklı bir üslûp kullanılmıştı.
Bu bölümü, dinleri ve inançları uğruna hicret etmeye güçleri yettiği halde,
melekler tarafından "kendilerini zulme mahkûm edenler" olarak
canları alınana kadar Dar-ul küfür (küfür ülkesi) de oturmaya devam edenlere
yönelik sakındırma ve tehditleri içeren diğer bir bölüm takip etmektedir:
"Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir."
Bunu da, Allah yolunda hicret edenin katışıksız olarak Allah için hicret etmeyi
amaçlayıp evinden çıktığı andan itibaren Allah'ın güvencesi altında olduğuna
ilişkin başka bir bölüm takip etmektedir. Böylece tehlikelerle dolu aynı zamanda
yükümlülükleri de çok olan bu tür bir tehlikeye atılırken insan ruhunda baş
gösteren birçok korku da tedavi edilmektedir.
Konu; cihad, mücahitler yurduna hicret ve hicret yurdundaki müslümanlarla
-aralarında hicret etmeyen müslümanlar da olmak üzere- bu yurdun dışında kalan
gruplar arasındaki ilişkilere ait hükümler şeklinde sıralanıp sürüyor.
Aynı şekilde bu ders -savaş meydanı veya hicret yolculuğu gibi- korkulu
durumlarda kılınacak namazın nasıl olduğuna da değinmektedir. Böylesine zor
anlarda namaza gösterilen bu özen -daha önce değindiğimiz gibi- İslâm'ın namaza
bakışının tabiatını göstermektedir. Ayrıca, gaflet ve gurur anını gözetleyen
düşmanlarından kaynaklanan tehlikelerin müslüman cemaati kuşatması karşısında
tam bir ruhsal seferberlik durumunu meydana getirmek için uygun bir ortam da
hazırlanmaktadır.
Ders; Mücahitlerin başına gelen acı ve zorluklar karşısında Allah yolunda cihada
çıkma konusunda mü'minleri cesaretlendirmeye yönelik son derece güçlü ve etkisi
oldukça derin bir dokunuşla son bulmaktadır. Bunu da, mücahit mü'minlerle,
onlarla savaşan düşmanlarının gerçek durumlarını, yol ayrımında tasvir etmekle
gerçekleştiriyor:
"...Onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı
çekiyorsanız, bilin ki onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan
onların beklemediğini bekliyorsunuz."
Bu tasvirle iki yol birbirinden ayrılıyor, iki metod iyice belirginleşiyor.
Acılar küçülüp zorluklar basitleşiyor. Artık bitkinlik ve yorgunluğun eseri
kalmıyor. Çünkü diğerleri de acı çekiyorlar. Üstelik mü'minler onların Allah'tan
beklemediklerini bekliyorlar.
Bu ders, -tedavi ettiği tüm konularla ve başvurduğu tüm tedavi yollarıyla gerçek
bir oluşumun zorlukları ve pratik bir yapılanmanın problemleriyle yüzyüze gelen
müslüman kitlenin bünyesinde olup biten şeyleri, beşeri zaaf etkenleri, geçmiş
cahiliye kalıntıları ile zorluk ve acılarıyla özellikleri gibi ruhlarda,
birbirine karışan şeyleri de işlemektedir. Bunca zorluk ve acılarla beraber, şu
hikmetli metodun örnek gösterdiği ve bu büyük işi yerine getirmeleri için insan
fıtratında harekete geçirdiği şevk ve coşkuyla, görevi yerine getirmek gibi
şeyleri de çizmektedir bu ders.
Mevcut durumun vasfedilişinde, cesaretlendirme ve harekete geçirme anında, fıtrî
korkuların ve pratik acıların tedavisinde, savaş alanında namazla silâhlanmada,
özellikle -hazırlık ve uyanıklıkla silâhlanmanın yanında- namaz ve yüce Allah'ın
muhacirlere verdiği güvenceye, cihad edenlere vaad ettiği sevaba, kendi yolunda
savaşa çıkanlara yapacağı azaba güvenmede bütün bunların çizilmiş olduğunu
görüyoruz.
Bu arada Kur'an'ın Rabbanî metodunun, güçlü ve zayıf anlarında insan ruhuna,
oluşum ve olgunlaşma anında da insan toplumuna karşı takındığı tavrı görüyoruz.
Aynı anda ve tek ayette çözümlenen çeşitli hususları görüyoruz. Özellikle
müslüman cemaatin ruhları tetikte olmak, uyanık bulunmak ve tehlikeye karşı
sürekli hazır bulunmakla doldurulurken bilinçlerinin de kâfirlere karşı üstünlük
duygusuyla doldurulduğunu görüyoruz. Bu arada müslüman cemaata; zaaf noktaları,
ve eksiklik yerleri gösterilerek bunlardan şiddetle sakındırıldığını da
görüyoruz.
Kuşkusuz bu, tekâmülü ve insan ruhunu karşılaması, bir tek. dokunuşla çaldığı
tellerin ve bu ruhta bağladığı iplerin sayısı ve bunların teker teker ses verip
karşılık vermesi bakımından olağanüstü bir metoddur.
Eğitim metodu ve dayandığı toplumsal düzen noktasındaki üstünlüğü, müslüman
toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasındaki farkların en belirginidir. Bu
açık üstünlük -hayatındaki tüm şartlar ve zaman zaman baş gösteren zaaf ve
eksikliklerle beraber- yeni ortaya çıkan bu genç toplumun yerleşmesinin, diğer
toplumları geride bırakıp onları yenmesinin de en açık sebebidir. Yenmek derken
sadece savaş alanındaki yenme kastedilmiyor tabiiki. Yepyeni bir uygarlığın
kartlaşmış uygarlıklara, hayat metodunun diğer metodlara, örnek hayatın başka
yaşam biçimlerine galip gelmesi ve yeni bir insanın doğumuyla birlikte yepyeni
bir çağın doğumu kastedilmektedir.
Bu kadarıyla yetinip ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele almaya başlayalım:
CİHADA ÇIKANLAR VE EVLERİNDE OTURANLAR
95- Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve
canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları
ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her
ikisine de cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri
oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.
96- (Cihad edenlere) kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet
sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
Kuşkusuz bu Kur'an ayeti müslüman toplumu ve çevresinde meydana gelen özel bir
durumu ortaya koyuyor. Mal ve canla cihad sorumluluğunu yerine getirmede bu
toplumun bazı elemanlarında baş gösteren gevşeklik gibi özel bir durumu tedavi
ediyor. Burada ister müşrikler, hicret ederken yanlarında mallarından herhangi
bir şey taşımalarına müsaade etmedikleri için mallarını korumak amacıyla veya
hicretin zorluğundan yahut yoldaki çeşitli tehlikelerden kurtulmak amacıyla
geride kalanlar kastedilsin... Gerçekten müşrikler, hicret edeceklerini
anladıkları anda müslümanların hicret etmelerine müsaade etmiyorlar. Çoğu kere
hapsedip işkence ediyorlardı. Ya da daha doğru bir ifadeyle işkenceyi
artırıyorlardı. İster hicret etmekten geri kalanlar kastedilsin -ki biz bunu
tercih ediyoruz- ya da Dar-ul İslâm'da malları ve canlarıyla cihada koşmayanlar
kastedilsin. Bunlar cihad görevini ağırdan alan münafıklardan ayrı bir
grupturlar. Geçen derste münafıklardan söz edilmişti. ister bunlar kastedilsin,
ister Dar-ul İslâm'da malları ve canlarıyla cihada koşmayan şu kişiler
kastedilsin durum değişmez.
Her halukârda bu ayet özel bir durumu açıklıyor. Ancak Kur'anın ifade tarzı
genel bir kural yerleştirip onu zaman bağından ve çevresel koşullardan bağımsız
kılar. Bunu, yüce Allah'ın her zaman ve mekandaki mü'minlere bahşettiği bir
kural haline getiriyor . Can ile cihad etmeye engel bir acizlik ya da hem can
hem de malla cihad etmeye engel acizlik ve fakirlik gibi özür sahipleri dışında
mal ve canla cihad etmekten geri kalıp oturan mü'minlerle, mallarıyla ve
canlarıyla cihad eden diğerlerinin eşit olmayacağı mutlak anlamdaki genel
kuralını yerleştiriyor:
"...Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve
canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir."
Ancak bu şekilde belirsiz bırakmıyor. Aksine konuyu açıklayıp iyice
yerleştiriyor. İki grup arasındaki eşitsizliğin mahiyeti de bildiriliyor.
"... Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından
oturanlardan üstün kıldı."
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onların cennetteki mekanlarını
anlatırken bu derecenin örneğini vermektedir.
Sahihayn (Buhâri-Müslim) de Ebu Said el-Hudri'den (Allah Ondan razı olsun) şöyle
rivayet edilir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun): "Cennette yüce
Allah'ın kendi yolunda cihad edenler için hazırladığı yüz derece vardır.
Bunlardan iki tanesinin arasındaki mesafe ise gökle yer arası kadardır" buyurdu.
A'meş, Amr b. Mürre'den, o da Ebu Ubeyde'den, o da Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle
rivayet eder: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Kim bir ok atarsa onun
için bir derece mükafat vardır." buyurdu. Adamın biri: Ya Resulullah derece
nedir? diye sordu. Resulullah: "Senin ananın (evinin) eşiği değildir elbette.
İki derece arasında yüzyıllık mesafe vardır" buyurdu."
Kuşkusuz Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) örnek verdiği mesafeleri,
evrenin bazı boyutlarını öğrenmiş olmamızdan dolayı bugün daha iyi tasavvur
edebiliriz. Öyle ki ışığın bir yıldızdan diğer bir yıldıza yüzlerce ışık yılında
varabildiğini biliyoruz. O gün Resulullah'ı (salât ve selâm üzerine olsun)
dinleyenler dediklerini doğruluyorlardı. Bizler ise -dediğim gibi- iman etmenin
yanında olağanüstü varlığın bazı boyutlarını öğrenmiş olmaktan dolayı bu
boyutları da düşünebiliriz.
Ayetlerin akışı, özürsüz olarak savaştan geri kalıp oturan mü'minlerle malları
ve canları ile cihad edenlerin seviyeleri arasındaki farkı belirledikten sonra,
yüce Allah'ın tümüne birden Cenneti vaad ettiğini bildiriyor.'
"... Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir..."
İman edenlerin, mal ve canla cihada ilişkin imanın sorumluluklarını yerine
getirmedeki üstünlükleri oranında dereceleri bakımından birbirlerinden üstün
olmalarına rağmen her halukârda imanın bir ölçüsü ve değeri vardır. Bu sayede,
ayette sözü edilen "oturanların" cihad görevini ağırdan alan münafıklar
olmadığını anlıyoruz. Bunlar müslüman safta yer alan salih ve samimi bir
gruptur. Ancak bu yönleri eksiktir. İşte Kur'an bu eksikliklerini gidermeleri
bundan beklenen iyilikler ve arzuların cihada koşmakla gerçekleşeceği konusunda
onları teşvik etmektedir.
Ayet-i kerime bu noktayı belirledikten sonra ilk kuralı iyice yerleştirmeye
koyuluyor. Vurgulayıp kapsamını genişletiyor. Ötesindeki büyük mükâfata
yönelmeyi teşvik ediyor:
"... Ama malları ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlara karşı
büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.", "(Cihad edenlere) kendi katından
dereceler, bağışlama ve rahmet sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır,
merhametlidir."
Bu vurgu... Bu vaadler... Mücahidleri bu şekilde övme'... Geride kalıp
oturanlardan üstün tutma. Mü'min ruhun hoşlandığı büyük mükafatın derecelerini
ve yüce Allah'ın günah ve kusurları bağışlayıp merhamet edeceğini ön plana
çıkarma.
Bütün bunlar iki önemli gerçeğe dikkat çekmektedir;
Birinci gerçek: Bu ayetler, daha önce dediğimiz gibi müslüman
toplum içinde baş gösteren durumları karşılayıp tedavi ediyordu. Bu da, insan
ruhunun ve insan topluluklarının özelliklerini daha çok algılamamızı sağlar.
Buna göre toplumlar iman ve eğitim açısından son derece üstün bir konumda
olsalar bile nefis tamamen Allah için ve O'nun yolunda olsa bile yine de
sorumluluklar karşısında, özellikle mal ve canla cihad sorumluluğu karşısında
baş gösteren zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik noktasında sürekli bir tedaviye
ihtiyaç duyar. Buna göre zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik gibi insanî özellikler
belirdiğinde fert ve toplum konusunda, samimiyet, kararlılık, müslümanlara
bağlılık ve yüce Allah'ın buyruklarına göre hareket etme duygusu bulunduğu
sürece hakkında karamsar olmak ve kendi halinde bırakıp hoş görmek gerekmez.
Ancak bunun anlamı fert veya toplumu kendilerinden kaynaklanan zaaf, hırs,
cimrilik ve eksiklikle baş başa bırakmak değildir. Bunlar pratik hayatın birer
parçasıdır diye zelilce bir hayat yaşamakla bocalaması telkin edilmemelidir.
Aksine bataklıktan kurtulması için uyarı, yüksek zirvelere çıkabilmesi için de
yönlendirme kaçınılmazdır. Hem de burada hikmetli ilahî metodun yaptığı gibi her
tür uyarı ve yönlendirme şekline başvurarak.
İkinci gerçek: Allah'ın terazisi ve bu dinin ölçülerine göre cihadın
değeri ve bu akidenin ve hayat düzeninin özünde bu unsurun temel oluşudur. Yüce
Allah'ın öğrettiği, yolun mahiyetinden insanın özelliğinden ve her an İslâm'a
düşmanlık besleyen kampların tabiatlarından anlaşılmaktadır, bu gerçek.
Kuşkusuz cihad, o dönemin koşullarının çıkardığı bir durum değildir. Bu dava
kervanıyla yol alan bir zorunluluktur. Bazı iyi niyetli kişilerin sandığı gibi
sorun; İslâm'ın imparatorluklar çağında ortaya çıkması, bu yüzden çevrelerinin
etkisinde kalarak müslümanların düşüncesinde "Dengeyi korumak için caydırıcı güç
bulundurmak zorunludur" fikrinin yer etmesinden kaynaklanmamaktadır.
Bu iddialar en azından bu tür kehanet ve tahminleri yürütenlerin gönüllerinin
İslâm'ın tabiatından ne kadar habersiz olduğunu göstermektedir.
Şayet cihad, müslüman ümmetin hayatında sonradan ortaya çıkmış bir durum
olsaydı, Allah'ın kitabında bunca bölüm yer almazdı, hem de bu üslûpda. Aynı
şekilde Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) sünnetinde de benzeri bir
üslûpla bu kadar yer verilmezdi.
Şayet cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görev olsaydı, Hz. Peygamber,
kıyamet gününe kadar gelecek tüm müslümanları kapsayacak şu hadisi irad etmezdi:
"Kim cihad etmeden veya cihada niyetlenmeden ölürse bir çeşit nifak üzere ölür."
("Mesabihussunne" sahibi, sahih hadislerden tahric etmiştir.)
Gerçi, sahih rivayetlerde nakledilen şu hadiste olduğu gibi Resulullah'ın (salât
ve selâm üzerine olsun) özel ailesel koşullardan dolayı bazı mücahitleri kimi
durumlarda geri çevirdiği olmuştur. Nitekim "cihad edeyim" diye gelen birine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun):
-Annen-baban hayatta mı?
-Evet, cevabını alınca;
-O halde onlar için çalış, karşılığını vermiştir."
Evet, böyle bir şey söz konusu olmuş olsa bile bireysel bir durumdur, genel
kuralı bozmaz. Çünkü bir kişi, çok sayıdaki mücahitlerden bir şey eksiltmez.
Belki de, adeti olduğu üzere ordusundaki her askerin durumunu teker teker bilen
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu adamın ve anne-babasının durumunu
da bilmesi böyle bir emir vermesine neden olmuştur.
O halde hiç kimse "Cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görevdir, bugünse
şartlar değişmiştir" diyemez.
Bu İslâm kılıcını çekip yoluna devam ederek önüne gelenin kellesini uçurmaktadır
anlamına da gelmez. Aksine insan hayatının realitesi ve davet yolunun
özelliğidir. Bu husus İslâm'ın kılıcına sarılmasını ve her an tetikte olmasını
gerektirmiştir.
Kuşkusuz yüce Allah bu işin kralların hoşuna gitmeyeceğini, iktidar sahiplerinin
karşı çıkmasına neden olacağını biliyordu. Çünkü yolları bu yoldan farklıdır,
hayat metodları bu metoda uymaz. Bu durum yalnızca dün için geçerli değildi
elbette. Bugün, yarın, her yerde ve her nesil için geçerlidir.
Yüce Allah, kötülüğün her zaman kendini beğendiğini adil olmasının mümkün
olmadığını ve -iyilik ne kadar barışçı yollara başvursa da- iyiliğin gelişmesine
müsaade etmesinin söz konusu olmadığını biliyordu, kuşkusuz. Çünkü iyiliğin sırf
gelişmesi bile kötülük için tehlikedir. Hakkın varlığı, bâtıl için tehlike
oluşturmağa yeterlidir. Öyleyse kötülüğün saldırganlığa başvurması zorunludur.
Batılın kendini korumak için, hakkı yok etmeye ve güç kullanarak boğmaya
çalışması kaçınılmazdır.
İşte bu yaratılıştır, geçici bir olgu değildir.
Fıtrattır bu, sonradan meydana gelmiş bir durum değildir. Bu yüzden cihad
kaçınılmazdır. Her şekliyle zorunludur. Önce vicdan aleminden başlayıp ardından
ortaya çıkıp gerçek, pratik ve görülen alemi de kapsaması gerekir. Silahlanmış
kötülüğe, silahlanmış iyilikle, karşı koymak şarttır. Sayı çokluğundan ibaret,
zırhına bürünen batılı hazırlık kılıcını kuşanmış hak ile karşılamak zorunludur.
Yoksa iş intiharla sonuçlanır veya mü'minlere yakışmayan komik bir durum söz
konusu olur.
Yüce Allah'ın mü'minlerden istediği ve canlarını ve mallarını cennet
karşılığında satın aldığı gibi malları ve canları feda etmek zorunludur. Bundan
sonra ya onlara galibiyet takdir eder ya da şehitlik. Bu, yüce Allah'ın bileceği
bir iştir. Özünde, hep hikmetini barındıran O'nun kaderi geçerlidir. Onlara
gelince; Rablerinin katındaki iki güzellikten biri onlarındır. Zamanı gelince
bütün insanlar ölür. Ancak sadece şehitler, tekrar dirilip şehit olmayı ister.
Burada şu akidenin, onun pratik hayat metodunun, belirlenmiş hareket çizgisinin,
bu çizginin mahiyetinin ve şartların değişmesinden etkilenmeyen fıtratının temel
odak noktaları yer almaktadır.
Bazı noktalar vardır ki, şartlar ne olursa olsun mü'minlerin duygularında bu
konuda bir cıvıklığın bulunması doğru değildir. Bu noktaların başında, burada
yüce Allah'ın bu şekilde sözünü ettiği, sadece Allah yolunda, yalnızca O'nun
sancağı altında yapılan cihad gelmektedir. Evet, ölülerine şehit ismi verilen ve
Mele-i A'lâ'da -ruhlar aleminde- onurla karşılanmalarını sağlayan bu cihattır.
Bundan sonra surenin akışı geride kalıp oturan gruptan söz etmektedir. İsteseler
ve fedakarlıkta bulunsalar rahatlıkla hicret edebilecekleri halde malların ve
çıkarlarının ya da hicretin zorlukları ve yolun acılarını karşılama zaafının
küfür ülkesinde oturmaya devam eden gruptan söz etmektedir. Ömürleri dolup,
melekler canlarını almak için geldiği zamandan söz etmektedir. Durumlarını o
derece ayıplayıcı ve kınayıcı bir şekilde tasvir ediyor ki, hicret etmeyip
oturanlar; dinleri, inançları uğruna ve kendileri için Rabblerinin katından
belirlenen sonuca kavuşmak için kaçacak gibi oluyorlar:
KENDİLERİNE ZULMEDENLER
97- Melekler, kendilerini zulme mahkum edenlerin canlarını alırken onlara
"Dünyadaki durumunuz neydi?" diye sorarlar. Onlar da "Ezilmiş zavallılardık "
derler. Melekler onlara "Peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş
değilmiydi ki? derler. Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü
bir varış yeridir.
98- Yalnız, çaresiz kalan, hiç bir çıkar yol bulamayan ezilmiş, erkekler,
kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar.
99- Böylelerini umulur ki, Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır,
affedicidir.
Kuşkusuz bu ayetler, Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) hicretinden ve
bir İslâm devletinin kuruluşundan sonra Arap yarımadasında -Mekke ve başka
yerlerde- meydana gelen bir durumla ilgiliydi. Buralarda hicret etmeyen
müslümanlar vardı. Malları ve çıkarları kimisini engellemişti. Çünkü müşrikler
hicret edenin beraberinde malından birşey götürmesine müsaade etmezlerdi.
Hicretin zorlukları karşısında kiminin nazikliği ve korkusu engel olmuştu. Çünkü
müşrikler göç eden bir müslümanı engellemeden veya yolda takip etmeden
bırakmazlardı. Bir grup da vardı ki, hakikaten çaresizlikleri hicret etmelerine
engel oluyordu. Yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan bu grup kaçmak için bir
kolaylık, hicret için bir yol bulamıyorlardı.
Müşrikler, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ve arkadaşını (Hz. Ebu
Bekir'i) yakalamaktan ve hicret etmelerine engel olmaktan ümitlerini kesince
geride kalan bu müslümanlara karşı işkencelerini arttırmaya başladılar. Ardından
İslâm Devleti kurulup Bedir'de Kureyş'in ticaret kervanına saldırınca, üstelik
müslümanlar bu saldırıda kesin bir zafer de elde edince,'müşrikler geride kalan
bu zavallılara işkence ve cezanın her çeşidini uygulamaya başladılar. Korkunç
bir kinle onları dinlerinden döndürmeye uğraştılar.
Nitekim bir kısmı gerçekten dinlerini terk etmişti. Bir kısmı niyetlerini
gizleyerek kafir olduklarını göstermek ve müşriklerin ibadetlerine katılmak
zorunda kalmışlardı. Kuşkusuz bu gizleme -güç yetirdikleri zaman- hicret
edebilecekleri bir devletleri olmadığı gün geçerliydi. Ancak, devlet kurulup
İslâm ülkesi oluşunca; hicret etmek, İslâm'ı açıklamak ve İslâm ülkesinde
yaşamak imkanı bulunduğu halde işkencelere boyun eğmek veya gizliliğe sığınmak
kabul edilecek bir iş değildir.
Bu ayetler işte böyle nazil olmuştur; mallarını ve çıkarlarını korumak veya
hicretin sıkıntılarından, yolun zorluklarından uzak durmak için ecelleri gelene
kadar oturup bekleyenleri bu şekilde adlandırmaktadır. Onları
kendilerini zulme mahkûm edenler" olarak adlandırmaktadır. Çünkü onlar,
İslâm ülkesindeki, üstün, pâk, onurlu, özgün ve serbest hayattan kendilerini
yoksun bırakıp küfür ülkesindeki, aşağılık, basit, zayıf ve işkenceli hayata
mahkûm etmişlerdir. Bu yüzden "Bunların barınakları Cehennem olacaktır.
Orası ne kötü varış yeridir" diye tehdit edilmektedirler. Bununla
fiilen dinlerini terk edenlerin kastedildiği anlaşılmaktadır.
Ancak Kur'an'ın ifade tarzı -Kur'an'a özgü yöntemle- olayı bir tablo gibi
sunmaktadır. Hareket ve karşılıklı konuşmalarla canlandırılan bir sahne tasvir
etmektedir.
"Melekler kendilerini zulme mahkûm edenlerin canlarını alırken onlara `Dünyadaki
durumunuz neydi' diye sorarlar. Onlar da `Ezilmiş zavallılardık' derler.
Melekler onlara `Peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar geniş değil
miydi?' derler."
Kuşkusuz Kur'an, insan ruhunun hastalıklarını bozukluklarını gidermektedir.
İçindeki iyilik, insanlık ve izzet gibi unsurları harekete geçirip zaaf,
cimrilik, ihtiras ve ağırlık gibi etkenleri dışlamayı amaçlamaktadır. Bu sahneyi
canlandırmasının nedeni de budur. O, bir gerçeği tasvir etmektedir. Ancak, bu
gerçeği kullanabileceği en güzel yer olan insan ruhunun tedavisinde
kullanmaktadır.
Ölümün yaklaştığı an, başlı başına insan ruhunu titreten, o anda meydana
gelenleri düşünmeye yönelten sahnedir. Sahnede Meleklerin görünmesi ise, insan
ruhunu daha bir titretmektedir. Düşünmeye sevk edip duyarlı hale getirmektedir.
Onlar -geride kalıp oturanlar- kendilerine haksızlık ettiler. Durumları buyken
Melekler canlarını almaya gelmişlerdir. Kendilerini zulme mahkum etmişlerdir.
İnsanın, kendini zulme mahkum etmişken Meleklerin canını almaya geldiklerini,
hem de bu son anda kendine karşı adil davranma imkanının da olmayışını düşünmesi
tek başına vicdanı harekete geçirip titretmeye yeterlidir.
Ancak melekler, kendilerini zulme mahkum edenlerin canını sessizce alıp
gitmiyorlar. Aksine geçmişlerini soruşturuyorlar, yaptıklarını kınıyorlar.
Gündüzlerini ve gecelerini nasıl geçirdiklerini, dünyadayken neyle
uğraştıklarını ve neyle ilgilendiklerini soruyorlar:
"Dünyadaki durumunuz neydi?" diye sorarlar."
Çünkü içinde bulundukları durum zarar üstüne zarar. Sanki bu zarardan başka bir
uğraşları olmamış.
Şu ölmek üzere bulunanlar, ölüm anında karşılaştıkları bu kınamaya cevap
veriyorlar. Ancak bütünüyle zillet dolu bir cevap. Bunun, içinde bulundukları
aşağılık durum için mazeret olacağını sanıyorlar.
"Yeryüzünde ezilmiş zavallılardık" derler."
Bizler ezilmişlerdik (mustaz'af), güçlüler bizi eziyordu. Yeryüzünde
aşağılanıyorduk. Yapabilecek bir şeyimiz yoktu.
Bu cevapta yer alan horlanmışlığa ek olarak bir de ayıplama yer almaktadır.
İnsan ölüm anında böyle bir konumda bulunmaktan nefret eder duruma geliyor.
Nerde kaldı ki, tüm hayatı boyunca böyle bir konumda bulunsun. Ancak Melekler,
kendilerini zulme mahkum etmiş bu ezilmişleri bu şekilde bırakmıyorlar. Onları
pratik gerçekle yüzyüze getiriyorlar. Artık çalışma imkanı ve fırsatının
bulunmadığını belirterek serzenişte bulunuyorlar.
"... Melekler onlara "peki Allah'ın toprağı göç etmenize yetecek kadar
geniş değilmiydi ki?" derler."
O halde onlar. için; aşağılanmaya, horlanmaya, ezilmeye ve imandan dönmeyi kabul
etmeye zorlayan gerçek bir çaresizlikleri söz konusu değildir. Ortada başka bir
neden olsa gerektir. Şuracıkta İslâm ülkesi varken, küfür ülkesinde kalmalarına
neden olan; mallarına, çıkarlarına ve canlarına olan düşkünlükleridir. Allah'ın
toprağı geniş olduğu halde, bir takım acılarla karşılaşma, bazı fedakarlıklarda
bulunma ihtimali varsa bile bu geniş toprağa göç etme imkanı varken kendilerini
sıkıntıya atmalarının nedeni bu olsa gerektir. İşte o etkileyici sahne, korkunç
sonucu anmakla son buluyor:
"Bunların barınakları cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış
yeridir."
Ardından ayet-i kerime, küfür ülkesinde kalmak, dinden dönmek zorunda bırakılmak
ve İslâm ülkesinde yaşamaktan yoksun olmak konusunda bir art niyetleri
bulunmayan çaresiz yaşlıları, kadın ve çocukları, açık özürlüleri, kaçmaktan
yoksun oluşları nedeniyle bu hükmün dışında tutmaktadır. Onları yüce Allah'ın
affını, bağışlama ve rahmetini umut etmekle baş başa bırakmaktadır.
"Yalnız çaresiz kalan, hiçbir çıkar yol bulamayan ezilmiş erkekler kadınlar ve
çocuklar bu hükmün dışındadırlar."
"Böylelerini umulur ki Allah affeder. Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcıdır,
affedicidir."
Bu hüküm; ayet-i kerimenin belli bir tarihte, belli bir ortamda karşılaşılan
fakat şu özel durumun sınırlarını aşıp ve kıyamete kadar sürecek olan bir
hükümdür. Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, dininden dönmek zorunda bırakılan,
mal ve çıkarın veya akrabalık ve arkadaşlığın ya da hicretin acı ve zorluklarına
katlanmamanın alıkoyduğu her müslümanı kapsayan genel bir hükümdür. Çünkü
-yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun- göç edeceği bir İslâm ülkesi varsa,
artık dinî bakımından güvencededir, inancını istediği gibi açıklayabilir,
ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebilir, Allah'ın şeriatının gölgesinde
islami bir hayat sürdürülebilir. Hayatın bu erişilmez nimetinden kolaylıkla
yararlanabilir, demektir.
HİCRET
Kur'an'ın akışı ise; hicretin doğurduğu sıkıntılar, zorluk ve korkularla yüzyüze
gelen, bunlarla karşılaşmaya katlanamayan insan ruhunu tedavi etmeye devam
ediyor. Geçen ayetlerde, nefret ve korkuyu birlikte uyandıran etkin sahneyle
tedavi yönüne gidilmişti. Şimdi de güven etkenlerini akıtmak, Allah yolunda
hicret durumunda olan kişilere -hicret eden gerek gitmek istediği yere ulaşsın
gerek ulaşmadan yolda ölsün- Allah yolunda hicret etmek amacıyla evinden çıktığı
andan itibaren Allah'ın güvencesinde olduklarını bildirmek, yeryüzünde vadiler
ve geçitler daralmaksızın genişlik, açıklık ve serbestlik vaad etmekle tedavi
etmektedir bu ruhları.
100- Kim Allah yolunda göç ederse bir çok barınak ve elverişli geçim
imkanları bulur. Kim Allah ve peygamber uğruna evini-barkını bırakıp göç ederse
de sonra bu yolda ölüme yakalanırsa onun mükafatı Allah'ın güvencesi altındadır.
Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir.
Kur'an'ın ilahî metodu, hicretin doğurduğu tehlikelerle yüzyüze gelen ruhun
çeşitli korkularını gidermektedir. O şartlarda ortaya çıktıkları gibi her zaman
için ya bizzat ya da benzeri şekillerde ortaya çıkan korkuları...
Kur'an insan ruhunu gayet açık ve net bir şekilde ele almaktadır. Korkuyu hiç
gizlemiyor. -Aralarında ölüm tehlikesi de olmak üzere- hiçbir tehlike konusunda
yanıltmıyor. Aksine başka gerçekleri söyleyip yüce Allah'ın garantisiyle güven
duygusunu yerleştiriyor.
Bir kere, Kur'an-ı Kerim; hicret kavramını öncelikle "Allah yolunda" olmasıyla
sınırlandırmaktadır. İslâm'a göre geçerli olan hicret budur. Bol mal elde etmek
veya zorluklardan kurtulmak yahut zevk ve şehvetlere ulaşmak ya da hayatın
herhangi bir nimetine kavuşmak için hicret etmek İslâm nazarında geçersizdir.
Kim bu şekilde -Allah yolunda- hicret ederse kurtuluş, rızık ve yaşama fırsat ve
yollarından yoksun olmaksızın ve yeryüzünde bir darlığa düşmeksizin bir genişlik
ve serbestlik bulur.
"Kim Allah için göç ederse yeryüzünde birçok barınak ve elverişli geçim
imkânları bulur."
Yaşamanın ve rızık bulma imkanının herhangi bir toprak parçasında bulunmakla
elde edileceği belli şartlara bağlı bulunduğundan, belirgin ortamlarla ilişkili
olduğu ve insanda bunları bırakmakla yaşama imkanının olamayacağı hissini
uyandıran, insan ruhunun zaaf, ihtiras ve cimriliğidir.
İşte vicdanları aşağılanma ve haksızlığı kabullenmeye iten, dinlerinden dönmeye
zorlanmaları karşısında susmalarına yol açan sonra da meleklerin "kendilerini
zulme mahkum edenler" olarak canlarını aldığı kişilerin varacağı bu kötü sonuçla
yüzyüze gelmelerine neden olan; rızık, yaşamak ve kurtuluşun gerçek sebeplerine
ilişkin bu düzmece düşüncedir.
Oysa yüce Allah, kendisi uğruna hicret edenlere vaad olunan gerçeği
bildirmektedir. Kuşkusuz hicret eden, Allah'ın toprağında serbestlik ve genişlik
bulacaktır. Gittiği her yerde kendini yaşatanın ve rızık verip kurtaranın yüce
Allah olduğunu görecektir.
Fakat ecel, Allah yolunda hicret yolculuğu esnasında gelebilir. -Surenin
akışında daha önce de değinildiği gibi- ölümün görünen sebeplerle hiç bir
ilişkisi yoktur. Belirlenen zamanı gelince meydana gelmesi kesin olan bir
olgudur ölüm. Zamanı geldiğinde insanın evinde oturuyor olması ya da göç halinde
olması durumu değiştirmez. Çünkü ecelin öne alınması ya da geciktirilmesi mümkün
değildir.
Bununla beraber insan ruhunun kendine özgü düşünceleri ve görünen şartlardan
etkilenmesi de söz konusudur. Kur'an'ın metodu bunları göz önünde bulundurup
öylece tedavi yönüne gitmektedir. Allah ve Resulü uğruna hicret etmek amacıyla
evinden ilk adımını attığı andan itibaren mükafatın Allah'ın katında tahakkuk
ettiğini bildirerek yüce Allah'ın güvencesini telkin etmektedir.
"...Kim Allah ve peygamber uğruna evini-barkını bırakıp göç eder de sonra da bu
yolda ölüme yakalanırsa onun mükafatı Allah'ın güvencesi altındadır."
Bütün mükafatı... Hicret ve yolculuk mükafatı, İslâm ülkesine varıp islami bir
hayat yaşama mükafatı... Artık Allah'ın güvencesinden sonra başka güvence aranır
mı?
Bunun yanında, günahların bağışlanacağını hesapta merhamet edileceğini içeren
bir başka güvence de yer almaktadır. Bu da ilk alışverişe ek bir mükafattır.
"...Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
Kuşkusuz bu kârlı bir alışveriştir. Hicret eden daha ilk adımda yani Allah
Resulü uğruna hicret etmek amacıyla evinden çıkıp attığı ilk adımdan itibaren
büyük bir kazanç elde etmektedir. Ölümse aynı ölümdür. Ertelenmesi mümkün
olmayan zaman geldiğinde vuku bulacaktır kuşkusuz. Hicret etmek yahut evde
oturup kalmakla hiçbir ilgisi yoktur.
Şayet hicret eden evinde oturmuş olsaydı yine de ölüm belirlenen süresinde
meydana gelecekti. O zaman da kârlı alışverişi kaybedecekti. Ne bir mükafat, ne
bir bağışlanma ne de merhamet söz konusu olmayacaktı. Hatta melekler kendini
zulme mahkum etmiş biri olarak canını alacaktı.
İki alışveriş birbirinden ne kadar da uzak.
Varılan sonuçlar ne kadar da farklı.
Bu derste -şimdiye kadar- sunduğumuz ayetlerden birtakım değerlendirmeler
çıkarmış bulunuyoruz. Dersin geri kalan kısmını ve içerdiği konulara geçmeden
önce bu değerlendirmeleri özetle aktaralım.
a) Bir kere, Allah yolunda cihad etmekten ve cihad eden müslüman saffa
katılmaktan geri kalmanın İslâm nazarında ne denli nefret uyandırıcı bir olay
olduğunu görüyoruz. Ancak, hicret etmek için bir plan kurmak ya da çıkar yol
bulmak konusunda çaresiz olanlardan ve yüce Allah'ın mazeretini kabul ettiği
kimseler bu hükmün dışındadırlar.
b) İslâm inancında, İslâm düzeninde ve bu ilahî metodun pratik gereklerinde
cihad unsurunun derinliğinin ve köklülüğünün boyutlarını görüyoruz. Öyle ki Şia
mezhebi cihadı İslâm'ın bir şartı saymıştır. Her ne kadar "İslâm beş esas
üzerine kurulmuştur" hadisinde cihaddan söz edilmese de bu görüşlerini
destekleyen bir çok hüküm ve pratik yorumdan güç almaktadırlar. Ayrıca cihad
emrinin kesinliği, canlılık dolu İslâmî hayatta bu unsurun köklülüğü ve her
zaman ve her yerde ortaya çıkan zorunluluğu -zorunluluk fıtrî gerekçelere
dayanmaktadır, geçici koşullara değil.- bütünüyle bu unsurun ciddiyet ve
köklülüğüne ilişkin bu derin bilinci desteklemektedir.
c) Aynı şekilde insan ruhunun aynı ruh olduğunu görüyoruz. En iyi dönemlerde ve
en hayırlı toplumlarda bile zorluklar karşısında gerilediğini, tehlikeleri
görünce korkuya kapıldığını, engellerle karşılaşınca, tembelleştiğini görüyoruz.
Bu gibi durumlarda, tedavi yönteminin bu nefisler konusunda ümitsizliğe
kapılmak, olmadığını, Kur'an'ın, ilâhî ve hikmetli metoduna uygun olarak, aynı
anda onlar( harekete geçirmenin, cesaretlendirmenin, sakındırmanın ve
kendilerine güvenmelerini sağlamanın geçerli yol olduğunu görüyoruz.
d) Son olarak, bu Kur'an'ın hayatın realitesini nasıl karşıladığını, müslüman
topluma nasıl önderlik yaptığını başta insan ruhu, fıtrî özellikleri ve
cahiliyeden kaynaklanan tortuları olmak üzere çeşitli alanlarda bu toplumla
birlikte nasıl savaşa giriştiğini görüyoruz. insanları Allah'a davet etmek
suretiyle hayatın ve ruhun realiteleriyle yüzyüze gelen bizlerin Kur'an'ı ne
şekilde okuyup uygulamamız gerektiğini de görüyoruz.
CİHAD VE NAMAZ
Bundan sonra ayetlerin akışı, kafirlerin kendilerini esir alıp dinlerinden
döndürmeye çalışacaklarından korktukları durumlarda, hicret edenlere ya da cihad
veya ticaret amacıyla yola çıkanlara tanınan bir kolaylığa değinmektedir. Bu;
kafirlerin baskısından korksun-korkmasın mutlak anlamda yolculara verilen namazı
kısaltma izninin dışında verilen bir namazı kısaltma iznidir ve bu özel bir
izindir.
101- Yeryüzünde herhangi bir yöresinde savaşa çıktığınız zaman eğer
size tuzak kuracaklarından çekiniyorsanız namazı kısaltarak kılmanızın sakıncası
yoktur. Şüphe yok ki, kafirler sizin açık düşmanlarınızdır.
Yeryüzünde savaş için sefere çıkan biri, Rabbi ile sürekli bir bağ kurmaya son
derece muhtaçtır. Bu bağ, içinde bulunduğu durumda kendisine yardımcı olur.
Karşılaşacağı tehlikeler ve yol boyunca kurulan tuzaklara karşı mühimmat ve
cephanesini tamamlar. Kuşkusuz namaz, yüce Allah'la kurulan en yakın bağdır.
Namaz, zor. ve acılı anlarda müslümanların onunla Allah'tan yardım dilemeleri
.istenen bir silahtır. Bir korku veya sıkıntı ile karşılaştıkları an yüce Alläh
onlara. şöyle seslenmektedir: "Sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan
yardım dileyin." (Bakara Suresi, 45)
Bu yüzden burada yerinde bir münasebetle; kendisine ihtiyaç duyulan çaresizlik
anında namaz hatırlatılmaktadır. Çünkü yolculuk esnasında korkuya kapılan
birinin kalbi Allah'ı anmakla kendini güvencede hissetmeye son derece muhtaçtır.
Toprağını terk edip göç eden biri Allah'ın himayesine sığınmaya ne kadar
muhtaçtır. Bununla beraber -içindeki kıyam, rukû ve secdelerle birlikte eksiksiz
bir namaz yolcuyu yakınındaki tuzaklardan kurtulmaktan alıkoyabilir. Yahut
düşmanlarının dikkatini çektirip tanınmasına neden olabilir. Rukû ve secdeye
giderken yakalayıp esir alabilirler onu. Düşmanların tuzağından korktuğu anda
yolcuya namazı kısaltması izninin verilmesinin nedeni bu olsa gerektir.
Burada sözü edilen kısaltmadan, İmam Cassas'ın tercilı ettiği anlamı kabul
ediyoruz. Buna göre dört rekatlık namazları iki rekat kılmak şeklindeki kısaltma
kastedilmiyor. Bu izin, korku ve yakalanma endişesi olsun olmasın mutlak anlamda
her yolcuya verilen bir izindir. Hatta yolcunun -Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) her yolculuğunda yaptığı gibi- namazını kısaltması tercih edilir.
Öyle ki en tercihe şayan görüşe göre yolcunun namazı tam kılması doğru değildir.
O halde -korku ve yakalanma endişesi durumunda- geçerli olan bu izin, her
yolcuya verilen kısaltma izninin dışında yeni bir anlam taşıyan yeni bir
ruhsattır. Bu izin, namazın şeklinde bir kısaltmayı getirmektedir. Hareketsiz,
rukûsuz, secdesiz ve teşehhüd için oturmaksızın kılmak gibi. Yolcu; ister
ayakta, ister yürürken, ister binek hayvanı sırtındayken rukû ve secdesini ima
ederek namazını kılabilir.
Böylece, korku ve yakalanma endişesi durumunda Allah ile bağını koparmamış,
savaş alanında en başta gelen silâhını bırakmamış ve düşmanlarına karşı
hazırlıklı olmuş olur:
"Şüphe yok ki, kafirler sizin açık düşmanlarınızdır."
Kafirlerin tuzağından korkan yolcunun namazından söz edilmişken, şimdi savaş
alanında kılınacak korku namazının hükümleri yer almaktadır.
102- Eğer sen mümin savaşçıların arasında bulunur da onlara namaz
kıldırırsan onların bir grubu senin arkanda namaza dursun ve silahlarını
yanlarına alsınlar. Bu grup secdeden kalkınca arkanıza (nöbet yerine) geçsin. Bu
kez namaz kılmamış olan öteki grup gelerek arkanda namaz kılsın, bunlar da
silahlarını ve teçhizatlarını yanlarına alsınlar. Çünkü kafirler isterler ki,
silahlarınızı ve kumanyalarınızı aklınızdan çıkarasınız da ansızın üzerinize
baskın düzenlesinler. Eğer yağmurdan zarar görecekseniz ya da hasta iseniz
silahlarınızı yere bırakmanızın sakıncası yoktur. Bununla birlikte uyanık ve
tedbirli olunuz. Hiç şüphesiz Allah kafirler için onur kırıcı bir azap
hazırlamıştır.
103- Namazı bitirdikten sonra ayaktayken, otururken ve yere uzanmışken Allah'ın
adını anınız. Tehlikeyi savuşturup güvene kavuştuğunuzda namazı tam olarak
kılınız. Zira namaz müminlere, vakitleri belirli bir farzdır.
Bu Kur'an'ın ve onda somutlaşan ilahi eğitim metodunun inceliklerini düşünenler,
insan ruhunun derinliklerine etki eden olağanüstü psikolojik dikkat çekmeleri
görebilir. Savaş alanında namaza dikkat çekilmesi de bunlardan biridir.
Kuşkusuz Kur'an'ın akışı, bu ayeti sırf tehlike anında namazın şekline ilişkin
"fıkhî" hükümleri açıklamak amacıyla söz konusu etmektedir. Aksine bu nassı,
müslüman saff ve müslüman kitlenin; eğitim, direktif, öğretim ve hazırlanma
atılımında kullanmaktadır.
İlk önce, savaş alanında namaza verilen bu önem dikkat çekmektedir. Ancak bu,
son derece doğaldır, hatta, imanî değerlendirmede kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Çünkü namaz, savaş alanında başvurulan silahlardan biridir. Hem de gerçek bir
silah. O halde savaşın özelliğine ve atmosferine uygun bir şekilde bu silahın
kullanımını düzenlemek gerekir.
Kuşkusuz ilahî metod uyarınca Kur'an'la eğitilen bu savaşçılar, her şeyden önce
düşmanlarını kendilerine karşı üstünlük sağladıkları bu silahla karşılıyorlardı.
Onlar gerçek anlamda bildikleri tek bir ilaha inanmalarıyla üstündüler.
Rablerinin savaş alanında kendileriyle birlikte olduğunun bilincindeydiler.
Uğruna savaştıkları amaca olan inançlarıyla da üstündüler. Bunun tüm amaçlardan
daha yüce olduğunu çok iyi biliyorlardı. Aynı şekilde, evren, hayat ve insan
olarak varlıklarının gayesine ilişkin düşünceleri ile de üstündüler. Toplumsal
düzenlerindeki üstünlükleri ilahî hayat metodlarındaki üstünlüklerinden
kaynaklanıyordu. İşte namaz bütün bunlara bir sembol konumundadır. Bunları
hatırlatmak için bir araçtır. Bu yüzden savaş alanında bir silah işlevini görür.
Hem de gerçek bir silah.
İkinci olarak bu ayette, düşman karşısında gerçekleştirilen bu eksiksiz
psikolojik hazırlık dikkat çekmektedir. Ansızın üzerlerine kullanmak için silah
ve mühimmatlarından bir anlık gafletlerini gözetleyen düşmanlarına karşı
müminlere tavsiye edilen bu hazırlık. Bu hazırlıklı olma uyarısının yanında yer
alan bu korkutma, "Hiç şüphesiz Allah kafirler için onur kırıcı bir azap
hazırlamıştır." ayetinde belirtildiği gibi yüce Allah'ın kendi
paylarına aşağılanma yazdığı bir kavimle karşılaşacakları haber verilerek
gönüllerine akıtılan bu güven, bu kararlılık duygusu. Hazırlıklı olma uyarısı
karşısında yer alan bu güven duygusu. Hazırlıklı olma uyarısında bulunup sonra
da gönüllere güven duygusunu akıtmakla sağlanan bu denge. Hileci, inatçı ve
alçak düşman karşısında yer alan mümin fert ve müslüman saffın eğitim metodunun
gereğidir.
Tehlike anındaki namazın nasıl kılınacağına gelince; fıkıh bilginlerinin bu
ayetten kaynaklanan görüşleri arasında farklılık vardır. Ancak biz, çeşitli
şekillerine ilişkin ayrıntılara girmeksizin genel şeklini aktarmakla
yetineceğiz.
"Eğer sen mümin savaşçıların arasında bulunur da onlara namaz kıldırırsan
onların bir grubu senin arkanda namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar.
Bu grup secdeden kalkınca arkanıza (nöbet yerine) geçsin. Bu kez namaz kılmamış
öteki grup gelerek arkanda namaz kılsın, bunlar da silahlarını ve teçhizatlarını
yanlarına alsınlar."
Ayetin anlamı şöyle:
Sen aralarında bulunur, namazda imamlık yaparsan bir grup sana uyarak birinci
rekatı kılsınlar. O esnada diğer grup sizi korumak amacıyla arkanızda
silahlarıyla beklesinler. Birinci grup ilk rekatı tamamlayınca dönüp nöbet
yerinde beklesinler. Nöbet yerinde bekleyen namaz kılmamış grup da sana uyarak
bir rekat kılsınlar. (Burada iki rekatlık namazını tamamlayınca imam selam
verir.)
Daha sonra imamla birlikte kılamadığı ikinci rekatı kılmak için birinci grup
gelir rekatı tamamlar ve selam verir. Bu arada ikinci grup onları korumaktadır.
Ardından kılamadığı ikinci rekatı kılmak için ikinci grup gelip rekatı kılarak
selam verir. Birinci grup da onları bu arada korur.
Bu şekilde her iki grup ta Resulullah'ın imamlığında namazlarını kılmış olurlar.
Ondan sonra da halifelerinin tayin ettiği komutanlarının ve her savaş alanındaki
-kendilerinden olan- müslüman komutanlarının ardında kılmış olurlar.
"...Silahlarını ve teçhizatlarını yanlarına alsınlar. Çünkü kafirler isterler
ki, silahlarınızı ve kumanyalarınızı aklınızdan çıkarasınız da ansızın üzerinize
baskın düzenlesinler."
Bu arzu, kafirlerin gönüllerinden müminlere karşı besledikleri sürekli bir
duygudur. Birbirinin ardınca geçen yıllar ve asırlar, yüce Allah'ın ilk müslüman
kitlenin gönüllerine yerleştirdiği bu gerçeği doğrulamıştır. Yüce Allah onlara,
savaş konusunda genel bir strateji belirliyor. Ancak tehlike anında namaz
örneğinde gördüğümüz gibi zaman zaman baş vuracakları hareket planlarını da
gösteriyor.
Bu uyarı, bu psikolojik hazırlık ve bu sürekli silahlanma, müslümanları
sıkıntıya sokma amacına yönelik değildir. Bu yüzden güçleri oranında bunları
yerine getirmekten sorumludurlar:
"Eğer yağmurdan zarar görecekseniz ya da hasta iseniz silahlarınızı yere
bırakmanızın sakıncası yoktur." Çünkü böyle durumlarda silahı
taşımak sıkıntı verdiği gibi yararı da yoktur. Dikkatli olmak ve Allah'ın
yardımını ve zaferi beklemek yeterlidir.
"Bununla birlikte uyanık ve tedbirli olunuz. Hiç şüphesiz Allah kafirler için
onur kırıcı bir azap hazırlamıştır."
Bu tedbirlilik, bu uyanıklılık ve bu dikkatlilik yüce Allah'ın kafirler için
hazırladığı onur kırıcı azabın gerçekleşmesi için bir sebep ve bir araç
olabilir. Böylece müminler O'nun gücüne bir perde ve dilemesine aracı olurlar.
Kuşkusuz bu, dikkatli olmanın yanında güven duymanın da belirtisidir. Yüce
Allah'ın kendilerine onur kırıcı azap hazırladığı kavme karşı zafer
bahşedeceğine güvenmektir bu.
"Namazı bitirdikten sonra ayaktayken, otururken ve yere
uzanmışken Allah'ın adını anınız. Tehlikeyi savuşturup güvene kavuştuğunuzda
namazı tam olarak kılınız. Zira namaz müminlere vakitleri belli bir farzdır."
Böylece onları her durumda ve her konumda namaz aracılığıyla yüce Allah ile
kurulacak bağla yüzyüze getirmektedir. İşte büyük hazırlık ve yıpranmaz silah
budur.
Kendinizi güvenlikte hissettiğiniz zaman da "namazı kılın."
Kısaltmadan sözünü ettiğimiz korku nedeniyle başvurulan kısaltma olmaksızın tam
ve eksiksiz kılın. Çünkü namaz eda edilecek zamanı belirlenmiş bir farzdır.
"... Namaz mü'minlere vakitleri belirli bir tarzdır." ayetinden
hareketle Zahirîler, vakti geçmiş namazın kazasının olmayacağı görüşüne
varmışlardır. Onlara göre, kaza, namaz yerine geçmediği gibi sahih de değildir.
Çünkü namaz ancak belirlenen vaktinde sahih olabilir. Şayet namazın vakti
geçmişse onu kılmanın artık imkânı yoktur. Buna karşılık çoğunluk, geçen
namazların kazasının olabileceği görüşünü benimsemektedir. Bununla beraber
erkence kılmanın daha iyi ve geciktirmenin ise mekruh olduğunu belirtmişlerdir.
Bundan başka teferruatı ayrıntılı bir şekilde aktarmaya girmiyoruz.
Bu ders acı, bitkinlik ve yorgunluğa rağmen cihadı sürdürmeyi teşvik etmekle son
bulmaktadır. Bu teşvik, mümin kalpleri derinden ve canlandırıcı bir şekilde
okşamakta, sonuçlara, hedeflere vë yönelişlere ışık tutmaktadır.
104- O düşmanlarınızın
peşini bırakmayınız, onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz
acı çekiyorsanız bilin ki, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz
Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir
ve hikmet sahibidir.
Bu bir kaç kelime, kesin çizgiler belirliyor. Çarpışan iki cephe arasındaki
büyük mesafeyi ve farkı ortaya koyuyor.
Kuşkusuz müminler, savaşta birtakım acılar ve yaralara katlanırlar. Fakat bunca
sıkıntıyı sadece kendileri çekmiyor. Aynı şekilde düşmanları da acı çekiyorlar.
Birtakım yaralar ve ızdıraplara düçar oluyorlar. Fakat şunlarla onlar bir mi?
Müminler cihad etmekle Allah'a yönelirler, mükafatlarını da O'nun katından
beklerler. Kâfirlere gelince, onlar hepten kaybetmişler, Allah'a yönelmedikleri
gibi, hayatta ve hayat sonrasında O'nun katından bir beklentileri de yoktur.
Şayet kafirler savaşta diretiyorlarsa müminlerin daha çok diretmesi gerekir.
Kafirler savaşın getirdiği acılara katlanıyorlarsa müminlerin başlarına gelen
acılara daha çok sabretmeleri lazım. Düşmanlarının gücünü yok edinceye, fitne
ortadan kalkıp din tamamen Allah için oluncaya kadar, düşmanları kovalamaktan,
savaşmak için peşlerinden gitmekten ve izlerini takip etmekten geri kalmamaları
gerekir.
Bu da, her savaşta Allah'a iman etmenin sağladığı bir üstünlüktür kuşkusuz. Kimi
anlarda zorluklar dayanma gücünü aşar. Acılar dayanılmaz olur. İnsan kalbi üstün
bir yardıma ve bir azığa ihtiyaç duyar. İşte burada yüce Allah'ın yardımı gelir.
Beklenen azık O Rahîm olan koruyucudan gelir.
Kuşkusuz bu prensip, denk ve açık güçlerin çarpıştığı durumlarda geçerlidir.
Savaşta, bu savaşan her iki grup da birtakım yaralar alacaktır. Çünkü her ikisi
de silahlanmış olarak savaşıyor.
Mümin toplum, birbirine denk olmayan ve açıktan yapılmayan bir savaş içinde de
kendini bulabilir. Ancak kural yine değişmez. Çünkü batıl hiçbir zaman huzur
bulamaz. Hatta galip gelmiş olsa da. O her zaman kendi bünyesinde iç
çelişkilerinden ve farklı gruplarının çekişmesinden ve bizzat kendisinin eşyanın
fıtratı ve tabiatına ters düşmesinden kaynaklanan acılarla karşılaşacaktır.
Bu durumda mümin toplumun yapacağı şey, acılara katlanması ve yıkılmamasıdır.
Şunu iyice bilmelidir ki, şayet kendisi acı çekiyorsa, aynı şekilde düşmanı da
acı çekiyordur. Acı çekmenin çeşitli yolları vardır. Yaralar birbirinden
farklıdır.. "Oysa siz Allah'tan onların beklemediğini bekliyorsunuz."
İşte derin teselli budur. İki grup arasındaki yol ayırımı burasıdır.
"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Kalplerin duygularını nasıl tedavi edeceğini bilir. Acı ve yäralarını
dindirecek şeyi kişiye gösterir.
İNSANLIK TARİHİNDE BENZERİ OLMAYAN BİR OLAY
Ele aldığımız ayetler grubu yeryüzünün bir benzerini tanımadığı, insanlığın
eşine rastlamadığı bir hikaye anlatmaktadır. Tek başına bu bile Kur'an'ın ve bu
dinin yüce Allah'ın katından olmasının zorunluluğunu göstermektedir. Çünkü
düşünceleri ne kadar yüksek, ruhları ne kadar saf ve tabiatları ne kadar düzgün
olursa olsun insanlığın Allah'tan gelen vahiy olmaksızın kendiliğinden şu
ayetlerin işaret ettiği düzeye yükselmesi mümkün değildir. Bu düzey, insanlığın
ancak bu ilahî metodun gölgesinde yükselebildiği bir çizgi çizmektedir ufka. Bu
ilâhî metodun dışında ona ulaşmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Bu olay, Medine'deki yahudilerin o aşağılık dağarcıklarındaki zehirli oklarını
İslâm ve müslümanlara fırlattıkları bir sırada gerçekleşiyordu. Nitekim bu
sûrede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde yahudilerin müslüman safta
çıkardığı fitnelerin bir bölümüne değinilmektedir.
Yahudilerin yalanlamalarını yaydıkları, müşriklerle birleştikleri, münafıkları
cesaretlendirdikleri, onlara yol gösterdikleri, birtakım söylentiler çıkarıp
kafaları karıştırdıkları; Hz. Peygamber'in önderliği vahiy ve peygamberlik
konusunda kuşkular yaydıkları, dışarıdan düşmanları üzerine çullanmaya
hazırlanmışken içerden İslâm toplumunu bozmaya çalıştıkları bir sırada... İslâm
henüz Medine'de yeni yeni gelişiyorken, cahiliye kalıntıları bazı ruhları
etkilemeye devam ediyorken, bazı müslümanlarla müşrik münafık ve bizzat
yahudiler arasındaki akrabalık ve çıkar bağları, müslüman saffın kaynaması ve
uyumu noktasında gerçek bir tehlike olmaya devam ediyorken...
Evet bu denli zor, tehlikeli, hem de çok tehlikeli bir dönemde, haksız yere
hırsızlıkla suçlanan bir yahudiyi temize çıkarmak ve bu yahudiyi itham altında
tutan Medineli Ensar'dan bir aileyi cezalandırmak için bu ayetler Resulullah'a
ve müslümanlara iniyordu. Oysa gerek kendi şahsı, gerekse peygamberliği, dini ve
getirdiği yeni inancı çevresinde kurulan tuzaklara karşı koymada kullandığı
hazırlığı ve ordusunu da Ensar oluşturuyordu.
Hangi, temizlik, adalet ve üstünlük bu düzeye ulaşabilir? Sonra hangi söz bu
düzeyi vasfedecek bir dereceye ulaşabilir. Bütün sözler, bütün yorumlar bütün
değerlendirmeler bu erişilmez zirvenin aşağısında kalacaktır. Bu zirveye
insanlar kendi kendilerine ulaşamazlar, hatta böyle bir şeyden haberleri bile
olamaz. Bu yüce, ulu ve nurlu ufka ulaşmak için Allah'ın metoduna uymaları
hariç.
Bu ayetlerin indiriliş sebebine ilişkin bir kaç kaynakta rivayet edilen hikaye
şöyledir: Ensar'dan bazıları -Katade b. Nu'man ve amcası Rufae Resulullah'la
(salât ve selâm üzerine olsun) birlikte bazı savaşlara katılmışlardır. Onlardan
birinin (Rufae'nin) zırhı çalınır. Tüm kuşkular, Ubeyrik oğulları denilen
Ensar'dan bir aileye mensup birinin üzerinde toplanıyordu. Zırhın sahibi gelip,
`Ta'me b. Ubeyrik zırhımı çaldı' diye Resulullah'a şikayet eder. (Bir rivayete
göre bu adam Beşir b. Ubeyrik'tir. Yine başka bir rivayete göre bu adam,
Sahabe'yi yeren şiirler söyleyen sonra da bunları bazı arapların üzerine atan
bir münafıktır.) Hırsız bunu görünce, zırhı alıp Zeyd bin Semin adında bir
yahudinin evine atar. Sonra da Aşiretinden bir gruba "Zırhı gizledim, onu
falanın evine attım. Orda bulurlar" der. Bunlar da Resulullah'a gidip ve "Ey
Allah'ın peygamberi, arkadaşımız bu ithamdan uzaktır. Zırhı çalan falancadır.
Bunu kesinlikle biliyoruz. İnsanların huzurunda arkadaşımızın suçsuz olduğunu
bildir ve onu savun. Şayet senin aracılığınla yüce Allah onun suçsuzluğunu
belirtmese helak olur" derler. Resulullah zırhın yahudinin evinde bulunduğunu
öğrenince kalkıp İbn-i Ubeyrik'i aklar ve insanların huzurunda suçsuzluğunu
bildirir. Henüz zırh Yahudinin evinde bulunmamışken hırsızın ailesi Resulullah'a
şöyle diyordu: "Katade b. Nu'man ve amcası, bir delil, bir ispat söz konusu
olmaksızın müslüman ve iyiliksever ailemizin bazı fertlerini hırsızlıkla
suçluyorlar." Katade diyor ki, `Resulullah'ın yanına gidip anlatmaya başladım.'
Ancak Resulullah `Müslümanlıkları ve iyiliksever kişiler oldukları bilinen bir
aileyi, delilsiz ispatsız hırsızlıklarını suçluyorsun?' buyurdu. Katade `Bunun
üzerine geri döndüm ve keşke malımın bir kısmı gitseydi de bu konuda
Resulullah'la konuşmasaydım dedim' der. Sonra amcam bana gelip `Ne yaptın
yeğenim?' dedi. Ben de Resulullah'ın bana söylediğini ona söyledim. Bunun
üzerine "Allah'tan yardım istenir" dedi. Çok geçmeden şu ayetler nazil oldu:
"Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın
gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma." Yani
Ubeyrik oğullarının. Ayetteki `Hasimen: koruyan, savunan ve mücadelesini yapan
demektir. "Allah'tan af dile". Yani Katade'ye dediklerin için.
"Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
"Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah,
hıyanete dalmış günahkarları sevmez."
"Bu kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken
insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah'tan saklayamazlar.
Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak güçtedir...
"Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü Allah'a
karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak."
"Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı
bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur." Yani Allah'tan af
dilerse onları bağışlayacaktır.
"Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir
iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur."
"Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı
seni yanıltmaya yeltenmişlerdir. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana
hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti indirerek sana
daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik
lütfu son derece büyüktür."
"Onların aralarında yaptıkları -çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki,
bu fısıltılı toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği, insanlar arasında
dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa
ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz." (Nisa Suresi, 112-114)
Bu Kur'an ayetleri nazil olunca Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) silahı
getirip Rufae'ye iade eder. Katade diyor ki, `Amcama, silahı götürünce (ki o,
cahiliyede kör -ya da gece görmez- birisiydi: Üstelik ben onu zayıf bir müslüman
görüyordum) ey kardeşimin oğlu, onu Allah yolunda bağışladım" dedi. O zaman
anladım ki gerçek anlamda bir müslümandır.' Bu ayetler nazil olunca Beşir gidip
müşriklere katılır. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Kim
doğru yolu iyice tanıdıktan sonra peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan
başka bir yola koyulursa kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da
cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."
"Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları
dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa
düşmüş olur."
Kuşkusuz sorun, bir grup insanın töhmet altında tuttuğu suçsuz birinin aklanması
değildir. Her ne kadar Allah'ın terazisinde suçsuz birinin aklanması büyük bir
ağırlıklı olay ise de sorun bundan çok daha önemlidir. Bu, şartlar ve durumlar
ne olursa olsun, insanların arzusuna ve soyuna eğilim göstermeyen, sevgi ve
öfkeye göre değişmeyen bir kriter yerleştirme sorunudur.
Sorun, bu yeni toplumun arındırılması, cahiliye ve ırkçılık kalıntılarının
giderilmesinin yanında içindeki beşeri zaafların tedavi edilmesi sorunuydu.
Çünkü iş insanlar arasında adaleti gerçekleştirmeyle ilgili olunca akide
konusunda bile hiçbir ayırıma gidilmemeliydi. Aynı zamanda, insanlık tarihinde
eşine rastlanmayan bu yeni toplumun; arzu, çıkar ve tarafgirlik lekesini
taşımayan, arzulara, eğilim ve şehvetlere göre değişmeyen, iyi, temiz, sarsılmaz
ve sağlam bir temele dayandırılması sorunuydu.
Olayı görmezlikten gelmek, bu kadar sıkı tutmamak, ayıplamamak, tüm gözlerin
görebileceği şekilde ortaya çıkarmamak, daha doğrusu bu şekilde sert ve belirgin
bir şekilde insanlar içinde utandırmamak için sebep çoktu.
Sebep çoktu; şayet yeryüzü değerleri egemen olsaydı, onlara başvurulsaydı. Ya da
bu metodun başvurduğu insanların mizan ve ölçüleri o olsaydı.
Bir kere ortada açık ve seçik bir sebep vardı. İtham edilen bir yahudiydi.
"Yahudi" ulusundan... O yahudi ki, sahip olduğu hiçbir zehirli okunu İslâm ve
müslümanlara açılan savaşta onların aleyhinde kullanmasın. O yahudiler ki, o
sene müslümanlara iki acı birden tattırmışlardı. (Yüce Allah bunun böyle
olmasını dilemiştir.) O yahudi ki, ne hak, ne adalet ne de insaf bilir. O yahudi
ki, müslümanlarla ilişkilerinde kesinlikle bir tek ahlâkî değere itibar etmez.
Bir diğer sebep de söz konusuydu. Bu da Ensar'la ilgili bir konuydu. Muhacirleri
barındıran ve onlara yardımcı olan Ensar. Bu olay nedeniyle bazı aileleri
arasında şiddetli kin baş gösteren Ensar. Oysa Yahudi'nin töhmet altında
tutulması düşmanlık gölgesini uzaklaştırabilirdi.
Burada bir üçüncü sebep de vardı: Yahudiye, Ensara yönelteceği zehirli bir ok
vermemek. Çünkü bazısı bazısından malını çalmış sonra da yahudiyi itham
etmişlerdi. Yahudiler teşhir etmek ve tehlike yaratmak için bu fırsatı
kaçırmazlardı.
Ancak sorun bunların tümünden de önemliydi. Bu tür basit çıkarlardan çok daha
büyüktü. Bunların tümü İslâm'a göre son derece değersiz şeylerdir. Söz konusu
olan, yeryüzü halifeliğinden ve insanlığa önder oluşundan kaynaklanan
sorumluluklarını yerine getirebilmesi için bu yeni kitlenin eğitimiydi. Çünkü
insanlığın bildiği her şeyden üstün olan bu ilahi metod iyice netleşmediği ve
pratik hayatına yerleşmediği sürece, bu kitlenin yeryüzüne halife olması ve
insanlığa önderlik yapması mümkün değildir. Bünyesini iyice arındırmadığı,
beşeri zaaftan ve cahiliye kalıntılarından kaynaklanan bulanıklıkları
gidermediği ve insanlar arasında adaletle hükmetmesi için, tüm yeryüzü
değerlerinden, basit ve yüzeysel çıkarlarından ve insanların görmezlikten
gelinmeyecek denli büyük bir şey kabul ettikleri tüm koşullardan soyutlanmış,
adil bir kriteri kendi bünyesinde oluşturmadığı sürece bu fonksiyonunu yerine
getirmesi mümkün değildir.
Yüce Allah, o zaman bir yahudinin başından geçen bu olayı özellikle seçmiştir. O
güne kadar Medine'de müslümanlara iki defa ihanet eden, onların aleyhlerine
müşrikleri bir araya getiren, aralarındaki münafıkları destekleyen,
dağarcığındaki hile, deneyim ve bilgileri bu dinin aleyhinde kullanmak için
fırsat kollayan yahudi. Hem de müslümanların Medine'deki hayatlarının en zor
döneminde. Her yönden düşmanlıklarla kuşatıldıkları bir sırada ve bütün bu
düşmanlıkların arkasında yahudinin bulunduğu bilindiği halde.
Yüce Allah, böyle bir ortamda meydana gelen bu olayı seçmekle, müslüman cemaate
aktarmak istediğini söylemek ve öğretmek istediğini bu münasebetle öğretmek
istiyordu.
Bu yüzden burada; yalana, uydurmaya, örtmeye ve süslü göstermeye imkan yoktur.
İşlenen hatayı örtbas etmek, yapılan kötülüğü görmezlikten gelmek için dalavere
yapmaya imkan yoktur.
Burada, müslüman kitlenin görünürdeki çıkarlarını düşünmeye ve bu kitleyi
kuşatan geçici koşulları gözetmeye de imkan yoktur.
Buradaki sorun son derece ciddî ve nettir. Yağcılığa ve cıvıklığa tahammül
etmez. Kuşkusuz bu ciddiyet şu ilahî metodun gereği ve temelidir. Bu ilâhî
metodu yeryüzünde tatbik edip yaymak, hazırlanan bu ümmetin görevidir. İnsanlar
arasında adaleti uygulama, evet Allah'tan gelen vahiy ve onun yardımı olmadan
insanların ulaşamadığı hatta varlığından bile habersiz oldukları şu yüksek
adaleti uygulamak onun görevidir.
İnsan şu erişilmez zirveden, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm toplumların içinde
yaşadığı aşağılık duruma bakınca... her yönüyle, çok alçak bir hayat
yaşadıklarını görür. Ayrıca bu ulu zirve ile şu aşağılık durum arasında;
kurnazlık, iki yüzlülük, politika, toplum menfaati gibi bir sürü isim ve etiket
altında yığınlarca aşılmaz kayanın bulunduğunu görür. İnsan biraz dikkatlice
bakınca bunun altında kötülüklerin gizlendiğini görür. İnsan bir daha bakınca,
sadece müslüman ümmet örneğinin bu aşağılık düzeyden yüce zirveye çıkabildiğini
görür. Tarih boyunca zaman zaman örnekleri görülen bu ümmetin, eşsiz ilahi
metodun yönelttiği bu zirveye ulaştığını görür.
Geçmiş ve çağdaş cahiliye toplumlarında "adalet" ismini verdikleri kokuşmuş
bataklığa gelince; böylesine temiz ve üstün bir havada üstündeki örtüyü kaldırıp
ortalığı kokutmanın yararı yoktur.
Şimdi de bu derste geçen ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele alalım:
105- Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında
Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.
106- Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
107- Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah
hıyanete dalmış günahkarları sevmez.
108- Bu kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara
bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah'tan
saklayamazlar. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak
güçtedir.
109- Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü onları
Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak.
Şu ifadede bir kesinlik algılıyoruz. Hakkın yerini bulması için bir kızgınlık,
adaletin gerçekleşmesi için bir çaba beliriyor bu kesinlikten. Ayetin
atmosferinden bu husus ilk anda belirmekte ve etrafa yayılmaktadır.
Öncelikle bu husus, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) hak içerikli
kitabın insanlar arasında Allah'ın kendisine gösterdiği şekilde adaletle
hükmetmesi için indirildiğinin hatırlatılmasından ve bu hatırlatmanın ardından
onları savunmak ve temize çıkarmaya çalışmak suretiyle hainlere taraf olmaktan
sakındırılmasından ve bu girişimden dolayı Allah'tan bağışlanma dilemeye
yöneltilmesinden anlaşılmaktadır.
"Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın
gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma"
"Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Sonra, bu sakındırmanın tekrarlanmasından ve Peygamberin temize çıkarmaya
çalıştığı bu hainlerin kendilerine ihanet etmiş kişiler olarak
nitelendirilmesinden ve yüce Allah'ın günahkar hainleri sevmediği sonucuna
bağlanmasından da anlaşılmaktadır:
"Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah
hıyanete dalmış günahkarları sevmez."
Onlar görünürde başkalarına ihanet etmişler ama gerçekte kendi kendilerine
hıyanet etmişler. Onlar topluma ve ilahi sisteme ihanet etmişlerdir. Bu
metodun onlarla sivrildiği ve belirginleştiği ilkelerine ihanet
etmişlerdir. Mensubu bulundukları topluma verilen emanete ihanet etmişlerdir.
Sonra onlar bir başka açıdan da kendilerine ihanet etmişlerdir. Sonucunda
şiddetli bir cezayı gerektiren günaha dalmakla kendilerine ihanet etmişlerdir.
Çünkü Allah onları kınamakta ve işledikleri günahtan dolayı cezalandırmaktadır.
Kuşkusuz bu, kendi kendine ihanettir. Kendi kendilerine ihanetlerinin üçüncü
şekli de, kişiliklerini, başkalarına iftira atmak üzere sözbirliği yapmak, yalan
ve ihanetle kirletmeleridir.
"Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkârları sevmez."
Bu ceza, diğer tüm cezalardan daha büyüktür. Aynı zamanda, beraberinde başka bir
anlam da taşımaktadır bu ifade. Buna göre Allah'ın sevmediği kişileri savunmak
ve onları korumak değildir. Çünkü günah ve ihanetlerinden dolayı yüce Allah
onları kınamıştı.
Günah ve ihanetle vasıflandırmayı, bu günahkâr hainlerin tuttuğu yolun tasvir
edilmesi takip etmektedir:
"Bazı kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken
insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında bulunan Allah'tan
saklayamazlar."
Kuşkusuz bu, küçümseme ve alaya almayı çağrıştıran bir maskaralık tablosudur.
İçindeki basitlik ve çarpıklıktan dolayı maskaralıktır. Çünkü onlar, hile,
komplo ve ihanetlerini tasarlarken bu davranışlarının kendilerine hiç bir yarar
ya da zarar dokundurma imkanları bulunmayan insanlardan saklıyorlar. Bu arada
yapacaklarını tasarlarken gerçek anlamda yarar ya da zarar dokundurmaya gücü
yeten yüce Allah yanlarındadır. Niyetlerini saklayıp etraflarına açıklamazken,
sözlerini O'nun hoşlanmadığı şekilde süslerken onlardan haberdardır. Bu derece
rezil olmayı ve alaya alınmayı hakkeden başka bir konum var mıdır?
"Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisiyle kuşatacak güçtedir."
Bütünüyle ve kesinlikle... O halde tasarladıklarıyla nereye gidecekler? Onlar
yapmayı tasarlarken bile Allah yanlarındadır. Allah herşeyi kuşatmıştır. Onlar
da O'nun gözetimi altındadırlar, O'nun denetimindedirler. Hainleri savunan
herkese kızgınlık kokan bu saldırı böylece sürmektedir:
"Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz, peki kıyamet günü onları
Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak."
"Kıyamet günü bir savunucuları ya da vekilleri bulunmayacaktır."
O halde o dehşetli günde kendilerini savunmadıktan sonra dünyada
savunmanın ne yararı vardır?
Günahkar hainlere yönelik bu kızgın saldırıdan, onları savunan ve temize
çıkarmaya çalışanlara yönelik bu sert azarlamadan sonra; bu tür davranış ve
sonuçlarına ilişkin genel bir kuralın belirlenmesi yer almaktadır. Bundan dolayı
yapılacak sorgu ve verilecek cezanın aynı zamanda tüm cezaların dayanması
gereken adalet kuralı yerleştirilmektedir. Yüce Allah bu kural uyarınca
kullarına muamele etmektedir. Kullarından da aralarındaki uygulamalarda bu
kuralı eksen edinmelerini istemektedir. Bu konuda Allah'ın ahlâkı -adalet
ahlâkı- ile ahlâklanmalarını istemektedir.
110- Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af
dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur.
111- Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir
ve hakimdir.
112- Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık
bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur.
Bu üç ayet, yüce Allah'ın kullarıyla olan ilişkisinin dayandığı genel
prensipleri belirlemektedir. Kullar da birbirleriyle ilişkilerinde bu
prensiplere uyabilirler. Allah ile olan ilişkilerinde bunlara uymuş olsalar hiç
bir zarara uğramazlar.
Birinci ayet, tevbe kapısının iki kanadını ve bütün genişliğiyle bağışlanma
kapısını sonuna kadar açıyor. Böylece tevbe eden her günahkârda bağışlanma ve
kabul görme ümidi doğuruyor: "Kim bir kötülük işler ya da kendine
zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak
karşısında bulur."
Tevbe edip bağışlanma dileyerek Allah'a yönelenler onu bağışlayıcı ve merhamet
edici görürler. Kuşkusuz bir kötülük işleyen başkasına ve kendisine haksızlık
eder. Şayet kötülük şahsını aşınıyorsa o zaman da yalnızca kendisine haksızlık
eder. Her iki durumda da bağışlayıp esirgeyen yüce Allah her an için bağışlanma
dileyenleri kabul eder, ona tevbe ederek yöneldikleri sürece onları bağışlar,
merhamet eder. Bu şekilde kayıtsız, şartsız, engelsiz ve
kapıcısız... Tevbe edip bağışlanma dileyenler her zaman Allah'ı affedici ve
merhamet edici bulacaklardır.
İkinci ayet, bireyin sorumluluğunu yerleştirmekte ve ceza konusunda İslâm
düşüncesi bu kurala dayanmaktadır. Bu da her kalbe, korku ve güven duygusunu
bahşetmektedir. İşlediğinden ve kazandığından dolayı da kendisini güvencede
hissetmesini sağlamaktadır.
"Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir ve
hakimdir."
Kilise düşüncelerinde sözü edildiği gibi, İslâm'da, miras kalan bir suç anlayışı
yoktur. Kişinin kendi cezasını çekmesi dışında, başkası adına ceza çekmesi söz
konusu değildir. Bu durumda her kişi, yaptığı şeyden sakınmak ve yapmadığı
şeyden dolayı sorgulanmayacağından emin olmak üzere özgürdür. İşte bu eşsiz
düşüncede yer alan olağanüstü denge. Kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinin
özelliklerinden ve ilkelerinden biridir. Çünkü İslâm, fıtratı tatmin eder,
insanoğlunun davranışları için mihenk edinmesi istenen mutlak adaleti
gerçekleştirir.
Üçüncü ayet de bir suç işleyip sonra da onu suçsuz birine yükleyenin
sorumluluğunu belirlemektedir. Bu durum söz konusu grubun durumuna uygun
düşmektedir:
"Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir
iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur."
Hem masum birine iftira atmanın günahını, hem de o suçu bizzat işlemenin yükünü
birlikte taşıyacaktır. Manayı iyice öne çıkarıp güçlendiren Kur'an'ın tasvirli
ifadesinin somutlaştırdığı gibi bunlar, taşınacak yüktürler sanki.
Kur'an-ı Kerim belirlediği bu üç kural ile, her ferdin yaptıkları ile hesaba
çekileceği adalet terazisini tablolaştırmaktadır. Bu terazi, suçunu başkasının
üzerine atmakla hiç bir suçlunun yakasını bırakmaz. Aynı zamanda tevbe ve
mağfiret kapısını sonuna kadar açık tutmaktadır. Kapıları çalıp duran şu
bağışlanma dileyen tevbekârlar, her an Allah'la buluşabilirler. Hatta izin
istemeden bile huzura girip rahmet ve bağışlanma dilerler.
Son olarak yüce Allah, geceleyin komplolar kuranların peşine düşmekten koruması,
anlaşmalarından haberdar etmesinden dolayı peygamberine yaptığı iyiliği
belirtiyor. Öyle ki, bu adamlar anlaşmalarını tüm insanlardan gizleyebildikleri
halde Allah'tan gizleyememişlerdi. -Çünkü hoşlanmadığı sözü tasarlarlarken yüce
Allah yanlarındaydı- Ardından yüce Allah, kendisine kitap ve hikmet indirmekle
ve bilmediğini öğretmekle yaptığı en büyük iyiliği hatırlatmaktadır
peygamberine. Kuşkusuz bu, öncelikle Allah yanında en şerefli ve ona en yakın
olanın şahsında tüm insanlığa yapılmış bir iyiliktir:
113- Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı,
onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdi. Oysa onlar sadece kendilerini
yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah, kitabı ve hikmeti
indirerek sana, daha önce bilmezliğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz
Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür.
Kuşkusuz bu çaba, peygamberin düşmanlarının onu haktan, adaletten ve doğruluktan
saptırmak için sarf ettikleri çeşitli renkten ve türden çabanın sadece bir
tanesidir. Ancak her defasında yüce Allah, lütfu ve rahmetiyle onu korumuştur:
Düzenbaz komplocular hep kendilerini yanıltmış, kendileri sapıklığa dalıp
gitmişlerdir. Peygamberimizin hayatı bu tür çabalarla doludur. Onun kurtuluşu ve
doğruyu bulması, komplolar düzenleyenlerin de sapıtmaları ve zarar etmesiyle
sonuçlanmış tüm çabalar...
İşte yüce Allah bu lütfu ve rahmetini hatırlatmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın
lütfu ve rahmeti sayesinde, kendisine hiçbir zarar veremeyeceklerini bildirerek
güven vermektedir ona.
Bu son komplodan koruması, masum birine haksızlık etmekten, suçluyu da
aklamaktan kurtarması, kendisi için gerçeği olduğu gibi ortaya çıkarıp
komplocuları göstermek sûretiyle yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Hz. Peygambere bu
münasebetle, daha büyük olan peygamberlik nimeti de hatırlatılıyor.
"Allah kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmediğin gerçekleri
öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür."
Yeryüzünde Allah'ın "insan" türüne yaptığı bir lütuftur bu. İnsanlık bu !
lütufla birlikte yeniden doğmuştur adeta. Bu lütuf, ilk ruhun nefesiyle ilk defa
nasıl meydana gelmişse öylesine, yeni baştan meydana gelmesidir insanlığın.
İnsanlığı eşsiz ve olağanüstü ilahi hayat metodu aracılığıyla cahiliye
bataklığından erişilmez zirveye çıkma çabasına daha da yükselten bir nimettir
bu.
Bu nimetin değerini, hem İslâm'ı hem de -eskisi ve çağdaşıyla- cahiliyeyi
tanıyan; İslâm'ı da cahiliyeyi de tadan bilebilir.
Yüce Allah'ın bu nimeti, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a
hatırlatmasına gelince; bunun nedeni, Resulullah'ın bu nimeti ilk defa öğrenen
ve tanıyan olmasıdır. Bunu bilip tadan en büyük insan olmasıdır. En iyi bileni
ve en çok tadına varanı olmasıdır. "Daha önce bilmediğin gerçekleri
öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür."
ŞEYTANIN DOSTLARI
Bu ders, birçok noktada, geçen dersle bağlantılıdır. Bir kere bazı ayetleri,
Beşir b. Ubeyrik'in irtidat etmesi, Resulullah'a zıt düşmesi ve bu derste
düşüncesi, ahmaklığı, şeytanla ilişkileri ve şeytanın üzerindeki etkinliği, söz
konusu edilen cahiliye hayatına yeniden dönmesi gibi yahudi olayından sonra
meydana gelen olayları yorumlamak ve değerlendirmek için nazil olmuştur ayetler.
Bu arada yüce Allah'ın kendisine ortak koşulmasını bağışlamadığı, bunun
dışındaki günahları dilediğine bağışladığı da bildirilmektedir. İkinci olarak bu
ders; fısıldaşma ve komploları söz konusu etmektedir. Geceleyin kararlaştırıp
fısıldaştıkları, bu olayda olduğu gibi, gizli konuşmalarının çoğunda iyilik
namına birşeyin bulunmadığını belirtmektedir. Bu arada yüce Allah'ın sevdiği
fısıldaşma çeşitlerini de açıklamaktadır. Buna göre, hayır, iyilik ve insanların
arasını bulmak amacıyla fısıldaşmak yüce Allah'ın hoşnud olduğu bir davranıştır.
Bu ve diğer fısıldaşmanın karşılığının yüce Allah'ın katında olduğunu da
belirtmektedir. Son olarak, yüce Allah'ın, yapılan işleri onlarla
değerlendirdiği adil kuralları bildirmektedir. Bu kurallar hiçbir insanın arzu
ve isteğine uymaz. Ne müslümanların ne de Ehl-i Kitab'ın... Yalnızca yüce
Allah'ın mutlak adaletine ve şayet insanların arzusuna uyacak olursa, göklerle
yerin düzeninin bozulacağı belirtilen hakka döndürülmektedir.
Bu açıdan ders, konu ve yöneliş bakımından geçen dersle aynı yollarda
birleşmektedir.
Sonra ders, eğitsel ve toplumsal düzenden kaynaklanan üstünlüğüyle, insanlığa
önderlik yapan bir ümmet olması hedeflenen bu kitlenin hazırlanması, içindeki
beşeri zaaf ve cahiliye toplumu kalıntılarının giderilmesi ve her alanda
birlikte savaşa girişmesi amacına yönelik hikmetli eğitim metodu aşamalarından
birini oluşturmaktadır. Bu, çeşitli konularıyla sûrenin üzerinde durduğu ve
bütünüyle Kur'an'ın eğitim metodunun yöneldiği bir amaçtır.
114- Onların aralarında
yaptıkları çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu fısıltılı
toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği
emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa
ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz.
Kur'an-ı Kerim'de, müslüman toplum ve müslüman önderlikten uzak, geceleyin
herhangi bir şey kararlaştırmak üzere toplanmak şeklindeki fısıldaşmaya ilişkin
yasak, sık sık tekrarlanmaktadır. İslâmî eğitim, aynı şekilde İslâm düzeni; her
insanın problemini ya da derdini getirip peygambere açmasını öngörmektedir.
Ancak şayet, insanlar arasında yayılmasını istemediği özel bir işse, bunu
gizlice açacaktır. Yok eğer bu, kişiye özgü bir durum olmayıp genel konulara
ilişkin olursa o zaman da açıkça soracaktır.
Bu prensibin hikmeti; müslüman toplumda "hizipleşmenin" oluşmaması ve çeşitli
grupların, düşünce ve problemleriyle ya da fikir ve amaçlarıyla bütünden
ayrılmamalarıdır. Müslüman toplumda bir grubun geceleri herhangi bir şey
kararlaştırmaması, dolayısıyla toplumun önceden kararlaştırılmış bir şeyle
karşılaşmaması, ya da gizlice bir şey kararlaştırıp onu toplumdan saklamamaları
içindir bu prensip. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar onu Allah'tan saklayamazlar.
O'nun hoşuna gitmeyen sözü geceleyin kararlaştırırken de onların yanındaydı.
Bu konu, müslüman toplumdan ve onun önderliğinden ayrı, fısıldaşmayı ve geceleri
bir şeyler kararlaştırmak üzere buluşmayı yasaklayan konulardan biridir.
Kuşkusuz müslüman toplumun meclisi mescitti. Orada buluşur, namaz kılmak ve
hayat sorunlarını görüşmek için orada toplanırlardı. Müslüman toplum bütünüyle
açık bir toplumdu; savaş ve diğer dönemlerdeki askeri sırlar ve sahibinin
dillerde dolaşmasını istemediği çok özel sorunlar dışında, tüm problemler genele
sunulurdu. Bu yüzden bu açık toplum, son derecè temiz ve serbest bir atmosfere
sahipti. Toplumun ya da prensiplerinden birinin aleyhinde komplolar hazırlamak
isteyen genellikle münafıkların dışında hiç kimse, toplumdan habersiz geceleri
bir şeyler kararlaştırmak için bir kenara çekilemez. Bu yüzden çoğu yerlerde
fısıldaşma, münafıklığa yakın bir davranış kabul edilmiştir.
Bu gerçek bizim için son derece yararlıdır. Buna göre müslüman toplum, böyle bir
görünümden uzak bulunmalıdır. Her ferd, düşüncesini ya da karşısına çıkan bir
plan, bir hedef veya bir problemi, topluma ve onun genel liderliğine açmalıdır.
Kur'an ayeti, burada bir çeşit fısıldaşmayı bu hükmün dışında tutmaktadır.
Görünüm itibariyle fısıldaşmaya benzese bile aslında ayrı bir şeydir bu:
"Meğerki bu fısıltılı toplantıların amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve
insanlar arasında dirliği emretmek olsun."
Bunun anlamı; iyilik sever bir insanın diğer bir iyilik sever insana,
"Gel falancaya yardım edelim, kimsenin bilmediği bir ihtiyacının farkına
vardım." Ya da "Gel şu iyiliği yapalım veya insanları iyilik yapmaya teşvik
edelim." Ya da "Gel falanca ile falancayı barıştıralım, ikisinin dargın olduğunu
biliyorum" demesidir. İyiliksever kişilerden oluşan bir grubun, yukarda
saydığımız işlerden birini yerine getirmek için bir araya gelmesi ve gizlice bir
işi yapmak üzere anlaşmaları, fısıldaşma ve gizli buluşma değildir. İyiliksever
bir insanın, kendisi gibi iyiliksever insanlara gizlice bildiği ya da düşündüğü
bir iyiliği yapmalarını emretmesi, görünürde gizli fısıldaşmaya benzemesine
rağmen, "emr" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir.
Ancak bir tek şartla; o da Allah'ın rızasını gözetmek olmalıdır.
"Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacı ile yaparsa ilerde
kendisine büyük bir mükafat vereceğiz."
Bu gizli fısıldaşma, falana yardım etmek ve falanca ile falancayı
barıştırmak konusunda nefsin arzularına alet olmamalıdır. Kişinin, -vallahi çok
iyi adamdır- yardım etmeyi ve iyiliği teşvik ediyor, insanları barıştırmak için
didiniyor diye ün salması amacına yönelik olmamalıdır. Bu iyilikle, Allah'a
yapılan içten yöneliş, hiç bir leke ile bulaşmamalıdır. İşte burası, bir iş
yapan ve bununla Allah'ın hoşnutluğunu kazanan O'nun sevabını hak eden bir
adamla, aynı işi yapmasına rağmen Allah'ın gazabını hakkeden ve bu işi
kötülükler hanesine kaydedilen diğer bir adam arasındaki yol ayrımıdır.
115- Kim bu yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de
müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa
bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.
116- Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları
dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa
düşmüş olur.
Bu ayetler grubunun indiriliş sebebine ilişkin; Beşir b. Ubeyrik'in "doğru yolu
iyice tanıdıktan sonra" irtidat edip müşriklere katıldığı, müslüman saflarda yer
alıyorken, müminlerin yolundan başka bir yola koyulduğu anlatılmıştır. Ancak
hüküm geneldir. Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşmenin her
çeşidine uygulanır ve hepsini de karşılar. Ona zıt düşmek küfürdür, şirktir,
irtidattır. Bu hüküm, adı geçen eski olaya uygulandığı gibi benzeri her duruma
da uygulanır.
Meşakke "şakke" kelimesi sözlükte, birinin başkasının tuttuğu tarafın zıddını
tutması anlamına gelir. Buna göre, peygambere zıt düşen, O'nun tuttuğu, saff,
taraf ve yana karşıt bir yan, taraf ve saff edinmiş demektir. Bunun anlamı, tüm
hayatı için onun hayat metodundan başka bir hayat metodu edinmesi ve O'nun
yolundan başka bir yol seçmesidir. Oysa peygamber (salât ve selâm üzerine
olsun); Allah katından inanç ve kulluk belirtilerini kapsadığı kadar, insan
hayatının tüm yönlerine yönelik bir şeriat ve realist düzen de kapsayan eksiksiz
bir hayat metodu getirmiştir. İnanç ve kulluk belirtileri ile şeriat ve hayat
düzeni, bu metodun gövdesini oluştururlar. Öyle ki, gövdesi bölünüp bir tarafı
alınır diğer tarafı bırakılırsa, bu ilahi hayat metodunun ruhu yok olur.
Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşenler; bütünüyle O'nun
getirdiği metodu inkar edenler yada bir tarafını alıp diğer tarafını bırakmak
suretiyle bir kısmına inanan diğer kısmını reddeden herkestir.
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti; kendilerine bir peygamber göndermeden,
onlara doğru yolu açıklamadan, kendileri iyice tanımadan sonra da sapıklığı
seçmeden insanlara, azap etmemeyi ve onları en kötü dönüş yeri olan cehenneme
atmamayı gerektirmiştir. Kuşkusuz bu, şu zayıf yaratığa yönelik, yüce Allah'ın
geniş ve engin rahmetidir. Doğru yolu iyice tanıdıktan, yeni sistemin Allah
katından geldiğini öğrendikten sonra, bu konuda Resulullah'a (salât ve selâm
üzerine olsun) zıt düşüp, ona uymazsa, itaat etmezse ve kendisine bildirilen
ilahî sistemden hoşnut olmazsa o zaman yüce Allah, kendisine sapıklık nasip
eder; koyulduğu tarafa doğru gitmek üzere bırakır ve onu yöneldiği kafirlere,
müşriklere katar. Böylece ayette anlatılan azabı hakkeder.
"Kim doğru yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin
yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır,
sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir varış yeridir."
Ayet-i kerime, bu kötü ve iğrenç dönüş yerini hakketmenin nedenini şu şekilde
belirtmektedir: Allah'ın bağışlaması şirk dışında her şeyi kapsamaktadır ve
müşrik olarak ölen bağışlanmayacaktır:
PUTPEREST EFSANELERİ
"Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki
suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir
sapıklığa düşmüş olur."
Bu cüzde daha önce geçen benzeri ayetin açıklamasında söylediğimiz gibi Allah'a
ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski cahiliyelerde görülen; açıkça
Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde gerçekleşebildiği gibi, yüce
Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu özellikleri bazı insanlara
tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı Kerim'in "Hahamlarını ve
papazların Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe Suresi, 31) dediği
yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına ve
papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında onlara
kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller
belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara
vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında,
emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha
kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı." (Beyyine Suresi, 5)
Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma kapısının açık olmasına
rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için bağışlanma söz konusu
değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin, bağışlanma dairesinden
çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle iyilik ve doğruluğun
sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş
olmasıdır:
"kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı, ölümden bir saat önce de
olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak can boğaza dayandığı
halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık azabı hakketmiş
demektir.
"Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."
Daha sonra ayet-i kerime, Arap cahiliyesinin şirki ile beraber saplantılardan
ibaret bazı inançlarına değinmektedir. Yüce Allah''ın -Melekleri- kız edindiği
ve şeytana ibadet etmeleri konusunda uydurdukları masalları sıralamaktadır.
Araplar, Meleklere ve onları temsilen diktikleri putlara ibadet ettikleri gibi,
şeytana da ibadet ediyorlardı. Bu arada ayet-i kerime, ilâhlara adanmış
hayvanların kulaklarını yarmak veya kesmek gibi bazı ibadetlerini de
vasfetmektedir. Yüce Allah'ın yaratıklarını değiştirmelerini ve Allah'a şirk
koşmalarını anlatmaktadır. Bu durumun, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtrata
aykırı olduğunu belirtmektedir:
117- Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar.
Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir.
118- O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca "Kesinlikle kullarının belirli bir
bölümünü kendi tarafıma alacağım. "
119- Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine
davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını
değişikliğe uğratmalarını emredeceğim " demiştir. Kim Allah'ı bırakıp şeytanı
dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat
şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir.
Cahiliye döneminde Araplar, Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia
ediyorlardı. Sonra da bu Melekler adına heykeller dikip; "Lat, Uzza, Menat" gibi
kadın isimlerini takıyorlardı bu heykellere. Allah'ın kızlarının heykelleri
oldukları gerekçesiyle ve dolayısıyla onlar aracılığı ile Allah'a yaklaşmayı
umarak kulluk yapıyorlardı bu putlara. Bu durum en azından işin başında
böyleydi. Ancak giderek efsanenin aslını unutmuşlar, bu putlara direk ibadet
etmeye başlamışlardı. Hatta şu dördüncü cüzde açıkladığımız gibi her türlü
taşa ibadet edecek duruma gelmişlerdi.
Aynı şekilde bazıları doğrudan doğruya şeytana tapıyordu. Nitekim Kelbi;
Hazze'den Melihoğullarının cinlere ibadet ettiğini anlatmaktadır.
Ancak buradaki ayetin anlamı daha geniştir. Buna göre onlar, bütün şirklerinde
şeytana yalvarmak ve ondan yardım dilemek durumundaydılar. Oysa bu şeytan,
babaları Adem'in başından geçen kıssanın kahramanıdır. Allah'ın emrine isyan
etmesinden ve insanlara düşman olmasından dolayı Allah'ın lanetine uğramıştır.
Kovulup lanete uğradıktan sonra, insanlara olan kini, Allah'ın himayesine
sığınmayanları saptırmak için yüce Allah'tan izin istemeye sürüklemiştir onu:
"Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında
onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir."
"O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca, "Kesinlikle kullarının belirli bir
bölümünü kendi tarafıma alacağım."
"Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine
davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını
değişikliğe uğratmalarını emredeceğim" demiştir."
Onlar, -eski düşmanları- şeytana yalvarıyorlar. Ondan ilham alıyorlar.
Bu sapıklıklarından dolayı ondan destek istiyorlar. Oysa bu şeytanı, yüce Allah
lanetlemiştir. O da Ademoğullarının bir bölümünü saptırmak istediğinï, yalancı
lezzetlerden, boş mutluluklardan ve sonuçta cezadan kurtarmaktan söz edip,
azgınlık yolunda yalancı kuruntularla oyalayacağını açıkça söylemişti. Ayrıca
insanları çirkin davranışlara; efsaneleri süslü göstermek suretiyle, akıl almaz
tapınmalar uydurmaya sürükleyeceğini açıklamıştı. Bu tür ibadetler arasında,
Allah'ın yasaklaması söz konusu olmaksızın bundan böyle binilmesini veya
yenmesini yasaklamak için bazı hayvanların kulaklarını kesmek, vücudun bazı
kısımlarını kesmek şeklinde Allah'ın yarattığını ve fıtratını değiştirmek yada
köleleri iğdiş etmek ve cilde dövme yapmak, hayvan ve insan vücudunda bir takım
değişiklikler yapmak gibi İslâm'ın yasakladığı bir çok değişiklik ve bozmalar
yer almaktadır.
İnsanın, kendisine bu şirki ve onun doğurduğu putçu ibadetleri emredenin -eski
düşmanı- şeytan olduğunu düşünmesi, en azından düşmanının kurduğu tuzağa karşı
içinde bir sakınma duygusunun uyanmasını sağlar. İslâm, en başta gelen savaşı,
insanla şeytan arasında başlatmıştır. Müminin tüm gücünü şeytanı ve onun
yeryüzünde yaydığı kötülüğü savmaya, Allah'ın sancağı altında, onun hizbinde yer
alıp şeytan ve hizbine karşı koymaya yöneltmektedir. Bu, silahların susmadığı
sürekli bir savaştır. Çünkü şeytan, kovulduğu ve lanete uğradığı günden beri,
ilan ettiği bu savaştan usanmaz. Mümin de bu gerçeği unutmaz, savaştan
vazgeçmez. O, ya Allah'ın dostu ya da şeytanın dostu olması gerektiğini, bunun
ortasının mümkün olmadığını çok iyi bilmektedir. Şeytan onun nefsinde, nefse
verdiği şehvet ve taşkınlık duygularında, kendisine uyan müşriklerin ve tüm
kötülük taraftarlarının şahsında da ona karşı savaşa girişir. Bu, hayat boyu
kesintisiz sürecek tek bir savaştır.
Kim dost olarak Allah'ı tercih etmişse kuşkusuz kurtulmuş ve büyük kazanç elde
etmiştir. Kim dost olarak şeytanı seçmişse o da zarara uğramış ve mahvolmuştur.
"Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış
olur."
Kur'an'ın akışı, şeytanın dostlarına karşı davranışını, oyalama
durumunu örnek olarak, tasvir etmektedir.
"Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat
şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey
değildir."
İnsan fıtratını, iman ve tevhitten saptırıp küfür ve şirke bulaştıran
bu belirgin oyalamadır. Şayet bu oyalama olmasaydı fıtrat yoluna devam edecek,
yol göstericisi, kılavuzu iman olacaktı.
Kuşkusuz bu, apaçık bir oyalamadır. Bu durumda şeytan, insana kötü davranışını
süsleyip bu davranışım, güzel görmesine neden olmakta, isyan yoluna kazanç ve
mutluluk vaadlerinde bulunmakta, yol boyunca azgınlık yapmasına yardımcı
olmaktadır. Yaptıkları sonucunda kurtulacağı kuruntusuna daldırmakta, böylece
güven verip helak edici yola devam ettirmektedir:
"Fakat şeytanın onlara verdiği vaadler aldatmacadan başka bir
şey değildir."
Sahne bu şekilde canlandırılıp, eski düşman ipleri bağlayarak, tuzaklar
kurarak kurbanlarının düşmesini bekler durumda gözler önüne getirilince, eksik
ve sönük tabiatlardan başkasının şaşkınlığı sürmez, uykuda kalmaz. Hiç bir şeye
aldırmadan, hangi yolu tutacağını, Hangi ışıkla yolunu bulacağını bilmeye
çalışmadan olduğu gibi kalmaz.
Bu uyarıcı mesaj, vicdanlarda etkisini gösterip, savaşın ve bulunulan konumunun
gerçek durumunu tasvir ettikten sonra, yolun sonunda karşılaşılacak akıbeti
açıklayan ayetin devamı gelmektedir. Şeytanın oyaladığı, kendi zannını
doğrulattığı ve daha önce açıkladığı iğrenç niyetini uygulattığı kişilerle,
Allah'a karşı gerçekten inanmalarından dolayı onun iplerinden kurtulanları
bekleyen sonuç açıklanmaktadır. Gerçek anlamda Allah'a inananlar, bu şeytandan
üstündürler. Çünkü şeytana -Allah'ın laneti üzerine olsun- yalnızca sapıkları
azdırma izni verilmiştir. Allah'ın samimi kullarına dokunmasına müsade
edilmemiştir. Çünkü Allah'ın sağlam ipine iyice yapıştıkları sürece, bu kullar
karşısında şeytan son derece zayıftır:
Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış
olur."
"Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın
onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."
121- İşte bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulma
imkanı bulamazlar.
122- İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi
olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim
Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.
İşte cehennem!.. Şeytanın dostlarının oradan kurtulmaları mümkün değildir. Şu da
sonsuzluk cennetleri... Allah'ın dostlarının oradan çıkması söz konusu değil...
Bunu Allah vaad etmiştir.
"Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?"
Yüce Allah'ın bu sözündeki mutlak doğruluk, şeytanın o sözündeki aldatıcı gurur
ve yalancı kuruntu karşısında yer almaktadır. Allah'ın vaadine güvenenle
şeytanın aldatmacasına kanan, ne kadar da uzaktır birbirinden.
Daha sonra ayetlerin akışı, amel ve karşılığına ilişkin, İslam'ın büyük bir
kuralını açıklamakla devam etmektedir. Kuşkusuz mükafat ve ceza terazisi
kuruntulara dayanmamaktadır. Değişmez bir temele, şaşmaz bir sünnete ve haktan
sapmaz bir kanuna dayanmaktadır. Bu kanun karşısında tüm milletler eşittir. -Hiç
kimsenin soy ve akrabalık bakımından yüce Allah'a yakınlığı söz konusu değil-
Hiç kimse için kural bozulmaz, onun hatırına sünnete karşı gelinmez ve onun için
kanun çiğnenmez. Kötülük işleyen kötülük, iyilik işleyen de iyilikle karşılık
görecektir. Ne bir kayırma ne de bir torpil söz konusu değildir.
123- Allah'ın vereceği mükafatı elde etmek ne sizin ne Kitap
Ehli'nin kuruntularına göre olmaz. Kim kötülük işlerse cezasına çarpılır ve
Allah'tan başka hiçbir dost, hiçbir yardım edici bulamaz.
124- Buna karşılık erkek yada kadın kim inanarak iyi bir amel işlerse, böyleleri
de zerre kadar haksızlığa uğramaksızın cennete girerler.
125- Hem iyi ameller yapıp hem de tüm varlığı ile Allah'a teslim olandan ve
İbrahim'den tek ilahlı dine uyandan daha iyi bir dindar kim olabilir? Allah,
İbrahim'i dost edinmişti.
Yahudi ve hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Maide
Suresi, 18) diyorlardı. "Sayılı günlerden başka katiyen
bize ateş dokunmayacak." (Bakara Suresi, 80)
iddiasında bulunuyorlardı. Yahudiler, "Allah'ın seçtiği halk olduklarını" da
iddia ediyorlardı.
Bazı müslümanlar da insanlar arasında seçilmiş ümmet olmaları düşüncesinden
hareketle, müslüman olmalarından dolayı yüce Allah'ın kendilerinden kaynaklanan
hataların hesabını sormayacağını düşünmüş olabilirler.
Bunun üzerine şu ayet, onları ve şunları amel yapmaya, ama
yalnız amel yapmaya yöneltiyor. Tüm insanları bir tek kritere döndürüyor.
Allah'a güzellikle teslim olmaktan, Allah'ın dost edindiği İbrahim'in yolu olan
İslâm'a uymaktan ibarettir bu kriter.
Kuşkusuz dinlerin en güzeli -İbrahim'in yolu olan- şu İslâm dinidir.
Amellerin_en güzeli de "ihsan"dır. "İhsan; Allah'ı görür gibi ona ibadet
etmendir. Her ne kadar sen onu göremiyorsan O, seni görür." Her şeyde ihsan
gereklidir. Hatta kurban kesiminde bile bu gözetilir. Kesilirken azap çekmemesi
için bıçağın keskin olması gibi.
Ayet-i kerimede insan ruhunun, amel ve karşılığına ilişkin iki şıkkı arasında
bir denge göze çarpmaktadır. Aynı şekilde amelin kabul olmasının iman şartına
bağlı olduğu yani Allah'a iman etmenin gerektiği de belirtilmektedir.
"... Erkek yada kadın kim inanarak iyi bir amel işlerse böyleleri de
zerre kadar haksızlığa uğramaksızın cennete girerler."
(Erkek yada kadın) insan türünün iki şıkkına karşı muamelede uyulan kuralın
tekliğini açıkça belirten bir hükümdür bu. Ayrıca amelin kabul olması imanın
zorunluluğunu da açıkça belirtmektedir. Çünkü imandan kaynaklanmayan ve imana
eşlik etmeyen hiçbir amelin, Allah katında değeri yoktur. Bu doğal olduğu kadar
mantıksaldır da. Çünkü iyi bir amelin belirgin bir düşünceden kaynaklanıp,
bilinen bir hedefe doğru yönelmesini sağlayan, Allah'a imandır. Bu iman, işlenen
ameli, doğal ve sürekli bir harekete dönüştürür. Böylece kişisel arzunun
karşılığı yada hiçbir kurala uymayan geçici bir davranış olmaktan çıkar.
Bu açık sözler; Üstad İmam, Şeyh Muhammed Abduh (Allah rahmet etsin)'un Amme
cüzü tefsirinde, yüce Allah'ın "Kim bir zerre kadar iyilik yaparsa karşılığını
görecektir." (Zilzal Suresi, 7) sözünü tefsir ederken ileri sürdüğü görüşlere
aykırı düşmektedir. Abduh, ayetin hükmünü müslüman-müslüman olmayan herkesi
kapsayacak şekilde genelleştirmiştir. Oysa diğer açık nasslar bu görüşü tamamen
reddetmektedir. Aynı şekilde Üstad Şeyh Merağî (Allah rahmet etsin)'nin görüşünü
de reddetmektedir ayet-i kerime. Bu konuya Amme cüzünde (Fi Zılâl'in otuzuncu
cüzünde) değineceğiz.
Kuşkusuz yüce Allah'ın şu sözü müslümanlara son derece ağır gelmişti:
"Kim bir kötülük işlerse cezasına çarpılır ve Allah'tan başka hiçbir dost,
hiçbir yardım edici bulamaz."
Çünkü müslümanlar insan ruhunun tabiatını çok iyi biliyorlardı. Ne kadar salih
ameller işleseler ne kadar iyi işler yapsalar da kötülük yapmanın kaçınılmaz
olduğunu biliyorlardı.
İnsan ruhunu -gerçekte olduğu gibi- biliyorlardı, bu yüzden kendilerini de
tanıyorlardı. Gerçek durumları konusunda kendilerini kandırmıyorlardı.
Nefislerinden kötülüklerini gizleme yoluna gitmiyorlardı. İnsan ruhunda kimi
zaman beliren zaaftan habersiz değillerdi. Bu zaafla
karşılaştıklarında onu inkar etmeye, örtbas etmeye yeltenmiyorlardı. İşledikleri
tüm kötülüklerin cezalandırılacağını duyunca titremeleri bu yüzdendi. Sonuçla
fiilen karşılaşmış ona dokunmuş biri gibi titriyorlardı. Onların üstünlükleri de
buydu zaten. Ahireti bu şekilde duyumsamaları, duygularıyla ahireti oradaymış
gibi yaşamaları, sadece geleceğinden kuşku bulunmayan bir gün olarak değil... Bu
vurgulu tehdit karşısında titreyip sarsılmaları bu yüzdendi.
İmam Ahmed anlatıyor: Bize Abdullah b. Numeyr, Ebu Bekir b. Ebu Zübeyr'den
İsmail anlattı: Bana Ebu Bekir (r.a)'in Resulullah'a (salât ve selâm üzerine
olsun) şöyle dediği haber verildi:
- Ya Resulullah, "Allah'ın vereceği mükafatı elde etmek ne sizin ne de
Kitap Ehli'nin kuruntularına göre olmaz. Kim kötülük işlerse cezasına çarpılır."
ayetinden sonra kurtuluş mümkün mü? Çünkü işlediğimiz her kötülük için
cezalandırılacağız. Bunun üzerine peygamberimiz, "Allah seni affetsin ya Ebu
Bekir, sen hiç hastalanmaz mısın? Yorulmaz mısın? Üzülmez misin? Bir yerin
yaralanmaz mı?" buyurdu. Ebu Bekir:
- Evet, dedi.
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun):
- İşte bunlar çekeceğiniz cezalardır, buyurdu. (Hakim Süfyan-ı Sevri kanalıyla
İsmail'den rivayet etmiştir.)
Ebu Bekir İbni Murdeveyh İbni Ömer (r.a)'e isnad ederek Ebu bekir Es-Sıddık
(r.a)'ten şöyle nakleder: Peygamber'le beraber bulunduğum bir sırada,
"Kim bir kötülük işlerse cezasına çarpılır ve Allah'tan başka hiçbir dost,
hiçbir yardım edici bulamaz." ayeti nazil oldu. Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun) ya Ebu Bekir, "Şu anda bana nazil olan bir ayeti sana
okuyayım mı?" buyurdu. Ben de;
- Evet ya Resulallah bana oku dedim... Bilmiyorum, nasıl olduysa birden belimde
kırgınlık hissettim ve gerindim. Bunun üzerine Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun):
- Ne oldu sana ya Ebu Bekir, dedi.
- Anam babam sana feda olsun ya Resulallah, hangimiz bir kötü iş yapmaz? Kaldı
ki işlediğimiz tüm kötülüklerin cezasını çekeceğiz, dedim. Bunun üzerine
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu:
- Sana ve mümin arkadaşlarına gelince ya Ebu Bekir; siz bunların cezasını
dünyadayken çekersiniz, öyle ki günahsız olarak Allah'ın huzuruna varırsınız.
Başkaları ise; tüm kötülükleri kendileri için biriktirilir ve kıyamet günü
cezasına çarptırılırlar. (Tirmizi)
İbn-i Ebu Hatem -kendi isnadiyle- Hz. Aişe (r.a)'den şöyle rivayet eder: Dedim
ki, "Ya Resulallah, Kur'an-ı Kerim'deki en ağır ayeti biliyorum." Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) "Hangisidir ya Aişe?" buyurdu. "kim kötülük
işlerse cezasına çarpılır" ayetidir, dedim. Bunun üzerine Resulullah (salât ve
selâm üzerine olsun); "Mümin kulun başına gelen her şey hatta ayağına değen bir
çakıl bile..." buyurdu. (İbn-i Cerir rivayet etmiştir.)
Müslim, Tirmizi ve Nesaî Süfyan b. Uyeyne'nin -kendi isnadiyle- Ebu Hureyre
(r.a)'den rivayet ettiğine göre; "Kim bir kötülük işlerse cezasına çarpılır"
ayeti indiğinde müslümanlara oldukça ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (salât
ve selâm üzerine olsun) onlara şöyle buyurdu: Dosdoğru olun ve Allah'a yaklaşın.
Kuşkusuz müslümanın başına gelen herşey keffarettir. Ayağına batan bir diken,
bir çakıl taşı bile... " (Müslim, Tirmizi, Neseî)
Her nasılsa, bu da amel karşılığına ilişkin doğru imanî düşüncenin oluşum
aşamalarından birini oluşturmaktadır. Bir yönden düşüncenin diğer yönden pratik
olgunun istikamet bulmasında son derece önemlidir bu aşama. Bu ayet,
müslümanların bünyelerini sarsmıştı, ruhlarını titretmişti. Çünkü onlar işi
ciddiye alıyorlardı. Allah'ın sözünün doğru olduğunu çok iyi biliyorlardı. Daha
dünyadayken bu sözün gerçekliğini ve ahireti yaşıyorlardı.
En sonunda amel ve karşılığı sorunu ve ondan önce de, göklerde ve yerde
bulunanların tümüyle Allah'a döndürülmesi, yüce Allah'ın hayatta ve hayat
sonrasında olan herşeyi kuşattığının belirtilmesi suretiyle şirk ve iman sorunu
üzerine bir değerlendirme yer almaktadır:
HÜKÜM ALLAH'INDIR
126- Gerek göklerde ve gerekse yeryüzünde bulunan tüm varlıklar Allah'a aittir.
Allah herşeyi kuşatmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de, yüce Allah'ın ilahlıkta birlenmesi söz konusu edildiği zaman
çoğu kere beraberinde mülkiyet, egemenlik, otorite ve erişilmez gücü bakımından
da belirlenmesi söz konusu olabilir. Çünkü İslâm'ın öngördüğü tevhit, sırf yüce
Allah'ın zatının belirlenmesi anlamında değildir. Aktif bir tevhittir İslâm'ın
öngördüğü tevhit. Evrendeki faal ve etkin gücün birliğidir, otorite ve
egemenliğin de.
İnsanın göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyin Allah'a ait olduğunu, onun
herşeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin onun bilgisinden otoritesinden hariç
olmadığını düşünmesi, yüce Allah'ı uluhiyet ve ibadette birlemesine, hayat
metoduna uymak ve emrini uygulamak suretiyle hoşnutluğunu kazanmak için
çabalamasına neden olacaktır. Evet herşey onun mülküdür. Herşey onun
denetimindedir. Ve o herşeyi kuşatmıştır.
Bazı felsefî görüşler yüce Allah'ın birliğini kabul ediyorlar ancak, kimi
iradesini, kimi ilmini, kimi otoritesini, kimi de mülkünü reddediyor. Bu gibi
"felsefi" denilen, yığınlarca görüş var. Bundan dolayı hayatta bir faaliyeti,
davranış ve ahlâklarında bir etkisi, duygu ve pratik hayatlarında bir değeri
bulunmayan edilgen bir tanrı düşüncesidir bu. Hepsi de laf! Sadece laf!
İslâm'a göre, göklerde ve yeryüzünde bulunanlar Allah'ındır. O, her şeyin
sahibidir. Herşeyi kuşatmıştır. Herşeyin üzerinde egemendir. Ancak bu düşüncenin
gölgesinde vicdanlar doğrulur, davranışlar ve hayat ıslah olur.
Cahiliye toplumunun, özellikle kadın ve aile, yetim ve çocuklar gibi zayıflara
yapılan uygulamalarına ilişkin tortularını gidermek, müslüman toplumu bu
tortulardan arındırmak, aileyi insan türünün iki parçasının üstünlüğü ve
çıkarları esaslarına oturtmak, ailesel bağları güçlendirmek ve kök salıp bu
bağların kopmasına, aile çatısının içindekilerin özellikle kucakta gelişen zayıf
neslin üzerine yıkılmasına neden olmadan önce, aile ortamında baş gösteren
sorunları gidermek; yetkilerin güçlünün elinde olmaması ve köklü şeriatın
hükmetmesi için toplumu da zayıfları gözeten esaslara dayandırmak gibi surenin
başladığı konuların bütünleyicisi konumundadır okuyacağımız ders.
Okuyacağımız ders, adı geçen sorunların bir kısmını çözümleyip evrenin düzenine
bağlamaktadır. Bu ayetin muhatabı böylece anlıyor ki, kadın,
yuva, aile ve toplumda yer alan zayıflar sorunu büyük ve önemli bir sorundur.
Gerçekten de bu sorun oldukça önemlidir. Bu cüzde ve surenin dördüncü cüzdeki
başlangıcında bundan söz etmiştik. İslâm'ın aileye bakışına ve müslüman toplumun
cahiliye tortularından kurtulması için ilahî sistemin sarf ettiği çabaya
yeterince değinmiştik. İslâm toplumunun, psikolojik, sosyal ve ahlâksal
düzeyinin yüksekliğinden ve bütün bunların müslüman toplumun, çevresindeki tüm
toplumlardan, bu dini kabul etmeyen, bu sistemle eğitilmeyen ve onun eşsiz
düzenine boyun eğmeyen diğer toplumlara üstünlüğünün garantisi olduğundan söz
etmiştik.
Şimdi bu derste yer alan ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele alalım.
127- onlar senden kadınlara ilişkin fetva
isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor: Bu fetva,
paylarına düşen mirası vermediğiniz, yada nikahlamak istemediğiniz yetim
kadınlar, mağdur çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda, size
okunan Kur'an ayetleridir. Ne iyilik yaparsanız, kuşkusuz Allah onu bilir.
KADIN VE İNSAN PSİKOLOJİSİ ÜZERİNE
Sûrenin başlarında inen ayetler, kadınlara ilişkin bir takım soruları ve onların
bazı durumları hakkında fetva istemelerini anlatmaktadır. Müslümanların soru
sormak ve bazı hükümlere ilişkin fetva istemek gibi girişimleri müslüman
toplumun gelişimini ve müslümanların hayatî konularda dinlerinin hükümlerini
öğrenme isteklerini göstermektedir. Kuşkusuz cahiliyeden İslâm'a dönüşümün
ruhlarında meydana getirdiği sarsıntı son derece derindi. Öyle ki cahiliyeden
kaynaklanan her konudan, İslâm'da geçersiz olduğu yada değiştirildiği korkusuyla
kuşkulanır ve sakınır olmuşlardı. Bu yüzden günlük hayatlarında karşılarına
çıkan her şeye ilişkin İslâm'ın hükümlerini öğrenmek istiyorlardı. Bu uyanıklık
ve durumlarını İslâm'a uydurma konusunda duydukları bu arzu, -hayatlarında kimi
cahiliye kalıntılarının henüz bulunmasına rağmen- o dönemin en belirgin
özelliğidir. Kuşkusuz önemli olan durumlarını İslâm'ın hükümlerine uydurmada
duydukları gerçek ve güçlü arzu ve aynı ruhla bazı hükümlerin yorumlanmasını
istemeleridir. Yoksa günümüzde bir çoğunun müftülere başvurduğu gibi sırf, bir
şeyler öğrenmek, bilgin olmak için fetva isteminde bulunmazlardı.
Toplum, dininin hükümlerini öğrenmek zorundaydı. Çünkü yeni hayat düzenlerini bu
şekillendirecekti. Ayrıca öğrenmeyi şiddetle istiyorlardı. Çünkü, amaç, pratik
hayatlarıyla dinlerinin hükümleri arasında uygunluk meydana getirmekti.
Cahiliyeden yeni yeni soyutlanmışlardı. Cahiliyenin gelenek, alışkanlık, sistem
ve hükümlerinden kaçınıyorlardı. Bu arada İslâm'ın hayatlarında meydana
getirdiği bu büyük değişimin yada daha doğru bir ifadeyle, İslâm'ın eliyle
gerçekleştirilen bu yeniden doğuşun değerini de çok iyi biliyorlardı.
Burada, Allah için öğrenmek istemelerinin, bu istekteki içtenliklerinin ve
öğrendiklerine uymadaki kararlılıklarının gerçekliğinin karşılığını görüyoruz.
Bütün bunların karşılığı olarak yüce Allah'ın koruma ve gözetimini görüyoruz.
İstedikleri fetvayı yüce Allah üzerine alıyor:
"Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; onlar hakkında size
fetvayı Allah veriyor."
Onlar Resulullah'tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istemişlerdi.
Ancak yüce Allah lütfedip peygamberine şöyle söylemesini emrediyor! Kadınlar ve
ayette zikredilen diğer konular hakkında size Allah fetva veriyor. Kuşkusuz yüce
Allah'ın kullarına şefkati, müslüman cemaate lütfu, onlara bizzat hitap etmesi,
onları gözetmesi, fetva isteklerini ve yeni hayatlarının ihtiyaç duyduğu şeyleri
karşılaması olayı değeri ölçülemeyecek kadar büyük bir iltifattır.
Fetva; ilahî sistemin müslüman toplumu içinden çekip çıkardığı cahiliye
kalıntısı olguyu tasvir ettiği gibi, müslüman toplumun hayat düzeyinin
yükselmesi ve cahiliye kalıntılarından arınması için uyulması istenen direktifi
de içermektedir.
"De ki; Allah onlar hakkında size şu fetvayı veriyor! Bu fetva paylarına düşen
mirası vermediğiniz yada nikahlamak istemediğiniz yetim kadınlar, mağdur
çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız konusunda size okunan Kur'an
ayetleridir.
Bu ayet hakkında Ali b. Ebu Talha, İbni Abbas (r.a)'dan şöyle nakleder: Cahiliye
devrinde adam tutar yanındaki yetim kızın üzerine elbisesini atardı. Bunu
yaptıktan sonra kimse o kadınla evlenemezdi artık. Şayet güzel olur da hoşuna
giderse kendisi evlenip malını yerdi. Yok eğer çirkin olursa, ölene kadar erkek
yüzü görmesine müsaade etmezdi. Ölünce de mirasına konardı. Bunu yüce Allah
haram etti, böyle bir şey yapmayı yasakladı. "... Mağdur çocuklar...
sözü hakkında, ibni Abbas, cahiliyede çocuklar ve kızlar varis
olamazlardı, der. "...paylarına düşen mirası vermediğiniz..."
sözü, bunu göstermektedir. İşte yüce Allah bu durumu yasaklamıştır. Her pay
sahibinin payını belirlemiştir. Büyük olsun küçük olsun erkeğin payı, kadının
payının iki katıdır, buyurmuştur.
Yüce Allah'ın "...Yetimlere karşı adil davranmanız..." sözü hakkında Said b.
Cubeyr şöyle der: "Nasıl ki, güzel olduğu zaman adam, "onu nikahladım kendime
seçtim" diyorsa, mal ve güzelliği olmadığı zaman da nikah lasın tercih etsin."
Ayetin, "Onlar senden kadınlara ilişkin fetva isterler..." diye
başlayan ve "nikahlamak istemediğiniz..." sözüne kadarki kısmı
hakkında Hz. Aişe (r.a) şöyle der: "Bu, yanında yetim bir kız bulunan adamdır.
Velisi durumunda olduğu için ona varis olmaktaydı. Kızcağızın tüm malına hatta
hurma salkımına bile ortak olurdu: Fakat nikahlamak istemezdi. ( Yani,
nikahlamaktan kaçınırdı, çirkin olduğu için evlenmek istemezdi)
Kızın başka bir adamla evlenmesini ve böylece ortağı bulunduğu mala başkasının
ortak olmasını da istemezdi. Bu yüzden evlenmesine engel olur. Ayet bunun için
indi." (Buhari, Müslim)
İbn-i Ebu Hatem diyor ki: Muhammed b. Abdullah b. Abdülhakem'le okuduk. Bize
Vehb anlattı, ona Yunus, İbn-i Şihab'dan haber verdi, ona Urve b. Zübeyr Hz.
Aişe (r.a)'nın şöyle dediğini aktardı: "Bazıları kadınlar hakkında inen bu
ayetten sonra, Resulullah'tan fetva istediler. Bunun üzerine, "Onlar
senden kadınlara ilişkin fetva isterler. De ki; Allah onlar hakkında size şu
fetvayı veriyor: Bu fetva.. size okunan Kur'an ayetleridir." ayeti
indi. Hz. Aişe, "size okunan Kur'an ayetleri" ile yüce
Allah'ın, "şayet yetimler konusunda adil olamayacağınızdan korkuyorsanız
kadınlardan hoşlandıklarınızla evlenin." dediği ilk ayete işaret
edilmektedir." der.
Yine bu isnadla Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Yüce Allah'ın:
"nikahlamak istemediğiniz." sözünden, sizden birinizin himayesindeki
yetim kızı, malı ve güzelliği az olduğundan dolayı nikahlamak istemeyişi
kastedilmektedir. Bu yüzden, adil davranmadıkları sürece yetim
kızları sırf malları ve güzelliklerinden dolayı nikahlamaktan engellediler.
Çünkü gönülsüz davranıyorlardı bu konuda."
Bu hadisler ve Kur'an ayetinden cahiliyenin durumu özellikle yetim kızların
içinde bulunduğu durum açıkça görülmektedir. Yetim ki; velisinin göz dikmesi ve
aldatmasıyla karşı karşıya kalırdı. Velisi, kızın malına göz dikerdi. Mihrini de
vermemek suretiyle aldatırdı. Şayet kendisi evlenecek olsa hem mihrini hem de
malını yerdi. Çirkin olduğu için evlenmezdi. Üstelik, elinin altındaki malına,
kocasının ortak olmaması için başkasıyla evlenmesine izin vermemekle de
aldatırdı.
Küçük çocukların ve kadınların durumu da böyleydi. Miraslarını koruyacak bir
güçleri bulunmadığı için mirastan yoksun bırakılırlardı. Yada savaşacak güçte
olmadıkları için, kabileci düşüncenin etkisiyle mirasta hakları bulunmazdı.
Çünkü kabile düzeninde herşey savaşçılarındır. Zayıfların hiç bir şeyi yoktur.
İşte İslâm'ın değiştirdiği yerine üstün, insana yaraşır gelenekler
yerleştirdiği, bu iğrenç ve ilkel geleneklerdir. Daha önce de dediğimiz gibi bu
sırf Arap toplumunda söz konusu olmuş bir sıçrama, bir uyanış değildir kuşkusuz.
Bu gerçekte yepyeni bir oluşumdur. Yeni bir doğuştur. Bu ümmetin cahiliyedeki
realitesinden farklı bir gerçektir bu.
Şunu özellikle belirtmemiz gerekir: Bu yeni oluşum, herhangi bir hazırlık
döneminin sonucu bir gelişme değildir. Yada bu halkın hayatında maddi olgunun
ani değişikliğinden de kaynaklanmamaktadır.
Miras ve mülkiyet haklarını savaşçılık esasına dayandırmaktan insanlık esasına
dayandırmak, çocuk, yetim ve kadına savaşçılıklarından dolayı değil de insan
olmalarından dolayı haklarını vermek değişimi; toplumun savaşçılara değer
vermeyen sağlam kurallar edinmesi, bu yüzden savaşçıların kazanılmış haklarını
iptal etmesi ve onların öncelikli olmasını gerektirecek bir durumun söz konusu
olmadığı bir aşamaya gelmesinden kaynaklandığı sanılmasın!
Kesinlikle hayır. Kuşkusuz bu yeni dönemde de savaşçılara büyük değer verilir.
Onlara duyulan ihtiyaç da son derece önemlidir. Ancak burada artık İslâm vardır.
Burada insanlığın yeniden doğuşu söz konusudur. Bir kitaptan, bir hayat
sisteminden kaynaklanan bir doğuş, aynı yeryüzünde, aynı şartlarda; üretim
tarzında, araçlarında ve üretimde bir devrim meydana getirmeksizin yalnızca bu
yeni doğuşun etkisiyle, bir düşünce inkılabı gerçekleştirerek bu yeni doğmuş
toplumu oluşturmuştur.
Kur'an'ın eğitim metodunun, ruhlarda ve hayat tarzında cahiliyenin belirtilerini
söndürüp gidermek, ruhlara ve hayat tarzına İslam'ın belirtilerini yerleştirip
sağlamlaştırmak için, (hem de uzun bir) mücadeleye giriştiği bir gerçektir.
Diğer bir gerçek de cahiliye kalıntılarının tekrar hareketlendiği, bazı bireysel
durumlarda kendisi değişik kılıklara büründürüp yeniden ortaya çıkmaya
çalıştığıdır.
"Maddi olgularla mücadeleye girişenin, onları ortadan kaldırıp değiştirenin,
gökten indirilen bu ilahî sistem ve bu sistemin oluşturduğu bu düşüncenin ta
kendisi olduğu gerçeğidir. Hiçbir zaman bu değişikliği sağlayan; maddi olgu ve
maddenin özünde taşıdığı çelişki yada üretim araçlarının değişmesi veya üretim
araçlarının öngördüğü bu değişikliği düzenlemek için düşüncelerin, hayat sistemi
ve sistemlerinin değişmesini zorunlu gören Marksist hezeyanlardan biri
olmamıştır.
Burada, bu halkın hayatında yeni ve tek birşey söz konusudur. Yüceler aleminden
indirilmiş bir şey. Ruhlar hemen karşılık verdiler. Çünkü yüce Allah
yerleştirdiği fıtratın derinliklerine hitap ediyordu. Bu yüzden, böyle bir
değişiklik gerçekleşmişti. Daha doğrusu insanlığın bu yeniden doğuşu mümkün
olmuştu. Bu doğuşta; bütün yönleriyle cahiliye de hayat, bilinen görünümünden
tamamen farklı bir görünüm kazanmıştı.
Eski ve yeni görünüm arasında bir çatışma söz konusu olmasına, bir takım
sancılar ve fedakârlıklardan dolayı acılar çekilmesine rağmen, tüm bunlar
gerçekleşmişti. Çünkü burada yüce bir mesaj, itikadî bir düşünce söz konusuydu.
Şu yeniden doğuşta ilk ve son etken oydu. Tabi ki bu dalgayı İslâm toplumuyla
sınırlı tutması mümkün değildi. Aynı şekilde tüm insan topluluklarına da
yönelecekti kuşkusuz.
Müminlerin kadınlara ilişkin Resulullah'tan fetva istediği, yüce Allah'ın da
kendilerine fetva verdiği yetimlerin ve mağdur çocukların haklarını bildirdiği
şu Kur'an ayeti, bütün bu hakları ve prensipleri, bu sistemin getirdiği kaynağa
bağlamakla son bulmasının nedeni de budur:
"Ne iyilik yaparsanız kuşkusuz Allah onu bilir."
Bilinmemesi mümkün değildir. Kaybolması düşünülemez. Allah katında kayıtlıdır.
Allah katında kayıtlı iyiliğin kaybolması mümkün değildir.
Müminin yaptıklarıyla döndüğü son merci burasıdır. Niyeti ve çabasıyla gözettiği
tek yön budur. Bu prensiplerin ve bu metodun ruhlarda, davranışlarda ve tüm
hayatta bu denli güçlü etkin olmasını sağlayan; bu merciin gücü ve otoritesidir.
O halde bir takım direktifler vermek, hayat metodları belirlemek ve sosyal
düzenler kurmak önemli değildir. Önemli olan bu direktiflerin, metod ve
düzenlerin dayandığı, güçlerini, insan nefsi üzerindeki etki ve faaliyetlerini
aldıkları otoritedir. İnsanların otorite ve azamet sahibi yüce Allah'tan
aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler ile, insanlar arasındaki kendileri
gibi bir kuldan aldıkları prensip, hayat metodu ve düzenler arasında, ne kadar
da fark vardır. Diyelim ki, tüm sıfat ve özellikleri ile de her ikisi aynı
düzeyde bulunsun ve böylece birlikte aynı zirveye ulaşsalar bile -bu da mümkün
değil ya- şu sözün kaynaklandığı zatı düşünmem, ruhumda hakkettiği yeri vermem
bile, yücelerin yücesi Allah'ın sözü ile insanoğlunun sözünün ruhumda
hakkettikleri etkiyi, bırakmaları için yeterlidir.
Ardından İslâm'ın, madde aleminde ya da üretim dünyasında geçerli yeryüzü
menşeli değişim etkenlerinden çok, mele-i a'ladan -yüceler aleminden indirilen
Allah'ın sistemi aracılığıyla oluşturduğu bu toplumda -aile ortamında
gerçekleştirilen sosyal düzenlemeyle birlikte bir adım daha atıyoruz:
128- Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından veya kendisini
ihmal edeceğinden endişe ederse bu çiftin anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden
düzene koymalarının bir sakıncası yoktur. Anlaşma her zaman hayırlıdır. Nefisler
cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler. Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız,
hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti
sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız.
Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve
merhametlidir.
130- Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de
muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet sahibidir.
Bu ilahi sistem -daha önce- kadın tarafından ortaya çıkarılan geçimsizlik
durumunu ve aile çatısını koruyacak uygulamaları -bu cüzün başlarında- ele
almıştı. Şimdi de erkek tarafından meydana gelmesinden korkulan böylece kandının
güvenliğini, onurunu ve bütünüyle ailenin güvenliğini tehdit edecek geçimsizlik
durumu ele alınmaktadır. Çünkü kalpler farklılaşabilir, duygular değişkendir.
Bir hayat metodu olan İslâm da hayatın tüm yönlerini ele alır, hayatta
karşılaşılan her şeyi karşılar, ilke ve prensipleri çerçevesinde çözümler
getirir. Yeni baştan şekillendirdiği ve meydana getirdiği toplumu bu amaç
doğrultusunda sağlamlaştırır.
Kadın kendisine kaba davranılmasından korkarsa, bu kabalığın; -Allah'ın hiç
sevmediği ancak helal olan- boşanmaya yada ne eş, ne de boşanmış sayılmayan
boşta kalmış gibi bırakılıp yüz çevirilmesinden endişeleniyorsa, mali veya
hayati haklarından feragat edip anlaşmaları mümkünse, kendisi ve kocası için bir
mahsur yoktur. Nafakasının bir kısmını yada tümünü bırakması, şayet kendisine
tercih ettiği diğer bir eşi varsa ve kendisi de eşlik için gerekli çekicilik ve
canlılığı yitirmişse payını ve gecesini ona vermesi gibi. Bütün bunlar; bizzat
kendisi -tüm tercihini kullanması ve tüm şartları değerlendirmesi sonucu-
boşanmaktan daha hayırlı olduğuna karar verirse mümkün olabilir:
"Eğer kadın, kocasının geçimsizlik çıkaracağından yada kendisini ihmal
edeceğinden endişe ederse, bu çiftin, anlaşma yolu ile ilişkilerini yeniden
düzene koymalarının sakıncası yoktur." Bu da az önce işaret ettiğimiz
anlaşmadır.
Bu hükmün ardındän, anlaşmanın her zaman için ayrılıktan, kabalıktan,
geçimsizlik ve boşanmadan daha iyi olduğu gerçeği yer almaktadır.
"... Anlaşma her zaman hayırlıdır."
Böylece içinde geçimsizlik ve katılık duygularının depreştiği gönüllere
yumuşaklık, yakınlık meltemi estirilmekte; evlilik ilişkisinin ve aile bağının
korunmasına teşvik edilmektedir.
Kuşkusuz İslâm, insan ruhunun tüm realitesiyle birlikte hareket eder. Bütün
etkin yöntemlerini kullanarak, insan ruhunu ve fıtratı en üstün düzeye
yükseltmek için uğraşır. Ancak, bunu yaparken hiçbir zaman da insan tabiatının
ve fıtratının sınırlarını göz ardı etmez. Gücünün yetemeyeceği şeyi yapmaya
zorlamaz. İnsanlara; "başlarınızı duvara vurun. Sizden bunu istiyoruz. İster
gücünüz yetsin, ister yetmesin, fark etmez." demez.
İslâm, insan ruhuna zaafları ve kusurlarıyla baş başa kalmasını fısıldamaz.
Bataklık içinde yüzdüğü, çamur içinde çırpındığı halde insan ruhunun realitesi
budur yutturmacasıyla, insana şeref marşlarını söyletmez. Ancak boynundan tutup
mele-i a'ladan bir ipe bağlamaz. Yeryüzünde ayakları tutunmadığı için yükseklik
ve üstünlük bahanesiyle havada salınacak gibi salınıp durmasına izin vermez.
İslâm orta yoldur. Fıtrattır. Realist idealizmdir, ya da idealist realizmdir.
İnsana insanlığıyla muamele eder. Çünkü insan olağanüstü bir yaratıktır.
Ayaklarını yere koyduğu halde ruhuyla göklerde dolaşabilen sadece odur. Bir anda
gerçekleşen bu olayda ruhla cesedin, ayrılması söz konusu değildir. Yerde cesed,
gökte ruh olarak bölünmesi de mümkün değildir.
İşte burada bu hükümde de İslâm, insanla birlikte hareket etmektedir. Onun bu
alandaki özelliklerinden birini belirlemektedir:
"Nefisler cimriliğe, bencilliğe eğilimlidirler."
Yani nefislerde cimrilik sürekli vardır. Her zaman orada bulunur. Cimriliğin
çeşitleri vardır. Malda cimrilik olduğu gibi duygularda da cimrilik söz
konusudur. Karı kocanın hayatını etkileyen -ya da karşılarına çıkan- bir takım
sebepler, karısına karşı kocanın gönlünde bu cimriliği harekete geçirebilir. O
zaman kadının mehrinin kalan kısmından yada nafakasından vazgeçmesi konusundaki
cimriliği tatmin edip, nikahın sürmesini sağlayabilir. Kendi gecesinden
vazgeçmesi de -şayet kendisine tercih ettiği bir eşi varsa- birincide canlılık
ve çekicilik kalmamışken bu şekilde kocasının duygu konusundaki cimriliğini
hoşnut etmesi, aynı şekilde nikahın sürmesini sağlayabilir. Buna rağmen, her
halukârda konu, kadının takdirine bırakılmıştır. Kendi yararına uygun gördüğü
şeyi yapmakta serbesttir. İlahi sistem onu hiçbir şey yapmaya zorlamaz. Sadece
ona tasarruf yetkisini tanır. Kendi işini görebildiği gibi bulup değerlendirme
özgürlüğünü de tanır.
İslâmî hayat metodu, bu cimri tabiatla birlikte hareket ederken, bu tabiatı
insan ruhunun her yönden bir özelliği kabul edip durmaz. Ona bir diğer çağrı
yapmaktadır. Başka bir nağme çalmaktadır:
"Eğer iyi davranır, Allah'tan korkarsanız, hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
haberdardır."
İhsan ve takva; en sonunda işin bağlanacağı noktayı oluşturur. Bunlar kişiye
hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü her kişinin yaptığından Allah haberdardır.
Nedenlerini ve gizliliklerini bilir. Mümin ruhu ihsan ve takvaya çağırmak,
yaptığı şeylerden haberdar olan Allah'ın adıyla ona seslenmek, etkin bir çağrı,
kabul görecek bir sesleniştir. Hatta gerçek anlamda etkin çağrı ve kabul görecek
sesleniş sadece budur.
Bir kez daha kendimizi eşsiz ilahi sistemin önünde buluyoruz. İnsan ruhunun
realitesini ve insan hayatının tüm koşullarını idealist realizmle yada realist
idealizmle karşılayan ve insan ruhunun gizli sentezini olağanüstü, o eşsiz
karışımı kabul eden sistemi...
"Ne kadar özen gösterirseniz de eşleriniz arasında adaleti
sağlayamayacaksınız, o halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız.
Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedici ve
merhametlidir."
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa Allah bol nimetleri ile her ikisini de
muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve o hikmet sahibidir."
İnsan ruhunu yaratan yüce Allah'tır. Fıtratında karşı
koymadığı birtakım eğilimlerinin olduğunu bilir. Bu yüzden bu eğilimlerini
kontrol etmesini sağlayacak bir gem vermiştir insana. Sadece hareketlerini
düzenleyecek bir gem. Bu eğilimleri yok etmek veya öldürmek için değil.
İnsan gönlünün eşlerden birine kayıp onu diğerlerine tercilı etmesi de bu
eğilimlerdendir. Tercih ettiği eşine olan eğilimi diğerine veya diğerlerine
oranla daha fazla olur. Bu eğilimde bir art niyet yoktur. Yok etmek yada
öldürmek mümkün değildir bu eğilimi. Nasıl öldürülebilir ki?.. İslâm insanı,
gücünün yetmediği bir konuda hesaba çekmez. Karşı koymadığı bu eğilimi sonuçta
bir günah olarak görmez. Hakim olamadığı eğilimde, gücünün yetmediği bir konuda
ortada bırakmaz insanı. Aksine -özen göstermelerine rağmen- kadınlar arasında
adaleti sağlayamayacaklarını bildirir. Çünkü bu konu iradesinin dışındaki bir
konudur. Ancak şu bakımdan istemlerine bağlı bir şey vardır: Uygulamada,
paylaşımda, geçindirmede, evlilik haklarında, hatta, yüze karşı güler yüzlü
olmada ve tatlı dilli olmada adalet sağlanabilir. İşte bunu yapmaları
istenmektedir. Bu eğilimi kontrol altında tutacak gem budur. Düzenlemek için
tabii, öldürmek için değil:
"O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız."
İşte yasaklanan budur. Açık uygulamalarda eğilim göstermek... Diğer eşe tüm
evlilik haklarından yoksun bırakarak, ne eş olabilen ne de boşanabilen bir
durumda bırakıp, tamamıyle diğer eşe eğilim göstermek yasaktır. Bununla beraber
mümin ruhlarda derin etkisi bulunan bir çağrı yapılırken insan gücünü aşan
şeylerden dolayı hesap sorulmayacağı da bildirilmektedir:
"Eğer barışır Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve
merhametlidir."
İslâm; bir avuç çamur ve Allah'ın ruhundan bir nefhanın eşsiz
bileşimiyle birlikte bir bütün olarak insan ruhunu, yetenek ve güçleriyle
birlikte ele aldığı, ayaklarını yere koyduğu halde; çekişmeye, ayrılmaya meydan
vermeden ruhunu göklerde uçuran idealist realizmiyle yada realist idealizmiyle
birlikte hareket ettiği için...
Evet İslâm böyle davrandığı için, insanlığın mükemmel bir tablosu olan İslâm
peygamberi (salât ve selâm üzerine olsun) mükemmelliğin zirvesine ulaşmışken,
bütün özellikleri ve yetenekleri insan fıtratının sınırları içinde dengeli ve
eksiksiz bir gelişme göstermişti.
İşte bu peygamber de eşlerinin arasında gücü yettiği konularda paylaşma
yapmıştı. Bu paylaşmada kuşkusuz adaleti gözetmişti ancak, bazısını bazısına
tercih ettiğini ve bunun elinde olmadığını inkar etmiyordu. Bu yüzden şöyle
diyordu:
"Allah'ım elimden gelen budur. Senin gücün dahilinde olup benim gücüm
yetmediği konularda (yani kalbin eğilimi konusunda) beni kınama." (Ebu
Davud)
Ancak kalpler katılaşıp, bu ilişkiyi sürdürmeyecek duruma gelirse ve böylece
karı-kocanın gönlünde hayatın istikrarlı bir şekilde sürmesini sağlayacak
unsurlar kalmamışsa o zaman, ayrılık daha iyidir. Çünkü İslâm eşleri,
halatlarla, iplerle, bağlarla ve zincirlerle birbirine bağlamaz. Onları sevgi ve
şefkat yada görev sorumluluğu ve nezaket anlayışıyla birbirine bağlar.
Birbirinden nefret eden gönülleri tedavi etmeye hiçbir yöntemin gücü yetmez
olunca, artık onları zorluk ve nefret zindanında tutmaya yada görünürde
birbirine bağlı, gerçekte ise ayrı yaşayan karı-kocayı bu çarpık ilişkiyi
sürdürmeye zorlamanın hiçbir yararı yoktur.
"Eğer eşler birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetleriyle her ikisini
de muhtaç duruma düşmekten korur. Allah'ın nimetleri boldur ve O hikmet
sahibidir."
Yüce Allah, her ikisini lutfedip muhtaç duruma düşmekten koruyacağını
ve katından bol nimetler vereceğini vaadediyor. Yüce Allah, kullarına bolluk
bahşeder, dilediği şeyi, hikmeti ve bilgisi sınırları içinde her durum için,
uygun olacak şekilde kullarına bolca verir.
Ruhların duygularını, tabiatların gizliliklerini ve bütün realitesi ile birlikte
hayat tarzlarını düzenleyen ilahî sistemin proğramı insanları, bu sistemden
uzaklaştıranların bitmez tükenmez bencilliğini ortaya çıkarmaktadır. Kuşkusuz bu
ilahî hayat sistemi, son derece kolaylaştırıcıdır ve insanlar için konulmuştur.
Onların adımlarına yol gösterip, aşağılık bataklıktan kurtarıp daha yükseğe,
fıtratlarına ve kabiliyetlerine uygun bir şekilde en yükseğe çıkarmaktadır.
Fıtratlarında bunu kabullenecek bir özellik, tabiatlarında harekete geçireceği
bir yetenek, bünyelerinde yeşerteceği bir tohum olmaksızın yükselmek ve yücelmek
adına hiçbir zorunluluk yüklememektedir. Bütün bunlardan sonra insanları,
idealist realizmi ya da realist idealizmi sayesinde, başka hiçbir hayat
sisteminin ulaştıramadığı düzeylere çıkartır. Bu da şu eşsiz varlığın bünyesine
en uygun düzeydir.
HAKİMİYET ALLAH'INDIR
Evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü
düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bu ilahî sistem,
bütünüyle evrene egemen yasanın bir uzantısıdır. Yüce Allah'ın tüm evren için
seçtiği bu yasa, Allah'ın evreni yarattığı fıtrata ve bu evrende yaşayan insanın
yaradılışına uygun düşmektedir. Bu kapsamlı ve büyük sistemin derinliklerindeki
gerçek bu olduğundan, sûrenin akışı içinde aile hayatının düzenlenmesine özgü
hükümlerden sonra onları, tüm evrene egemen yasaya, evren üzerindeki Allah'ın
otoritesine ve O'nun evren üzerindeki hakimiyetine, yüce Allah'ın bütün
kitaplarında insanların tümüne yaptığı tavsiyenin tekliğine, dünya ve ahiret
sevabına bağlayan bir açıklama yer almaktadır. Kuşkusuz bunlar, bütünüyle ilahî
hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir.
131- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa
hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden önce kendilerine kitap verilmişlere
Allah'tan korkmayı emrettik. Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve
yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve
övgüye layıktır.
132- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah
vekil olarak yeterlidir.
133- Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını
getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeter.
134- Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin
de mükafatı Allah'ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
Kur'an-ı Kerim'de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından "göklerde
ve yerde bulunanların Allah'a ait" olduğu yada "göklerin ve yerin mülkiyetinin
Allah'ın" olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi
de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite
sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de
sadece O'dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir.
Ayrıca burada, yüce Allah'ın, kendilerine kitap indirilen herkese yönelik
tavsiyesinin takva olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin
mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme yetkisinin kimde olduğu
belirlendikten sonra yer almaktadır.
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Size ve sizden
önceki kendilerine kitap verilmişlere Allah'tan korkmayı emrettik."
Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan
merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O'nun hayat
sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir.
Bu arada Allah'ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu oluşturan kafirlere, yüce
Allah'ın onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirmesinin son derece
kolay olduğu bildirilmektedir.
"Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan her
şey Allah'ındır. Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır."
"Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Allah vekil
olarak yeterlidir."
"Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını
getirir. Hiç şüphesiz Allah'ın gücü bunu yapmaya yeterlidir."
Yüce Allah, kullarına takvayı tavsiye ediyorsa, bu dinlemeyip kafir
olmaları durumunda; Ona zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına
gelmez. Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez.
"... Biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah'ındır."
Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan
topluluğunu getirebilir kuşkusuz. Yoksa sadece onların çıkarı ve durumlarının
ıslahı için takvayı emretmektedir.
İslâm'ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende
bulunanlardan üstün tutması oranında, kafir olduğu, azgınlaştığı, büyüklendiği
ve haksız yere ilalılığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi,
İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin
gereğidir.
Bu değerlendirme, sadece dünyayı isteyen gönüllere yönelik yüce Allah'ın
lütfunun geniş olduğuna ilişkin bir direktifle son bulmaktadır. Kuşkusuz dünya
ve ahiret mükafatı onun katındandır. İdeallerini dünyayla sınırlı tutanlar, onun
ötesini bakışlarıyla kavrayabilirler, böylece dünya ve ahiret mükafatın ı elde
edebilirler.
"Kim dünya mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin
de mükafatı Allah'ın katındadır."
İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının
beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm'ın eksiksiz, realist ve idealist hayat
sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla
sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu
yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler
alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar,
sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir.
Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm şeriatında yer alan ayrıntılı
hükümlerle evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa işaret ettiği gibi,
İslâm'ın aile konusunda gösterdiği titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu
sorunu, şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir. Ardından da bütün
dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce
Allah, insanları ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve şeriatını uygulayan
başkalarını getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve aile
sorununun yüce Allah'ın katında ve onun hayat sisteminde de önemli olduğunu
vurgulamaktadır.
Gelecek ders, hakkında yüce Allah'ın "Siz insanlar için ortaya
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran. 110) buyurduğu bir
ümmet ortaya çıkarmak için ilahî gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin
bir halkasını oluşturmaktadır. Bu halka; değişmez olduğu kadar, adımları sürekli
olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri
belirlenmiş olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce Allah, insan
ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından haberdardır. Onun özelliklerini ve
hakikatlerini görür. Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir.
Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre- cahiliye bataklığından
çıkarmak, en üst zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek için
konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve değişmez prensiplerini belirlediği gibi,
bu Kur'an'la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da gözler önüne
getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan çizgilerden -olduğu gibi onların
insan oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf noktaları, cahiliye
kalıntıları ve fıtrî belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu sistemin,
müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil ettiği hak üzere
sağlamlaştırma yöntemi ile hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da
belirlenmektedir.
Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde adaleti ayakta tutmaları
hususundaki görevlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman
kitleye yönelik bir çağrıyla başlamaktadır. Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle
ayakta tutabilir. Kitle, bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah'la
ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan
uzaktır. Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de bunun içindedir
kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken Allah korkusu ve hoşnutluğu
dışındaki tüm değer yargılarından soyutlanmıştır. Bu adaletin bir örneğini, daha
önce sözünü ettiğimiz yahudi olayında yüce Allah'ın pratik olarak Resulullah'a
(salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman kitleye öğrettiğini görmüştük.
Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman edenlere yönelik bir
çağrıyla başlıyor ders. Bu Kur'an'ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu şekilde
gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan
ruhunun, birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi şahsına, akrabalarına,
mahkemeleşen taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara,
zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa karşı duygularının gerçek mahiyetini
bilir. Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı gerektirdiğini bilir. Bu
aşağılık bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın gerekliliğini
bilir. Artık o zirvede Allah'ın ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan.
Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına, Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları için ikinci bir çağrı yapılmaktadır.
Bu unsurlardan her birinin imanî akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük
değeri vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın -İslâm'dan önce ve sonra-
tanıdığı tüm diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman kitlenin hayatında
görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu
üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük, kendisine gerçek anlamda inanan ve
içindekilerle birlikte yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini
eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu bahşetmiştir. Öyle ki, yüce
Allah'ın bizzat bu derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı
vermez."
Bu iki çağrının ardından ayetlerin akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak
münafıklara, -onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve müslüman olduğunu
açıkladıktan sonra tekrar kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda,
münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman safta meydana getirdikleri
olaylardan ve şartlara göre değişen konumlarından hareketle aşağılayıcı
tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde ettiklerinde onlara
yaltaklanıp, yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde, galibiyete kendilerinin
neden olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne
bunlardan ne de onlardan oluyorlardı.
Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı direktif ve sakındırmalar da söz
konusu edilmektedir. Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki
marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin ne denli güçlü olduğunu ve
müslüman toplumun hayatında ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki
onların durumları, böyle bir saldığı gerekli kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek
müslümanlar adım adım münafıklardan uzaklaştırılmış, onlardan sakınmaları
emredilmiştir. Bunlar arasında, Allah'ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya
aldıkları toplantılarına katılmama emri de yer almaktadır. Ancak o gün için
bütünüyle münafıklarla ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor
ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve müslümanların içinde yer etmişti.
Bu yüzden tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti.
Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri için, münafıklığın özellik ve
belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara yönelik sakındırmalar da
yer almaktadır. Bu özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların
katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce Allah, bütünüyle şerefin kendisine
ait olduğunu belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere fırsat vermeyeceğini
garantiliyor. Bunun yanında münafıkların dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir
eden çirkin bir tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en
aşağı tabakasında yer alacakları bildirilmektedir.
Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar, ilahî hayat sisteminin,
ruhları ve hayat tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı şekilde,
güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan olguyu değiştirip son şeklini verene
kadar, yeni bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O zamanki
müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve müslüman topluma karşı
savaşta yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri karşısındaki konumuna da
işaret etmektedir.
Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan, Kur'an'ın müslüman toplum ile birlikte
giriştiği çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük ederken baş vurduğu sistematik
yöntemlerin mahiyetlerini de belirtmektedir.
Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye arasında kesintisiz süren
bir çarpışmadır. Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar ve yöntemleri
değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen düşmanları arasında her zaman
varolmuştur.
Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur'an-ı Kerim'in hakikatı ve müslüman toplumu
yönlendirmede üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece dün için
geçerli değildi bu. Kur'an yalnızca bir nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu
ümmete öncülük etmek için gelmiştir. Her nesil ve zamanda ona yol
göstermek, kılavuz olmak için gelmiştir.
Dersin sonunda yüce Allah'ın kullarına azap etmeye ihtiyacı olmadığına ilişkin
olağanüstü bir ifade gelmektedir. Yüce Allah, sadece onlardan iman etmelerini ve
şükretmelerini istemektedir. Kuşkusuz yüce Allah, onların imanına ve şükrüne
ihtiyaç duymaz. Bu, sadece durumlarının düzelmesi, hayat düzeylerinin yükselmesi
içindir. Böylece ahiret hayatına lâyık olurlar ve cennet nimetlerinin düzeyine
çıkarlar. Ancak onlar, yüz çevirip eski hallerini sürdürürlerse cehennem azabına
lâyık olurlar. Nitekim münafıklar katmanların en aşağısına; ateş tabakasının en
altına kendilerini mahkum ederler.
135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın
aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik
ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir
olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna
uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan
kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu,
onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla
yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri
yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev,
yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında
adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir
değeri ve özel bir anlamı vardır. "Ey müminler..."
Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu
büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu
sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz.
Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun
başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa,
adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında
şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah
kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu, "adaleti yerine getirme emaneti"dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak
anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü
engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen,
müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda
-yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan
eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez.
Zengin, fakir aynıdır.
"... Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz."
Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek.
Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun
ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran
koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte
hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden
soyutlanarak.
"... Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa.."
Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete
geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını
sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille
söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz
bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu
deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz.
Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya
yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması
kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.
Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir.
Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru
şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde
yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri
üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden
olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması
durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da
zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine
şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal
zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman
bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı
harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı
da harekete geçirmektedir.
"Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar,
Allah kendilerine herkesten daha yakındır."
Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep
tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik
deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken,
insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve
sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.
"o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız."
Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur.
Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir
arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de
şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını
tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din
düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur.
Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah'ın
müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan
yasakladığı şeylerdir.
Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz
çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.
"... Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku
yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Bir mümine, yüce Allah'ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması,
bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu
Kur'an ile, müminlere hitab eden yüce Allah'tı.
Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine
olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri
ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine
osun)'a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler,
kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine;
"Allah'a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size
gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok
nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda
adaletten sapmama neden olamaz" dedi. Onlar da "göklerle yer bu sayede
ayaktadır" dediler.
Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin
okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş
başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde
gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir
yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.
Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve
kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı.
Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete
ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu
taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi.
Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında
bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış
olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca
İslâm'ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz
ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir
Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan
yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri
gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha
pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan
daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok
daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar.
Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını
kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve
durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat
sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu
düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir.
Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların
hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu
bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve
mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın
üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz.
136- Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirmiş
olduğu kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam ediniz. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkär ederse koyu bir
sapıklığa düşmüş olur.
Bu, müminlere yönelik, onları çevrelerindeki cahiliyeden ayıran sıfatlarıyla
yapılan, ikinci bir çağrıdır. Bu çağrıda, görev ve sorumlulukları belirlenmekte
ve onları bu sorumluluklar karşısında güç ve yardım bekledikleri kaynağa
bağlamaktadır.
"Ey müminler, Allah'a, peygamberine, peygamberine indirilmiş kitaba ve
daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam edin."
Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır.
İslâm'ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır.
Bu unsurlardan biri, Allah ve Resulüne iman etmektir. Bu inanç, mümin gönülleri;
kendilerini yaratan ve kendilerine doğru yolu gösteren, peygamberi gönderen
Rablerine bağlamaktadır. Bu, peygambere, peygamberin getirdiği mesaja inanmak ve
O'nu gönderen Rabbinden getirdiği her şeyi doğrulamaktır.
Bu unsurlardan biri de; Allah'ın Resulüne indirilen kitaba inanmaktır. Bu inanç
onları, yüce Allah'ın hayatları için seçtiği ve o kitapta açıkladığı sisteme
bağlar. Kitapta bulunan herşeyi kabullenmektir bu. Kaynağı birdir bu kitabın,
yöntemi de. Bu kitabın bir kısmı, alıp kabullenmek, uymak ve uygulamak
bakımından diğer kısmına göre öncelikli değildir.
Bu unsurlardan bir diğeri; daha önce indirilmiş kitaba inanmaktır. Çünkü tüm
kitapların kaynağı birdir, o yüce Allah'tır. Temelleri aynıdır. Tamamen Allah'a
teslim olmak, bütün özellikleriyle; ilahlıkta yüce Allah'ı birlemek, hayatta
uyulup uygulanması gerekenin sadece, yüce Allah'ın belirlediği sistemin olduğunu
kabul etmektir bu temel. Bu birlik, -bozulmadan önce- tüm kitapların yüce
Allah'tan geldiğinin doğal ve kesin gereğidir. Çünkü yüce Allah'ın hayat için
belirlediği sistem birdir. İnsanlara yönelik iradesi ve yolu birdir.
Çevresindeki yollar ayrılsa da o dosdoğrudur ve hedefine varır.
Bütün kitaplara inanmak -bütün kitapların aslında tek bir kitap olduğu
gerçeğinden hareketle- müslüman ümmetin ayırıcı bir özelliğidir. Çünkü bu
ümmetin, bir olan yüce Rabbi, onun biricik sistem ve yolu hakkındaki düşüncesi,
uluhiyet gerçeği ve insanlığın birliği ile uyuşmaktadır. Birkaç çeşidi olmayan
ve ötesinde sapıklıktan başka birşey bulunmayan hakla aynı doğrultudadır:
"Hak'tan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" (Yunus Suresi, 32)
İman etmeye ilişkin emrin yanında, imanın unsurlarını inkar konusunda; bir de
tehdit yer almaktadır. Bunun yanında sonuçta verilecek ceza açıklanırken bu
unsurlar ayrıntılarıyla zikredilmektedir.
"Kim Allah'ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar
ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Birinci emirde Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman zikredilmiş ancak,
meleklerden söz edilmemişti. Ancak Allah'ın kitapları, meleklere ve ahit gününe
iman konusunu da içermektedirler. Meleklere ve ahiret gününe inanmak Allah'ın
kitaplarına inanmanın doğal sonucudur. Fakat burada ön plana çıkarıyor. Çünkü
burada korkutma ve tehdit söz konusu edilmektedir ve her unsur iyice
belirginleşmelidir.
"Koyu sapıklık" deyimi, genellikle sapıklıkta ileri gitmek anlamını
taşımaktadır. Artık hidayet ümidi bulunmayan bir noktadadır böyle birisi. Bundan
sonra dönmesi beklenemez.
Fıtratın, derinliklerinde zorunlu bir hareket, doğal bir yöneliş sonucu inandığı
yüce Allah'ın inkar eden ve bu inkarın sonucu olarak; Allah'ın meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden, evet bu küfrü
işleyenin fıtratı, kokuşmuşluk, başıboşluk ve bozulmuşluk bakımından öyle bir
noktaya varmıştır ki, doğru yolu bulma ümidi kalmamıştır. Bundan sonra dönmesi
beklenemez.
İman edenlere yönelik bu iki çağrıdan sonra ayetlerin akışı, nifak ve
münafıklara saldırıya geçmektedir. O günkü pratik durumlardan birinin tasviri
ile işe başlamaktadır ayet-i kerime. Bir kısmının konumunu somutlaştırmaktadır
bu tasvir. Küfür ve kafirlerin söz konusu edildiği konumlara en yakın bir
konumdur bu:
137- Allah, önce iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman
edip arkasından küfredenleri, sonra da kafirliklerini koyulaştıranları asla
affetmeyecek, kendilerini doğru yola iletmeyecektir.
Kuşkusuz iman etmezden önceki küfür, iman tarafından silinir günahı bağışlanır.
Çünkü kişi şayet koyu bir karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur.
Ancak iman ettikten sonra küfre dönmek, hem de tekrar tekrar... İşte bu,
bağışlanması, mazur görülmesi mümkün olmayan bir suçtur. Çünkü küfür bir
perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan
kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın
tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre
dönenler bilerek fıtrata iftira ediyorlar. İsteyerek sapıklığa dalıyorlar, ıssız
çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istiyorlar demektir.
O halde yüce Allah'ın onları bağışlamaması, doğru yola iletmemesi adaletin ta
kendisidir. Çünkü yolu tanıdıktan ve takip ettikten sonra kaybeden kendileridir.
Sığınağı ve aydınlığı bulduktan sonra kötülüğü ve körlüğü seçen onlardır.
Kişi Allah için her şeyden soyutlanmadıkça, değer ve alışkanlıkların zorunluluk
ve çıkarların, ihtiras ve cimriliğin baskısından kurtulamayacaktır. Hiçbir zaman
çıkar ve servetin üstüne çıkamayacaktır. Değer ve alışkanlıkların, kişi ve
olayların, yeryüzü güçlerinin, iktidar ve otorite sahiplerinin karşısında; Allah
ile dolan gönüllerin hissettiği; serbestlik, onurluluk ve üstünlük duygusuna
kesinlikle sahip olamayacaktır.
İşte münafıklık tohumu burada gelişmeye başlıyor. Gerçekte nifak; batılla karşı
karşıya gelinirken, hakta diretmekte zaaf göstermekten başka birşey değildir. Bu
zaaf da, korku ve arzunun, bunları Allah'tan başkasına bağlamanın meyvesidir.
Allah'ın hayat için koyduğu sistemden ayrılıp, coğrafï koşullara ve insanların
geleneklerine bağlanıp kalmanın doğal sonucudur.
AZABLA MÜJDELENENLER
Burada, Allah'a iman ve onun için herşeyden soyutlanarak şahitlik etme ile
münafıklıktan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Bu münasebet sûrenin
ana konusunu oluşturan genel münasebetin yanında yer almaktadır. Sî:renin ana
konusunu; müslüman kitleyi İslâm sistemiyle eğitmek, cahiliyeden arta kalan
tortuları gidermek ve ruhları insanların fıtrî zaaflarına karşı hazırlamak sonra
da, bu kitle ile birlikte çevrelerindeki müşriklerle içlerindeki münafıklara
karşı savaşa tutuşmak oluşturmaktadır. Ayetlerin akışı, sûrenin başlangıcından
sonuna kadar bu genel hedefe yöneliktir.
Bu dersin geri kalan kısmı nifak ve münafıklık konusuna değinmektedir. Bu, aynı
zamanda cüzün sonunu da oluştùrmaktadır. Daha önce de geçen ayetin gözler önüne
serdiği; önce iman edip, sonra inkar eden, tekrar inanıp, yine inkar eden, en
sonunda küfürlerini koyulaştıran münafıklara ilişkin bir tablo yer almıştı.
Şimdi de daha önce işaret edildiği gibi, nifak ve münafıklara yönelik bir
saldırı başlamaktadır. Hayatın ve gönüllerin realitesi içinde tabiata uygun
hareket eden ilahî hayat sisteminin mahiyetini anlamak için, .çeşitli yöntemler
kullanılarak başlatılan bu saldırıyı incelemek, iyice düşünmek gerekir.
138- Münafıklara acı bir
azabın kendilerini beklediğini müjdele. "
139- Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında
şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah'ındır.
140- Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya
alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada
oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınız! bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah
münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.
141- Onların Gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip
ederse, "Biz sizinle beraber değil miydik?derler. Ama eğer kafirler üstünlük
sağlarsa, (bu kez de onlara) "Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size
destek vermedik mi?" derler. Allah kıyamet günü arınızdaki hükmünü verecektir.
Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.
142- Münafıklar, Allah'ı aldatmaya yeltenirler, ama asıl Allah onları aldatır.
Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır, Allah'ın adını pek az anarlar.
143- İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar.
Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.
Saldırı "korkut" kelimesinin yerine "müjdele" kelimesini kullanmak ve
münafıkları bekleyen acıklı azabı "müjde" şeklinde ifade etmek suretiyle, açıkça
alay ederek başlıyor. Sonra da bu acıklı azabın nedenini açıklıyor. Müminleri
bırakıp kafirleri dost edinmeleri, Allah katındaki kötü zanları, şeref ve gücün
kaynağına ilişkin hatalı düşüncelerinin buna neden olduğu belirtiliyor.
"Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele."
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref
mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah'ındır."
Burada söz konusu edilen kafirler, tercilı edilen görüşe göre yahudilerdir.
Münafıklar onlara sığınırlardı. Onların yanında gizlice buluşurlardı. Birlikte
müslüman kitlenin aleyhinde çeşitli komplolar hazırlarlardı.
Yüce Allah kınayıcı bir üslupla soruyor: İman ettiklerini iddia etmelerine
rağmen niçin kafirleri dost ediniyorlar? Kendilerini niye böyle bir duruma
sokuyorlar? Niçin böyle bir konumda bulunmayı tercih ediyorlar`? Yoksa
kafirlerin yanında şeref ve güç mü arıyorlar?
Fakat yüce Allah tüm şerefi tekeline almıştır. Onu dost edinen, katından isteyen
ve himayesine sığınandan başkası elde edemez bu şerefi.
Böylece bu ilk vurguyla münafıkların tabiatı ve başta gelen sıfatları ortaya
çıkmış oluyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek... Aynı zamanda gücün
hakikatına ilişkin hatalı düşüncelerini ve münafıkların şeref ve güç beklentisi
içinde bulundukları kafirlerin şeref ve güçten yoksun oldukları gerçeği de
aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu arada, şerefin yalnızca yüce Allah'ın icadında
olduğu ve sadece O'ndan isteneceği yoksa hiç kimsede ne şeref ne de güç
bulunmayacağı gerçeği de yerleştirilmektedir.
Dikkat edin, insan ruhunun katında şeref bulduğu tek dayanak budur. Buna
dayandığı sürece herkese üstünlük sağlayacaktır. Dikkat edin, insan ruhunu
yücelten, onu özgür kılan tek kulluk şekli budur. Bir olan Allah'a kulluk...
Şayet kişi bu kullukla tatmin olmazsa bitmez tükenmez değerlerin, çeşitli
şahısların yığınlarca geleneğin ve sonsuz korkuların kulu olacaktır. Herkese,
her şeye ve her değere kulluk yapmaktan kimse koruyamaz onu artık.
Ya bütünüyle üstünlük, şeref ve özgürlük olan yüce Allah'a kulluk... Ya da
tamamıyle alçaklık ve mahkumiyet olan Allah'ın kullarına kulluk.. Dileyen
dilediğini seçsin.
İman ettiği halde, Allah'tan başkasından şeref beklentisi içinde olması
düşünülemez müminin. Allah'a inandığı halde Allah'ın düşmanlarından şeref,
yardım ve güç isteyemez. Yeryüzünde Allah'ın en büyük düşmanlarından yardım
istedikleri halde, müslümanlık iddiasında bulunan ve müslüman ismini alanlar bu
Kur'an'ı anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! Şayet henüz müslüman olmayı
istiyorlarsa.. Yoksa yüce Allah'ın alemlere ihtiyacı yoktur.
Küfür üzere ölmüş soy-sopla iftihar duymak, onlarla müslüman nesil arasında soy
birliği ve yakınlık olduğuna değer vermek, kafirlerin yanında şeref aramaktır;
müminleri bırakıp onları dost edinmektir. Nitekim bazı insanlar Firavunlar,
Asurlular, Babilliler ve cahiliye Araplarıyla iftihar duyuyorlar, cahili bir
tavırla onlardan onurlanıp büyükleniyorlar.
İmam Ahmed rivayet ediyor: Bize Hüseyin b. Muhammed, bize Ebu Bekir b. Abbas,
Hamid el-Kindi'den, O da Ubade b. Nesi'den, O da Ebu Reyhane'den, Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurduğunu anlattı: "Kim şeref ve iftihar
duyarak kendini kafir olan dokuz göbek atasına dayandırırsa, o da cehennemde
onların onuncusudur."
Bu da gösteriyor ki, İslâm'da, etrafında birleşilecek bağ, inanç bağıdır.
İslâm'da millet, tarihin başlangıcından beri yeryüzünün her tarafında ve her
nesilden müminlerden oluşmaktadır. Eskiden başlayarak nesillerin birleşmesinden,
ya da yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, herhangi bir nesilde bir araya
gelmesinden oluşmamaktadır millet.
Münafıklığın birinci derecesi; bir müminin, Allah'ın ayetlerinin inkar
edildiğini, alaya alındığını işittiği halde bir mecliste oturması, bunlar
karşısında susması ve umursamamasıdır. Buna hoşgörü diyorlar, ya da ileri
görüşlülük diyorlar. İnsanın göğsünün ve ufkunun genişliğine yoruyorlar. Kişinin
fikir özgürlüğüne saygılı oluşu kabul ediyorlar.
İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir kere o, daha baştan kendisine
güvenini yitirmiştir. Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan çekinmektedir.
Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini ve ayetleri uğrunadır.
İşte imanın belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan sonra tüm setler
yıkılır, her engel ortadan kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya kapılıp
giderler.
Hamiyet (taraf tutmak) duygusu, öncelikle bilerek bastırılır, gittikçe söner,
etkisi azalır, en sonunda da ölür.
Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa, ya dinini savunmalı ya , da
toplantıyı ve orada bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak
ise, ruhî bozgunun ilk aşamasıdır. Böyle birisi iman ve küfür arasındaki nifak
köprüsüne adımını atmış demektir. Medine'de bazı müslümanlar, toplum içinde
etkin kimi münafıkların toplantılarına katılıyorlardı. Bunun da üzerlerinde
etkisi büyüktü. Ancak Kur'an'ın eğitim metodu, bu işin gerçeğine dikkat
çekiyordu. Böyle toplantılara katılmanın, orada olup bitenlere karşı susmanın iç
bozgunun ilk aşaması olduğu gerçeğine parmak basıyordu. Onların bundan
sakınmalarını istiyordu. Ancak o zamanki koşullar, onların toplantılara
bütünüyle katılmamayı emretmeye müsait değildi. Bu yüzden, Allah'ın ayetlerinin
inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduklarında, bu toplantıları terk
etmeleri emredilmişti öncelikle. Aksi bir davranışın münafıklık olacağı
bildirilmişti. Münafıkların ve kafirlerin sonu ise, son derece korkunç bir
sonuçtur.
"Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya
alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada
oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz
.Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir."
Ayet-i kerimede, kitapta daha önce indirilmiş diye işaret edilen, Mekke'de
indirilmiş En'am suresindeki şu ayet-i kerimedir: "Ayetlerimizi
dillerine dolayanları gördüğünde başka bir konuya dalana kadar onlardan yüz
çevir." (En'am Suresi, 68)
İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit! "... Siz de onlar gibi
olursunuz."
Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı da şudur:
"Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir."
Ancak yasaklamayı, Allah'ın ayetlerinin inkar edildiği, alaya alındığı
toplantılarla sınırlı tutup, müslümanlarla bu münafıkların arasındaki her türlü
ilişkilerini kapsayacak şekilde geniş tutmamak -daha önce değindiğimiz gibi
müslüman kitlenin o gün için aşmak zorunda olduğu aşamanın özelliğini
göstermektedir. Daha sonraki nesillerin de başka ortamlarda, böyle bir aşamadan
geçmeleri her zaman mümkündür. Aynı şekilde ilahî hayat sisteminin özelliğini;
işleri yavaş yavaş ele alışını, realite dünyasındaki pratik izlerini, duygu ve
koşulları gözetişini, bu arada realiteyi değiştirmek için sürekli ve kalıcı
adımlar atmayı da ihmal etmeyişini göstermektedir.
Sonra ayetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı
ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz,
kafirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan
gibi, sürüngen gibi davranıyorlar:
"Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse,
`''Biz sizinle beraber değilmiydik?", derler. Ama eğer kafirler üstünlük
sağlarsa (bu kez onlara), "Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size
destek vermedik mi?" derler. Allah kıyamet günü, aranızdaki hükmünü verecektir.
Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce münafıkların gizliden müslümanların
aleyhinde kötülükler tasarladıklarını ve başlarına belalar açmaya çalıştıklarını
göstermektedir. Buna rağmen onlar, şayet Allah müslümanlara zafer ve nimet nasip
ederse onlara sevgi gösterisinde bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar:
"Biz sizinle beraber değil miydik?"
Bazan çıkıp safları yardımsız bırakıyorlarsa, birtakım karışıklıklar
çıkarıyorlarsa bile, savaş alanına beraberce çıkmış olmalarını kastediyorlar. Ya
da kalplerinin onlarla birlikte olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Arkadan
yardımcı olduklarını, kendilerini koruduklarını kastediyorlar.
"Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), "Sizin tarafınızı tutmadık
mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?" derler."
Kendilerine sığındıklarını, yardımcı olduklarını, geriden destek olduklarını,
müminleri yardımsız bırakıp safları karıştırdıklarını kastediyorlar.
İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten renge giriyorlar. İçlerinde
zehir, dillerindeyse yağ. Ancak onlar buna rağmen oldukça zayıftırlar. Bu
aşağılık, bu iğrenç görünümleri, mümin gönüllerin iğrenmesine neden oluyor.
Kuşkusuz bu da ilahi sistemin mümin gönüllere özgü kazandırdığı bir özelliktir.
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) münafıklar konusunda Rabbinin
direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten gelerek yüz çevirerek, müminleri
sakındırarak, onlara karşı uyanık olmalarını sağlayarak bu aşağılık kampı
etkisiz hale getirmekti. Bununla beraber burada, onları, yüce Allah'ın
ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece üzerlerindeki perde kalkıp,
müslümanlara kurdukları tuzakların cezasını çekeceklerdir.
"Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü verecektir."
O zaman hile yapmanın, gizli buluşmaların, komplolar kurmanın imkanı yoktur.
Göğüslerde gizli duyguları saklamak, mümkün değildir.
Müminler, artık Allah'ın kesin vaadi ile mutmain oluyorlar. Gizlice kurulan hile
ve tuzakların, kafirlerle sergilenen bu dayanışmanın, kuvvet dengesini
bozmayacağına inanıyorlar. Allah, müminlere karşı, kafirlere zafer ve üstünlük
imkanı tanımayacaktır:
"Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Bu ayetin tefsirine ilişkin bir rivayete göre, söz konusu olan kıyamet günüdür
bu ayette. O zaman yüce Allah, müminlerle münafıklar hakkında hükmünü verecek ve
kafirlere, müminler karşısında bir üstünlük vermeyecektir.
Bir diğer rivayette ise; söz konusu olanın dünyadaki durum olduğu
anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman çarpışmalarda yenilmiş olsalar da müminler
üzerinde kafirlerin, sürekli bir egemenlik kurmalarına fırsat vermeyecektir.
Ayetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma göre genelleştirmesi daha
doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma yoktur ayette.
Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu gerektirmeyecek kadar kesindir.
Dünyadaki duruma gelince; kimi zaman baş gösteren olaylar bunun tersini
gösteriyor. Fakat bunlar aldatıcı görünümlerdir, .iyice araştırıp incelemek
gerekir bunları.
Allah'ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü geneldir. Buna göre; ne zaman iman
gerçeği mümin gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında bir sistem ve
bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her türlü düşünce ve davranıştan Allah
için tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük, küçük, ibadeti tamamen Allah'a özgü
kılmışlarsa; o zaman yüce Allah, müminlere karşı kafirlere bir fırsat
vermeyecektir.
Bu, İslâm tarihinin, aksine gerçekleşmiş en ufak bir olayı bile kaydetmediği bir
gerçektir.
Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah'ın vaadine güvenerek şunu kesinlikle
söyleyebilirim: Müminler hiçbir zaman yenilgi yüzü görmeyeceklerdir. Düşünce ya
da davranış alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı sürece,
tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır. Her türlü eklemeden ve
şaibeden uzak yalnızca Allah yolunda, sadece bu sancak altında cihad etmek
amacıyla hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın gereğidir. Bundan sonra,
açılan bu gedik oranınca, geçici bir yenilgi almalarına rağmen zafer tekrar
müminlerin olacaktır; şayet henüz varlıklarını sürdürüyorlarsa.
"Uhut"da örneğin, gedik, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat
etmeyi bırakıp, ganimet arzusuna kapılmak noktasında açılmıştı. "Huneyn"de ise,
sayı çokluğuyla övünmek, gurura kapılıp asıl dayanağı unutmak şeklinde açılmışdı
gedik. Şayet tarihleri boyunca, müslümanların aleyhinde meydana gelen her olayı
inceleyecek olursak, buna benzer birşey görmemiz her zaman mümkündür. İster
olayı bilelim ister bilmeyelim durum değişmeyecektir. Allah'ın vaadi ise, her
zaman doğrudur.
Evet, imtihan için bazı sıkıntılar çekilir. Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O
da iman gerçeğinin ve pratik gerçeklerinin iyice oturmasıdır. "Uhut" savaşında
olduğu gibi. Nitekim yüce Allah müslümanlara anlatmıştı bunu. Ne zaman bu gerçek
imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah'ın vaadi
kesinlikle gerçekleşmiştir.
Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir çarpışmanın sonunda elde edilen
bozgundan daha kapsamlı bir anlam kastediyorum. Kasteddiğim, ruhsal bozgundur,
azmin kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir gevşekliğe, bir bezginliğe ve ümitsizliğe
neden olmadığı sürece savaş alanında alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku
uyandığında, bir kıvılcım tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde, inancın,
savaşın ve uygulanacak yöntemin mahiyeti açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin
bir zaferin kesin başlangıcıdır. Yol uzun sürse de.
Aynı şekilde Kur'an ayeti, "... Allah kafirlere, müminler karşısında
üstün gelme fırsatı vermeyecektir." derken, mümin ruhun muzaffer
olduğuna ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat çekmektedir. Ayrıca müslüman
kitleyi, iman gerçeğini, kalplerinde düşünce ve bilinç, hayatlarında da realite
ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır. Yoksa, sırf isimlerine
güvenmemelerini bildirmektedir. Çünkü zafer, isimle değil, onun ötesindeki
gerçekle elde edilir.
Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde iman gerçeğini olgunlaştırmak ve
bu gerçeğin gereklerini hayatımızda ve realitemizde uygulamaktan başka bir şey
olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı
şekilde düşmanlara dayanmamak, Allah'tan başkasından şeref beklememek de iman
gerçeğinin gereklerindendir.
Yüce Allah'ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür gerçeğine tamamen uygun
düşmektedir.
Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güce
bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle
sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya mahkum bir gücün tüm evrendeki
güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü birbirinden ayırd etmemiz
gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların değişmezliği gibi değişmez ve
gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar
üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür gerçeğiyle karşılaşınca,
onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak iman,
bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi
tabiatına uygun ve imkanları dahilinde hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz
herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür.
Bu "gerçek" küfür, "görüntü"de iman olsa yine durum değişmeyecektir.
Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki,
hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o zaman hak ile batıl arasındaki
savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu batıl, aldatıcı ve kabarık bir görünüme
sahip olabilir.
Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız da onu darmadağın eder. Bir de
bakarsınız batıl yok oluvermiş. (En'am Suresi, 18)
"... Allah kafirlere; müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."
Müminleri güvene sevk eden, yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kafirleri dost
edinen münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin
akışı münafıkların aşağılayıcı bir portrelerini daha çizerek devam ediyor. Bunun
yanında durumlarının ne kadar iğrenç olduğu ve yüce Allah'ın onlara yönelik
tehdidi de ifade edilmektedir:
"Münafıklar Allah'ı aldatmaya yelteniyorlar, ama asıl Allah onları aldatır.
Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır. Allah'ın adını pek az anarlar."
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar.
Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın."
Bu da ilahî hayat sisteminin mümin gönülleri okşayıcı bir diğer atağıdır. Çünkü
bu gönüllerin Allah'ı aldatmaya kalkışan bir toplumdan nefret etmesi
kaçınılmazdır. Sonra bu gönüller, gizli, kapalı her şeyi bilen yüce Allah'ın
aldatamayacağını çok iyi bilirler. Allah'ı aldatmaya kalkışan birinin kötülük,
bilgisizlik ve büyük bir gaflet içinde olmasının zorunlu olduğunu çok iyi
kavrarlar. Bu yüzden Allah'ı aldatmaya yeltenen bu adamlardan nefret ederler.
onları hor görürler, küçümserler.
Bu ataktan sonra, onların yüce Allah'ı aldatmaya kalkıştıkları anlatılmaktadır.
Oysa "Asıl Allah onları aldatır." Yani onlara süre tanır,
sapıklıklarıyla baş başa bırakır. Kendilerine gelmelerini sağlayacak bir
musibetle onları uyarmaz. Gözlerini açacak bir felaketle onları uyandırmaz.
Uçurumdan aşağı düşene kadar kendi hallerinde bırakır. İşte yüce Allah'ın onları
aldatması budur. Çoğu zaman felakettir ve sıkıntılar yüce Allah'tan birer
rahmettir; kulların başına gelince çabucak hatadan dönmelerini sağlayan veya
daha önce bilmediklerini öğreten... Aynı şekilde sapık günahkarların sağlıklı
bir şekilde bolluk içinde hayat sürdürmeleri, yüce Allah'ın onlara süre tanıması
anlamındadır çoğu zaman. Çünkü onlar, günah ve sapıklıkta öyle bir noktaya
gelmişler ki, bir musibet, bir uyarı almaksızın en kötü sonuca ulaşıncaya kadar
öylece bırakılmayı hakketmişlerdir.
Ardından ayetlerin akışı, mümin gönüllerde, nefret ve horlamadan başka hiçbir
etki bırakmayan ayıplayıcı ve aşağılık bir portrelerini çizmektedir.
"Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır. Allah'ın adını pek az anarlar."
Onlar Allah ile buluşmanın onun huzurunda durmanın, ona bağlanmanın, ondan
yardım istemenin arzu ve hararetiyle namaza durmuyorlar. İnsanlara gösteriş
yapmak için namaz kılıyorlar. Bu yüzden, ağır bir işi yapan ya da sıkıntılı bir
işe koşturulan biri gibi ciddiyetsiz ve isteksiz ayakta dikilirler. Aynı şekilde
Allah'ı da pek az anarlar. Onlar bir şey yaparken Allah'a yönelmezler, amaçları
insanlara gösteriş yapmaktır.
Bu, hiç kuşkusuz müminin zihninde nefret uyandıran bir tablodur. Gönüllerinde
küçümseme ve tiksinti duygularını harekete geçirir. Bu bilincin bir gereği
olarak, münafıklara mesafeli davranmalıdırlar. Kişisel ve çıkara dayalı
ilişkilere önem vermemelidirler. Müminlerle münafıkların ilişkilerini kesmede,
hikmetli eğitim metodunun bir aşamasıdır bu.
Ayetin akışı, ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı tabloyu çizmeye devam ediyor:
"İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar.
Allah'ın şaşırttığı kimseye sen yol bulamazsın."
Yalpalayıp duran, kararsız, sallantılı, istikrarsız ve dayanaksız bir konum. İki
saftan birine; mümin ya da kafir saffa yar olmama... Böyle bir konum mümin
gönüllerde, aynı şekilde küçümseme ve tiksintiden başka bir etki bırakmaz. Aynı
zamanda münafıkların kişilik bakımından da zayıf olduklarını göstermektedir. Bu
tarafta ya da o tarafta, kesin bir konum edinememelerine neden olan, bu kişilik
zayıflığıdır. Gerek bu tarafta gerek o tarafta yer alıp, açıkça bir görüş, bir
inanç ya da konum belirlemelerine engel teşkil etmektedir bu zayıflık.
Bu aşağılayıcı portrelerin ve bu kararsız konumların ardından, yüce Allah'ın
azabını hakketmelerine, hidayete ermeleri için yardım edilmeye layık
olmadıklarına, bu yüzden kimsenin onları doğru yola iletemeyeceğini ve esasında
doğru bir yolda bulunmalarının mümkün olmayacağına ilişkin bir ifade yer
almaktadır:
"Allah'ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın."
Buraya kadar ayetlerin akışı, münafıklardan tiksinmeleri, onları küçümsemeleri
ve onları kişilik bakımından oldukça zayıf görmeleri konusunda mümin gönüllerde,
büyük bir etki bırakmaktadır. Şimdi de münafıkların yoluna uymamaları konusunda
uyarmak için, hitap müminlere yönelmektedir.
Münafıkların yolu ise -daha önce söylendiği gibi- müminleri bırakıp kafirleri
dost edinmektir. Ayet-i kerime, onları Allah'ın yakalayıp intikam almasından
sakındırıyor. Bu arada ahirette münafıkların varacağı yer de tasvir etmektedir.
Bu, dehşet verici, korkunç bir yerdir. Küçültücü olduğu kadar aşağılık bir
yerdir de.
144- Ey müminler, sakın
müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeyiniz. Yoksa Allah'a, aleyhinize
işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. Onlara yardım
edecek hiç birini bulamazsınız.
146- Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'ın ipine sarılanlar,
sırf Allah'a bağlananlar bir dindarlığı benimseyenler işte bunlar, müminlerle
beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.
Burada, müminleri, çevrelerinde bulunan insanlardan ayıran, onları farklı kılan
sıfatlarıyla yapılan çağrı tekrarlanmaktadır. Bununla hayat sistemleri, davranış
biçimleri ve realiteleri iyice belirginleşmektedir. Bu sıfatla çağrıya karşılık
vermektedirler, direktiflere bununla uymaktadırlar.
Münafıkların yoluna uymaktan, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmekten
sakındırılmaları konusunda, bu sıfatla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz o günkü
müslüman toplum da böyle bir çağrıya ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü müslüman toplum
içinde yer alan kimi müslümanlarla; Medine'deki yahudiler, duygusal yönden de
olsa kimisiyle de; Kureyşliler arasındaki bağlar henüz devam ediyordu. Kimi
müslümanlar diyoruz, çünkü cahiliye toplumuyla -babaları, oğulları dahi olsa-
tüm bağlarını koparan başka müslümanlar da vardı. Etrafında birleştirecek tek
bağ, korunacak tek ilgi, yüce Allah'ın öğrettiği gibi sadece inançtı onların
yanında.
İşte nifak ve münafıkların o aşağılayıcı, nefret uyandırıcı ve iğrendirici
tabloları çizildikten ve Allah'ın gazabından, yakalayıp intikam almasından
sakındırıldıktan sonra, nifak ve münafıkların yolu budur, uyarısına sürekli
ihtiyaç duyan bu kimi müslümanlardı:
"Yoksa Allah'a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?"
Allah'ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar
hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde
sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman
yeterlidir çünkü.
Mümin gönüllere doğru uzanan bir yola daha başvuruluyor. Ancak doğrudan onlara
yönelmiyor, sadece ima ederek yöneliyor. Münafıkları bekleyen korkunç, dehşet
verici ve aşağılayıcı sonucu açıklamaktan ibarettir bu yol:
" . Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. onlara
yardım edecek hiç birini bulamazsın."
En alt kat... Kendilerini kurtaramadıkları, üzerine çıkamadıkları, toprağın
üzerlerine yapıştırdığı, yeryüzü ağırlığına uygun bir dönüş yeridir bu. Arzu ve
isteklerin, ihtiras ve korkunun, zaaf ve aşağılığın ağırlığıdır. Bu ağırlık
onları, müminleri oyalayıp kafirleri dost edinme çukuruna yuvarlatmıştır.
Böylece hayatta bu aşağılık konumu benimsemişlerdir. "İki taraf arasında
yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar."
Onlar daha dünya hayatındayken kendilerini bu aşağılık yere hazırlayıp
alıştırıyorlardı: "Cehennemin en alt katı..." Burada ne bir
yardımcıları ne de bir kurtarıcıları söz konusudur. Onlar dünyadayken kafirleri
dost edinmişlerdi. Şimdi kafirler onlara yardım etseler ya?
Bu korkunç sahneden sonra kurtuluş kapısı açılıyor onlar için. Kurtulmak
isteyenlere tevbe kapısı açık tutuluyor:
"Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'ın ipine sarılanlar, sırf
Allah'a bağlanan bir dindarlığı benimseyenler, işte bunlar, müminler ile
beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir."
Başka yerlerde "Tevbe edenler, durumlarını düzeltenler bu hükmün
dışındadırlar.' denmektedir. Çünkü tevbe ve durumu düzeltmek; Allah'a
bağlanmak ve dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak da belirtilmektedir. Çünkü bu
ayet, yalpalayıp duran, münafıklık yapan ve Allah'tan başkasını dost edinen
ruhlarla karşılaşıyordu. Bu yüzden, tevbe ve durumu düzeltmenin yanında, Allah
için her şeyden soyutlanmanın, sadece ona bağlanmanın ve bu ruhların şu kararsız
duygulardan, kaypak huylardan kurtulmalarının da belirtilmesi son derece uygun
düşmektedir. Böylece sadece Allah'ı bağlamakla, güç ve birlik sağlayabilirler.
Allah için her şeyden kurtulmakla, samimi ve arınmış olabilirler.
Bununla, münafıkları dünya hayatında yere yapıştıran, ahiret hayatında da
cehennemin en alt tabakasına yuvarlatan ağırlık hafiflemiş oluyor.
Bununla, tevbe eden münafıklar, sadece Allah'ın ,şerefi ile şereflenen, imanla
yücelen, iman gücüyle yeryüzü ağırlığından kurtulan müminlerin saffına
yükselirler. Müminlerin -ve onlarla birlikte olanların- mükafatı ise bellidir.
"Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir."
Bu çeşitli mesajlarla; müslüman toplumda yer alan münafıkların gerçek durumları
ortaya çıkarılmış, etkileri azaltılmış, müminler, nifak dönemeçlerine sapmaktan
uyarılmış ve onları bekleyen sonuçtan sakındırılmış oluyor. Bu arada, içinde
iyilik bulunanların kendini kurtarmaya, sadakatle, isteklice ve içtenlikle
müslüman saffa katılmaya çalışması için, münafıklara da tevbe kapısı açık
tutuluyor.
Son olarak şu olağanüstü, duygulandırıcı ve derin etkili ifade yer almaktadır.
O, korkunç cezayı ve büyük mükafatı bildirdikten sonra. Bununla, yüce Allah'ın,
kullarına azap etmeye ihtiyaç duymadığını, insanlara kavratma amacı
güdülmektedir. Yüce Allah'ın onlara şahsi bir kinimi var ki, bunun için
üzerlerine azap yağdırsın? Yüce Allah'ın, gücünü ve otoritesini bu yolla
göstermeye ihtiyacı yoktur. Aynı şekilde, insanları cezalandırmak için de bir
arzusu söz konusu değildir. Nitekim putperest efsaneleri, bu tür düşüncelerle
doludur. Aksine, Allah'a iman edip, O'na şükretmek insanların çıkarınadır. İman
ve Allah'a şükür atmosferinde birbirlerini sevmeleridir istenen. Kuşkusuz yüce
Allah, salih amel işleyenlere karşılığını verir ve O ruhların gizliliklerini çok
iyi bilir:
147- Eğer Allah'a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba
çarptırsın ki? Hiç şüphesiz Allah, şükre karşılık verir ve her şeyi bilir.
Evet, şayet şükreder ve inanırsanız, Allah sizi niye cezalandırsın? O, inkar ve
nankörlüğün karşılığı olarak azap verir. Belki şükretmeye ve inanmaya yöneltir
diye, bir tehdit olarak kullanır azabını. Azap etmek istediği, işkenceye arzusu,
acı çektirmekten zevk almak, güç ve otorite gösterisinde bulunmak, söz konusu
değildir. Yüce Allah, bütün bunlardan yücedir, uludur. Ne zaman şükür ve iman
ile korunursanız, Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu ile karşılaşacaksınız.
Allah'ın, kuluna karşılık verişini ve kullarından haberdar oluşunu göreceksiniz.
Yüce Allah'ın, kuluna teşekkürle karşılık vermesi, göçüle derin şefkat
duygularını akıtmaktadır. Yüce Allah'ın teşekkür etmesinin hoşnutluk anlamında
olduğu bilinmektedir. Hoşnutluğun gerektirdiği sebep anlamı da vardır. Ancak
yüce Allah'ın teşekkür etmesi, ifade olarak derin etkileri söz konusudur.
Yoktan var eden, lütfedip nimetler veren, alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce
yaratıcı... İyi davranışları, imanları ve iyilikleri karşısında kullara teşekkür
ediyorsa... Onlara, imanlarına, şükür ve iyiliklerine ihtiyacı olmadığı halde
yoktan var eden, lütfedip nimetler veren ve alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce
yaratıcı teşekkür ediyorsa... Rızıkları veren, lütfedip nimet bahşeden, yaratıcı
karşısında, yaratılmış, sonradan var edilmiş ve Allah'ın nimetleri içinde yüzen
kulların ne yapması gerekir?
Dikkat edin, bu kalpleri harekete geçiren, utandıran ve karşılık vermesini
sağlayan, derin olduğu kadar şefkatli bir ifadedir.
Dikkat edin bu, yolun belirtilerine yönelik aydınlatıcı bir işarettir. Bahşeden,
nimetler veren, kullarına teşekkür eden ve herşeyi bilen yüce Allah'a giden
yolun..
Kur'an'ın otuz cüzünden biri olan bu cüz, müslüman toplum hayatında girişilen
uygulama, inşa, onarım, arındırma ve sağlamlaştırma faaliyetlerinin şu
olağanüstü kısmını içermektedir. Böylece ruhsal alanda, toplum pratiğinde ve
sosyal düzende şu muazzam, uyumlu ve geniş yapıyı meydana getirmektedir. Yeni
bir insanın doğuşunu ilan etmektedir. İdealistlik ve realistlik her alanda
beşeri enerjisini sarf etmesine yardımcı olmakla beraber arınmışlık ve temizlik
bakımından, bundan önce ve sonra, insanlık bu doğuşun bir benzerini görmemiştir.
İlahî hayat sisteminin cahiliye bataklığından çıkardığı; yavaş, yavaş daha
yükseğe, erişilmez zirveye kolaylık, şefkat ve yumuşaklıkla çıkarttığı
insanın...
6. CÜZ
Bu cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm dördüncü cüzün sonlarında
başlayan beşinci cüzün tümünü kapsayan son kısmı da, şu cüzde yer alan Nisa
sûresini bütünlemektedir. İkinci bölüm ise -kalan cüzün önemli bir kısmını
oluşturmaktadır- Maide sûresinin başlangıcıdır.
Burada birinci bölüm hakkında sözü kısa tutacağız. Amacımız Maide sûresinin
"kişiliğini" ve konularını bu kitapta uyguladığımız yöntem uyarınca bir bütün
olarak sunmaktadır, Allah'ın yardımı ile...
Nisa sûresinin geri kalan kısmı da dördüncü cüzde yer alan girişinde
açıkladığımız sûrenin genel metodu doğrultusunda devam etmektedir. Ancak çok
özel bir şekilde de olsa burada sûrenin sunuş metoduna değinmemiz yerinde
olacaktır.
Kuşkusuz bu sûre, İslâm'ın, daha yükseğe, erişilmez zirveye çıkarmak için
cahiliye bataklığından çekip çıkardığı insanların oluşturduğu müslüman toplumun
vicdanında, İslâm düşüncesinin tutarlı yapısını kurmaktadır. Aynı şekilde bu
vicdanlarda çöreklenen cahiliye kalıntılarını gidermektedir. Yada daha önce
dediğimiz gibi cahiliyenin izlerini silip yerine İslâm'ın belirtilerini
yerleştirmektedir.
Sonra bu sûre, -yeni düşüncenin ışığında- müslüman ümmetin vicdanını, ahlâki
yapısını ve toplumsal geleneklerini; yeni baştan düzenlemek, gerek ahlâk,
gerekse gelenek bakımından cahiliye kalıntılarından kurtarmaktadır. Düşünce ve
inanç noktasında cahiliye tortularını giderdiği gibi, sağlam yapılı ilahi sistem
uyarınca toplumsal hayatını ve ailesel ilişkilerini de düzenlemektedir.
Sûre, -bunların yanında- bozuk inançları ve bu inançları benimseyen müşrikleri,
yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab'ı karşılamaktadır. Bu inançları
düzeltme yönüne gitmekte ve bu inançların bozulmasına neden olan sapıklıkları
giderip, doğrusunu yerleştirmektedir.
Ardından sûre, müslüman toplumla birlikte genelde Ehl-i Kitab, özelde yahudilere
karşı, şiddetli bir savaşa tutuşmaktadır. Çünkü Rasulullah (salât ve selâm
üzerine olsun)'ın Medine'ye varmasından beri, bu yeni çağrıya karşı çıkan
onlardır. Yahudiler, bu yeni çağrının, Medine'deki varlıklarına ve seçkin
konumlarına, Allah'a yakınlık bakımından öncelikli olma iddialarına ve
kendilerini Allah'ın seçkin halkı olarak kabul etmelerine karşı bir tehlike
oluşturduğunu anladıkları andan itibaren karşı koymuşlardı. Her türlü silaha
başvurarak, yeni çağrıya karşı başlattıkları savaşın nedeni budur. Bu arada
sûre, onların gerçek özelliklerini, başvurdukları yöntemleri ve kendi
peygamberleriyle geçirdikleri tarihi gözler önüne sermektedir. Temsilcisi kim
olursa olsun, kendilerinden olan bir peygamber, bir komutan bir uyarıcı dahi
olsa, hak çağrısı karşısındaki tutumlarını ortaya çıkarmaktadır.
Ayrıca sûre -bütün bunlardan sonra- müslüman ümmete omuzlarına yüklenen
sorumluluğun büyüklüğünü, kendisine takdir edilen rolün önemini açıklamaktadır.
Bu arada, hazırlanmalarının, arındırılmalarının, vicdanlarında ve hayatlarında
cahiliye kalıntılarının giderilmesinin hikmetini, bu işin gerektirdiği uyanıklık
ve güç hazırlama zorunluluğunun nedenini ve bu önemli rolün istediği
yükümlülükleri yerine getirmesinin kaçınılmazlığının sebebini açıklamaktadır.
Ruh aleminde, realite dünyasında verilen cihad ve katlanılan ağır fedakarlıklar
bu yükümlülükler karşısında yer almaktadır.
Tüm bölümleriyle sûre bu doğrultuda devam ediyor. Sûrenin bu cüzde yer alan
kısmı da aynı yöntemin bir parçası olarak yoluna devam etmektedir.
Bu cüz, vicdan ve toplum temizliğinin bir yönüyle başlamaktadır. Müslüman toplum
atmosferinde, güven duygusunu yaygınlaştırmakta, haksızlığa misillemede
bulunurken adaletli olmayı, affetmeye ve hoşgörülü davranmaya teşvik etmenin
yanında, toplum içinde dedikodu çıkarmayı da önlemektedir. Bu arada zulme
uğramış birinin misillemede bulunmasının dışında, yüce Allah'ın kötülüğün
yaygınlaşmasından hoşnut olmadığını açıklamakla birlikte, yüce Allah'ın kötülüğü
affetmeyi sevdiğini de açıklamaktadır. Çünkü O, bağışlayıcıdır, herşeye gücü
yetendir.
Sonra İslâm düşüncesinin mahiyeti açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre, Allah'ın
dini tektir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberler de bu tek dinin
taşıyıcıları ve sürekli bir kafile konumundadırlar. Peygamberler arasına bir
ayırım koymanın, getirdiklerine farklı gözle bakmanın açık küfür olduğunu
açıklamaktadır cüz. Bu açıklama, kendi peygamberleri dışında ırkçılık ve
kindarlık nedeniyle peygamberliği inkar eden -Ehl-i Kitap'tan- yahudilerin
eleştirildiği bir sırada yapılmaktadır.
Bu noktada; yahudilerin kendi peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları olan Musa
(a.s)'ya verdikleri eziyetleri ortaya çıkaran bir gezinti başlıyor. Bu sayede
kötü hareketleri, en büyük peygamberleri Musa (a.s) da dahil olmak üzere hakka
ve hak davetçilerine karşı tutumları, ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa (a.s)'ya ve
annesine karşı tutumları -Allah'ın yasakladığı ve sevmediği dedikoduları
çıkarmaları- da gözler önüne serilmektedir. Bu arada peygamberimize İslam'a ve
görünüm olarak hakkın son davetine karşı takındıkları tavır da gün yüzüne
çıkmaktadır. Yahudilerin Mesih (a.s)'e attıkları iftiralar ve O'nu öldürmekle
övünmeleri münasebetiyle, Kur'an-ı Kerim, bu iddianın mahiyetini bildirmektedir.
Haksızlık yapmaları, insanları Allah'ın yolundan alıkoymaları, kendilerine
yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını gayr-i meşru yollarla
yemeleri nedeniyle yüce Allah'ın yahudileri nasıl cezalandırdığını, dünyada
kendilerine daha önce helal kılınan bazı şeylerin haram kılındığını ve ahirette
kendilerine bekleyen acıklı azabı hatırlatmaktadır. Bu arada ilimde
derinleşenler ve hakkı öğrendikten sonra iman edip hakka uyanlar bu hükmün
dışında tutulmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, yahudilerin Hz. Peygamberin peygamberliğini inkar etmelerine
cevap verirken, bunun son derece tabii ve alışılmış bir şey olduğunu hayret
edilecek, garipsenecek ya da inkar etmeyi gerektirecek birşey olmadığını
bildirmektedir. Çünkü Hz. Peygamberimiz Nuh (a.s)'dan sonra İbrahim, İsmail,
İshak, Yakub ve torunları İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman ve Davud (selâm
üzerlerine olsun) gibi yahudilerin kimini kabul ettikleri kimini de taassub ve
kinlerinden dolayı kabul etmedikleri peygamberlerden buyana, yüce Allah'ın
insanlara elçi gönderme kanunu uyarınca gelmişti Resulullah. Yüce Allah'ın
kullarına müjdeleyici ve korkutucu peygamberler göndermesi de son derece
doğaldır.
"Peygamberlerden sonra insanların ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri
olmaması için." (Nisa Suresi, 165) Bu doğallığın ötesinde zorunlu bir
iştir de.
Ancak yahudilerin inkarı karşısında, yüce Allah'ın ve meleklerin şahitliği yer
almaktadır ayet-i kerimede. Allah'ın şahitliği yeterlidir kuşkusuz. Bunun
yanında kafir olanlar ve Allah'ın yolundan insanları alıkoyanlar; kafir ve
zalimler, tehdit edilmektedirler. Yüce Allah'ın onları bağışlamayacağı, içinde
sürekli kalacakları cehennemin yolundan başka bir yola hidayet etmeyeceği
bildirilmektedir. Bunun ardından tüm insanlara yönelik bir çağrı yer almaktadır.
Onlara bu peygamberin hak üzere Rableri tarafından gönderildiği
bildirilmektedir. Ayrıca bu peygambere inanmaları istenmektedir, aksi takdirde
göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah'a ait olduğu gerçeği ilan edilmektedir.
Kuşkusuz insanlar bu peygamberliğin doğruluğunu gözleriyle gördüler ve bu
çağrıyla da muhatap oldular. O halde, göklerin ve yerin sahibinin çağrısı
karşısında takındıkları tavrın sonucuna da katlanacaklardır.
Böylece Ehl-i Kitab'tan yahudilerle yapılan gezinti de sona ermiş oluyor. Bu
sayede özellikleri, başvurdukları yöntemleri, eskiden beri alışkanlık haline
getirdikleri kötülükleri ortaya çıkarılmış oluyor. Bu şekilde hile ve tuzakları
etkisiz hale getirilmiş ve Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in
peygamberliği hakkında gerçek söz söylenmiş oluyor. Bu konuda yüce Allah'ın
şahitliği insanlara bir delil olarak sunuluyor. Bunun yanında peygamberlerin ve
hak davetçilerin büyük sorumlulukları da bildirilmektedir. Bir taraftan insanlar
için kanıt oluşturmak, öte taraftan tüm insanların sorumluluğunun peygamberlerin
ve müminlerin boynunda olması, bu sorumluluk içinde yer almaktadır. Bunun
nedeni, insanları Allah'ın azabından kurtarmak ya da cezayı hakk edenin, bir
delilden sonra hakketmesini sağlamaktır. Kuşkusuz bu son derece önemli ve ağır
bir sorumluluktur.
Yahudilerle yapılan bu gezinti sona erdikten, yüce Allah, Meryem oğlu İsa (selâm
üzerine olsun) ve annesi hakkında çıkardıkları söylentileri yalanladıktan sonra,
İsa (selâm üzerine olsun)'ya uyan hıristiyanlarla yapılan ikinci bir gezinti
başlamaktadır. Bununla, Allah'ın kulu ve peygamberi olan Mesih'e ilişkin
aşırılıklarını düzeltmek, onları bu aşırılıklardan el çektirmek ve bu konuda
gerçeği yerleştirmek amaçlanmaktadır. Kuşkusuz Mesih (a.s) Allah'ın kuludur ve
ona kul olmaktan da kaçınmaz. Melekler de öyle. Böylece Ruhul Kudüs'e ilişkin
iddiaları düzeltilmiş, teslis inancı ve yüce Allah'ın baba olduğu savı
reddedilmiş oluyor.
Bu düzeltme işlemi esnasında, dosdoğru İslam düşüncesi de yerleştirilmiş oluyor.
Böylece sorun tamamıyle ilahlık ve kulluk çerçevesinde ele alınıyor. Yüce
Allah'ın, ilahlığı, O'ndan başka herkesin ve herşeyin kulluğu... Kuşkusuz bu
İslâm inancın büyük bir kuralı, açık bir özelliği ve temel bir ilkesidir.
Bunun için müminlere yönelik müjdeleme yer alırken, Allah'a kul olmaktan kaçınan
kafirlere yönelik de bir korkutma yer almaktadır. Yahudilerle birlikte çıkılan
birinci gezintinin sonunda olduğu gibi burada da Rabbleri tarafından bir kanıt,
apaçık bir nur geldiğine, bundan sonra karşı çıkanların ileri sürebilecekleri
bir bahanenin, kuşku ve mazeretin olmadığına ilişkin, tüm insanlara yönelik bir
duyuru yer almaktadır.
Sure (Kalale: Babası ve çocuğu olmayan ölü) konusunda, mirasın geri kalan
hükümlerini içeren bir ayetle son bulmaktadır. Kalale'nin bazı durumları daha
önce sûrede açıklanmıştı. Bu ayet Kalaleye ilişkin hükümlerin geri kalan kısmını
oluşturmaktadır. Bununla İslâm, müslüman toplumu -sûrenin başlarında dediğimiz
gibi- kendine özgü belirgin özellikleri ve bağımsız bir düzeni olan bir ümmete
dönüştürmüştür. Böylece beşer hayatında, insanlık aleminde üstlendiği önemli
rolü yerine getirmiş oluyor. İnsanlığa öncülük, önderlik ve yol göstericilik
yapmak...
Sûrenin bütününde ve ondan bir parça olan şu kısımdan, toplumsal ve ekonomik
düzenleme ile ahlâkı güzelleştirme, inanç ve düşünceyi düzeltme, müslüman
cemaate pusu kuran düşmanlarla savaşa tutuşmak, bu toplumun yerine getirmek
zorunda olduğu sorumluluk ve rolün önemini vurgulamak bir arada yürütebileceği
anlaşılmaktadır. Bir de -bu davanın kitabı ve bu ümmetin anayasası olan-
Kur'an'ın, bütün bunları son derece kapsamlı, eksiksiz, dengeli ve özenli bir
şekilde yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Kur'an'ın uyguladığı bu yöntem, yeni
baştan sorumluluğunu ve rolünü yüklenmesi için bu ümmeti, yeniden inşa etmek,
yaşatmak ve diriltmek isteyen herkesin, davet metodunu ve hareket metodunu,
Kur'an'dan almasını zorunlu kılmaktadır. Kur'an, ilk defa olduğu gibi şimdi de
rolünü yerine getirmeye hazırdır. O, her zaman aşamasında, insan ruhuna yönelik
Allah'ın kitabıdır. Onu en iyi anlayan, onunla kafirlere, münafıklara, sapık
Ehl-i Kitab'a karşı cihad eden ve insanlık tarihinde onunla eşine rastlanılmayan
bir ümmet meydana getiren zatın dediği gibi, tekrarlamakla olağan üstünlükleri
tükenmez, yıpranmaz, Kur'an'ın.
Bu Kur'an, yeni bir ümmet meydana getiriyordu. İslâm, içinde, yüzdükleri
cahiliye bataklığından çekip çıkardığı müslüman toplumlardan, bir ümmet
oluşturuyordu. Böylece elinden tutup daha yükseğe, erişilmez, zirveye çıkarmayı,
-oluşumunu tamamladıktan sonra- insanlığın önderliğini teslim etmeyi ve bu
önderlikle birlikte üstlendiği önemli rolü açıklamayı amaçlıyordu.
Bu inşa sürecinin başka etkenlerinin arasında, toplum vicdanlarının
arındırılması, içinde yaşanılan toplumsal atmosferin temizlenmesi ve ahlâksal,
ruhsal düzeyin olgunlaşacak bir noktaya çıkarılması yer almaktadır.
Bu toplum, bu düzeye ulaştığı zaman, itikadî düşüncesinin üstünlüğü oranında,
yeryüzünün diğer sakinlerine karşı, bireysel ve toplumsal ahlak bakımından da
üstünlük sağlamıştır. O zaman yüce Allah, yapabildikleri kadar yeryüzünde
onlarla dilediğini yapmıştır. Onları, dininin ve hayat metodunun koruyucuları,
sapık insanlığı aydınlığa ve hidayete götüren önderler; insanlığın önderleri ve
doğru yolu bulması için güvenilir kişiler kılmıştır.
Bu toplum, bu özellikleriyle sivrildiği sürece, bütün yeryüzüne üstünlük
sağlamıştır. Artık bunun insanlığa önderlik yapması son derece tabii, fıtrî ve
düzgün temellerine dayanan bir işti. Bu seçkin konumu nedeniyle de bilim,
uygarlık, ekonomi ve siyaset alanında da üstünlük sağlamıştır. Bu son üstünlüğü
de inanç ve ahlâksal düzey noktasındaki üstünlüğünün ürünüdür. Yüce Allah'ın
fert ve toplumlara ilişkin değişmez yasası işte budur.
Fert ve toplumun, arındırılmasının bir yönü, şu iki ayette söz konusu
edilmektedir.
148- Allah zulme uğrayanların dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz
söylemesini sevmez. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
149- Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü
bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.
Toplum oldukça duyarlı olur ve bu yüzden bu duyarlığına uygun toplumsal davranış
kurallarına ihtiyaç duyar. Kimi sözler vardır ki, söyleyen ötesini hiç
hesaplamaz. Çoğu söylentiler de onu çıkaran sadece bir insanı kastetmiştir.
Ancak bu toplumun kişiliği, ahlâkı, gelenek ve atmosferi üzerinde öldürücü
etkiler bırakır. Artık olay hedeflenen bireyi aşmış toplumun alanına girmiştir.
Her ne şekilde olursa olsun dille kötü söz söylemek, vicdanda sakınma ve Allah
korkusu yoksa, dile kolay gelir. Bu kötülüğün yaygınlık kazanması, toplum
vicdanında derin etkiler bırakır. Bu toplumda çoğu zaman karşılıklı güven yok
olur. İnsanlar gittikçe kötülüğün her tarafı kapladığını düşünürler. İçlerinde
kötülük işleme isteği bulunmasına rağmen, bunu yapmaktan çekinen çoğu kimsenin,
kötülüğün toplumun alışkanlığı haline geldiğini ve yaygınlaştığını görmesi onu
işlemesine neden olur. Artık böyle bir durumda çekinmelerine ve saklamalarına
gerek yoktur. İlk defa onları yapmıyorlar ki! Çoğu zaman kötülükten tiksinti
duymanın nedeni kötülükle, fazlaca içiçe yaşamaktır. Çünkü insan, ilk
karşılaştığında kötülükten şiddetli bir şekilde iğrenir. Ancak yapılması ya da
söylenmesi sıklaştıkça iğrenmenin ve tiksinmenin oranı düşer. Giderek kötülüğü
işitmek -hatta görmek bile- basit gelir kalplere. Artık kötülüğü değiştirmek
için harekete geçmez olurlar.
Bütün bunlar, -kötülükten uzak oldukları halde- kötülükle itham edilen ve
haklarında dedikodu çıkarılan insanlara yapılan haksızlığın yanında olmaktadır.
Ancak kötülük yaygınlık kazandığı zaman, kötülüğü açıklamak kolay ve alışılmış
bir şey olduğu zaman, iyilerin de kötüler gibi haklarında dedikodu çıkarılır.
İftira ve ithamdan çekinmeksizin, kötülüğe karışır iyiler de. Dilleri kötü söz
söylemekten alıkoyan ve çoğu kimsenin kötülük yapmasına engel olan kişisel ve
toplumsal utanma duygusu kaybolup gider.
Kötülüğü açığa vurmak -sövmek ve iftira etmek şeklinde- kişisel ithamlarla
başlar. Toplumsal çözülme ve ahlâkî bozulma ile sonuçlanır. Fert olsun toplum
olsun insanların birbirlerini değerlendirme ölçekleri sapıtır. Artık insanların
birbirlerine olan güvenleri sarsılır. İthamlar öylesine yaygınlaşır ki, diller
çekilmeksizin geveleyip dururlar bu söylentileri.
Bütün bunlardan dolayı yüce Allah, müslüman kitlenin içinde dedikodunun
yaygınlaşmasını hoş karşılamamıştır. Sadece zulme uğrayan birinin kendini
savunmak için, zalime karşı söyleyebileceği kötü sözle sınırlandırmıştır;
kötülüğü açıklama hakkını. Tabii ki bu hak, uğranılan zulmün sınırları içinde
olacaktır:
"Allah zulme uğrayanlar dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini
sevmez."
Böyle bir durumda -hukuk terminolojisinde sövme ve iftira kapsamına girmekle
beraber- kötülükle vasfetme, zulümden intikam almak, düşmanı savmak, bizzat
kişinin uğradığı kötülüğe karşılık vermek içindir. Ayrıca toplumun mazluma
yardım etmesini, zalimi zulmetmekten alıkoymasını sağlamak içindir. Böyle olunca
zalim yaptığının sonucundan çekinir, bir daha yapma konusunda tereddüt geçirir.
O zaman da kötülüğü açıklayacak kaynak sınırlıdır. Zulme uğrayan kişi sebebi de
sınırlandırmıştır. O da mazlumun nitelendirdiği belli bir zulümdür. Kendisinden
zulüm kaynaklanan kişiye karşı bizzat söylenebilir. O zaman bu açıklama sonucu
gerçekleşen iyilik, kötülüğü karşılamış olur. Sırf teşhir etmek değil de adalet
ve hakkaniyetin gerçekleşmesi hedeflenmiş olur böyle bir durumda.
Kuşkusuz İslâm -zulmetmedikleri sürece- insanların namına ve şanına saygı
gösterir. Ancak zulmettikleri zaman bu saygıyı hakketmezler. Ancak o zaman zulme
uğrayana, zulmedenin kötülüğünü açıklama izni verir. Dillerin kötü söz
söylemesine ilişkin yasağın tek istisnası budur.
Böylece İslâm'ın, zulme imkan tanımayan adaleti koruması için ferd ya da
toplumun utanma duygusunun yırtılmasına izin vermeyen ahlakî koruması birbirine
uygun düşmektedir.
Bu açıklamanın ardında Kur'an'ın akışında şu değerlendirme yer almaktadır:
"Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işiten ve görendir."
Amaç, bu işi başlangıçta Allah'ın sevgi ve hoşnutsuzluğuna bağladıktan sonra,
sonuçta da Allah'a bağlamaktır. Allah hiç kimsenin açıkça kötü söz
söylemesini sevmez. Maksad; insan kalbinin, niyet ve
sebeplerin, söz ve ithamların değerlendirilmesinin, söylenen her şeyi işiten ve
bunların ötesinde göğüslerin gizlediklerini bilen yüce Allah'a ait olduğunu
bilmesidir.
Kur'an'ın akışı, kötülüğü açıklamayı yasaklamakla pasif bir pozisyonda durmuyor
aksine, genel ve aktif bir iyiliğe yöneltiyor insanı. Kötülüğü affetmeye sevk
ediyor kişiyi. İnsanı tutup hesaba çekebildiği halde, insanları bağışlayan yüce
Allah'ın bu sıfatını öne çıkarmasının amacı, ellerinden geldiği ve '
yapabildikleri kadariyle müminlerin Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmalarını
sağlamaktır:
"Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız
da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir."
Böylece ilahî eğitim sistemi, mümin bireyi ve müslüman toplumu bir üst dereceye
daha yükseltmektedir. İlk derecede, yüce Allah'ın kötülüğün, açıklanmasından
hoşnut olmadığından söz etmektedir. Bu arada zulme uğrayan ; birinin intikam
almak ya da adaletin gerçekleşmesini istemesi durumunda, zulme uğradığı konuda
ve uğradığı oranda, zulmedenin kötülüğünü açıklamasına için verilmektedir.
İkinci derecede ise, hepsini birlikte iyilik yapmaya yöneltmektedir. Zulme
uğrayan kişiyi de -zulmü açığa vurmak şeklinde intikam alması mümkünken-
affetmeye ve vazgeçmeye yöneltmektedir. Ancak gücü yettiği zaman, yoksa gücü
dahilinde olmayan şeyi affetmek söz konusu değildir. Kişiyi intikam almaktan
vazgeçirip, hoş görecek bir düzeye yükseltmektedir bu. Kuşkusuz bu, çok daha
yüce ve üstün bir düzeydir.
Bu durumda, iyilik açıklandığı zaman, müslüman toplum içinde yaygınlık kazanır.
Gizli tutulduğu zaman ise, ruh terbiyesindeki rolünü gerçekleştirir. -Çünkü,
iyiliğin gizlisi de açığı da güzeldir- Böyle bir durumda bağışlamak duygusu,
insanlar arasında yaygınlaşır. Artık kötülüğü açığa vurmaya imkan kalmaz. Ancak
bu bağışlama olgusu insanın elinde olmalıdır. Kişinin hoş görüsünden
kaynaklanmalıdır, acizliğin verdiği zilletten değil. Aynı zamanda, gücü yettiği
halde bağışlayanın amacı, yüce Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaya yönelik
olmalıdır.
"Biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir."
YAHUDİLER
Bundan sonra ayetlerin akışı genel olarak Ehl-i Kitap'la yeni bir gezintiye
başlıyor. Sonra bir turda yahudilere geçiyor, diğer turda da hristiyanlarla yol
alıyor. Yahudiler -yalan ve iftira ederek- Meryem ve İsa hakkında kötü sözler
sarf ediyorlardı. Bu dedikodulara gezinti esnasında değinilmektedir. Böylece bu
gezinti ile sûrenin akışında geçen iki ayetin içerdiği bu açıklama, birbirine
bağlanmaktadır. Gezinti tümüyle başlangıçta Kur'an'ın, Medine'de müslüman
kitlenin düşmanlarına karşı giriştiği çarpışmanın bir yönünü oluşturmaktadır. Bu
çarpışmanın diğer yönleri bu surede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde
ele alınmıştı. Şimdi Kur'an'ın akışında yer aldığı gibi sunmaya başlayalım:
150-151- Allah'ı ve peygamberlerini inkar
edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yaparak; `Buna inanır, fakat
şuna inanmayız' diyenler böylece, iman ile küfür arası bir yol tutturmak
isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur
kırıcı bir azap hazırladık.
152- Buna karşılık Allah'a ve peygamberlerine inananlara ve peygamberler
arasında ayırım yapmayanlara gelince, Allah onların mükafatını ilerde
verecektir. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Yahudiler kendi peygamberlerine inandıklarını iddia ediyorlardı. Ancak, İsa ve
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliklerini inkar
ediyorlardı. Hıristiyanlar, Hz. İsa'yı ilahlaştırmalarına ek olarak;
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğini de inkar
ediyorlardı.
İşte Kur'an hem onları hem de bunları reddediyor. Allah ve peygamberlerinin,
ayrıca bütün peygamberlerin arasını ayırmaksızın iman etmeye ilişkin kapsamlı ve
eksiksiz İslam düşüncesini yerleştiriyor. İşte bu kapsayıcılığıyla "din",
İslâm'dır. Allah, bunun dışında insanlardan başkasını kabul etmeyecektir. Çünkü
yüce Allah'ın birliğine ve bu birliğin gereklerine uygun tek din budur.
Kuşkusuz yüce Allah'ın mutlak birliği, onunla peygamberlerin insanlara
gönderildiği "dinin" tekliğini gerektirmektedir. Aynı şekilde bu emaneti
insanlığa taşıyan peygamberlerin birliğini zorunlu kılmaktadır. Peygamberlerin
ya da peygamberliğin birliğini inkar edenler, gerçekte Allah'ın birliğini inkar
etmektedirler. Ayrıca bu durum onların, yüce Allah'ın birliğinin gerekleri
hakkındaki yanlış düşüncelerini göstermektedir. Yüce Allah'ın ïnsanlığa
gönderdiği dininin ve onlar için seçtiği hayat' sisteminin kaynağı değişmediği
gibi esasları da değişmez.
Bu nedenle, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, ayetin
akışında; "Allah'a inanan fakat peygamberleri inkar edenler" olarak, ifade
edilmektedir. Peygamberlerin arasını ayırmak isteyenler de; "bazısına inanan
ancak bazısına inanmayan" olarak tabir edilmektedirler. Her iki grup da,
"Allah'ı peygamberlerini inkar edenler" olarak; nitelendirilmektedirler.
Böylece, Allah ve peygamberlerini ayırmak ve peygamberlerinin bazısını
bazısından ayırmak; Allah ve peygamberlerini inkar etmek olarak
değerlendirilmiştir.
Kuşkusuz iman bölünmez bir bütündür. Allah'a iman etmek O'nun birliğine
inanmaktır. Yüce Allah'ın birliği de, insanların hayatlarını (bir birlik gibi)
esaslarına göre düzenlemelerini istediği dinin, birliğini gerektirmektedir. Aynı
zamanda bu dini, kendi yanlarında yada onun irade ve vahyinin dışında bir
kaynaktan getirmeyip, O'nun katından getiren peygamberlerin ve onlara karşı
takınılacak tavrın birliğini gerektirmektedir. Mutlak küfür olmadan, bu birliği
parçalamak imkansızdır. Taraftarları kimine inandıklarını kimini de inkar
ettiklerini zannetseler de Allah katında cezaları, hepsine birlikte hazırlanan
onur kırıcı azaptır.
"Onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur kırıcı bir aza
hazırladık."
Müslümanlara gelince, onların itikadî düşünceleri, Allah'a ve peygamberlerine
aralarını ayırmaksızın topluca iman etmeyi kapsamaktadır. Her peygamber onların
yanında inanılması ve saygı gösterilmesi gereken kişidir. Semavi tüm dinler
haktır, bozulmaları söz konusu olmadığı sürece. Çünkü bozulmamış tarafları
kalmış olsa bile artık, Allah'ın dini olmaktan çıkmıştır. Yoksa Allah'ın dini
tektir -Onlar, konuyu gerçekte olduğu gibi- şöyle düşünüyorlar: Bir tek ilah
vardır ve bu ilah, insanlar için hoşlandığı tek bir din göndermiştir. Hayatları
için bir tek sistem koymuştur. Peygamberleri bu din ve bu sistemle göndermiştir
insanlara. Müminlerin düşüncesine göre iman kervanı, birbirine bağlı bir
kervandır. Öncülüğünü Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve bütün bunların
kardeşleri olan diğer peygamberler (Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine
olsun) yapmaktadır. Onlar kendilerini bu köklü kervana dayandırırlar. Onlar da
bu büyük emanetin taşıyıcılarıdır. Şu kutlu yol boyunca uzanan iyiliğin
varisleridir onlar. Ne bir ayrılık, ne bir farklılık ne de kopukluk... Bu gerçek
dinin mirası sadece onlara aittir. Onların yanında bulunanların dışında
kalanların tümü batıl ve sapıklıktan başka bir şey değildir.
İşte, yüce Allah'ın ondan başkasını kabul etmediği "İslâm" budur. Yaptıklarına
karşılık Allah katında mükafat ve yaptıkları kusurlardan dolayı bağışlanma ve
merhamet hakkeden "müslümanlar" bunlardır:
"Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir,
merhametlidir."
İslâm, Allah ve peygamberlerine ilişkin birlik inancını son derece sıkı tutar.
Çünkü bu birlik, müminin ilah anlayışına ilişkin düşüncesine yakışır bir
temeldir. Ayrıca ayrılığa, kargaşaya terk edilmemiş bir düzenin varlığına da
yaraşır bir temeldir. Çünkü bu nereye bakılırsa bakılsın, varlık alemine egemen
yasanın birliğini gören insana layık bir inançtır. Bu düşünce, müminleri küfür
saflarına karşı duracak tek bir kafilede toplamayı, şeytanın hizbine karşı
duracak bir hizipte bir araya getirmeyi garantileyen bir düşüncedir. Ancak bu
tek saf, -semavi bir temele dayansa bile- sapık inançların taraftarlarının
oluşturduğu saf değildir. Bu saf, dosdoğru imanın ve sapıklık bulaşmamış inancın
taraftarlarının oluşturduğu saftır.
Bunun için "din" "İslâm"dır ve müslümanlar da "insanlar için ortaya çıkarılmış
en hayırlı ümmettir." Doğru akideyi benimseyen ve bu akideyi uygulayan
müslümanlar kastedilmektedir. Yoksa bir müslüman aileden doğan yada İslâm
kelimesini geveleyip duranlar değil elbette.
Bu açıklamanın ışığında, Allah'ın ve peygamberlerinin arasını ayıranlar,
peygamberlerden bazısını bazısından ayıranlar, iman kervanından ayrılmış,
Allah'ın topladığı birlikten ayrılmış ve Allah'a iman etmenin dayandığı birliği
inkar etmiş oldukları ortaya çıkmış oluyor.
Peygamberler ve peygamberliğe ilişkin iman ve küfür gerçeği hakkında İslâm
düşüncesinde yer alan bu başlıca kural yerleştirildikten sonra, yahudilerin, bu
alanda takındıkları kimi tavırlarını ve dersin başlangıcında yer alan kötülüğü
açıklama hususunda sergiledikleri hareketlerini sunmaya başlıyor. Yahudilerin,
peygamber (salât ve selâm üzerine olsun)'e ve O'nun peygamberliğine karşı
takındıkları tavır -mucize ve işaretler istemek suretiyle incitmeleri-
kınanmaktadır. Böylece bu tutumları ile kendi peygamberleri Musa'ya (a.s.) ve
ondan sonra Allah'ın peygamberi İsa (a.s)'a karşı takındıkları tavır arasındaki
benzerliğe işaret edilmiş oluyor. Bu, onların ardarda gelen tüm nesillerinden
belirginleşen karakterleridir. Ayetlerin akışı, Resulullah (salât ve selâm
üzerine olsun)'ı karşılayan nesil ile, Hz. İsa (a.s)'ı karşılayan nesli ve daha
önce Hz. Musa (a.s)'yı karşılayan nesli bu noktada birleştirmektedir.
Böylece bu anlam pekiştirilmiş ve bu karakterleri ortaya çıkmış oluyor.
Yahudiler Arap yarımadasında İslâm ve İslâm peygamberine karşı düşmanca; katı ve
inatçı bir tutum içinde bulunuyorlardı. Ona karşı Kur'an'ın ayrıntılarıyla
açıkladığı; bizim de birkaç örneğini Bakara sûresinde, Al-i İmran sûresinde ve
bu sûrede -beşinci cüzde- sunduğumuz gibi, inatçı ve sürekli tuzaklar
kuruyorlardı. Ayetlerin burada ele aldığı da bu tuzaklardan bir başkasıdır.
153- Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler.
Onlar vaktiyle Musa'dan bundan daha büyüğünü isteyerek, `Bize Allah'ı açıkça
göster' demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım
çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya
taptılar. Bunu da bağışladık ve Musa'ya açık bir mesaj verdik.
154- Kesin söz vermeleri üzerine, başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı
çektik. Kendilerine, o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve
`Cumartesi yasağını çiğnemeyiniz' dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz
aldık.
155- Yahudiler verdikleri sözlerinden caydılar. Allah'ın ayetlerini inkar
ettiler, Peygamberlerini, sebepsiz yere öldürdüler ve `Bizim kalplerimiz kılıçta
kaplıdır' dediler. Oysa Allah kafirlikleri sebebiyle kalplerini mühürlemiştir.
Bundan dolayı onlar, pek azı dışında iman etmezler.
156- Kafirliklerinden dolayı ve Meryem'e büyük iftira atmalarından dolayı.
157- Ve `Biz Allah'ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük' demelerinden ötürü.
Oysa O'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü.
Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu
konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle
öldürmediler.
158- Tersine Allah, O'nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli
ve hikmet sahibidir.
159- Kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa'ya iman etmemiş
olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.
160-161- İşte yaptıkları bunca zulümlerden, bir çok kimsenin Allah yoluna
girmesini engellemelerinden, men edilmiş olan faizi almalarından ve insanların
mallarını haksız yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helal olan
bazı temiz maddeler Yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki
kafirlere acı bir azap hazırladık.
Onlar Resulullah'ı (salât ve selâm üzerine olsun) sıkıştırıp kendilerine, gökten
bir kitap indirmesini istiyorlardı. Yazılmış, somut, elleriyle dokunabilecekleri
yazılı bir kitap indirmesini istiyorlardı.
"Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler."
Yüce Allah, peygamberinin yerine cevap vermeyi üzerine alıyor. Yahudilere karşı,
O'na ve müslüman topluma, onların tarihinden; peygamberleri, önderleri ve
uyarıcıları Musa (a.s)'ı ve kıssalarını anlatıyor. Yahudiler Musa'ya iman
ettiklerini iddia ediyorlardı. İsa'nın ve Peygamberimizin peygamberliğini
doğrulamıyorlardı.
Bu karakterleri yeni ortaya çıkmamıştır. Sadece onların bu nesline de özgü
değildir. Tersine bu, onların eskiden beri var olan karakterleridir.
Onlar peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s) döneminde ne idilerse
şimdi de öyledirler. Duyguları son derece kabadır. Somut şeylerden başkasını
algılayamazlar. Onlar, hep sıkıntı verirler, baskı ve güçten başkasına teshiri
olmayacak kadar bozulmuşlar. Onlar, küfür ve ihanette son derece ileri
gitmişlerdir. Verdikleri sözden çok çabuk dönerler ve yine aksini yaparlar.
-Sadece insanlara karşı değil, Rabblerine karşı da öyledirler- Onlar oldukça
kaba ve iftiracıdırlar. Verdikleri sözden dönmek pek de zor değildir onlar için.
Çirkin şeyleri açıkça söylemekten de utanmazlar. Dünya nimetlerine de çok
düşkündürler. Haksız yollarla insanların mallarını yemek isterler. Bu arada
Allah'ın emrinden ve O'nun katında bulunan sevaptan da yüz çevirirler.
Ayet-i Kerime'nin bu girişimi, onların iç yüzlerini ortaya çıkarıp rezil
etmektedir. İfadenin güçlülüğü ve çok yönlülüğü o zamanlar yahudilerin, İslâm ve
İslâm peygamberine karşı kurdukları iğrenç tuzaklar karşısında takınılması
gereken tavrı göstermektedir. Onlar, bu iğrenç tuzaklarını bu gün bile bu din ve
bu dine inananlara karşı kurmaktan geri kalmıyorlar.
"Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni istiyorlar."
Bu istekleri seni sıkmasın. Bunda şaşılacak bir şey yok. Garip
bir şey söz konusu değildir.
"Onlar vaktiyle Musa'dan daha büyüğünü isteyerek "Bize Allah'ı açıkça
göster" demişlerdi."
Yüce Allah'ın, peygamberi Musa'nın eliyle gösterdiği apaçık mucizeler;
yahudilerin duygularını harekete geçirmeye, vicdanlarını uyandırmaya ve
gönüllerini güven ve teslimiyete yöneltmeye yetmemiştir. Üstelik yüce Allah'ı
açıkça görmeyi istemişlerdir. Bu istek, imanın sevecenliğinden nasibini almış
yada inanma yeteneğini kaybetmemiş bir karakterden çok, kendini beğenmiş bir
karakterden gelebilir.
"Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı."
Buna rağmen yüce Allah onları bağışladı. İçlerinden Musa'nın duasını, bir başka
sûrede yer aldığı gibi de kabul etti:
"Onlar bir titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok
ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu
ancak senin bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola
iletirsin. Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen
bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz
sana yöneldik...' dedi." (A'raf Suresi, 155-156)
"Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar."
Samiri'nin, Mısır'dan çıkarken Mısır'lı kadınları aldatarak topladığı süs
eşyasından yaptığı altın buzağının, etrafında toplanıp, Musa'nın Rabbine dua
etmek üzere ve içinde nur ve hidayet bulunan levhaları indirmek için kendisine
kararlaştırdığı sürede yokluğundan yararlanarak onu tanrı edinmişlerdi.
"Bunu da bağışladık."
Ancak yahudi yahudidir. Zor ve korku olmazsa iflah olmaz.
"Musa'ya açık bir mesaj verdik."
"Kesin söz vermeleri üzerine başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı çektik.
Kendilerine o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve "Cumartesi
yasağını çiğnemeyiniz" dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz aldık."
Yüce Allah'ın Musa'ya (a.s) verdiği yetkin mesaj, genel kanıya göre, levhaların
içerdiği şeriattır. Çünkü Allah'ın şeriatı O'nun yetkisine sahiptir. Allah'ın
şeriatından başka yüce Allah hiçbir şeriata, bu yetkiyi vermemiştir. Bu nedenle,
insanların kendileri için koydukları şeriat ve kanunların kalpler üzerinde
hiçbir ağırlığı olmaz. Bir gözetleyici yada cellatın kılıcı olmaksızın bu
kanunları uygulamak mümkün değildir. Allah'ın şeriatına gelince; kalpler ona
boyun eğer ve itaat eder. Gönüllerde bir heybeti ve ürpertisi vardır.
Ancak kalpleri imanı algılamayan yahudiler, levhalarda belirtilen teslimiyetten
yüz çeviriyorlar. O zaman da kaba haraketlerine uygun düşen maddi bir yaptırım
geliyor. Birden bire tepeleri üzerinde asılı duran bir kaya görüyorlar. Teslim
olmadıkları, Allah'ın kendilerinden aldığı söze bağlı kalmadıkları ve levhalarda
yapmalarını istediği sorumlulukları yerine getirmedikleri takdirde bu kaya,
tepelerine düşecek gibi duruyor. Şimdi teslim oluyorlar. Sözleşmeye yanaşıp söz
veriyorlar. Hem de sağlam bir söz. Destekli ve kesin bir söz. Ayet-i Kerime,
verilen sözü, tepelerinde asılı duran kayanın ve göğüslerindeki kalbin
katılığına uygun düşsün diye bu şekilde nitelendiriyor. Öte yandan Kur'an'ın,
olayları tasvir eden, hissettiren, somutlaştırarak düşündüren yöntemi uyarınca;
bu anlam uygunluğunun yanında ifadede bir irilik, bir dayanıklılık, bir
sağlamlık yer almaktadır.
Beyt'ul Mukaddes'e secde ederek girmeleri, kendileri için bayram olmasını
istedikleri Cumartesi gününe saygı göstermeleri, verdikleri sözler arasındaydı.
Ama sonra ne oldu? Sadece korku ortadan kalkınca, baskı kaybolunca kesin sözden
yan çizip aksine davranmaya başladılar. Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler.
Haksız yere peygamberlerini öldürdüler. Ardından övünerek: "Kalplerimiz öğüt
dinlemez. Çünkü her söze karşı kılıfla kaplıdır kalplerimiz" dediler. Sonra,
yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde yahudilere karşı peygamberine ve'
müslümanlara anlattığı tüm marifetleri de sergilediler.
"Yahudiler verdikleri sözden caydılar. Allah'ın ayetlerini inkâr ettiler,
peygamberlerini sebepsiz yere öldürdüler ve "Bizim kalplerimiz kılıfla
kaplıdır" dediler."
"Bizim kalplerimiz kılıfla kaplıdır" sözlerinin yanında, inanmamaları
ve karşılık vermemeleriyle gerek O'nu üzmek, gerekse O'nu, kendilerini davet
etmesinden dolayı alaya almak; yalanlayıp, sözlerine kulak vermemekle, övünmek
amacıyla sarf ettikleri bu sözün yanında, ayetin akışı, onlara cevap vermek için
kesiliyor:
"Oysa Allah, kafirlikleri sebebi ile kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı
onlar pek azı dışında iman etmezler."
Kalpleri tabii olarak kılıflı değildir elbette. Tersine kendi kafirlikleridir ki
yüce Allah'ın kalplerini mühürlemesine neden olan. Böylece kalpleri donuk,
perdeli bir kayaya dönüşmüştür. Ne imanın güzelliğini algılayabilirler ne de
tadına varabilirler. Bu yüzden pek azı dışında hiçbiri iman etmemiştir. Onlar da
kendi davranışları sonucu, yüce Allah'ın kalplerini mühürlemesini hakketmeyen
kimselerdi. Yada kalplerini, hakkı algılayacak şekilde açan ve onunla onurlanan
ve yüce Allah'ın hidayete erdirip, imanı nasip ettiği kimselerdi bunlar.
Yahudilerin içinde küçük bir azınlığı oluşturur bunlar da. Abdullah b. Selam,
Sa'lebe b. Sa'ye, Esed b. Sa'ye ve Esed b. Ubeydullah gibi.
Bu düzeltme ve değerlendirmeden sonra, ayetlerin akışı; dünyada bazı güzel
şeylerin kendilerine haram edilmesini, ahirette onları beklemesi için cehennemin
kendilerine hazırlanmasını hakketmelerine neden olan davranışlarını saymaya
devam ediyor:
"Kafirliklerinden dolayı ve Meryem'e büyük iftira atmalarından dolayı..."
"Ve `Biz Allah'ın Rasulü Meryem oğlu İsa-Mesihi öldürdük' demelerinden ötürü..."
Bir kötülükleri zikredildiğinde yanında küfür sıfatı da zikredilmektedir.
Peygamberleri haksız yere öldürmeleri hatırlatılırken bu sıfat da zikredilmişti.
-Peygamberlerin haklı olarak öldürülmeleri aslında hiçbir zaman mümkün değil- Bu
şekilde ifade edilmesi ise olayı belirlemek amacına yöneliktir. Burada, Meryem'e
büyük bir iftira atmaları münasebetiyle de, tekrarlanmıştır bu sıfat. Tertemiz
Meryem hakkında, yahudilerin başkasının söyleyemeyeceği bir dedikodu
çıkarmışlardı. -Allah hepsine lanet etsin- Sonra Mesih'i öldürmek ve çarmıha
germekle övünüyorlardı. Hz. İsa'nın peygamberliğini alaya alarak, `Allah'ın
peygamberi Meryem oğlu İsa-Mesih'i öldürdük' diyorlardı.
HRİSTİYANLAR
Ayetlerin akışı bu iddialarını aktarırken, onlara cevap vermek ve doğrusunu
bildirmek için tekrar kesiliyor:
"Oysa onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle
göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku
içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece bir sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa
onu kesinlikle öldürmediler."
"Tersine Allah O'nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli ve
hikmet sahibidir."
İsa (a.s)'nın öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi sorunu, yahudilerin ve
hıristiyanların zanna dayanarak dillerine doladıkları bir sorundur. Yahudiler;
O'nu öldürdüklerini söylüyorlardı. Allah'ın peygamberi olduğuna dair sözünü
alaya alıyorlar ve bu sıfatı, dalga geçmek için kullanıyorlardı. Hıristiyanlar
ise; onun çarmıha gerildiğini, ardından defnedildiğini, ancak üç gün sonra
mezarından doğrulduğunu söylüyorlardı. Tarih ise; bu konu kendisini
ilgilendirmiyormuş gibi, Hz. Mesih'in ne doğumundan ne de akıbetinden söz
etmektedir.
Ne bunlardan ne de onlardan hiç biri kesin bir bilgiye dayanarak konuşmuyordu.
Olaylar çelişkili gelişiyordu. Söylentiler birbirine karışmış, öyle bir döneme
gelinmişti ki; doğruyu bulmak son derece zor olmuştu, yüce Allah'ın
anlattıklarının dışında..
İsa (a.s)'ın yakalanmasını, çarmıha gerilmesini, defnedilmesini ardından
mezarından doğrulmasını rivayet eden İncillerin dördü de İsa (a.s)'dan çok sonra
yazılmıştır. O dönemde İsa (a.s)nın dinine ve talebelerine büyük işkenceler
yapılıyordu. Olaylar büyük bir gizlilik ve perişanlık atmosferi içinde
araştırılabiliyordu. Bunların yanında birçok İncil daha yazılmıştır. Ancak
miladi ikinci yüzyılda bu dördü seçilmiş, resmen kabul edilmiş ve her zaman
kuşku götüren nedenlerden dolayı tanınmıştır.
O dönem yazılmış bir çok İncil arasında, öldürme ve çarmıha germe olayında
itibar edilen dört İncille çelişen bir İncil daha yer almaktadır;
Barnabas İncili. Barnabas bu konuda şöyle der:
"Yahuda ile birlikte askerler İsa'nın bulunduğu yere yaklaşınca, İsa büyük bir
kalabalığın yaklaştığını duydu. Bu yüzden korkarak eve çekildi. o arada onbir
havarisi de evde uyuyordu. Allah kulunun başındaki tehlikeyi görünce, Cibril,
Mihail, Refail ve Evril adlı elçilerine İsa'yı dünyadan almalarını emretti. Bu
temiz Melekler gelerek, İsa'yı güney tarafta açık pencereden çıkarıp üçüncü göğe
taşıdılar. Sürekli Allah'ı tesbih eden Meleklerin arasına bıraktılar. Yahuda
öfkeyle İsa'nın göğe çıkarıldığı odaya girdi. Talebelerinin tümü uyuyordu. O
esnada yüce Allah, harikulâde bir olay meydana getirdi. Yahuda'nın, konuşmasını
ve yüzünü değiştirerek tamamen İsa'ya benzetti. Öyle ki bizler bile O'nun İsa
olduğuna inanmaya başladık. Ancak O bizi uyandırdıktan sonra, Hocanın (İsa)
nerede olduğunu araştırmaya başladı. Bunun üzerine şaşırdık ve `Hocamız sensin
ey efendimiz, şimdi bizi unuttun mu?' diye cevap verdik."
Böylece hiçbir araştırıcı, şafak öncesi gecenin zifiri karanlığında meydana
gelmiş bu olaya ilişkin kesin bir belgeyi bulacak durumda değildiler. Bu konuda
ihtilafa düşenler de bir rivayeti diğerine tercih ettirecek bir dayanağa sahip
değildirler:
"Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu
konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir."
Ancak Kur'an net gerçeği bildiriyor:
"O'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü."
"... Yoksa O'nu kesinlikle öldürmediler.."
"Tersine Allah O'nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli°ve
hikmet sahibidir."
Kur'an-ı Kerim, bu göğe çıkarılma olayına, ayrıntılarıyla dalınıyor. Daha
hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra
sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara
değinmiyor. Buna göre onlar O'nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O'na
benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka
bir sûrede şöyle demektedir: "Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma
yükselteceğim." (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa'nın
ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de
açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur'an'ın
gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir
kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve
efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur.
Kur'an'ın akışıyla birlikte konunun geri kalan kısmına dönüyoruz: "Kitap
Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa'ya iman etmemiş olsun.
Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.
İlk kuşak tefsirleri, "ölümünün..." kelimesindeki zamirin kime dönük olacağı
konusunda farklı görüşlerden hareketle, ayetin anlamı bakımından farklı
sonuçlara varmışlardır. Bir grup, "kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki,
ölümünden önce (yani İsa'nın) İsa'ya iman etmemiş olsun" anlamını
çıkarmışlardır. Bu da kıyamet öncesi dünyaya inişine ilişkin görüşe uygun
düşmektedir. Başka grub tefsir bilgini de ayetten şu anlamı çıkarmıştır:
"Kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölmeden önce (yani Kitap Ehli'nden olan
kişi) İsa'ya iman etmemiş olsun." Bu da -ölümün eşiğinde olan kişiye,
gerçeğin tüm çıplaklığıyla göründüğüne ancak, bu bilmenin yarar sağlayamadığına
ilişkin görüşe kanıt teşkil etmektedir.
Biz bu ikinci görüşe eğilimliyiz. Ubeyy okuyuş tarzında; ayetin, "illa
leyu'minenne bihi kable mevtihıin" şeklinde okunması da, bu görüşü
desteklemektedir. Bu okuyuş tarzında, fiildeki zamirin kime dönük olduğu açıkça
görülmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur! İsa (a.s)'ı inkar eden yahudiler, bu
inkarlarını sürdürdükleri, onu öldürdüklerini ve çarmıha gerdiklerini
söyledikleri halde, bunlardan birinin ölümü yaklaştığında can boğaza dayandığı
anda, kendisine gerçek görünmekte, İsa'nın doğru söylediğini, peygamberliğinin
hak olduğunu görmekte ve O'na iman etmektedir. Ancak böylesi bir imanın hiçbir
yarar sağlayamadığı bir sırada... Kıyamet günü de İsa, bunların aleyhine
şahitlik yapacaktır.
Böylece Kur'an-ı Kerim, çarmıha gerilme (Haç) hikayesinin asılsız olduğunu
kestirip atmaktadır. Ardından yahudilerin kötülüklerini ve gerek dünyada gerekse
ahirette bunlara karşılık hakkettikleri dehşetli cezalarını sıralamaya devam
etmektedir.
"İşte yaptıkları bunca zulümlerden, birçok kimsenin Allah yoluna girmesini
engellemelerinden, men edilmiş faizi almalarından ve insanların mallarını haksız
yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helâl olan bazı temiz maddeler
yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki kâfirlere acı bir azap
hazırladık."
Burada daha önce anlatılan kötülüklerine yenileri eklenmektedir; zulüm,
birçoklarını Allah yolundan alıkoymak ve bu davranışlarını ısrarla sürdürmek.
Faiz almaları, bilgisizlik yada az uyarılmalarından dolayı değil elbette, yasak
edildiği halde sürdürmeleri. İnsanların mallarını, faiz ve diğer gayri meşru
yollarla yemeleri...
Bu ve daha önce ayetlerin akışında anlatılan kötülükleri nedeniyle, daha önce
helal olan bazı temiz maddeler onlara haram kılındı. Ayrıca yüce Allah, onlardan
kâfir olanlar için acı bir azap hazırlamıştır.
Böylece bu saldırıyla, yahudilerin karakterleri ve tarihleri gözler önüne
serilmektedir. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) karşı büyüklenmeleri
O'na olumlu karşılık vermemeleri ve O'nu sıkmaları kınanmaktadır. Peygamberleri,
önderleri ve uyarıcılarını da sıkıntıya sokmakla itham edilmektedirler. Kendi
işledikleri kötülükleri gizlerken, peygamberler ve salih kimseler hakkında kötü
söylentiler çıkarmaları, hatta bunları öldürmeleri ve bununla da övünmeleri,
ayıplayıcı bir uslupla gözler önüne serilmektedir. Böylece yahudilerin, müslüman
safta meydana getirdikleri desiseleri, kurdukları tuzakları, hile ve komploları
etkisiz hale gelmekte, boşa çıkmaktadır. Bu sayede müslüman kitle, yahudilerin
özelliklerine, karakterlerine araç ve yöntemlerine gerek kendilerinden olmayan
birinin gerekse, kendilerinden birinin temsil ettiği hakka karşı takındıkları
tutuma ilişkin -müslüman ümmetin her zaman bilmek zorunda olduğu- şeyler
öğrenmektedir. Onlar hakka ve taraftarlarına düşmandırlar.
Dost, düşman kim olursa olsun, tüm hak temsilcilerine ve her zaman hidayet
taşıyıcılarına düşman olmuşlardır. Çünkü fıtratları bizzat hakka düşmandır.
Kalpleri katılaşmıştır. Gönülleri taş kesilmiştir. Tepelerine balyoz inmedikçe
boyun eğmezler. Boyunlarının üzerinde kuvvetin kılıcı asılı durmadıkça hakka
teslim olmazlar.
İnsanlardan bir gruba ilişkin bu tanımı, Medine'deki ilk müslüman kitlenin
hayatına özgü kılmak doğru değildir. Çünkü Kur'an yaşadığı sürece, bu ümmetin
kitabıdır. Düşmanlarına ilişkin bir şey öğrenmek istediğinde bu ümmeti
aydınlatır Kur'an. Bir konuda öğüt almak isterse öğüt verir. Yolunu
aydınlatmasını isterse, yolunu gösterir kendisine. Nitekim yahudiler konusunda
bu ümmeti aydınlatmış, öğüt vermiş ve yol göstermişti. Onlar da bu ümmetin
egemenliğini kabul ettiler. Sonra ne zaman ki Kur'an'dan uzaklaştılar, bu sefer
kendileri yahudilere boyun eğmek zorunda kaldılar. Nitekim görüyoruz, küçük bir
yahudi çetesi onları yeniyor. Onlar da halâ kitaplarından; Kur'an'dan habersiz,
onun yol göstericiliğinden uzakta yaşamaktadırlar. Kur'an'ı arkalarına atmış,
falanın filanın sözüne uyuyorlar. Kuşkusuz Kur'an'a dönmedikleri sürece,
yahudilerin tuzağında ve baskısı altında boğulmaya mahkum olacaklardır.
Ayetlerin akışı, mümin bir azınlığı onlardan ayırmadan konuyu bitirmiyor.
Onların güzel bir mükafat alacaklarını bildirerek, onları soylu iman kervanına
katmaktadır. Ayrıca bilgi ve iman sahibi olduklarına şahitlik etmektedir. Aynı
zamanda dinin tümünü, yani hem Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun)
indirilen hem de ondan önce indirilenleri doğrulamalarını sağlayanın bilgide
derinleşmek ve iman olduğunu bildirmektedir.
162- Fakat onlardan bilim alanında derinleşenlere, hem sana ve hem
de senden öncekilere indirilen kitaba inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat
verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara büyük bir mükafat vereceğiz.
Derinleşmiş bilgi ve aydınlatıcı iman.. Bu ikisi kişiyi dinin tümüne inanmaya
yöneltir. Bir olan Allah'ın katından gelen dinin tek olduğu sonucuna götürür.
Derinleşmiş bilginin, iman gibi, kalbi nura açan dosdoğru tanımaya bir yol
olarak tavsif edilmesi, o günkü pratik durumu tasvir ettiği kadar, insan ruhunun
her zamanki olgusunu da tasvir eden Kur'an'ın ifade tarzının bir özelliğidir.
Buna göre yüzeysel bilgi inatçı küfür gibidir. Bu ikisi, kalp ile sağlam bilgi
arasına girip engel oluşturur. Bunu her zaman görmemiz mümkündür.
Çünkü ilimde derinleşenler ve ondan gerçek bir pay alanlar, kendilerini imanın
evrensel kanıtlarının önünde bulurlar. Yada en azından bu evrenin, bir tek
ilahının olduğuna, bu ilahın her şeye egemen olduğuna, dilediği gibi
evirip-çevirip tasarrufta bulunduğuna, biricik irade sahibi olduğuna ve bu
evrensel tek yasağı koyduğuna inanmaktan başka cevabı bulunmayan, birçok
evrensel soruların belirtilerin karşısında bulacaklardır kendilerini. Böylece,
hidayet arzusu gönüllerine dolan bu müminlerin, kalplerini yüce Allah açar ve
ruhlarını hidayete bağlar. Ancak sırf bu bilgi peşinde koşup kendini bilgin
zannedenler, kabukta kalınış bilgiyi, kalpleri ile iman kanıtlarını kavrama
arasına engel yaparlar. Yada eksik ve yüzeysel bilgileri nedeniyle, kafalarında
soru uyandıracak işaretleri göremezler. Bunlar, kalpleri doğru yolu bulmak için
çarpmayan ve böyle bir arzu duymayan kimseler gibidirler. Her iki durumda da
kalp, iman noktasında tatmin olmak için araştırma ihtiyacı duymaz. Yada bir dine
bağlı bulunmayı bilgisizlik saplantısı kabul ederler. Yahut da herşeye tek
başına hakim yüce Allah'ın katından birbirine bağlı Resuller (Allah'ın selâmı
üzerlerine olsun) kervanının eliyle gelen gerçek dinleri birbirinden ayırırlar.
Yaygın rivayete göre, Kur'an'ın bu işaretinden en başta, Resulullah'ın (sâlat ve
selâm üzerine olsun) çağrısına uyan yahudi grubu kastedilmektedir. Bunların da
isimlerini daha önce belirtmiştik. Ancak ayet geneldir. Her zaman onlardan,
derin bilginin yada gerçeği gören inancın yol göstericiliğinde, bu dini kabul
edenleri kapsamaktadır.
Kur'an'ın akışı hem bunları hem de onları, sıfatlarını belirlediği müminler
kervanına katıyor:
"Namaz kılanlar, zekat verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar."
Bunlar, müslümanların ayırıcı sıfatlarıdır; namaz kılmak, zekat vermek Allah'a
ve ahiret gününe inanmak. Bunların mükafatı da yüce Allah'ı belirlediğidir:
`... Büyük bir mükafat vereceğiz."
Ayette geçen `Mukiymines-salah (Namaz kılanlar)' deyimi, alışık olmadığımız bir
kalıpta yer almaktadır. Bunun nedeni, bir yoruma göre namaz kılmanın önemini
iyice vurgulamalıdır. Özel bir münasebetle akış içinde özel bir anlamı
belirginleştirmek için, bu tur ifade tarzına Arap üslubunda ve Kur'an`da
rastlamak mümkündür. Her ne kadar İbn-i Mes'ud (r.a) mushafında,
"Mukiymunes-salah" şeklinde merfu olarak yer almışsa da diğer tüm mushaflarda bu
şekildedir.
Ayetlerin akışı Ehl-i Kitap'la -burada özellikle yahudilerle- yeniden
karşılaşmaya başlıyor. Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun)
peygamberliğine karşı tutumlarına ve yüce Allah'ın kendisini peygamber olarak
göndermediğini iddia etmelerine karşılık vermektedir. Peygamberleri birbirinden
ayırmaya kalkışmalarını ve peygamberliğine delil olarak üzerlerine gökten bir
kitap indïrmesini istemek suretiyle O'nu sıkmalarını dile getirmektedir. Böylece
peygambere valıyin gelmesinin, şimdiye kadar görülmemiş ve garip bir şey
olmadığını belirtmektedir. Bu, Nuh (a.s)'dan Hz. Muhammed (salât ve selâm
üzerine olsun)'a kadar tüm peygamberlerin gönderilişinde uygulanan bir kuraldır.
Bu peygamberlerin tümü de müjdelemek ve korkutmak için gönderilmişlerdir.
Allah'ın kullarına karşı rahmeti böyle gerektirmiştir. Böylece onlara karşı bir
delil ve hesap gününden önce bir uyarı kılmıştır bunu. Tüm peygamberler bir tek
hedefi gerçekleştirmek için, bir tek vahiyle gelmişlerdir. Onların arasını
ayırmak, hiçbir kanıta dayanmayan sırf inatçılıktan kaynaklanan bir davranıştır.
Ancak onlar inat ediyorlarsa, Allah şahittir. -Zaten O şahit olarak yeterlidir-
Melekler de şahittir.
163- Nuh'a ve ondan önce
gelen peygamberlere indirdiğimiz gibi sana da vahiy indirdik. Nitekim İbrahim'e,
İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Yakub'un torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Harun'a,
Süleyman'a vahiy indirmiş, Davud'a da Zebur'u vermiştik.
164- Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da anlatmadığımız
peygamberler gönderdik. Allah, Musa ile de bizzat konuştu.
165- Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu
peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri .sürebilecekleri hiçbir
bahaneleri kalmasın. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.
O halde bu, insanlık tarihi boyunca yol alan, birbirine bağlı tek bir kervandır.
Uyarı ve müjdelemek için, bir tek hidayetle gelmiş bir mesajdır bu. Kervanda
insanlığın şu üstün ve seçkin kişileri yer almaktadır:
Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, İsa, Eyyüb, Yunus, Harun,
Süleyman, Davud, Musa... Bunların dışında yüce Allah'ın Kur'an'da peygamberine
anlattığı ve anlatmadığı daha nice peygamber. Bu, çeşitli kavim ve ırktan,
değişik bölge ve kıtadan farklı zamanlarda ortaya çıkan kafiledir. Ne soy, ne
ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları birbirinden ayıramaz.
Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir. Tümü de o yol gösterici nurun
taşıyıcılarıdır. Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de
insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar. Bir aşirete, bir kavme, bir şehire,
bir bölgeye yada peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine
olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.
Hepsi de vahyi Allah'tan almışlardır. Kendilerinden hiçbir şey katmış
değillerdir. Şayet yüce Allah Musa (a.s) ile doğrudan konuşmuşsa bu da nasıl
gerçekleştiğini kimsenin bilmediği bir vahiy çeşididir. Doğruluğundan şüphe
edilmeyen tek doğru kaynak olan Kur'an, bu konuda herhangi bir ayrıntıya
girmiyor. Çünkü bunun bir konuşma olduğundan öte bir şey bilmiyoruz. Bu
konuşmanın mahiyeti nedir? Nasıl meydana gelmiştir? Musa bunu hangi duyu ve
güçle karşılamıştır, bilmiyoruz. Bütün bunlar Kur'an'ın bize sözünü etmediği bir
gaybdır. Kur'an'ın dışında -bu konuda- hiçbir kanıta dayanmayan efsanelerden
başka bir şey söz konusu değildir.
Yüce Allah'ın, peygamberine anlattığı ve anlatmadığı şu peygamberlerin
gönderilmesini O'nun adaleti ve merhameti gerektirmiştir. Bunları, itaat eden
müminler için hazırlanan nimet ve hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler
için hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir. Bütün bunların
nedeni de...
"Peygambèrlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir
bahaneleri kalmasın" diyedir.
İnsanların iç ve dış dünyasında, yüce Allah'ın, doğru yola iletici kanıtları
vardır. Aynı zamanda yüce Allah, insanların iç ve dış dünyasındaki bu kanıtları
düşünecek aklı da insanlara vermiştir. Ancak yüce Allah'ın kullarına yönelik
merhameti ve onlara bahşettiği yeteneğe bu akıl yeteneğine arzuların galip
geleceğini takdir etmesi nedeniyle O'nun rahmeti ve hikmeti, "müjdeci ve
uyarıcı" peygamberlerin gönderilmesini gerektirmiştir. Bu peygamberler insanlara
hatırlatmış, gerçeği onlara göstermiştir. Fıtratlarını uyandırmaya ve akıllarını
şehvetlerin ağırlığından kurtarmaya çalışmışlardır. Nitekim bu şehvetler, ya
insanların akıllarına perde olmuşlar ya da iç ve dış dünyada yer alan hidayet
kanıtlarına ve iman belirtilerine örtü olmuşlardır:
Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir."
Güçlüdür; yaptıklarına karşılık kullarını hesaba çekecek güçtedir.
Hikmet sahibidir; her işi hikmetle planlar ve her şeyi yerli yerine koyar. Hiç
kuşkusuz yüce Allah'ın takdir edip hoşnut olduğu bu işte, O'nun, gücünün ve
hikmetinin etkisi vardır.
İSLAM'DA AKLIN YERİ
Şu ayetin önünde bir miktar duralım:
" . Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri
hiçbir bahaneleri kalmasın diye..."
Kendimizi latif ve derin ilhamların önünde buluyoruz. Bu ilhamlardan sadece
üçünü seçiyoruz, bizi Kur'an gölgesinden çıkarmayacak bir özetle.
Öncelikle insan aklının, "insanlığın" en önemli problemi olan Allah'a iman
problemi konusundaki değerini, görev ve rolünü ele alalım. Yeryüzündeki hayat,
tüm yönleriyle, ilke ve prensipleriyle, realite ve uygulamalarıyla bu probleme
dayanmaktadır. Nitekim yeryüzündeki hayatın devamı olan fakat ondan çok daha
büyük ve sonsuz olan ahiret hayatı da buna dayanmaktadır.
İnsanı ve tüm yeteneklerini en iyi bilen yüce Allah, insana bahşettiği aklın,
dünya ve ahirette kendisi için doğru yolu bulması ve hayatını düzeltmesi için
yeterli olacağını bilseydi iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve
iman belirtilerini araştırıp böylece, hayatını dayandıracağı bir sistemi
belirlemeyi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı sadece insan aklına
bırakmış olsaydı, tarih boyunca bunca peygamberi göndermezdi. Rablerinden
getirdiklerini tebliğ eden peygamberleri göndermeyi, onlara karşı bir belge
kılmazdı. Ayrıca peygamberin gönderilmeyişini de kendi katında bir mazeret
olarak kabul etmezdi:
"Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir
bahaneleri bulunmasın diye..."
Ancak yüce Allah, insana verdiği aklın, peygamberliğin direktifleri, yardımı ve
koruması olmaksızın kendi başına doğru yolu bulmak için yetersiz olduğunu, aynı
zamanda insanlığın hayatı için bir sistem belirleyemeyeceğini, bu sistemin
insanlığın hayatında doğruluğu gerçekleştiremeyeceğini, dünya ve ahirette
kendisine mensup olan kötü sonuçtan kurtaramayacağını bilmektedir. Bu yüzden
yüce Allah'ın hikmeti ve rahmeti insanlara peygamber göndermeyi üstelik
peygamber ve tebliğle karşılaşmadan insanları sorumlu tutmamayı dilemiştir:
"... Biz peygamber göndermeden azap edecek değiliz." (İsra Suresi, 15)
Bu husus şu Kur'an ayetinde açıkça görülen gerçeklerden biridir neredeyse. Şayet
o kadar net olmasa bile ayetin tartışmasız gerçeklerinden biridir.
O halde... İnsan aklının görevi nedir? İman ve hidayet, hayat sistemi ve düzeni
konusundaki rolü nedir?
Kuşkusuz insan aklının rolü; peygamberin mesajını almak, görevi ise;
peygamberlerden aldığını anlamaktır. Peygaınberin görevi ise; anlatmak,
açıklamak ve insan fıtratını üzerine çullanan ağırlıklardan kurtarmaktır. İç ve
dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarını ve iman belirtilerini düşünmesi için
insan aklını uyarmaktır. Ona doğru bir algılama ve bakış metotlu belirlemiştir.
Dünya ve ahirette iyiliğin gerçekleşmesini sağlayan pratik hayat sisteminin
dayandığı temeli atmaktır.
İnsan aklının görevi, dine hakim olmak değildir. Allah'tan geldiğinden emin
olduktan ve maksadını da anladıktan sonra, yani dil ve kavram olarak ayetin
anlamını kavradıktan sonra doğruluğuna, yanlışlığına kabul edilmesine yada
reddine karar vermek değildir.. Kabul veya reddetmekte serbest olduğu halde,
anlamını kavradıktan sonra reddediyorsa, bu anlamı iyice özümsememiş yada
kendisine yüce Allah'ın kafirlere hazırladığı azap açıklandıktan sonra olumlu
karşılık vermemiş demektir. O halde doğru bir kanalla kendisine ulaştıktan ve
aklın da anlam ve maksadını kavradıktan sonra insan, dinin hükümlerini kabul
etmek zorundadır.
Kuşkusuz bu mesaj, akla hitap etmektedir. Onu uyandırmak, yönlendirmek ve
kendisine doğru bir bakış açısı kazandırmak anlamında elbette, yoksa bu mesajın
doğruluğuna yada yanlışlığına karar vermesi yada kabul veya red yetkisine sahip
olması anlamında değildir. Gelen nassın hükmü kesin olarak anlaşıldıktan sonra,
ister alışılmış bir anlama sahip olsun ister alışılmamış, insan aklına düşen;
kabul etmek, uyup uygulamaktır.
İnsan aklının -bu alandaki- fonksiyonu, hükmün amacını anlamaktır. Sözcük ve
terim bakımından metnin içerdiği işaretleri göz önünde bulundurarak anlamını
kavramaktır. İşte bu noktada insan aklının fonksiyonu bitmektedir. Kuşkusuz bu
hükmün doğru anlamı, akıl tarafından yükselen yanlışlık ve red itirazlarını
kabul etmemektedir. Çünkü bu hüküm, Allah'tan gelmiştir. Akıl ise; Allah
katından gelen şeyin doğruluğuna, yanlışlığına, kabul edilmesine veya
reddedilmesine karar verecek bir ilah değildir.
Bu hassas noktada bir takım yanlışlıklar yapılmaktadır. Bu ister insan aklını
ilahlaştırıp, gerçek dinin hükümlerinin doğruluk veya yanlışlığa karar verecek
bir hakem konumuna getirmek isteyenler tarafından işlensin, isterse insan aklını
tamamen fonksiyonsuz bırakıp, iman ve hidayet konusundaki rolünü inkar etmek
isteyenlerce işlensin fark etmez. Bu hususta orta ve doğru yol burada
açıkladığımızdır. Peygamberlik akla hitap etmektedir, hükümlerini kavraması
için. Hem bu hükümlere hem de tüm hayatta doğru bir bakış yöntemi kazandırması
için. Akıl bu hükümleri kavrayınca yani kastedileni anlayınca; önünde
doğrulamak, uyup ve uygulamaktan başka seçenek kalmaz. Çünkü anlayıp
anlamadığına bakmaksızın, insandan, bu hükümleri uygulaması beklenemez.
Ayetlerin anlamına uygun olarak hükümler kavrandıktan sonra tartışılmasına, izin
verilmez. Haktan başka birşey anlatmayan, iyilikten başka birşey emretmeyen yüce
Allah'tan geldiği kesinleştikten sonra; kabul edilmesini yada reddedilmesini,
doğruluğunu yahut yanlışlığını tartışmak yersizdir.
Yüce Allah'tan geleni karşılamanın doğru yöntemi, insan aklının -amacını
kavradıktan sonra- dinin gerçek hükümlerine; mantıksal sözlerden, sınırlı
değerlendirmelerden yada eksik deneyimlerden kaynaklanan hükümlerle karşı
çıkmamasıdır. Doğru yöntem; insan aklının doğru hükümleri; kabul edilmesi
gereken hükümler oldukları için kabul etmesidir: Çünkü bu hükümler kişisel
hükümlerden daha doğrudurlar. Dosdoğru dinsel görüşün terazisiyle ölçülmeden
önce onun metodu kişisel metodtan çok sağlamdır. Bu yüzden -yüce Allah'ın
katından geldiğini anladıktan sonra- insan aklının, kendi ürünü herhangi bir
hükme göre, dinin hükümlerine hakemlik yapması söz konusu olamaz.
Akıl, yüce Allah'ın bildirdiği hükümleri, kendine özgü ilkelerle değerlendirecek
bir ilah değildir.
Ancak, insan aklı, Allah'tan gelmiş hüküm hakkında ileri sürülen akla dayanan
beşeri anlama kendisine ait aklı ve beşeri bir anlamla itiraz edebilir. Bu onun
sahasıdır. Yorum ve farklı anlayışlarını sağlıklı temellere dayandırdığı sürece
de hiçbir zorluk ve engelle karşılaşmaz. Bu sağlıklı temellere ve bizzat dinin
belirlediği kurallara dayanması koşuluyla, farklı bakış özgürlüğü, bu alanda,
insan aklına tanınan en geniş alandır. Hiçbir grup, otorite veya kişi, insan
aklını, doğru hükmün maksadını ve uygulama alanını düşünmekten alıkoyamaz.
Değişik görüşleri her zaman ileri sürebilir. Dinin hükümlerinden gelen doğru bir
kaynağın ve sistemin sınırları içinde kaldığı sürece, kendisine bakış açısı
belirleyebilir. İşte risaletin akla hitap ettiğinin anlamı budur.
Kuşkusuz İslâm akıl dinidir... Evet... Hükümler ve ilkeleriyle akla hitab eden
anlamında, kabul etmekten başka seçenek bırakmayan ve maddi harikalarla baskı
altında tutmak anlamında değil. Ona doğru bir bakış metodu kazandırıp, iç ve dış
dünyada bulunan hidayet kanıtlarını ve iman işaretlerini düşünmeye çağırır.
Böylece fıtratı; alışkanlıkların, geleneklerin, aptallıkların, akıl ve fıtratı
saptıran ihtirasların baskısından kurtarır. Ayetlerin anlamlarının taşıdığı
prensipleri anlamayı ona bırakmak şeklinde akla hitab eder bu din. Anlamadığı
yada kavramadığı bir şeye inanmaya zorlamak anlamında değil. Anlamları
kavrayacak ve hükümleri anlayacak aşamaya geldikten sonra artık önünde iki
seçenek vardır; ya teslim olup mümin olacaktır yada isyan edip kafir olacaktır.
Yoksa doğruluğuna yada yanlışlığına karar verecek bir hakem değildir akıl. Aklı
tanrılaştırıp, dosdoğru dinin hükümlerinden kimisini kabul edip kimisini
reddeden, dilediğini seçip dilediğini bırakan bir konuma çıkarmak isteyenlerin
söylediği gibi; kabul ve red yetkisine sahip değildir. Yüce Allah'ın hakkında
"Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?"
(Talak Suresi, 22) dediği durumdur bu. Bunu küfür olarak nitelendiriyor
ve o korkunç azapla tehdit ediyor.
Yüce Allah, evren konusunda, insan yada diğer bir yaratık hakkında bir gerçeği
belirledikten yahut farzlar veya yasaklara ilişkin bir hüküm verdikten sonra,
yüce Allah'ın belirlediği bu hükmün anlamını kavrar-kavramaz kendisine ulaşan
herkesin, kabul edip uyması zorunludur.
Yüce Allah:
"Allah odur ki, yedi gök yaratmış, onların benzerini de yerden aratmış. (Talak
Suresi, 12)
"Kafirler, göklerle yerin bitişikken ayırdığımı ve her şeye sudan hayat
verdiğimizi görmediler mi?" (Enbiya Suresi, 30)
"Allah her canlıyı sudan yaratmıştır." (Nur Suresi, 45)
"O insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yarattı. Cinleri de yalın bir alevden
yaratmıştır." (Rahman Suresi, 14-15)
Bunun gibi evrenin canlılar ve eşyanın mahiyetine ilişkin söyledikleri gerçeğin
ta kendisidir.
Ayetlerin anlamını ve bunlardan kaynaklanan prensipleri anladıktan sonra, insan
aklının kalkıp da; ilkelerime, bilgime ve deneyimine uymuyor diyemez. çünkü
insan aklının bu alanda ulaştığı her düzey, doğruluk ve yanlışlık ihtimaline
açıktır. Ancak yüce Allah'ın belirlediği hüküm ise bütünüyle hak ve doğrudur.
Yine Yüce Allah:
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir." (Maide
Suresi, 14)
"Ey müminler, Allah'tan korkun ve faizden arta kalandan vazgeçin, Şayet
müminseniz. Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulünün ilan edeceği savaşa
hazırlanın. Eğer tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir. Bu şekilde ne
haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız." (Bakara Suresi, 278-279)
"Evlerinizde oturun. İlk cahiliyedeki gibi süslenip, püslenip sokaklara
dökülmeyin." (Ahzab Suresi, 33)
"Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar ve süslerini göstermesinler." (Nur
Suresi, 31)
Bunun gibi hayat sistemine ilişkin söyledikleri tartışmasız gerçektir. Hiç bir
akıl, yararının yüce Allah'ın emrine muhalif olan yada insanlara izin vermediği
ve hükmetmediği şu hususta olduğunu söyleyemez. Çünkü aklın yararlı gördüğü şey
doğru da olabilir yanlış da. İhtiras ve içgüdülere açıktır. Ancak yüce Allah'ın
hükmünde yarar ve iyilikten başka ihtimal söz konusu değildir.
Yüce Allah'ın inanç ve düşüncelere yada hayat sistemi ve düzenine ilişkin
belirlediği hükümler, aklın ortaya koyduklarıyla aynı değerde değildir. Hükmün
yüce Allah'tan geldiği doğrulandıktan ve anlamı kesinleştikten sonra, herhangi
bir zamanla sınırlandırılamaz. O halde akıl şunu ileri süremez: İnanç ve
kullukla ilgili kısmını kabul ediyorum ancak, hayat sistemi ve düzeni bakımından
zaman değişmiştir. Kuşkusuz yüce Allah hükümlerinin uygulanışını belli bir
zamana sınırlandırmayı dileseydi bunu yapardı. Hüküm mutlak olduğu sürece, ilk
nazil olduğu dönem ile kıyamete kadar ki her hangi bir dönem arasında fark
yoktur. Bunun nedeni, Allah'a karşı gelmekten sakınmak ve O'nun ilmini eksiklik
ve kusur töhmetinden uzak tutmaktır. Kuşkusuz O, söylenenlerden münezzehtir,
yücedir, uludur. İçtihada gelince; bu, genel hükmün uygulanışı esnasında baş
gösteren somut ayrıntılarda söz konusu olabilir. Herhangi bir nesil içinde aklın
etkisinde kalarak, genel ilkeyi kabul veya reddetmek konusunda içtihada
başvurulmaz.
Bütün bu söylediklerimizden insan hayatında aklın değerini ve rolünü azımsamak
anlamı çıkmaz. Allah'ın dini ve onun doğru öğretisinden beslenen ölçü ve bakış
yöntemine bağlı kaldıktan sonra, yenilenen durumlara göre hükmü uygulama
konusunda insan aklının önünde oldukça geniş bir alan vardır. Şu evrenin
mahiyetini, oradaki gizli enerji ve güç kaynaklarını, içindeki varlık ve
canlıların özelliklerini bilmeğe ilişkin önünde son derece geniş imkanlar
vardır. Yüce Allah'ın emrine sunduğu evren, varlık ve canlılardan yararlanma ve
hayatı geliştirme, yüceltme ve ilerletme bakımından, büyük bir ortama sahiptir.
Ancak Allah'ın sisteminin sınırları içinde kalmak şartıyla. Yoksa aklı saptıran,
fıtratı birtakım tortularla örten, ihtirasların ve arzuların öngördüğü biçimde
değil.
TEBLİĞ
"... Peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri
sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın diye..." Bu ayetin üzerinde
biraz daha duralım.
Kendimizi, insanlığa karşı peygamberlerin (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) ve
peygamberlerin getirdiği mesaja inananların omuzlarına yüklenen büyük
sorumluluğun önünde buluyoruz. Kuşkusuz bu, büyük olduğu kadar ağır bir
sorumluluktur da.
Kuşkusuz insanlığın akıbeti, gerek dünyada gerekse ahirette; peygamberlere,
onlardan sonra da müminlere bağlıdır. Onların, bu işi tebliğ etmeleri esasına
dayanır, insanların mutlulukları yada bedbahtlıkları, sevap yada günahları...
Hem dünyada hem de ahirette...
Bu son derece büyük ve olağanüstü bir iştir. Öyle olması gerekir de. Bu yüzden
peygamberler sorumluluklarının büyüklüğünü biliyorlardı. Yüce Allah kendilerine
teslim ettiği yükün gerçek mahiyetini onlara göstermişti. Yüce Allah'ın,
peygamberine söylediği şu söz bunu göstermektedir: "Şüphesiz biz sana
ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil Suresi, 5) Sonra buna nasıl
hazırlanacağını, ne yapması gerektiğini öğretiyor: "Ey örtünen, gecenin
az bir kısmı hariç, kalk namaz kıl. Gecenin yarısında kalk yada yarısından biraz
eksilt, yahut ilave et. Kur'an'ı da ağır ağır oku. Şüphesiz biz sana ayrı bir
söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil Suresi, 1-5) "Biz sana Kur'an'ı ağır ağır
indiriyoruz. Öyleyse Rabbinin hükmüne sabret. Onlardan
günahkarlara veya kafirlere uyma. Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir
kısmında da O'na secde et. Bir de geceleyin uzun süre O'nu tesbih et." (İnsan
Suresi, 23-26) İşte yüce Allah, peygamberine bunu öğretiyordu.
Söylemesini ancak söylediklerinin gerçek mahiyetini bilmesini emrediyordu:
"De ki, Allah'a karşı beni kimse savunamaz. O'ndan başka bir sığınak da
bulamaz. Benim yaptığım yalnız Allah'ın katından olan ve mesajını tebliğ
etmektir." (Cin Suresi, 22-23)
"Görülmeyeni bilendir. Görülmeyeni kimseye açmaz. Ancak peygamberlerden dilediği
bunun dışındadır. Rablerinin mesajını tebliğ etmelerini ortaya koymak için her
peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar; onların yaptıklarını ilmiyle
kuşatır ve herşeyi bir bir sayar." (Cin Suresi, 26-28)
Kuşkusuz bu ürpertici ve büyük bir sorumluluktur. İnsanları gözetme
sorumluluğu... Onların hayatları, ölümleri, mutlulukları ve mutsuzlukları,
mükafat ve cezalarıyla ilgili olmaktadır. Tüm insanlığı ilgilendiren bir yük.
Ya, bu mesaj onlara iletilecek, onlarda kabul edip uygulayacaklar dolayısıyla da
sonuçta dünya ve ahiret mutluluğuna erecekler yada, bu mesaj onlara iletilecek
ancak onlar kabul etmeyip bir kenara atacaklar, o zaman da, dünya ve ahirette
bedbahtlık içinde yaşayacaklardır yahut da mesaj kendilerine ulaşmamış
olacaktır. Ancak bu durumda Rablerine karşı mazeretleri olacaktır. Dünyadaki
bedbahtlıklarının ve sapıtmalarının sorumluluğu da; tebliğle yükümlü olduğu
halde, yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin boynunda olacaktır.
Peygamberlere gelince; onlar emaneti yerine getirip mesajı tebliğ ettiler ve bu
ağır sorumluluktan kurtulup Rablerine kavuştular. Onlar sadece dilleriyle tebliğ
etmediler -bununla beraber- pratik hayatta somutlaşan bir örnek olmakla da
tebliğ ettiler. Engelleri ve zorlukları bertaraf etmek için, gece gündüz
giriştikleri cihadla duyurdular çağrılarını. İnsanın içini yiyip bitiren
kuşkulardan, türlü sapıklıklardan oluşan engel ve zorluklarla uğraştılar.
İnsanları çağrıya uymaktan alıkoyan ve dinden dönmeye zorlayan azgın güçlerle
savaştılar. Risaletin sonuncusunu getiren son tebliğci, peygamberlerin sonuncusu
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yaptığı gibi. Kuşkusuz Resulullah
(salât ve selâm üzerine olsun) engelleri dille ortadan kaldırmakla yetinmedi.
"Fitne ortadan kalkıp, Allah'ın dini tam anlamıyla egemen oluncaya
kadar." diye, zorlukları mızrakla da ortadan kaldırmıştı.
Ondan sonra bu ağır görev peygamberimize iman edenlere kaldı. Ondan sonra
nesiller birbirinden ardınca gelip geçtiler. Bu nesillere mesajı iletecek de ona
tabi olanlardır kuşkusuz. Onların bu ağır sorumluluktan, insanların Allah'a
karşı bahanelerin kalmamasını sağlamaktan insanları ahiret azabına ve dünya
mutsuzluğuna karşı uyarmak yükümlülüğünden kurtulmaları mümkün değildir. Ancak,
Resulullah'ın tebliğ edip uyguladığı sistem uyarınca, tebliğ yapıp görevlerini
yerine getirmiş olmaları hariç. Bu gün de mesaj aynı mesajdır. İnsanlar da aynı
insanlar. Ortalıkta sapıklık, azgınlık, kuşku ve ihtiraslar kol geziyor.
İnsanların ve davanın peşine düşen azgın ve zorba güçler eskisi gibi insanları
saptırmakla, güç kullanmakla, dinlerinden döndürüyor. Konum aynı konum.
Zorluklar aynı, hiç değişmemiş, insanlar da aynı insanlar.
Tebliğ kaçınılmazdır. Görevi yerine getirmek zorunludur. Sözle açıklamak
suretiyle tebliğ yapmak gerektiği gibi tebliğciler tebliğ ettikleri davanın
birer canlı ve red tercümanı olana kadar pratik uygulama şeklinde tebliğ etmek
de bir zorunluluktur. Davet yolunu tıkayan, insanları batıl davalar ve güç
kullanarak saptıran engelleri bertaraf etmek suretiyle, tebliğ görevini yapmak
gerekir. Yoksa tebliğ yapılmış, görev yerine getirilmiş sayılmaz.
Bu görevi yüklenmekten geri durmak düşünülmez. yoksa büyük bir sorumluluk altına
girilmiş olur. Tüm insanlığın sapıklığı, dünyadaki bedbahtlıkları, ahirette
onlara karşı yüce Allah'ın kanıtı oluşturamamanın sorumluluğu. Bütün bu
sorumlulukların yanında cehennemden kurtulamamak sorumluluğu da vardır.
Kim küçümseyebilir ki, belleri kıran, yürekleri hoplatan, kemikleri titreten bu
sorumluluğu?
Ben "müslümanım" diyen kişi ya, bu şekilde tebliğ edip görevini yerine
getirecektir yada, dünya ve ahirette kurtulma ümidini yitirecektir. O, ben
"müslümanım" dediği halde tebliğ yapmayıp bizzat yaşamayınca, bütün tebliğ ve
uygulama yöntemlerine başvurmayınca, mensubu olduğunu iddia ettiği İslâm'ın
lehine şahitlik yapması bir yana, aleyhine şahitlik yapmış olur.
Nitekim İslâm'ın lehinde şahitlik için yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek
olasınız ve peygamber de size örnek olsun." (Bakara Suresi, 143)
Kişinin İslâm'a şahitliği kendisinden başlar öncelikle. Sonra evinden ve
ailesinden, akraba ve aşiretinden iddia ettiği İslâm'a ilişkin realist bir
şekilde görülür bu şahitlik. Bu şahitliğin ikinci adımı, İslâm'ı, tüm hayatında
gerçekleştirmek için ev, aile ve aşiretin çağrılmasından sonra bütün milleti
davet etmektir. Bireysel toplumsal, ekonomik ve politik olarak İslâm'ı,
gerçekleştirmektedir. Şahitliğin son aşaması da insanları saptıran ve fitneye
düşüren her tür engeli ortadan kaldırmak için cihad etmektir. Burada da
şahitliğini hakkıyla yerine getirince, işte o zaman, "şahit" diye
adlandırılır... Dini için şahitliğini gerçekleştirmiş, Rabbine doğru yol almış
demektir ve "şahit" ancak buna denir kuşkusuz.
Bu turun sonunda, yüce Allah'ın ilminde, adaletinde, gözetiminde ve şu inatçı ve
azgın insan denen varlığa yönelik lütfunda, rahmet ve iyiliğinde beliren
üstünlüğün ve ululuğun önünde ürpererek duruyoruz.
VAHYİN ÖNDERLİĞİNDEKİ AKIL
Şu varlığa ilişkin muazzam bilgisinin karşısında hayretle duruyoruz. Ona verdiği
güç ve enerjilerin, bünyesinde yerleştirdiği hidayet ve sapıklık yeteneklerinin
karşısında buluyoruz kendimizi. Bu sonsuz bilgisinin bir sonucu olarak kendisine
bahşettiği akıl mekanizmasının büyüklüğüne, iç ve dış dünyada bir çok hidayet
kanıtlarının ve imanı zorlayıcı işaretlerin bulunmasına rağmen , insanı sadece
aklına havale etmediğini görüyoruz. Kuşkusuz yüce Allah, arzu ve heveslerin bu
büyük mekanizmayı etkilediğini biliyordu. Varlığın evrelerine ve nefsin
gizliliklerine yerleştirilen kanıtların, heva ve hevesler, bilgisizlik ve
kusurluluk tarafından perdelendiğini biliyordu. Bu yüzden -peygamber gönderip
açıklamadan- hidayet ve sapıklığın sorumluluğunu insana yüklemiştir. Tebliğ ve
hidayetten sonra da hayat sistemini belirlemeyi de insana bırakmamıştır. Ancak
yüce Allah'ın belirlediği hayat sistemini uygulamayı insana bırakmıştır. Bundan
sonrasını da insanın aklına bırakmıştır. Kuşkusuz bu da, geniş alanı insana
bahşetmiş olmasından yararlanarak, dilediği şeyin bileşimini yada analizini
yapabilir. Kuşkusuz insan aklı yanılabilir de doğruyu bulabilir de. Yolda ayağı
kayabildiği gibi dosdoğru da yürüyebilir.
Şayet müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderilmiş olmasaydı, bunun, Allah'a
karşı insanların ileri sürebilecekleri bir mazeret olacağını gerektiren ilahî
adaletin karşısında duruyoruz. Bir yaratıcıya, onun birliğine tedbir ve
takdirine, güç ve bilgisine şahitlik eden kanıtlarla dolu açık evren kitabına ve
gizli nefis kitabına, fıtrata yaratıcısına kavuşma, onu bilme isteği ve
eğilimine, onunla evren ve nefislerde yer alan yaratıcının varlığını gösteren
kanıtlar arasındaki uyuma, çekiciliğe de denkliğe rağmen. Aynı zamanda insana
bahşedilen bu alan, kanıtlar bulup sonuçlar çıkaracak şekilde yaratılmış
olmasına rağmen, yüce Allah, tüm bu güçlerin üzerine çullanıp iş görmez hale
getiren, bozan yada bastıran yada hükmüne yanılgı ve çelişki bulaştıran zaaf ve
etkenlerini bildiğinden, kendisine görülen şeylerle karşı bu mekanizmaya
bütünüyle uyandırmak için peygamber göndermediği sürece insanı evren, fıtrat ve
aklın karmaşıklığından muaf saymıştır. Amaç bu mekanizmanın peygamberlikte
somutlaşan hak terazisine bağlanmasını sağlamaktadır kuşkusuz. İlahî sistemi
gözettiği sürece hükümleri doğru olacaktır. İşte ancak o zaman insanı
kabullenmeye, uyup uygulamaya zorlar. Aksi takdirde haklılığını yitirerek cezaya
layık olur.
Son derece zayıf ve eksik olduğunu bilmesine rağmen, kendisine bu geniş alanı
bırakmakla ikramda bulunup, seçtiği insan denen bu yaratığa yönelik yüce
Allah'ın büyük gözetimi; lütfu, rahmeti ve iyiliği karşısında buluyoruz
kendimizi. Yüce Allah yeryüzünün hilafetini insana vermiştir. Her ne kadar
Allah'ın geniş mülkünde bir zerre konumundaysa da insana göre, son derece geniş
bir alandır bu. Allah'ın himayesine sığınıp bu büyük mülkte kaybolmayacaktır.
Yüce Allah'ın insana yönelik himayesi; lütfu, rahmet ve iyiliği, onu, bünyesine
yerleştirdiği kılavuz olan ancak, zamanla işlevsiz hale gelebilen, fıtratı ve
doğruyu bulması mümkün olduğu gibi sapıtması da muhtemel olan akılla baş başa
bırakmayı dilememiştir. Aksine Rabbi ona, ardarda peygamberler göndermiştir.
Buna rağmen insan, Rabbinden gelen mesajı yalanlıyor, kabul etmemekte direniyor.
Kaçıp uzaklaşıyor. Ancak yüce Allah, kendisine mesajı tebliğ edecek peygamberler
göndermedikçe, hata ve günahlarından dolayı hesaba çekmiyor. İyilik ve lütfunu
kesmiyor. Peygamberlerin eliyle hidayet bulmaktan yoksun bırakmıyor. Ardından
tebliğe muhatap olmadıkça, karşı çıkıp kafir olmadıkça, o haliyle tevbe etmeden
Allah'a dönmeden ölmedikçe, dünya ve ahirette cezalandırmıyor.
İşin garip tarafı; bu insanın, bir ara kalkıp Allah'a ihtiyaç duymadığını
söylemesidir. O'nun himayesine, lütfuna, rahmet ve iyiliğine muhtaç olmadığını
söylemesidir. Hem de yüce Allah'ın -ilahî sisteme dayanmadığı sürece yeterli
olmayacağını bildiği ve peygamber gönderip açıklamadığı sürece cezalandırmadığı
akıl mekanizmasına güvenerek. Bacaklarında biraz güç olduğunu sezen çocuk
canlanıyor gözümüzün önünde. Düşmemesi için kendisine dayanak yaptığı ellerini
yerden kesmeye çabalıyor bu çocuk. Ancak örnekteki çocuk, daha doğru ve fıtrata
daha uygun hareket etmektedir. Çünkü çocuk, fıtratın çağrısına uyarak, ellerden
kurtulma çabasındadır. Böylece, bünyesinde gizli enerji harekete geçecek, özünde
saklı kuvvet gelişme sağlayacaktır. Alıştırma yapa yapa kaslar ve sinirler
gelişip güçlenecektir. Ancak günümüzde Allah'a dayanmak istemeyen ve O'nun yol
göstericiliğinden kaçan insana gelince, onun bünyesinin, -içinde gizli tüm
güçleriyle birlikte- Allah'ın desteğine ve yol göstericiliğine ihtiyaç
duymayacak yeterlilikte olmadığını yüce Allah biliyor. İnsanın sahip olduğu
yetenekler olsa olsa Allah'ın peygamberlerinin duyurduğu mesajla olgunluğa
erişebilir, düzelir ve istikamet bulabilir. Yok eğer kendi başına davranıp,
Allah'ın yol göstericiliğini kabul etmezse sapıtır, derin bir boşluk içine
girer, bir bunalım hayatı yaşar.
Şayet hile ve yanıltma değilse, hata ve şaşkınlıktır şu iddia; "Büyük akıllar,
peygamberliğin amaçladığını, peygamberlik olmadan gerçekleştirebilirler." Çünkü
akıl, peygamberlik sayesinde doğru bir bakış metodu edinir. Bundan sonra
uygulama alanında bir hata yapacak olursa bu, uyarlanmış ancak; hava
şartlarından, birtakım etkenlerden ve bu etkenlerin etkisinde kalan madeninin
özelliğinden dolayı yanılan bir saatin hatası gibidir. Başıboşluğa ve
tesadüflere bırakılmış ayarsız bir saatin hatası gibi değil. İkisinin arasındaki
farksa çok büyüktür.
Peygamberliğin gerçekleştirdiği şeyin -bizzat aklın yöntemine göre- başka bir
şekilde gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığının ve insan aklının hiçbir zaman
kendi kendine yeterli olamayacağının kanıtı, insanlık tarihi boyunca, az bulunur
büyük bir aklın, doğruluğu bulma bakımından peygamberliğe bağlı sıradan bir
aklın düzeyine çıkamamış olmasıdır. Ne itikadî düşünce bakımından, ne bireysel
ahlâk açısından, ne hayat düzeni ne de bu düzenin tek yasama merciine inanma
bakımından...
Kuşkusuz Eflatun ve Aristo'nun akıllan büyük akıllardır. Hatta, Aristo'nun
aklının, insanlığın tanıdığı en büyük akıl olduğunu söylüyorlar. Tabii ki,
peygamberlikten ve onun yol göstericiliğinden uzak bir akıldır bu. Ancak biz
Aristo'un, -kendi nitelendirmesi ile- tanrısına ilişkin düşüncesine
baktığımızda, bu düşünce ile, peygamberliğin yol göstericiliği doğrultusunda
doğru yolu bulmuş sıradan bir müslümanın ilahına ilişkin düşüncesi arasında
korkunç uçurumlar görmekteyiz.
Eski Mısır'da Akhenaton, tevhid inancına ulaşmıştı. Buna rağmen, Akhenaton'un
`tevhid' inancındaki -Bu konuda Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf'un getirdikleri tevhid
inancının kalıntılarından etkilenmediği ihtimalini zayıf görsek bile- boşluk ve
efsanelerden ötürü, sıradan bir müslümanın ilahı inancı, birbirinden fersah
fersah uzaklaşmaktadır.
İslâm'ın bütünüyle egemen olduğu ilk dönemlerde, Resulullah'ın (salât ve selâm
üzerine olsun) eğitiminden geçmiş ortalama insanlarda ahlâk bakımından nice
örnekler vardır ki, tarih boyunca semavi bir mesajın eğitiminden geçmemiş ancak,
örnek sayılan hiçbir kişi bunların düzeyine yükselememiştir.
İslâm düzeninin ilke ve kanunlarında gördüğümüz üstünlük ve görkemin yanında yer
alan bu uyum ve dengeyi, hiçbir yerde bulmamız mümkün değildir. İslâm'ın meydana
getirdiği bu toplumun, ne kendi döneminde ne kendisinden önce, ne de sonra,
hiçbir bölgede, dengelilik, uyum, hayat kolaylığı ve zenginlik bakımından tekrar
meydana geldiğini görmek mümkün değildir.
Kuşkusuz maddi uygarlık düzeyine göre hüküm verilmez hiçbir zaman. Maddi
uygarlık, kendisini meydana getiren ileri bilimin yöntemlerinin gelişmesiyle
gelişme kaydeder. Ancak herhangi bir dönemin hayat ölçüsü; tüm parçalarının,
araç ve yöntemlerinin arasındaki uyum ve dengedir. İnsana mutluluk ve doygunluk
kazandıran bu dengedir. Sayısız yönleriyle insan enerjisini engellemeden, baskı
altında tutmadan hareket etmesini sağlayan bu uyumdur. İnsanlığın eksiksiz
İslâm'ı yaşadığı dönemin dışında, -peygamberlik kurumu olmaksızın- hiçbir
dönemde böyle bir şeye rastlanmamıştır. Kargaşa ve düzensizlik de İslâm'ın
gölgesinde sürmeyen ancak, hayatın sürekli özelliğidir. Bazı yönlerden göz
kamaştırsa da, güçlü görünse de, durum böyledir. Kuşkusuz bir çok yönden
sürmüştür o, parlak görünmesine rağmen. Bir çok yönünü zayıf bırakarak görünürde
güçlenmiştir. Böyle bir hayatta insanlığın payına bunalım, şaşkınlık ve
mutsuzluk düşecektir.
Gölgelerin akışına uyarak, kalpte derin ve güçlü etkiler bırakan, şu ayetin
yaydığı ilhamlara ilişkin sözümüzü burada kesiyoruz.
"... Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu
peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir
bahaneleri kalmasın."
Bundan sonra Kur'an'ın akışıyla birlikte yolumuza devam ediyoruz:
ALLAH'IN ŞAHİTLİĞİ
166- Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş
olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah'ın
şahitliği yeterlidir.
Şayet Ehl-i Kitap, yüce Allah'ın kullarına
peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir
bahaneleri kalmasın diye peygamber göndermesine uygun cereyan eden, son
peygamberliği inkar ediyorsa...
Ehl-i Kitap Muhammed'den (salât ve selâm üzerine olsun)
önceki peygamberleri kabul ettikleri halde, -yahudiler İsa (a.s)'dan
öncekileri kabul ediyorlardı. Hıristiyanlar da hem onları hem de İsa (a.s)'ı
kabul ediyorlardı senin peygamberliğini ey Muhammed (salât ve selâm üzerine
olsun) inkar ediyorlarsa, olara aldırış etme, varsın inkar etsinler.
"Fakat Allah sana indirdiği kitabın kendi bilgisi altında indirilmiş
olduğuna şehadet eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Aslında Allah'ın
şahitliği yeterlidir."
Allah'ın bu şahitliği... Aralarında kitabı insanlara
taşıyan da olmak üzere meleklerin şahitliği... Ehl-i Kitab'ın tüm
söylediklerini boşa çıkarmaktır. Allah şahitlik ettikten sonra onlar da kim
oluyor? Üstelik melekler de şahitlik edïyor. Aslında sadece Allah'ın
şahitliği yeterlidir:
Bu şahitlikte, yahudilerin kurdukları tuzak ve
verdikleri sıkıntılara karşı resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a
yönelik bir rahatlatma yer almaktadır.
Ayrıca Medine'de İslâm'a yeni girmiş müslümanları,
yahudilerin saldırısına karşı doğrulamak, sağlamlaştırmak ve kendilerine
güveni sağlamak amacı da güdülmektedir. Yahudilerin saldırılarının ne denli
önemli olduğunu, onlara cevap vermek ve kesin hükmü belirlemek için,
Kur'an'ın değişik yöntemler ve ilhamlar kullanarak geçtiği karşı
saldırısının büyüklüğü göstermektedir.
KÜFREDİP ZULMEDENLER
Şimdi de Allah'ın şahitliğinden ve yalancılıkla
inatçılıklarına ve kaypaklıklarına ilişkin meleklerin şahitliğindèn sonra,
inkarcılara yönelik yerinde ve aynı ürkütücü bir tehdit yer almaktadır:
167- Kafir olup başkalarını da Allah yolundan alıkoyanlar, hiç
kuşkusuz koyu bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- Allah kafirleri ve zalimleri ne bağışlayacak ne de doğru yola iletecektir.
169- Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada ebedi olarak
kalacaklardır. Bunu yapmak Allah için pek kolaydır.
Bu sıfatlar ve bu hükümler genel olmakla beraber
öncelikle, yahudilerin durumuna uymaktadırlar. Bu dine ve mensuplarına karşı
tutumlarını göstermektedir. Hatta tüm gerçek dinlere karşı tutumlarını
göstermektedir. İster Medine'deki davetin başlangıç yıllarındakiler olsun,
ister bundan önce Musa (a.s) döneminde yaşayanlar olsun, ya da günümüze
kadar gelenleri olsun, kalplerini hidayete açan ve böylece yüce Allah'ın
hidayetine erdirdiği çok az bir kısmı müstesna, her zamanki tutumları bu
olagelmiştir.
Bunlar -küfür ve engelleme sıfatına uyan herkes- koyu
bir sapıklığa dalmışlardır. Allah'ın hidayetinden sapmışlardır. Hayatta en
güvenilir yoldan çıkmışlardır.
Hayat tarzı, toplumsal yapı ve sistem olarak sapıtmışlardır. Hem dünyada hem de
ahirette sapıtmışlardır. Öyle bir sapıklığa dalmışlardır ki, artık doğru yolu
bulmaları beklenemez. "...Koyu bir sapıklığa düşmüşlerdir."
Ayetlerin akışı zulüm sıfatını da eklemek için burada
küfür sıfatlarını tekrar zikrediyor!
"... Kafirleri ve zalimleri..."
Aslında küfür zulmün ta kendisidir. Gerçeğe karşı zulümdür. Nefse ve
insanlığa karşı zulümdür. Kur'an-ı Kerim kimi zaman küfrü, zulüm olarak ifade
etmektedir. Şu ayetlerde olduğu gibi:
"Kuşkusuz şirk büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi, 13)
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler." (Maide
Suresi, 45) Ancak ayetten önce bunların kafir oldukları belirlenmişti.
(Bu cüzde, Maide suresinde yeri gelince değineceğiz.) Bunlar sadece şirk zulmünü
işlemediler, bunun yanında, insanları Allah'ın yolundan alıkoyma haksızlığını da
işlediler. Küfürlerini sürdürdüler. Yahut zulümlerini işlemeye devam ettiler. Bu
yüzden yüce Allah, adaletine uygun düşen son cezalarını belirliyor!
"Allah kâfirleri ve zalimleri ne bağışlayacak ve ne de doğru yola
iletecektir."
"Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur, orada ebedi olarak
kalacaklardır."
Koyu bir sapıklığa dalıp üzerlerine tüm bağışlanma kapılarını
kapadıktan sonra, böylelerini bağışlamaz yüce Allah. Cehennemin yolundan başka
bir yola da iletmez onları. Çünkü yine kendileri tüm hidayet yollarını
üzerlerine kapamışlardı. Cehennemin yolundan başka tüm yolları kendi yüzlerine
bizzat kendileri kapamışlardı. Bu yola dalıp gitmişlerdi. Sapıklık, küfür,
haktan alıkoyma ve zulümde koyulaşmaları nedeniyle, cehennemde sonsuza dek
kalmayı hak etmişlerdi. Öyle ki, bu sapıklıklarından geriye dönme ihtimalleri
kalmamıştı artık.
"Bunu yapmak Allah için pek kolaydır."
Çünkü O, kullarına karşı, sonsuz üstünlüğe sahiptir. Onları bu adil ve
hakkettikleri cezaya göre sorgulamaların zorlaştıracak kullarından hiç kimseyle,
bir hısımlığı veya akrabalığı söz konusu değildir. Aynı şekilde Allah'ın onları
cezalandırmasını zorlaştıracak bir güç, bir plan, hiçbir kulda mevcut değildir.
Kuşkusuz yahudiler, -hıristiyanlar gibi- "Biz Allah'ın çocukları ve
sevdikleriyiz" (Maide Suresi, 18) diyorlardı. "Sayılı bir kaç günün dışında ateş
bize dokunmayacaktır" (Bakara Suresi, 184) diyorlardı. Ayrıca "Biz Allah'ın
seçkin halkıyız" diyorlardı. İşte Kur'an tüm bunları reddedip onların, gerçek
konumlarını belirlemek için gelmiştir. Onlar da herkes gibi kuldurlar. Şayet
iyilik yaparlarsa sevap kazanacaklardır. Ancak kötülük işleseler -af dileyip
dönmezlerse- azaba uğrayacaklardır. Elbette ki bunu yapmak, Allah için son
derece kolay bir iştir.
Tüm bu açıklamalardan sonra, bütün insanlara yönelik bu
peygamberin Rableri katından gerçeği getirdiğine ilişkin kapsamlı çağrının
nedeni budur. Kim ona inanırsa kuşkusuz bu, kendisi için daha hayırlıdır.
Kim de inanmazsa, yüce Allah'ın onların tümüne ihtiyacı yoktur. Hepsinin
üzerine kadirdir. Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur. Herşeyi bilir ve
herşey onun bilgisi ve hikmeti uyarınca meydana gelir!
170- Ey insanlar, peygamber size Rabbinizden gerçeği getirdi. Buna
inanınız, yararınıza olan budur. Ama eğer inkar ederseniz, biliniz ki, göklerde
ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve
hikmet sahibidir.
Bu çağrıdan önce Ehl-i Kitab'ın iftiralarının boşa çıkarılması,
tüm tarihleri boyunca yahudilerin ortak karakterlerinin ve hilelerinin ortaya
çıkarılması ve peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)'dan beri
yerleşmiş inatlaşma özelliklerinin tasvir edilmesi yer almıştı. Peygamberliğin
mahiyetinin ve hedefinin açıklanması da yer almıştı. Peygamberliğin bu mahiyeti
ve hedefi, yüce Allah'ın peygamber göndermesini gerektirmiştir. Bu durum aynı
şekilde, yüce Allah'ın, Hz. Muhammedi de peygamber olarak göndermesini de
gerektiriyor kesinlikle. Çünkü O tüm alemlere gönderilmiştir. Bütün insanlığa
peygamber olarak gelmiştir. Her peygamberin kendi kavmiyle sınırlı
peygamberlikleri dönemi bittikten sonra, peygamberliğin sonunda, tüm insanlığa
yönelik genel bir duyuru kaçınılmazdı çünkü. "Peygamberlerden sonra
insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın diye..."
Şayet tüm insanları içine alan bu son mesaj olmasaydı, peş peşe gelen
milletler ve nesiller içinde insanların Allah'a karşı bahaneleri olurdu. Tüm
insanları ve tüm zamanları kapsayan bu genel mesajla, bu bahane, ortadan
kalkmıştır. Bu mesaj da Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in duyurduğu
şu son mesajıdır. İsrailoğulları peygamberleri dışındaki
peygamberlikleri -İsa'nın dışında yada ondan sonrasını- inkar etmek, yüce
Allah'ın tebliğ olmadan insanları cezalandırmamaya ilişkin adaletine uygun
düşmez. Bundan önce tüm insanları kapsayan genel bir risalet
gelmemişti. Oysa bu risaletin gelmesi de kaçınılmazdı. Allah'ın adaleti ve
kullarına yönelik rahmeti bunu gerektiriyordu. Kuşkusuz Allah'ın şu sözü
gerçeğin ta kendisiydi: "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiya Suresi, 107)
Bu açıklamadan da anlaşıldığı gibi, peygamberimizin gönderilişi hem
dünyada hem de ahirette rahmettir.
ALLAH'IN KELİMESİ
Okuyacağımız ders, Ehl-i Kitap'tan hıristiyanlarla yapılan bir
gezintiden ibarettir. Önceki dersin, yahudilerle yapılan bir gezintiden ibaret
olduğu gibi. Onlar ve bunlar, Ehl-i Kitap olarak, bu Kur'an'la muhatap
olmuşlardı.
Geçen derste, Kur'an-ı Kerim; Hz. İsa'yı ve tertemiz annesi Meryem'i yahudilerin
iftiralarından, gerçek akideyi de, Mesih (a.s.)'in çarmıha gerilmesi
hikayesinden arındırmıştı. Bu arada bizzat gerçeği yahudilerden, onların
davranış ve inatçılıklarının karşısına yerleştirmişti.
Bu derste de ayetlerin akışı gerçek inancı ve Meryemoğlu İsa'yı, hıristiyanların
Mesih hakkındaki aşırılıklarından temizliyor. Çeşitli kavimlerden ve uluslardan
hıristiyanlığa bulaşan ve gittikçe yereden putperest efsaneleri ayıklıyor.
Hıristiyanlığı Yunan ve Roma mitolojisinden, Eski Mısır ve Hind efsanelerinden
kurtarıyor.
Kur'an-ı Kerim, geldiği dönemde bozulmalar ve hurafelerle dolup taşan Ehl-i
Kitab'ın inançlarını doğrultmayı üzerine alıyordu. İbrahim (a.s)'in şirkten uzak
dinin Arap yarımadasındaki kalıntılarından arta kalanı ile, bunların üzerine
çöken insan uydurmalarından ve cahiliye saçmalıklarından ibaret müşriklerin
inançlarını doğrultmayı da üzerine aldığı gibi.
Hayır, daha doğrusu İslâm, tüm insanlığın Allah'a ilişkin inançlarını
doğrultmayı ve onu tüm insanların düşüncesinde yer eden her türlü bozulmadan,
kargaşadan, aşırılıktan ve tefritten kurtarmayı üzerine almıştır. Nitekim
Milattan önce Atina'da Aristo'nun, Milattan sonra da İskenderiye'de Eflatun'un
düşüncesindeki karışıklıkları düzelttiği kadarıyla düzeltmiştir. Bir de bu iki
filozof arasında ve bunlardan sonra gelen ve çöllerde yolunu bulması için
kesinlikle peygamberliğin yardımına muhtaç olan, zavallı insan aklına dayanarak
yol bulmaya çalışan çeşitli felsefelerde yer alan tevhid düşüncesini bu tür
saplantılardan ayıklamıştır.
Bu ayetlerde ele alınan sorun ise, "teslis" sorunu ile bunun içerdiği; "Mesih'in
oğulluğu" efsanesidir. Bununla, yüce Allah'ın gerçek ve dosdoğru bir birliğinin
zihinlere yerleştirilmesi amaçlanmaktadır.
İslâm geldiği zaman hıristiyanların benimsediği inanç; çeşitli görüş
ayrılıklarıyla beraber üç uknumdan oluşan tanrının birliği inancıydı. Baba,
oğul, kutsal ruh. Buradaki `oğul', Hz. Mesih'tir. Bundan sonra Mesih hakkında
çeşitli görüş ayrılıkları baş göstermiştir. Acaba O, biri tanrısal diğeri beşerî
olmak üzere iki tabiata mi sahiptir? Yoksa sadece tanrısal bir tabiata mı
sahiptir? Veya iki ayrı tabiata sahip olmakla beraber bir tek dileyişe mi
sahiptir? O da baba gibi öncesiz mi yoksa, sonradan mı yaratılmıştır? Bunun
gibi, mezheplerin ayrıldığı gruplar arasındaki çekişmelerin dayandığı daha bir
sürü sorun. (Maide suresinde yeri gelince bu konu ayrıntılarıyla ele
alınacaktır.)
Hristiyanlık inancının gelişme sürecinden, teslis inancının ve aynı şekilde
Mesih'in oğulluğu düşüncesinin (ve O'nun annesi Meryem'in tanrıçalığı, O'nun da,
çeşitli şekillerde teslis inancına sokulması) ilk hristiyanlıkta yer almadığı
anlaşılmaktadır. Bunlar, hristiyan olan ancak, putçuluktan ve çok tanrıcılıktan
iyice kurtulamamış kişilerin etkisiyle tarihin çeşitli evrelerinde hristiyanlığa
sokulan inançlardır. Özellikle "teslis" düşüncesinin eski Mısır dinlerinden,
"Oziris, İzis ve Huris" teslisinden ve bu dinlerdeki değişik "teslis"
düşüncelerinden alınmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Tevhit inancını savunan hristiyanlar, Roma Patrikleri ve bu devleti destekleyen
din adamlarının (Melukaniler) baskı ve işkencelerine karşı uzun süre direndiler.
Bu durum, tüm dayanılmaz işkencelere ve Romalıların baskısından kaçıp
saklanmalara rağmen, Miladî altıncı yüzyılın sonlarına kadar sürdü.
Teslis düşüncesi zamanla hristiyan aydınlarının düşüncesine de ters gelmeye
başlamıştı. Kilise çevreleri "teslis" düşüncesini kabul ettirmek için çeşitli
yollara başvuruyorlardı. Bunlar arasında "teslis"i göklerin ve yerin üzerindeki
perdenin kalkacağı güne kadar sırrını hiç kimsenin bilemeyeceği bir bilinmezliğe
dönüştürme çabaları da yer alıyordu.
"Kökler ve dallar" kitabının yazarı, hristiyan inancının yorumcularından biri
olan Rahip Poetre bu konuda şöyle der:
"Bunu aklımızın gücü oranında anlamışız. Gelecekte; göklerde ve yerde bulunanlar
üzerindeki perde kalktığı zaman, daha iyi anlayacağımızı umuyoruz.
Biz belli başlı tevhit dinlerinden biri olan hıristiyanlığa, bu inancın giriş
sürecinin, tarihsel aşamalarını ve yollarım açıklamaya girmeden, tevhit
dinlerine giren bu düşünceyi bertaraf etmeye ilişkin sûrenin akışında yer alan
Kur'an ayetlerini sunmakla yetiniyoruz.
171- Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda aşırılığa sapmayınız, Allah
hakkında gerçek olmayan sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa-Mesih, Allah'ın
sadece bir peygamberi, Meryem'e sunduğu bir kelimesi ve ondan gelen bir ruhtur.
Allah'a ve peygamberine inanınız. Allah "üçtür" demeyiniz. Bundan vazgeçiniz,
hayrınıza olan budur. Allah ancak tek bir ilahtır, çocuğu olmaktan münezzehtir,
göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey onundur. Allah insan için yeterli bir
vekildir.
O halde bu aşırılıktır, sınırı ve hakkı aşmaktır. Bu Ehl-i
Kitab'ı, Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söyleten bir saplantıdır. Bu
yüzden O'nun çocuğu olduğunu zannediyorlar. -Allah çocuk edinmekten münezzehtir-
Allah üçün biridir dedikleri gibi.
Düşünsel gelişme ve gerilemeyle orantılı olarak "oğul" ve "teslis" düşüncesi de
aşama kaydediyordu onlarda. Bununla beraber, Allah'a oğul isnat etmekten dolayı
fıtrî tiksinti karşısında zorlandıkları da kesindir. Aklın gelişmesiyle bu
tiksinti gittikçe artıyordu. Bunun için bu görüşü; "insanların doğumu gibi
gerçekleşmiştir" şeklinde yorumladılar. Bunun, baba ile oğul arasındaki sevgi
anlamına geldiğini ileri sürdüler. Üç uknumdan ibaret tek ilah anlayışını da
yorumladılar. Bunlar Allah'ın farklı durumlardaki "sıfat"larıdır, demeye
başladılar. Buna rağmen bu çelişen düşünceleri insan idrakine sığdırmaya güçleri
yetmiyordu. Bu yüzden, göklerle yeri örten perde kalkmadıkça, mahiyeti
bilinmeyecek bir bilmece olarak sindirmeye çalışıyorlardı.
Kuşkusuz Allah ortaklardan münezzehtir. Benzerlerinin olmasından uzaktır O.
O'nun yaratıcı olması yaratıklardan farklı olmasını gerektirir. Hiçbir idrak
yaratanla yaratılan, Malikle mülk arasında başkalığı, bundan başka bir şekilde
düşünemez. Kur'an ayetinin gösterdiği de budur:
"Allah ancak tek bir ilahtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve
yeryüzünde bulunan herşey onundur."
Şayet İsa'nın babasız dünyaya gelişi, insanların adet ve
alışkanlıklarına uymayan garip ve olağanüstü bir olay olarak görünüyorsa, bu
gariplik alışılagelen durumdan farklı oluşundan kaynaklanmaktadır. Ancak
insanların alışkanlıkları varlığın tümü demek değildir. Sünnetullah, insanların
bildiği tabiat kanunlarından ibaret değildir. Kanunu yaratan ve uygulayan
Allah'tır. Üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunan O'dur. Dilemesi de
sınırlandırılmaz.
Gerçeği söyleyen yüce Allah, Hz. Mesih hakkında şöyle buyuruyor:
"Meryem oğlu İsa-Mesih, Allah'ın sadece bir peygamberi, Meryem'e
sunduğu bir kelimesi ve ondan gelen bir ruhtur."
Kısacası, O, "Allah'ın peygamberidir"
O'nun durumu da diğer peygamberlerin durumu gibidir. Nuh, İbrahim, Musa
ve Muhammed (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) gibi zaman boyunca gelen şerefli
kafilenin durumu gibidir.
"Meryem'e sunduğu bir kelimesidir."
Bu ifadenin en akla yakın yorumu şöyledir: Yüce Allah,
İsa'yı Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde sözünü ettiği doğrudan evrensel
emriyle yaratmıştır. Bu emir "Ol... O da oluverirdi"
şeklinde ifade edilmektedir. Yüce Allah bu kelimeyi Meryem'e sunmuş,
Adem'in dışında insanların alışa geldikleri gibi bir babanın nutfesi olmaksızın
onun karnında İsa'yı yaratmıştır. Kuşkusuz herşeyi yoktan var eden kelimenin,
İsa'yı, Meryem'in karnında bir "nefes"ten yaratması şaşılacak bir şey değildir.
Yüce Allah bu nefesi şöyle ifade etmektedir:
"Ondan gelen bir ruhtur."
Bundan önce yüce Allah, Adem'in çamurdan kalıbına ruhundan üflemiş O da
"insan" oluvermişti. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani
Rabbin Meleklere ben çamurdan bir insan yaratacağım, ona şekil verip ruhumdan
üflediğim zaman siz hemen onun için secdeye kapanın, demişti" (Hicr Suresi,
28-29)
Yine İsa'nın kıssasında şöyle buyurmaktadır: "Irzını koruyan
Meryem'i hatırla ki, biz O'na ruhumuzdan üflemiştik." (Enbiya Suresi, 59)
Bu iş daha önce de meydana gelmişti. Oradaki ruhla bu ruh aynıdır.
Adem'in kıssasını kabul eden ve Allah'ın ruhundan üflediğine inanan hiçbir Ehl-i
Kitap mensubu kimse, Adem'in ilah olduğuna ya da İsa için söylendiği gibi yada
tanrısal uknumlardan biri olduğunu kabul etmeyecektir. Oysa ruh ve üfleme
noktasında birbirine benzemektedir, her iki olay. Üstelik Adem (a.s),
annesiz-babasız yaratılmıştır. İsa'nın ise bir annesi vardır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Allah katında İsa örneği, Allah'ın topraktan yarattıktan sonra "ol"
demesiyle "oluveren" Adem örneği gibidir." (Al-i İmran Suresi, 59)
Sorunun son derece açık ve basit olduğunu gördükten sonra, heva ve
heveslerin, putperest kalıntıların, İsa (a.s)'ın olayını peş peşe gelen
nesillerin kafasında, nasıl içinden çıkılmaz bir düğüme dönüştürdüğüne şaşırıyor
insan. Oysa -Kur'an'ın tasvir ettiği gibi- olay son derece basittir. Apaçık ve
nettir.
Kuşkusuz, annesiz-babasız Adem'e ruhundan üfleyerek diğer yaratıklardan farklı
bir hayat bahşeden, İsa'ya da, babasız olarak bu insanî hayatı bahşeden Rabtır.
Bu basit ve açık sözler sırf babasız dünyaya geldi diye İsa'yı tanrılaştıran ve
üç uknumun tanrılığından söz eden efsanelerden daha akla yakındır. Yüce Allah bu
efsanelerden beri ve büyüktür.
"... Allah'a ve peygamberlerine inamız, Allah "üçtür" demeyiniz. Bundan
vazgeçiniz, bayrınıza olan budur."
Allah'a, -aralarında Allah'ın peygamberi sıfatıyla İsa ve
peygamberlerin sonuncusu sıfatıyla Muhammed'e (salât ve sefâm üzerine olsun)
olmak üzere peygamberlerine iman etmeye ve bu tür iddia ve efsanelerden
uzaklaşmaya : ilişkin bu çağrıdan sonra, yerinde bir münasebetle şu net açıklama
ve aydınlatıcı bildirim ver almaktadır:
"Allah ancak tek bir ilahtır."
Bunu evrene egemen yasanın birliği, yaradışın birliği ve yöntemin
birliği -"ol" ve "oluverir"- şahittir. İnsan aklı da şahittir buna. Çünkü bu
sorunu kavrayabilecek kapasitededir. Ve akıl yaratıklara benzeyen bir
yaratıcıyı, yada bir içinde üç tanrıyı, yada üç içinde bir tanrıyı tasavvuru
edemez.
"... Çocuğu almaktan münezzehtir."
Çocuk sahibi olmak fani birisi için süreklilik unsurudur. Nesil
şeklinde kalıcı olma çabasıdır. Oysa Allah bakidir. Fanilerin şekline bürünüp
kalıcı olmaya ihtiyaç duymaz. Göklerde ve yerde bulunanlar hep birlikte onun
mülküdürler:
"... Göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey onundur."
İnsanlığın yüce mabutlarına kulluk bağı ile bağlanmaları yeterlidir. O
hepsini gözetecektir. Aralarından birini O'nun oğlu ilan etmekle, O'nunla
aralarında akrabalık icad etmeye ihtiyaç yoktur. Gözetme ve koruma olma seklinde
bu bağ her zaman mevcuttur:
"... Allah insan için yeterli bir vekildir."
Böylece Kur'an-ı Kerim, akideye ilişkin gerçeği açıklayıp bildirmekle
yetinmiyor. Aynı zamanda yüce Allah'ın onları gözettiğini, onların,
ihtiyaçlarını ve yararlarını bildiğini de ekliyor. Bu şekilde insanların
herşeyini güvenle Allah'a havale etmesini sağlamayı hedefliyor.
Ayetlerin akışı tutarlı itikâdî düşüncenin, en büyük sorununu belirlemekle
sürüyor. Birlik gerçeğinin ruhta iyice yer etmesinden kaynaklanan inanç
gerçeğidir bu. Bu gerçeğe göre; yaratıcının ilahlığı yaratıkların kulluğunu
gerektirir. Ortada sadece ilahlık ve kulluk gerçeği vardır. Bir tek ilahlık ve
varlık aleminde yer alan herşeyi ve herkesi kapsayan kulluk vardır.
Kur'an-ı Kerim, burada İsa'nınki gibi meleklere de oğulluk isnat eden ya da
İsa'da olduğu gibi onları da ilahlığa ortak sayan her inancı doğrulttuğu gibi,
hıristiyanların inançlarını da düzeltiyor:
172- Ne Mesih Allah'a kul olmaktan kaçınır ve
nede Allah'a yakın melekler. Kim ona kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa,
bilsîn ki, Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.
173- İman edip iyi ameller işleyenlere mükafatlarını eksiksiz ödeyecek, hatta
lütfundan onlara daha fazlasını verecektir. Kul olmayı kendisine yedirmeyip
büyüklük taslayanları da acı bir azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah'tan başka
hiçbir dost, hiçbir yardım edici bulamazlar.
İslâm, yüce Allah'ın birliği gerçeğini yerleştirmeye büyük önem vermiştir. Öyle
ki bu birliğe şirk yada herhangi bir şekliyle müşahebet (benzerlik) kuşkusu
bulaşmamıştır. Ayrıca hiçbir şeyin yüce Allah gibi olmadığını da belirtmeye önem
vermiştir. Ne mahiyet, ne sıfat ne de özellik bakımından hiçbir şey O'na ortak
olamaz. Nitekim aralarında tüm canlılarda olmak üzere evrende yer alan herşeyle
yüce Allah arasındaki bağın gerçeğini de belirlemeye büyük önem vermiştir. Bu,
ilahlık ve kulluk bağıdır. Allah'ın ilahlığı ve herşeyin O'na yönelik kulluğu.
Kur'an'ın tümünü gereği gibi inceleyenler bu gerçeklerin -yada çeşitli
yönleriyle bu gerçeğin- yerleştirilmesi üzerinde önemle durulduğunu görecektir.
Böylece nefiste bir kuşku, bir şüphe veya kapalılığın kalmasına imkan
bırakılmadığını görecektir.
Ayrıca Kur'an, tüm peygamberlerin, bu gerçeği getirdiklerini bildirmektedir. Her
peygamberin hayatında ve davet sürecinde bu gerçeği öne çıkarır. Bunu Nuh
(Allah'ın selamı üzerine olsun)'un zamanından Muhammed (salât ve selâm üzerine
olsun)'in zamanına kadar ki risaletlerin ekseni kılar. Her peygamberin dilinden
bu gerçeği tekrarlar: "Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka
ilahınız yoktur." (Araf Suresi, 59)
Esas şaşırtıcı olan, bu gerçeğin yerleşmesi konusunda bu kadar kesin ve
katı olan semavi dinlere mensup olanlardan kimisinin bu gerçeği bozması, yüce
Allah'a oğul yada kız yakıştırması yada cahiliye toplumlarında yaşayan
putçuluktan esinlenerek yüce Allah'ın uknumlar şeklinde yarattıklarından biriyle
sentez oluşturduğunu söylemesidir.
İlahlık ve kulluk. Bu gerçeğin dışında herhangi birşey ve bu temelin dışında bir
temelin varlığı söz konusu değildir. İlahlıkla kulluk yada kullukla ilahlık
arasındaki bağın dışında bir bağ mevcut değildir.
Bu gerçek, her türlü bulanıklıktan, şüphe ve gölgeden kurtulmadığı sürece
-hayatları istikamet bulamayacağı gibi- insanların düşünceleri istikrara
kavuşamaz.
Evet, Rableriyle aralarındaki bağın gerçek mahiyetini iyice kavramadıkları ''
sürece insanların, düşünceleri istikamet bulamaz, bilinçleri yerine oturamaz.
O, ilahlarıdır, onlar da O'nun kulu. O, yaratıcılarıdır onlar da yaratık. O,
sahipleridir onlar da O'nun mülküdür. Tümü de bu bağda eşit durumdadır. '. Hiç
kimsenin oğulluğu söz konusu değildir. Yüce Allah'ın herhangi biriyle '
birleşmesi de mümkün değildir. Bu yüzden herkesin sahip olduğu ve istediği '
zaman yönelip elde edebildiği bir şeyin dışında, herhangi birinin O'na yakınlık
. kurması mümkün değildir. Bu da, takva ve salih ameldir. Bu ise, herkesin gücü
dahilindeki bir şeydir. Ancak onun oğlu olmak ve O'nunla birleşmek. İşte bunlar
olmayacak şeylerdir.
Hayatları, ilişkileri ve hayattaki görevleri hiçbir zaman istikamet bulamaz, hep
birlikte bir tek Rabbin kulları oldukları gerçeği gönüllerinde yer etmediği
sürece. Bu nedenle biricik otorite sahibinin karşısındaki konumları birdir. O'na
yakınlık kurmak ise herkesin gücü dahilindedir. Bu durumda Allah ile insanlar
arasındaki tüm aracılık iddiaları geçersiz olur. Herhangi bir fert, toplum yada
insanlardan bir grup nesilden nesile geçen hakları iddiası da boşta kalmış olur.
Bunun dışında insanların toplumsal hayatlarında, düzenlerinde ve bu düzen
içindeki konumlarında köklü bir eşitlik düşünülemez.
O halde sorun sadece bu sağlam temel üzerinde kalbin huzurunu sağlayan soyut bir
inanç sorunu değildir. Bunun yanında, hayat düzeni, toplumsal bağlar, uluslar ve
nesiller olarak insanların birbiriyle ilişkileri sorunudur da.
Bu, İslâm'ın eliyle gerçekleşen insanlık için bir yeniden doğuştur. Kulların
Rabbine kul olmak suretiyle, kullara kul olmaktan kurtulmuş özgür insanın
doğuşu. Bu yüzden İslâm tarihinde Allah'ın oğlu yada tanrısal uknumların
tamamlayıcısı uknum adına insanları ezen, kendine kul-köle edinen bir "kilise"
olayı yaşanmamıştır. Bilindiği gibi kilise, otoritesini oğulun yada uknumun
otoritesinden alıyordu. Aynı şekilde İslâm tarihinde, egemenlik yada kanun koyma
hakkının, Allah'a yakınlığından ve O'nun onayından kaynaklandığını iddia ederek
"tanrısal hak"la egemenlik sürdüren kutsal bir otoritenin de izine
rastlanmamıştır.
Bir yandan kilisenin ve papaların öte yandan, kilisede olduğu gibi kendileri
için kutsal bir hak iddia eden Patriklerin Avrupa'da oğul yada uknum birleşimi
adına ileri sürdükleri "kutsal hak" iddiaları, "Haçlılar"ın İslâm toprağın talan
etmek için saldırmalarına kadar sürdü. İslâm ülkesinden, "kutsal hak"ka karşı
devrim fikrini edinerek, geri dönmüşlerdi. Reform adıyla "Martin Luter" "Kalvin"
ve "Zenceli" hareketleri bundan sonra başlamıştır. Bu
hareketler, temelde İslâm'dan İslâm düşüncesinin berraklığından, insanoğlundan
kutsallığı ve egemenlik ayrıcalığını kaldıran özelliğinden etkilenerek
başlamıştı. Çünkü İslâm inancında sadece ilahlık ve kulluk gerçeği yer alıyordu.
Burada Kur'an-ı Kerim, İsa'nın tanrılığı ve oğulluğu, (Uknumlardan biri olan)
kutsal ruhun tanrılığı ve Allah'la birlikte her tür oğulluk ve tüm şekilleriyle
tanrılık iddialarına ilişkin net cevabı veriliyor. Kur'an-ı Kerim Hz. İsa'nın
Meryem'in oğlu ve Allah'ın kulu olduğunu ayrıca, Allah'a kul olmaktan
kaçınmayacağını, Allah'a yakın meleklerin de onun kulları olduklarını ve O'na
kul olmaktan kaçınmayacaklarını bildirerek doğru ile yanlışı ayırıcı sözü
yerleştiriyor. Aynı zamanda tüm yaratıkların Allah'ın huzurunda toplanacağını,
ona kul olmayı kendilerine yediremeyenleri acıklı bir azabın beklediğini ve O'na
içten kul olanları da büyük bir mükafatın beklediğini bildiriyor:
"ne Mesih Allah'a kul olmaktan kaçınır ve nede Allah'a yakın melekler.
Kim Allah'a kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa bilsin ki, Allah hepsini
huzurunda bir araya getirecektir."
Kuşkusuz Meryemoğlu İsa-Mesih, Allah'a kul olmaktan büyüklük taslayarak
kaçınmaz. Çünkü O -Allah'ın peygamberi ve elçisi olduğundan- ilahlık ve kulluk
gerçeğini ve bu ikisinin bir araya gelmez mahiyetlerinin farklı olduğunu çok iyi
bilir. Yine O, Allah tarafından yaratılmış olduğunu çok iyi bilir. Allah
tarafından yaratılmış olanın, Allah gibi yada O'nun bir parçası gibi
olamayacağını çok iyi bilir. Tek ve pekiştirilmiş gerçek olmakla beraber Allah'a
kul olmanın değerinden bir şey eksiltmediğini ve Allah'a kulluğun yaratılma ve
meydana gelme nimetini inkar eden kafirlerden başkasının küçümseyip kaçınmadığı
bir mertebe olduğunu da en iyi bilenlerden birisidir. Allah'a kulluk, yüce
Allah'ın peygamberlerini nitelendirdiği bir mertebedir. Üstelik peygamberlerin
durumu son derece üstün ve O'nun katında oldukça onurlu bir durumdur. Aralarında
Ruhul Kudüs, Cebrail'de olmak üzere Allah'ın yakın meleklerin durumu da İsa ve
diğer peygamberlerin durumu gibidir. O halde İsa'ya tabi olanlar, O'nun kendisi
için hoşnut olduğu ve çok iyi de bildiği bir şeyden niçin kaçınıyorlar?
"... Kim O'na kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa bilsin ki Allah
hepsini huzurunda bir araya getirecektir."
Onların kaçınmaları ve büyüklük taslamaları yüce Allah'ın gücüyle
onları huzurunda toplamasına engel olamaz. Kullar üzerindeki mutlak ilahlık
otoritesidir bu. Bu konuda onlarla, yüce Allah'a içtenlikle kul olup ona teslim
olanlar arasında bir fark söz konusu değildir.
Ancak gerçeği bilip, Allah'a gerçeği gibi kul olanların ve bu bilgi ve
kabullenmenin doğal sonucunun salih amel olduğunu bilerek hareket edenlerin
mükafatları fazlasıyla verilecektir.
"... Kul olmayı kendilerine yediremeyip büyüklük taslayanları da acı bir
azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah'tan başka hiçbir dost, hiçbir yardım edici
bulamazlar."
Yüce Allah, kulluklarına ve ibadetlerine muhtaç olduğundan yada
mülkünde bir artma veya eksilme söz konusu olduğundan kullarının içtenlikle
kullukta bulunmalarını ve sadece kendisine ibadet etmelerini istemiyor. Aksine,
hayatları ve konumları gibi düşünce ve duygularının da doğrulması için ilahlık
ve kulluk gerçeğini bilmelerini istemektedir. Çünkü düşüncelerin, duyguların,
hayat ve konumların istiklal bulması ancak, bu sağlam temele dayanmakla mümkün
olur. Bu gerçeği bilmek; ardından kabullenmek, sonra da hayata geçirmekle
mümkündür.
Yüce Allah, bu gerçeğin açıkladığımız tüm boyutlarıyla insanların gönüllerinde
ve hayatlarıyla yerleşmesini dilemektedir. Kulların kulluğundan kurtulup bir tek
Allah'ın kulluğuna yükselmeleri ancak bu şekilde mümkün olur çünkü. Bu evrende
ve yeryüzünde gerçek otoritenin kime ait olduğunu bilmelerini istemektedir.
Böylece sadece O'na ve O'nun hayat sistemine ve şeriatına bir de, hayatlarına
sadece onun sistemi ve şeriatıyla hükmedene boyun eğerler. Herkesin O'na kul
olduklarını bilmelerini istemektedir. Sadece O'nun için yüzlerini ve alınlarını
eğip ve O'ndan başkasına karşı alınlarını dik tutmaları için. O'nun için secde
ve rukuya varmakla yalnızca, Allah'ı anıp O'ndan başkasını zikretmemekle,
despotların ve tağutların karşısında üstünlük duymalarını istemektedir. O'na
yakınlık kurmanın hısımlık yada soy bakımından olmadığını aksine, takva ve salih
amelle mümkün olduğunu bilmelerini istemektedir. Böylece Allah'a yaklaşmak için
yeryüzünü bayındır hale getirip salih ameller işlemiş olurlar. İlahlık ve kulluk
gerçeğini gereği gibi bilmelerini istemektedir. Bu sayede yeryüzünde Allah'ın
otoritesini korumuş olurlar. Allah adına bu otoriteyi ele geçirmek isteyenlere
karşı çıkıp, her işi Allah'a döndürmüş olurlar. Böylece hayatları düzelir, bu
temel üzerinde yücelir, onurlanırlar.
Bu büyük gerçeği değerlendirmek, insanların bakışlarını sadece Allah'a bağlamak,
kalplerini O'nun hoşnutluğuna, davranışlarını takvasına veya, hayat düzenlerini
sadece O'nun iznine şeriat ve sistemine bağlamak, insanların yeryüzündeki
hayatlarına iyilik, üstünlük, özgürlük, adalet ve doğruluk saçan bir hazinedir.
İyilik, üstünlük özgürlük, adalet ve doğruluktan ibaret bir besin kaynağıdır.
Tüm yeryüzü hayat boyu yararlanır. Yüce Allah'ın, içtenlikle kul olan ve salih
ameller işleyenlere ahirette vereceği mükafata gelince, kuşkusuz bu, O'ndan bir
onur ve üstünlüktür. Allah'ın bağışından bir bolluktur.
Bu açıklamaların ışığında, İslâm'ın getirdiği ve mensupları tarafından
bozulmadan, nesillerin geçmesiyle değiştirilmeden önce tüm risaletlerin ve tüm
peygamberlerin çağrısının temeli olduğunu bildirdiği net şekliyle iman sorununa
bakmamız gerekmektedir. Bu olaya, onunla birlikte onur, özgürlük, adalet ve
doğruluk buldukları ve hem sembolik kulluk davranışlarında hem de hayat
nizamında kullara kulluktan kurtulup, tek basına Allah'a kul oldukları
insanlığın yeniden doğuşu gözüyle bakmalıyız.
Allah'a kul olmaktan kaçınanlar, sınırsız mercilere kul olma zilletini yaşarlar.
Arzu ve ihtirasların, kuruntu ve hurafelerin kulu olmak alçaklığını tadarlar.
Kendileri gibi olan insanlara kul olurlar. Onların önünde eğilme alçaklığını
yaşarlar. Kendileri gibi insan olan kulların düzenlerini, şeriat ve kanunlarını,
değer ve ölçülerini, hayatlarına uygulamak suretiyle aşağılık bir hayat
sürdürürler. Bunlar ve onlar Allah'ın katında bir oldukları halde, onları bu
dünyada Allah'ın dışında ilahlar edinirler. Ahirette ise;
"...Acı bir azaba çarptıracaktır. Bunlar Allah'tan başka hiçbir dost,
hiçbir yardım edici bulamazlar."
Kuşkusuz bu, Kur'an'ın akışı içinde şu ayetin Ehl-i Kitap'tan
hıristiyanların o zamanki ve kıyamete kadarki tahriflerine karşılık sunulan
semavi inançlarda yer alan önemli bir sorundur.
SON ÇAĞRI
Bu yüzden -geçen derste Ehl-i Kitap'tan yahudilerle karşılaşmanın
sonunda yapıldığı gibi- tüm insanlığa yönelik bir çağrı yer almaktadır. Son
risaletin Allah'tan bir kanıt taşıdığı ve onun karanlıkları ve kuşkuları dağıtan
bir nur olduğunu bildirmektedir. Kim bu nur aracılığıyla doğru yolu bulur ve
Allah'a sarılırsa, Allah'ın rahmeti tarafından kuşatıldığını görecek kendini,
Allah'ın lütfu içinde bulacaktır. Böylece bu nur sayesinde Allah'ın dosdoğru
yolunu bulacaktır:
174- Ey insanlar size Rabbinizden kesin kanıt geldi ve size apaçık
bir ışık indirdik.
175- Allah kendisine inanıp sarılanları rahmetine, bol bağışına kavuşturacak,
onları doğru yola iletecektir.
Bu Kur'an, insanların Rabbinden insanlara, bir kanıt taşımaktadır.
"... Ey insanlar size Rabbinizden kesin bir kanıt geldi."
Onu insan sözünden ve insan sanatından ayıran ilahî sanatın mührü orada
açıkça görülür. Hem söz hem d:. anlam bakımından. Bu olay o denli açıktır ki,
kimi zaman Arapça'dan bir tek harf bile anlamayanlar bile, insanı dehşete
düşürecek şekilde kavrayabilirler.
Bir geminin güvertesinde Atlas okyanusunda Newyork'a doğru yol alıyorduk. Bu
arada çeşitli Arap ülkelerinden müslüman yolculardan altı kişi ve gemide çalışan
bir çok Sudanlı'yla birlikte güvertede Cuma namazı kıldık. Kur'an'dan ayetler de
içeren Cuma hutbesi okundu. Çeşitli ülkelere mensup diğer yolcular da
etrafımızda halka tutup seyrediyorlardı.
Namazın sonunda -İslâm'ın namazından duyduğu derin etkiyi ifade etmeye gelenler
arasından, Yugoslavya'daki komünist rejimden kaçıp Amerika'ya gitmekte olan bir
bayan yanımıza yanaştı. Gözleri yaş doluydu, kendini zor tutuyordu. Konuşurken
sesi titriyordu. Zayıf bir İngilizceyle bile "Kıldığınız namazda açıkça görülen
huşuya hayran olmaktan kendimi tutamadım. Ancak ben bunun için gelmedim. Sizin
dilinizden bir tek harf bile anlamıyorum fakat, başka hiçbir dilde bulamadığım
müzikal bir ahenge sahip olduğunu görüyorum. Bu arada hatibin konuşmasında bazı
bölümler vardı ki sesler arasında uyum daha belirgindi. Bu bölümler ruhumda
apayrı bir etki bırakıyordu. dedi.
Tabii belirgin bir uyuma ve özel bir etkileme gücüne sahip bölümlerin Kur'an
ayetleri olduğunu anlamıştım.
Arapça bilmeyen herkes için bu, geçerli bir kuraldır demek istemiyorum. Ancak bu
Kur'an'ın, belirgin bir özelliği olduğu da kuşkusuzdur.
Bu dilin tadına varanlar ve onun üsluplarını kavrayacak özellikte olanların
durumu, Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)'in bu Kur'an'la yüzyüze
getirdiği insanların durumu gibidir. Ahnes b. Şureyk, Ebu Süfyan b. Harb, Ebu
Cehil Amr b. Hişam'ın ayıplandıkları halde gizlice Kur'an'ı dinlemeye gelmeleri
olayı meşhurdur. (İbn-i Hişam siretinin Mektebeti Ticariyenin Hicaz baskısının
1. c., 337. sayfasında İbn-i İshak der ki; Bana Muhammed bin Müslim b. Şihab b.
ez-Zührî anlattı. Ona da şöyle anlatılmış: Ebu Süfyan b. Harb Ebu Cehil b. Hişam
ve Beni Zühre müttefiki Ahnes b. Şûreyk b. Amr Vehb es-Sakafi bir gece
Resulullah'ı evinde namaz kılarken dinlemek üzere yola çıktılar. Herbiri bir
yerde oturup O'nu dinlemeye koyuldu. Hiç kimse diğerinin yerini bilmiyordu.
Geceyi O'nu dinlemekle geçirdiler. Şafak söküncede oradan ayrıldılar. Ancak
yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınayarak şöyle dediler: "Bir daha böyle
birşey yapmayın, aptalın biri sizi görürse içine kuşku düşürürsünüz."
Sonra da dağıldılar. İkinci gece herbiri tekrar aynı yerine gelip geceyi onu
dinlemekle geçirdi. Şafak sökünce de dağıldılar. Yine yolda birbirleriyle
karşılaştılar. Önceki sefer birbirlerine söylediklerini tekrarlayıp dağıldılar.
Üçüncü gece tekrar gelip sabaha kadar O'nu dinlediler. Oradan ayrılırlarken
tekrar yolda karşılaştılar. Bu sefer "Bir daha gelmemek üzere anlaşalım"
dediler. Böylece anlaşıp dağıldılar.) Bu örneklerden sadece bir tanesidir. Hangi
nesilde olursa olsun zevk sahibi olanlar bu yönden Kur'an-ı Kerim'de bir
özellik, bir güç ve apaçık bir kanıt olduğunu anlarlar.
Ancak Kur'an'ın anlamına, taşıdığı düşünceye, belirlediği hayat sistemine,
yerleştirdiği düzene ve hayat için koyduğu plana gelince; onları burada
ayrıntılı bir şekilde ele almamız mümkün değildir. Ancak içindeki kanıtlar,
geldiği kaynağı ve bunun da insan sanatı olmadığı gerçeğini göstermektedir.
Çünkü o, insanın mühründen farklı eksiksiz bir sanatın mührünü taşımaktadır.
Ayrıca bu Kur'an'ın aydınlatıcılık özelliği de vardır: "... Size apaçık
bir ışık indirdik."
Bu ışığın aydınlığında eşyanın gerçek mahiyeti tüm çıplaklığıyla ortaya
çıkar. Hak ile batıl arasındaki yol ayrımı belirlenmiş ve çizilmiş olarak, hem
ruhun derinliklerinde hem de pratik hayatta belirir. Öncelikle nefis bu ışık
sayesinde her yanının aydınlandığını görür. Karanlık dağılıp yok olur. Gerçek
olanca çıplaklığıyla ortaya çıkar.
Öyle ki insan, bu kadar açık ve kolay anlaşılır olmasına rağmen nasıl olur da bu
gerçeğin görülmediğine hayret eder.
İnsan, bir dönem ruhuyla Kur'an atmosferinde yaşarsa, düşüncesini, değer ve
ölçülerini ondan alırsa algılar, karşısında bir kolaylık bir basitlik ve açıklık
hisseder. `
Kendisine sıkıntı veren bir çok düşüncenin ferahlığa kavuştuğunu ve kolaylıkla
gerçek durumunu algıladığını görür. Allah'ın elinden çıktığı günkü gibi fıtrî
arılığına ve temizliğine yeniden kavuşmak için üzerine bulaşan parazit
fazlalıkları bir kenara atar.
"Size apaçık bir ışık indirdik" ifadesi için söylediklerimiz
her ne kadar az ise de, bunun tadına varmayana, onu içinde hissetmeyene
sözlerimle bu gerçeği tasvir etmem imkansız. O halde bu anlamları kavramak için
zorluklara katlanmak gerek. Bizzat tatmak zorunludur. Doğrudan doğruya denemek
kaçınılmazdır.
"Allah kendisine inanıp sarılanları rahmetine bol bağışına kavuşturacak,
onları doğru yola iletecektir."
Allah'a sarılmak O'na inanmanın zorunlu bir sonucudur. İman sağlıklı
olduğu zaman, kişi hem Allah'ın hem de O'na yönelik herşeyin kulluğunun
gerçeğini anladığında önünde sadece Allah'a bağlanmaktan başka yol kalmaz. Çünkü
tek başına otorite ve güç sahibi odur. İşte böylelerini yüce Allah rahmetine ve
lütfuna kavuşturuyor. Ahiret hayatından önce bu dünyada rahmetine sokuyor
onları. O sonsuz alemdeki lütuftan önce şu fani dünyada bolluk lütfediyor. İman,
şaşkınlık, bunalım ve hiçliğin çölünde yer alan yemyeşil bir vahadır. Ruh
sapıklığın kavurucu sıcağından kaçıp, iman gölgesine sığınır. Aynı zamanda iman,
toplumsal hayat düzenin -daha öncede değindiğimiz gibi onurluluk, özgürlük,
temizlik ve doğrulukla dayandığı bir temeldir. Bu sayede insan gerçek konumunu
bilir, Allah'ın kulu, O'ndan başkasının efendisi... İslâm'ın getirdiği şekliyle
iman düzeninden başka hiçbir düzende böyle birşey söz konusu değildir. Bu düzen,
insanları kullara kulluk yapmaktan kurtarıp yalnızca Allah'a kul yapar. İlahlık
birlendiği zaman, tüm yaratıklar kullukta eşitleşir. Otorite ve hakimiyet tek
başına Allah'a verildiği kişi kendisi gibi bir insanın koyduğu kanuna boyun
eğmez. Böyle bir durumda ne kadar özgür olduğunu söylese de ona kulluk yapmış
olur.
İman edenlerse, hem şu andaki hayatlarında hemde ahiretteki hayatlarında
Allah'ın rahmeti ve lütfu ile kuşatılırlar.
"... Onları doğru yola iletecektir."
Ayette geçen "ileyhi" kelimesi ifadeye bir tasvir unsurunu katmaktadır.
Mü'minleri Allah'ın eli tarafından Allah'a yönelik doğru yolda hareket
ettirilirken adım adını O'na yaklaştırılırken çizmektedir adeta. Görerek Allah'a
inanan ve güvenle O'na sarılan birinin ruhunda hissedeceği bir ifadedir bu. Her
an doğru yolda olduğunu önünün apaçık olduğunu hissediyor. İnsan doğru yolda
O'na doğru yol alırken Allah tarafından yaklaştırıldığını hissediyor.
Bu tadına varılarak anlaşılabilen bir anlamdır. Tadmadan anlamak mümkün
değildir.
176- Senden fetva isterler. Onlara deki; geride ne ana-baba ve ne de
çocuk bırakmaksızın ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah
size şu hükmü öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi
varsa mirasının yarısı kız kardeşine düşer. Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın
ölen kız kardeşinin mirasının tamamını alır.
Eğer adamın iki kız kardeşi varsa bunlara mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem
erkek hemde kız kardeşleri varsa erkeğin payı kızın payının iki katı olur. Allah
şaşırmayasınız diye hükmünü böyle açıklıyor. Al/ah herşeyi bilir.
Böylece, aile ilişkileri ve onun doğurduğu toplumsal
yükümlülüklerle başlayan sûre, diğer birtakım toplumsal düzenlemeler de içererek
son buluyor. "Kalale"ye ilişkin hükümleri tamamlayarak son buluyor. -Kalale
aralarında Hz. Ebu Bekir'in (r.a) de bulunduğu bir grup bilginin görüşüne göre
çocuğu ve babası olmayan kimsedir-.
Bu hükümlerin bir kısmı surenin başlarında yer almıştı. Soyu bulunmadığı zaman
akrabalık yönüyle kalale'nin mirasına ilişkin hükümleri içeriyordu. Ayet
şöyleydi:
"Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetlerini yerine
getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı size
düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte biri sizin
olur.
Eğer siz geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz vasiyetiniz yerine getirildikten
sonra ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın dörtte biri eşinize
düşer. Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki payı sekizde birdir.
Eğer bir erkek yada kadın geride ne ana-baba ve nede çocuk bırakmaksızın ölür
(Kalale) de erkek yada kız kardeşi bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten ve
borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının altıda birlik bölümü kardeşlerine
düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiçbirine
haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür.
Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve
kullarına karşı yumuşaktır." (Nisa Suresi, 12)
Şimdi kalalenin mirasına ilişkin kısım tamamlanmaktadır. Şayet ne
çocugu ne de babası olan ölünün öz ya da babası bir kız kardeşi varsa, kız,
kardeşinin bıraktıgı mirasın yarısını alır. Aynı şekilde erkek de şayet çocuğu
ve babası yoksa -hak sahiplerinden sonra- kız kardeşinin bıraktığına varis olur.
Şayet iki tane öz yada baba bir kız kardeşlerse o zaman kardeşlerinin bıraktığı
mirasın üçte birine varis olurlar. Erkek ve kızların sayısı fazlaysa -mirastaki
genel kural uyarınca- erkek kadının payının iki katını alır. Hem öz hem de baba
bir erkek ve kız kardeşleri mirastan düşürürler.
Miras ayeti ve onunla birlikte sure, her şeyi bütünüyle Allah'a döndüren, hak ve
görevlerin düzenlenmesini, malı olsun olmasın her şeyi Allah'ın şeriatına
bağlayan Kur'an'ın değerlendirmesiyle son bulmaktadır!
"... Allah şaşırmayasınız diye size hükmünü böyle açıklıyor. Allah her
şeyi bilir."
Genel ve kapsayıcı bir ifade "herşeyin mirasla ilgili olsun olmasın
herşeyi bilir. Aile ve toplum ilişkilerini, hüküm ve yasalarını bilir. Bundan
sonra ya herşeyi kapsayan Allah'ın açıklamasını uymak vardır ya da sapıklık.
İnsan hayatı için bir üçüncüsü bulunmayan iki yol:
Hidayetin ta kendisi olan Allah'ın yolu ve sayıklıktan ibaret olan ondan
başkasının yolu...
Kuşkusuz Allah doğrusunu söylüyor.
"Haktan sonra sapıklıkta başka ne var ki?"
NİSA SURESİNİN SONU