Malper/Anasayfa

M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

 

Fizilalil Kuran

006 - En'am Suresi / 01-83

1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yoktan var eden Allah'a mahsustur. Durum böyleyken kafirler, bu yaratıkları Rabblerine denk tutuyorlar.
 
İlk fırça darbesini oluşturan bu ayet yüce Allah'a hamd ederek, O'nu överek ve her türlü noksanlıktan tenzih ederek söze giriyor; O'nun yaratma ve yoktan var etme sıfatında somut ifadeye kavuşan ilâhlığı gerekçesi ile hamd edilmeye, övülmeye en layık merci olduğu onaylanıyor. Öte yandan, O'nun hamd edilmeye lâyık ilâhlığı ile bu ilâhlığın ilk sıradaki özelliği olan yaratıcılığı arasında bağ kuruluyor. Yaratıcılık sıfatının pratiğe yansıması sürecinde ilk önce, varlıklar aleminin iki engin alanını oluşturan göklerin ve yeryüzünün yaratılışına dikkat çekiliyor; arkasından gökler ile yerin amaçlı bir öntasarı uyarınca yaratılmasının, iki önemli tezahürü olan karanlıklar ile aydınlığa parmak basılıyor.
 
Bu geniş kapsamlı fırça darbesi görünen evrendeki kocaman gök cisimlerini, bu gök cisimleri arasındaki baş döndürücü mesafeleri, bu cisimlerin yörüngelerinde dönmelerinden doğan yaygın olguları içerir. Bunun yanısıra bu fırça darbesi, Allah'ın yüce gücünü ve hikmete dayalı ön tasarlayıcılığını sayfa sayfa dile getiren bu kocaman baş döndürücü ve engin evren kitabını gözleri önünde gördükleri halde Allah'a inanmayanlara, O'nun birliğini onaylamayanlara, O'na hamd etmeyenlere, tersine O'na denk ve eşit saydıkları birtakım ortaklar koşanlara ilişkin hayret ve şaşkınlık içeriyor. Okuyoruz:
 
"Durum böyleyken kâfirler, bu yaratıkları Rabblerine denk tutuyorlar."
Aman Allah'ım! Evrende dile gelen bu somut kanıtlar ile onların vicdanları yokluğa mahkûm eden etkileri arasındaki bu kopukluk, bu bağdaşmazlık ne kadar büyüktür! Kocaman gök cisimlerine, aralarındaki baş döndürücü uzaklıklara ve yaygın tezahürlerine denk, hatta daha geniş çaplı bir kopukluk bir bağdaşmazlık karşısındayız.
 
Arkasından şu fırça darbesi dikkatlerimize sunuluyor:
 
2- O sizi çamurdan yaratan, .sonra da ecelinizi belirleyendir. , Ayrıca O'nun katında tasarıya bağlanan bir vade daha v,ardır. Gerçek böyleyken sizler kuşkuya kapılıyorsunuz.
 
Bu fırça darbesi insan varoluşunu, evrensel varoluş ile karanlık ve aydınlık tezahürlerini izleyen insan varoluşunu, bakışlarımıza sunuyor. Şu cansız evren ortasındaki insan canlılığına dikkatimizi çekiyor; karanlık çamur aşamasından parlak hayat aydınlığına geçişi simgeliyor. Bu iki aşama ile "karanlık ve aydınlık" olguları arasında simetrik bir uyum vardır.
 
Ayette bu fırça darbesinin yanısıra onunla içiçe geçen bütünleşen başka bir fırça darbesi daha gözlerimiz önüne getiriliyor: Ölümle noktalanan ilk süre ile yeniden dirilişi belirleyen ikinci sürenin fırça darbesi birbirine simetrik olan bu iki fırça darbesi, donukluk ve hareket açısından ilk insan yaratılışındaki donuk çamur ile canlı insan imajlarının benzerlerini içerir. Bu iki kutup arasında, bu iki uç nokta arasında mahiyet ve zaman açısından baş döndürücü bir uzaklık vardır. Bütün bu gerçekler insan kalbine, yüce Allah'ın ön tasarlayıcılığının ve karşısına çıkılacağının kesin inancını aşılayıcı niteliktedir. Fakat surenin muhatapları bu gerçekler hakkında kuşkuya düşüyorlar, kesin inanca varamıyorlar. Okuyoruz:
 
"Gerçek böyleyken sizler kuşkuya kapılıyorsunuz."
 
Üçüncü ayette gözlerimiz önüne serilen üçüncü fırça darbesi ilk iki darbeyi bir çerçeve içinde birleştirir ve yüce Allah'ın hem evrenin hem de insan hayatının ilâhı olduğunu belirler. Okuyalım:
 
3- O göklerin de Allah'ıdır, yeryüzünün de Allah'ıdır. Sizin gizlinizi, açığınızı ve yaptığınız her şeyi bilir.
 
Göklerin ve yerin yaratıcısı, bu göklerin ve yerin ilâhı olan Allah'dır. Her ikisinin ilâhlığı tek başına O'nun tekelindedir. Allah'ın koyduğu yasal sisteme boyun eğmek ve sadece O'nun emrine uymak gibi ilâhlığın gerekli kıldığı bütün sonuçlar göklerde ve yerde gerçekleşmiştir. Bu durum insan hayatında da böyle olmalıdır.
 
Yüce Allah gökleri ve yeri nasıl yarattı ise insanı da öyle yarattı. İnsan temel yapı bakımından yerin çamurundan yaratılmıştır. Bunun yanısıra insan olmasını sağlayan özellikler sayesinde insan haline gelmiştir ki, bu özelliklerin bağışlayıcısı yüce Allah'dır. İnsan biyolojik yapısı itibarı ile, istese de istemese de yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalara boyun eğer. İlk başta yaratılması, varolması ne kendi isteğinin ve ne de ana-babasının dileğinin sonucudur. "Yüce Allah'ın dileğinin sonucudur. Ana-babası aralarında birleşirler, ama birleşmelerinin ürünü olarak cenin var edemezler. Canlı bir embiryo'ya varoluş kazandırmazlar. İnsan, yüce Allah'ın koyduğu gebelik süresini ve doğum şartlarını düzenleyen evrensel kanunlar uyarınca doğar. insan, yüce Allah'ın yarattığı şu havayı, yine yüce Allah tarafından belirlenen şu sentetik yapısına ve gaz oranlarına bağlı olarak teneffüs eder. Çünkü insanın soluyacağı havanın bileşimini ve miktarını belirleyen O'dur. İnsan kendi iradesi ve tercihi dışında, yüce Allah'ın yarattığı evrensel kanunlar uyarınca hisseder, acı duyar, acıkır, susar, yer, içer, kısacası yaşar. İnsanın bu bakımdan durumu göklerin ve yerin durumu gibidir, onlar ile aynı evrensel kanunlara bağlıdır.
 
Yüce Allah insanın gizli-açık her yönünü, hayatı boyunca yaptığı gizli-açık her hareketi bilir.
 
Buna göre insan için en çıkar yol, en ideal tutum şudur: Hayatının serbest iradesine dayalı bölümüne ilişkin ilâhi yasalara da uymalı; yani inanç sisteminde de, değer yargılarında da ve hayatının pratiğini düzenleyen gelenek ve uygulamalarında da yüce Allah'ın koyduğu yasaları benimsemelidir. Eğer böyle yaparsa, evrensel ilâhi yasalara göre işleyen fıtrî hayatı ile yine Allah'ın şeriatine göre düzenlenen serbest iradesine dayalı kazanılmış hayatı birbiri ile bağdaşır, bu iki kesim birbirine ters düşmez, aralarında çatışma çıkmaz; hayatı biri ilâhi ve öbürü insan ürünü olan iki yasal sistem arasında, iki farklı ve bağdaşmaz hukuk düzeni arasında bölünmez, parçalanmaz.
 
YARATILIŞ VE HAYAT
 
Surenin hemen başında önümüze çıkan bu iki kütleli dalga, insan kalbine, insan aklına dış dünyada ve insanın iç aleminde somut ifadeye kavuşan "yaratma" ve "hayat verme" kanıtları ile sesleniyor. Fakat bu iki realitenin insan idrakine yönelttiği sesleniş ne diyalektik ne teolojik ve ne de felsefî yöntemi kullanıyor. Bu seslenişle insan fıtratını uyarma, ona mesaj iletme metodunu kullanıyor. insan fıtratını yaratmanın ve can vermenin somut hareketi, çekip çevirmenin ve üstün egemenliğin somut hareketi ile yüzyüze getiriliyor. Bu yüzyüze getirmeyi diyalektikçi bir tartışma ile değil, ikna edici bir anlatma yöntemi ile, ilâhi anlatımdan kaynaklanan kesin bilginin gücüne dayanarak, kendisine anlatılanları gördükleri ile doğrulayan fıtratın dolaysız tanıklığı ile gerçekleştiriyor.
 
Gökler ile yeryüzünün varoluşu birer objektif realitedir, bunların belirli bir düzene göre yönetildikleri de açık bir gerçektir. Bunun yanısıra başta insan hayatı olmak üzere bütün canlıları kapsayan bir canlılık olgusu ile karşı karşıyayız. Belirli bir noktada ortaya çıkan bu olgu, gördüğümüz şu çizgi boyunca gelişiyor: Bu iki realite insan fıtratını gerçekle yüzyüze getiriyor, ona yüce Allah'ın birliğine ilişkin kesin bir mesaj iletiyor.
 
Zaten yüce Allah'ın birliği bu surenin tümünün, hatta bütün Kur'an'ın anlatmak istediği temel ilkedir. Kur'an'ın ana meselesi "Allah'ın varlığı"m kanıtlamak değildir. Çünkü tarih boyunca karşı karşıya kalınan temel problem, Allah'ın varlığına inanmamak olmamıştır. Allah'ı gerçek nitelikleri ile gerçek anlamda tanımamak olmuştur.
 
Bu surenin muhatapları olan müşrik Araplar, Allah'ın varlığını kökten inkâr etmiyorlardı. Tersine Allah'ın varlığını, yaratıcılığını, rızık verici, mülk egemenlik sahibi, hayat veren ve dirilten bir güç kaynağı olduğunu kabul ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim onlarla tartışırken, onların sözlerini bize aktarırken, onların bu inancı taşıdıklarını, yüce Allah'a ait sıfatların birçoğunu onayladıklarını açıkça belirtiyor. Fakat onların sapıklıklarının ve müşriklikle damgalanmalarının sebebi şu idi: Onlar bu inançlarının gerektirdiği sonucu onaylamaktan kaçınıyorlardı. Bu inançlarına göre her işlerinde, her meselelerinde yüce Allah'ın ortaksız hakemliğine başvurmaları, pratik hayatlarının yönlendirilmesinde O'na koşulan bütün ortakları reddetmeleri, sadece Allah'ın şeriatını yasa edinmeleri, hayatın herhangi bir alamı Allah'dan başkasının egemenliğine devretme girişimine ilke olarak karşı çıkmaları gerekirdi.
 
İşte o günkü Araplar, bu yüzden müşriklikle damgalanmışlar, yüce Allah'ın varlığını ve saydığımız sıfatları taşıdığını kabul etmelerine rağmen, kâfir diye adlandırılmışlardır. Oysa onların yüce Allah'ın yaratıcı, rızık verici, malik ve egemen olduğu inançları, hayatları ile ilgili her olayda da O'nun egemenliğini kabul etmelerini gerektiriyordu.
 
Bu surenin başında onlara, yüce Allah'ın evrenin ve insanın yaratıcısı olduğu, evreni ve insanın gelişimini her adımda yönlendirdiği, insanların gizli-açık bütün yönlerini, bütün eylem ve davranışlarını bilgisi ile kuşattığı bildiriliyor. Bu bilgi, onlara şu kaçınılmaz yükümlülüğü yükleyen bir ön birikim niteliğini taşır: Surenin ana eksenini ve yöntemini anlatan kısa tanıtım yazısında belirttiğimiz gibi, onlar bu bilginin ışığında yüce Allah'ın egemenlikte ve yasa koymada ortaksız egemen olduğunu kabul etmek zorundadırlar.
 
"Yaratıcılık" ve "can vericilik" kanıtları, eski çağların müşriklerine karşı koyup onlara yüce Allah'ın birliğini ve kayıtsız egemenliğini anlatmaya elverişli olduğu gibi, yüce Allah'ın varlığını kökten inkâr eden modern cahiliyenin iğrenç saplantılarına da karşı koymaya elverişlidir.
 
Gerçekten günümüzde Allah'ın varlığını kökten inkâr eden ateistlerin söylediklerine inanıp inanmadıkları konusunda yoğun kuşkular vardır. Bu iğrenç saplantının başlangıcında hıristiyan kilisesine karşı bir manevra olarak ortaya çıkmış olması ve sonradan yahudiler tarafından insanlığın temel dayanağını yıkmak amacı güden bir silâh olarak kullanılmış olması güçlü bir ihtimaldir.
 
"Siyon Protokolleri" adlı belgelerde itiraf ettikleri bu muhtemel hesaplara göre, yeryüzünde kendileri dışında başka inançlara dayanan hiçbir toplum kalmayacak, böylece de inanç bunalımına düşüp çökecek olan insanlık kolayca kendilerinin egemenlikleri altına düşecekti. Çünkü inanç sisteminin sağladığı güç kaynağına sadece onlar sahip olacaklardı.
 
Yahudi tuzaklarının, siyonist komploların çapı ne kadar geniş olursa olsun bunlar insan fıtratını, kıvrımlarının en kuytu bucaklarında Allah'ın varlığı inancını taşıyan insan fıtratını yenilgiye uğratamazlar. Gerçi bu fıtrat yüce Allah'ın sıfatlarını gerçek anlamları ile tanıma hususunda başarısız kalabiliyor, ayrıca insan hayatı üzerinde Allah'ın kesin egemenliğini tanımazlıktan gelerek sapıklığa düşüyor ve bu yüzden kâfirlikle, müşriklikle damgalanmayı hak ediyor. Ama temelde Allah'ın varlığına inanmaktan da geri kalmıyor. Fakat fıtratları yozlaşan, doğuştan getirdikleri algılama ve karşılık verme cihazları dumura uğrayan, iletişim aygıtları işlemez hale gelen bazı insanlar vardır. işte insan vicdanının derinliklerinde kök salan Allah inancını silmeyi amaçlayan yahudi plânları, sadece bu tür vicdanlar üzerinde başarıya ulaşabilir. Fakat bu tür fıtri duyarlığı dumura uğramış vicdanlar, insanlık camiası içinde her zaman kural dışı, küçük bir azınlık olarak kalacaktır.
 
Günümüzün gerçek ateistler, Allah tanımazlar, tüm yeryüzünde birkaç milyonu aşmaz. Bunlar Rusya ve Çin gibi komünist ülkelerde yaşayan, ülkelerinde iktidarda bulunan ateist rejimlerin eli süngülü diktatörlükleri altında inleyen yüzmilyonlarca insan arasında bile azınlıkta kalan bir avuçluk bir kitledir. Bu ülkelerde kırk yıldan beri insanları Allah inancından tamamen arındırmak için harcanan sürekli çabalara, yoğun eğitim ve propaganda faaliyetlerine rağmen varılabilen nokta ancak bu olabilmiştir.
 
Fakat yahudinin başarısı başka bir alanda gerçekleşebilir. Bu alan dini, sırf duygulara ve ibadet şekillerine dönüştürme, indirgeme alanıdır. Bu alanda başarılı olabilirlerse insanlara hayatlarını düzenleyici yasaları, Allah dışında başka ilâhların koymasına razı olmalarına rağmen yine de Allah'a inanmışlıklarını sürdürebilecekleri vehmini aşılayacaklar ve böylece halâ Allah'a inandıklarını zannederek tüm insanları fiili yıkıma uğratabileceklerdir.
 
Yahudiler bu sinsi plânları ile her dinden önce İslâm'ı hedef seçiyorlar. Çünkü onlar tüm tarihlerinin birikiminden şunu öğrenmişlerdir. Kendilerini yenilgiye uğratacak tek güç, hayata egemen olmak şartı ile İslâm'dır. Buna karşılık eğer müslümanlar dinlerini hayatlarına egemen kılmazlarsa, istedikleri kadar Allah'a inanan müminler olduklarını sanmaya devam etsinler, yahudilere yenik düşmeye mahkûm olurlar. İnsanların hayatında varolmayan dinin yine de varolabileceğine inanan bu zehirli saplantı, o sözünü ettiğimiz yahudi komplosunun başarısını kaçınılmaz kılar. Kurtuluş çaresi yüce Allah'ın izni ile müslümanların bu gafletten uyanmalarıdır.
 
Allah bilir, ama benim görüşüme göre gerek siyonist yahudiler ve gerekse haçlı hıristiyanlar Afrika'nın, Asya'nın ve Avrupa'nın geniş alanlarında kök salmış olan bu dinin bağlılarını, materyalist ideolojiler aracılığı ile ateistliğe sürüklemekten, müslümanların kalblerindeki Allah inancını tamamen söküp atmaktan umut kesmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, müslümanları gerek misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile ve gerekse emperyalist baskılar altında başka bir dine döndürmekten de umutlarını kesmişlerdir. Çünkü bizzat insan fıtratı, değil İslâm inancı altında, putperestlik inancı altında bile ateistliği tiksinti ile reddetmektedir. Bunun yanısıra hiçbir din, İslâm'ı tanımış, hatta onun sadece mirasçısı olabilmiş bir kalbi pençesi altına almaya cüret bile edemez.
 
Allah bilir ama, kişisel kanaatime göre siyonist yahudiler ve haçlı hıristiyanlar bu ümitsizliğin sonucu olarak komünist ideoloji ya da misyonerlik faaliyeti aracılığı ile bu dine açıkça karşı çıkma yönteminden vazgeçerek, bunun yerine daha iğrenç, daha sinsi yollara başvurmuşlardır. Bu daha sinsi ve aldatıcı, tuzaklı yollardan biri İslâm ülkelerinin başına kendilerine bağımlı rejimler, ajan yönetimler getirme yoludur. Bu rejimlerin ve yönetimlerin hepsi İslâm kılığına bürünürler, İslâm inancına bağlı görünürler, hiçbir zaman dini kökünden inkâr etmezler. Fakat bu aldatıcı perde arkasında misyonerlik kongrelerinin karara bağladıkları, "Siyon Protokolleri"nin öngördüğü fakat bunca zamandır yürürlüğü koyamadıkları plânların ve projelerin tümünü yürürlüğe koyarlar.
 
Bu rejimler ve yönetimler ellerinde İslâm sancağı taşırlar, ya da en azından bu dine, saygılı olduklarını ilân ederler. Ama öte yandan yüce Allah'ın indirdikleri dışındaki hükümlere göre toplumları yönetirler. Yüce Allah'ın şeriatını hayattan uzaklaştırırlar. Yüce Allah'ın yasaklarını serbest ve helâl kılarlar. İslâm düşüncesinin ve İslâmî değer yargılarının köküne kibrit suyu dökecek maddeci düşünceleri ve değer yargılarını yayarlar. Bütün eğitim kurumlarını ve propaganda organlarını seferber ederek İslâm'ın ahlak değerlerini yıkmaya, İslâmî düşünceleri ve yönelişleri kökten silmeye, "Siyon Protokolleri"nin ve misyoner kongrelerinin karara bağladıkları programları uygulamaya çalışırlar.
 
Bu programların ortak maddelerinden biri müslüman kadını sokağa dökmek; onu ilericilik, uygarlık, işgücü sağlama ve üretimi geliştirme adına toplumda bir fitne unsuru haline getirmektir. Onlar bu sinsi plânı topluma işgücü amacına bağlarken, tüm İslâm ülkelerinde milyarlarca işsiz erkek kapı kapı dolaşarak iş aramakta, karınlarını doyuracak ekmek parası peşinde koşmaktadır. Yine bu rejimler ve yönetimler, ahlâk bozucu faaliyetleri özendirmekte, erkeği de kadını da hem propaganda yolu ile ve hem de pratik uygulamalarla bu amaca yöneltmektedirler.
 
Bu uşak yönetimler ve rejimler bütün bu melânetleri işlerken müslüman olduklarını, bu dinin inancına saygı duyduklarını iddia ederler. Halk yığınlarına gelince onlar da müslüman bir toplumda yaşadıklarını sanırlar ve onlar da kendilerini müslüman kabul ederler. Öyle ya, içlerindeki saflar namaz kılıp oruç tutmuyorlar mı? Egemenliğin sırf Allah'ın tekelinde olması ya da perakende ilâh taslaklarının güdümünde bulunması meselesine gelince, onlar bu konuda siyonistlerin, haçlıların, misyonerlerin, emperyalistlerin, oryantalistlerin ve yönlendirici propaganda organlarının yutturmacasına kapılmışlar ve bütün bu yıkıcı çalışmalar sonunda bu meselenin din ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünmeye zorlanmışlardır. Bu zehirlenmiş görüşlerin taraftarlarına göre müslümanların düşünceleri, yaşama tarzları, değer yargıları, hukuk sistemleri ve yasaları bu dinin dışındaki kaynaklara dayandığı halde onlar yine de müslüman kalabilirler, kendilerini bu dinin bağlıları sayabilirler·.
 
Uluslararası siyonizm ile dünya haçlı hareketi, bu aldatmacayı ve yanıltmacayı daha derin boyutlara vardırmak ve varlığını gözlerden daha iyi saklayabilmek için, zaman zaman kendisi ile bu uydu rejimler vé yönetimler arasında soğuk ya da sıcak nitelikli düzmece savaşlar çıkarırlar. Böylece kendisi ile bu uydu rejimler ve yönetimler arasında düşmanlık ve bağdaşmazlık varmış izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Maddi ve manevi yardımları ile desteklediği, gizli ve açık güçlerle koruduğu, haber alma ve casusluk şebekelerini direkt hizmetlerine verdiği bu rejimlerin ve yönetimlerin satılmışlığını kamufle etmeye uğraşırlar. Onlar bu düzmece savaşları, bu yalancı düşmanlıkları, aldatmanın boyutlarını derinleştirmek ve uşaklarına yönelik kuşkuları dağıtmak için çıkarırlar. Bu yöntemle, üç yüzyıldan belki de daha uzun bir süreden beri gerçekleştiremedikleri plânları sözünü ettiğimiz uşakları eli ile gerçekleştirirler. Bu plânların başta gelen maddeleri İslâm ahlâkını, İslâmcı değer yargılarını yıkmak, İslâm kaynaklı inanç sistemini ve düşünce tarzını silmek, müslümanları bu geniş coğrafya parçası üzerinde dinlerine ve şeriatlerine dayalı bir hayat sistemi kurmaktan ibaret olan ana güç kaynaklarından yoksun bırakmak, gözlerin ve gözlemcilerin umursamazlıkları altında "Siyon Protokolleri"nin ve misyonerlik kongrelerinin öngördükleri korkunç projeleri, plânları uygulamaktır.
 
Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında bu aldatmacaya kanmayan küçük bir azınlık bulunabilir. Bu bir avuç bilinçli azınlık düzmece bir din adına yürütülen zehirlenme kampanyasına teslim olmayabilir, eski yahudi hahamları gibi dinin ilkelerini çarpıtsınlar diye görevlendirilen, kafirliği müslümanlık olarak yuttursunlar diye işbaşına getirilen resmi din kurumlarının yozlaştırma girişimlerine boyun eğmeyebilir; fasıklığı, facirliği ve ahlâk cellâtlığını ilericilik, çağdaşlık ve gelişmecilik yaftaları altında sunmaya çalışan sinsi ellerin hainliklerini teşhis edebilir. Eğer böylesine bir küçük azınlıkla karşılaşılırsa acımasız bir savaş kampanyasının bütün okları göğsüne çevrilir, düşünülebilecek olan bütün asılsız ve uydurma suçlamaların hedef tahtası haline getirilerek önce toplumun gözünden düşürülür, arkasından da en acımasız darbeler altında eziliverir. Bütün bu cinayetler işlenirken milletlerarası haber ajansları ve iletişim araçları kör, sağır ve dilsiz kesilir.
 
Bu arada iyi niyetli, saf müslümanlar bu amansız savaşı bazı kişilere ya da gruplara yönelik basit bir savaş sanırlar. Bu savaşın, İslâm'a yöneltilmiş top yekün savaşın bir parçası olduğunun farkına varmazlar. Bunların bazıları din gayretine ya da ahlâkça sahip çıkma gayretine kapılabilirler. O zaman aptallık derecesine varan bir saflıkla basit ahlâk ihlâllerine, küçük kötülüklere karşı çıkmaya koyulurlar. Böyle yapınca, bu kısık çığlıkları basınca görevlerini yerine getirdiklerini sanırlar.
 
Öte yandan da din tümü ile ayaklar altına alınmış ve temelinden çökertilmişken, yüce Allah'ın tekelinde olması gereken egemenliği birtakım yetki hırsızları gasb etmişken ve emirlerine karşı çıkmakla yükümlü oldukları tağutlar, zorbalar sosyal hayatın hem bütününü hem ayrıntılarını keyfi egemenliklerinin altına almışken, bütün bunlar bu iyi niyetli aptalların umurlarında değildir!
 
Siyonist yahudiler ile haçlı hıristiyanlar bu gelişmeler karşısında plânlarının başarıya ulaştığını, aldatmacalarının geçerlilik kazandığını görmenin sevinci ile ellerini oğuştururlar. Oysa gerek Allah tanımazlık-ateistlik silâhı ile bu dini doğrudan doğruya yıkabilmekten ve gerekse misyonerlik kampanyaları aracılığı ile müslümanları dinlerinden çıkarıp başka bir dine döndürmekten çoktandır umutlarını kesmişlerdi.
 
Yalnız iş bitmiş değil. Yüce Allah'a yönelik umudumuz büyük ve bu dine beslediğimiz güven köklüdür. Evet, onlar entrikacılıkta ve tuzak kurmakta ustadırlar, ama yüce Allah tuzak kuranların en üstünüdür. Nitekim bu konuda O, bize şöyle buyuruyor.
 
"Onlar tuzaklarını kurdular. Oysa bu hileleri dağları yerlerinden oynatacak güçte olsa bile hep Allah'ın eli ile gerçekleşti.
 
O halde sakın Allah'ın, Peygamberine vermiş olduğu sözü tutmayacak diye sanma. Hiç kuşkusuz Allah üstün, güçlü ve öc alıcıdır." ( İbrahim Suresi: 46-47)
 
ATEİZM
 
Allah tanımazlık-ateizm akımına "yaratma" ve "hayat verme" kanıtları ile karşı çıkmak, güçlü ve geçerli bir karşı çıkma yöntemidir. Bu kanıtlar karşısında Allah tanımazların demogojiye, saçmalamaya ve kaypaklığa başvurmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur.
 
Bu evrenin şu gördüğümüz kendine özgü düzen içinde hiç yokken ilk kez varlık sahnesine çıkışı, arkasında bir yaratıcı gücün varolmasını gerektirir. Bu hem yalın fıtratın ve hem de mantığın gereğidir.
 
Varlık ile yokluk kutupları arasındaki mesafe o kadar büyüktür ki, insan idraki bu korkunç uzaklığı ancak şu evreni yoktan var eden, yaratan, icad eden bir ilâhın varlığını düşünerek açıklayabilir.
 
Allah'ın varlığını kökünden inkâr eden ateistler, bu uçurum çapındaki boşluğu şımarık demogojilerle doldurmaya yeltenirler ve "varlıktan önce bir yokluk olduğunu varsaymamız için herhangi bir gerekçe yok" derler. Bu şımarık demogoglardan biri de "ruhcu" olarak tanınan, "materyalist" akıma karşı "ruhçuluk (spirtualizm)" tezini savunan bir filozoftur. Belki de bu yüzden bazı aldanmış "müslüman"lar tarafından el üstü tutulmuş, sözleri İslâm'ın lehinde sayılmış, böylece yüce Allah'ın dinini kullardan birinin sözleri aracılığı ile desteklemek gibi bir saçmalığa düşülmüştür. Sözünü ettiğimiz filozof yahudi kökenli Fransız düşünürü Hanry Bergson'dur.
 
Bu adam diyor ki; "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur. Varoluşu yokluktan sonra gelen bir aşama olarak düşünmek, ancak bu şekilde düşünebilen insan aklının yapısından kaynaklanan bir yanılgıdır.
 
O halde Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur" derken acaba hangi mantığa, hangi kritere dayanıyor?
 
Acaba akla mı? Hayır. Çünkü kendi ağzı ile söylediğine göre ancak bir yokluğun arkasından varoluşun sahneye çıktığı düşünülebilir, akıl başka türlüsünü kabul etmiyor. Yoksa bu tezi ileri sürerken dayandığı kriter vahiy midir? Kendisinin böyle bir söz söylediği yok ki! Gerçi bir yazısında "Mistik sezgi her zaman bir ilâh bulur, bizim bu sürekli sezgiyi onaylamamız gerekir" diyor. Fakat Bergson'un söz konusu ettiği ilâh, bizim inandığımız anlamdaki Allah değil, hayattır, canlılık olgusudur. Peki Hanry Bergson "Evrensel varoluşun öncesinde yokluk yoktur" derken hangi üçüncü ispatlama kaynağına, hangi doğrulama aracına dayanıyor? Bilmiyoruz!
 
Sırf şu evrenin varoluşunu gerekçeye bağlayabilmek için, sırf onun varoluşuna bir neden bulabilmek için bile evreni yaratan bir yaratıcı olduğunu düşünmek zorundayız. Oysa evren sadece basit biçimde var edilmiş değil ki! Tersine o hiç şaşmayan kanunlara ayarlı bir biçimde yaratılmış ve onun her zerresi ölçülere bağlıdır. Öyle ki; insan aklının en fazla yapabildiği şey bu ölçülerin bir bölümünü, o da uzun araştırmalardan sonra kavrayabilmekten ibarettir. (Orta çağ boyunca kulların ensesinde boza pişiren Hıristiyan kilisesinden kaçanların onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıldaki bütün ortak dertleri "Allah`ı inkâr etmek" idi. Fakat bu kaçaklar arasındaki "idealistler" bu amaçlarına ulaşabilmek için "aklı" seçerek Allah'ın bütün özelliklerini ve sıfatlarını akla yakıştırırken "materyalistler" Allah yerine "tabiat"ı koyarak O'nun bütün özelliklerini ve sıfatlarını ona yüklemişlerdir. Çünkü gerek berikiler ve gerekse ötekiler evreni ve evrendeki gelişmeleri açıklayabilmek için dayanacakları insan-üstü bir şeyin varlığını varsaymak zorunluğunu kaçınılmaz görüyorlardı. Ve çünkü onlar yalnızca kilisenin pençesinden kurtulabilmek amacı ile Allah'ı inkâr etmek istiyorlardı!)
 
Evrenin varlığının yanısıra hayatın ve canlılık olgusunun doğuşu da öyledir. Canlılık olgusu ile cansız madde arasındaki korkunç mesafeyi yaratıcı ve yönlendirici bir ilâhın varlığını düşünmeden açıklamak mümkün değildir. Maddeye hangi anlamı verirsek verelim, istersek onu radyasyon (ışıma) anlamında kabul edelim bu yine böyledir. Bu yaratıcı ilâh evreni, hayatın doğuşuna ve doğduktan sonra da varlığını sürdürmesine elverişli olabilecek nitelikte yaratmış olması zorunludur. Üstelik insan canlılığı, taşıdığı çarpıcı özellikler ile sıradan bir canlılık değildir, sıradan canlılığın düzeyini aşan bir olgudur. Kökeni çamurdur. Yani şu yeryüzünün hammaddesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre bu çamura bilerek ve isteyerek canlılık sunan, insan özelliklerini sunan bir iradenin varolması gerekir.
 
Allah tanımazların ateistlerin hayatın doğuşunu açıklamak için harcadıkları bütün çabalar, giriştikleri bütün denemeler bizzat insan aklı açısından başarısızlığa uğramıştır. Bu konuda en son okuduğum deneme Amerikalı filozof taslağı Will Dywrante'nin girişimidir. Bu adam söz konusu denemesinde canlılık olgusunun belirli bir derecesi diye nitelediği atomsal hareket ile canlılarda varlığı bilinen gerçek canlılık olgusu arasında yakınlık kurmaya kalkışmıştır. Bu ümitsiz ve inatçı girişimin amacı cansız madde ile kımıldayan canlılık olgusu arasındaki korkunç boşluğu doldurmaktır. Böylece adam aklısıra, cansız maddelere hayat vererek canlılık olgusunu sahneye çıkaran bir ilâhın varlığını düşünmeye gerek kalmayacağını ortaya koymaya çalışıyor.
 
Fakat bu girişim ne o adama ve ne de materyalist yoldaşlarına bir şey kazandırmaz. Çünkü, eğer hayat cansız maddenin yapısında saklı bir nitelik ise ve bu cansız maddenin ötesinde canlılığı var eden irade sahibi bir başka güç yoksa, maddenin yapısında saklı olduğu ileri sürülen bu canlılık olgusunun değişik düzeylerde ortaya çıkmasını sağlayan, yani bazı canlılıkları diğer bazı canlılıklardan daha gelişmiş ve daha karmaşık yapan faktör nedir? Niye bu canlılık atomda bilinçten yoksun, basit bir otomatik hareket olarak belirirken bitkilerde organik bir nitelik kazanıyor ve bildiğimiz canlılarda bileşimi ve işleyişi daha karmaşık bir organiklik biçiminde ortaya çıkıyor?
 
Hayat içerdiği ileri sürülen maddenin bazı elementlerinin, diğer bazı elementlere göre hayat unsurundan daha fazla pay almalarını sağlayan ve önceden tasarlayıcı bir iradeye bağlı olmayan güç nedir? Maddenin yapısında saklı olduğu ileri sürülen hayatı, farklı gelişmişlik evrelerine ayıran faktör nedir?
 
Cansız madde ile canlılık olgusu arasındaki bağdaşmazlığı iyice kavrayabilmemiz için canlılık olgusunu önceden tasarlama gücüne sahip bir iradenin bilerek ve isteyerek yarattığını kabul etmeliyiz. Ama canlılık içerdiğini varsaysak bile tek başına maddenin bu olguyu ortaya çıkardığını ileri sürecek olursak, insan aklının bu cansız-canlı bağdaşmazlığını kavrayıp açıklayabilmesi imkânsız olur.
 
Farklı aşamaları ile hayat olgusunun yayılışına İslâm'ın getirdiği açıklama tarzı, bu olguya ilişkin tek çözüm şeklidir. Uğursuz maddeci girişimlerin bu olguyu açıklamaları mümkün değildir.
 
Biz bu tefsir kitabında Kur'an yöntemi dışına çıkmayı düşünemeyeceğimize göre, Allah tanımazlık akımına "yaratıcılık" "önceden tasarlayıcılık" ve "canvericilik kanıtları" ile karşı koymayı yeterli sayıyor, bu kanıtların ötesine geçmek istemiyoruz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın varolup olmadığını tartışma konusu yapmıyor. Çünkü yüce Allah biliyor ki, insan fıtratı bu tartışmayı körükleyen ateist akımı tiksinerek reddediyor. Asıl mesele yüce Allah'ın birliğini onaylama ve kulların hayatı üzerindeki ortaksız egemenliğini tanıma meselesidir. İşte bu surenin yukarda incelediğimiz ayetleri yoğunluklu olarak bu meseleyi işliyor.
 
İNAD VE KİBİR
 
Okuyacağımız ayetler, bu surenin giriş bölümündeki geniş fırça darbeleri içeren ilk ayet dalgasını izleyen ikinci dalgayı oluşturur. İlk dalga, tüm evreni ilâhi varoluşun gerçeği ile kaplamıştı. Bu ilâhi varlık göklerin ve yerin yaratılışında somut ifadeye kavuşuyor, karanlıklar ile aydınlığı var ediyor, sonra yeryüzünün hammaddesinden insanı yaratmada, ölümle noktalanan süresini belirlemede, yeniden dirilmeyi öngören öbür zaman süresinin sırrını katında tutmada, insanların bütün gizli-açık yönlerini ve saklanan ve açıkta işlenen tüm davranışlarını bilgisi ile kapsamada tecelli ediyor.
 
Gerek dış dünyada ve gerekse insanın iç aleminde somut ifadesine kavuşan bu ilâhi varoluş, kendine özgü ve tek örnekli bir varoluştur. Başka hiçbir varoluş onun benzeri değildir. Çünkü yüce Allah'dan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Ayrıca bu ilâhi varoluş çarpıcı, ezici ve her tarafı kaplayıcı bir varoluştur. Bu yüce gücün gölgesi altında O'nu yalanlamak, O'nun varlığını kanıtlayan baş döndürücü kanıtlara sırt çevirmek hiçbir dayanağı, hak verdirici hiçbir mazereti olmayan çirkin bir tuhaflık olarak belirir.
 
İşte bu gerekçe ile bu ikinci ayet grubu, bu her tarafı kaplayıcı, çarpıcı ezici ve yüce varlığın gölgesi altında, İslâm'ın çağrısına sırt çeviren müşriklerin tutumunu gözler önüne seriyor. Bu tutum, ayetlerin bu gerçekle yüzyüze getirmiş olduğu kendi taraftarlarının gözünde ve anlayışında bile çirkin bir tuhaflık olarak beliriyor. Bu durumda Kur'an, daha ilk aşamada, yani insan fıtratının derinliklerinde savaşı kazanıyor, bu insanların dışa yansıyan inatçılıklarına, burun kıvırmalarına ve gerçeği içlerine sindirmekden kaçınmalarına rağmen Kur'an, onların vicdanlarının kuytuluklarında zaferini ilân ediyor.
 
Okuyacağımız ayetlerde sözünü ettiğimiz inatçılık, burun kıvırma ve gerçeği hazmedememe gündeme getiriliyor. Bu tutuma önce bir tehditle karşı konuyor, arkasından kalblerin dikkatleri, eski dönemlerdeki yalanlayıcıların toplu kırım sahnelerine yöneltiliyor. Bir önceki kocaman ayet dalgasının çarpıcı sarsıntısından sonra, bu ayetler dalgasında çeşitli imajların etkileri ve mesajlar, yoğunlaşıyor. Okuyoruz:

4- Oysa kâfirler kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz çevirirler.
 
5- Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir.
 
6- Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık.
 
Kâfirlerin takındıkları bu sırt çevirici tutumun sebebi inatçılık ve ayak diremedir. Yoksa onların eksikleri, ne iman etmeyi özendiren ayetler, ne bu çağrının ve bu çağrının bayraktarının doğruluğunu kanıtlayan belirtiler ve ne de inanmaya ve teslim olmaya çağrıldıkları ilâhlık gerçeğini, çağrının ve çağrı bayraktarının ötesinde dile getiren yalın kanıtlardır. Onların eksiği bunlar değildir. Onlarda bulunmayan şey, gerçeği kabul etme isteğidir. İnatçılık ve ayak direyicilik onları gerçeği kabul etmekten alıkoyuyor. Gerçeğe sırt dönme tutumu da gerçeği görmelerini ve araştırmalarını engelliyor. Tekrarlayalım:
 
"Oysa kâfirler, kendilerine Rabblerinden gelen her ayete yüz çevirirler."
 
Durum böyle olunca, yani delillerin bolluğuna, belgelerin ardarda gelmesine ve apaçık gerçeklerin ortada olmasına rağmen inatçı ve maksatlı bir "yüz çevirme" tutumu karşısında kalınınca seslendirilecek bir "enseden yakalama" tehdidi, fıtratın gözeneklerini açan, bu gözeneklerdeki büyüklenme ve inat pasını silen bir sarsıntı, bir şok meydana getirebilir. Okuyalım:
 
"Nitekim onlar kendilerine gelen gerçeği, Kur'an'ı derhal yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin haberleri ilerde kendilerine gelecektir."
 
Bu Kur'an, göklerin ve yerin yaratıcısı, karanlıkların ve aydınlığın var edicisi, insanın çamurdan yaratıcısı, insanların gizli-açık yönlerini ve bütün davranışlarını bilen, göklerin ve yerin ortak ilâhî katından geldi. O gerçektir, fakat onlar onu yalanladılar. Bu yalanlamalarında ısrar ediyorlar, ayetlerine dönüp bakmaya yanaşmıyorlar, ona inanmalarını isteyen çağrıyı alaya alıyorlar. O halde alay konusu ettikleri gerçeklerin kesin haberleri ile yüzyüze gelecekleri günü beklesinler.
 
Ayet, kâfirleri belirsiz, üstü kapalı bir tehdit karşısında bırakıyor. Onlar bu tehdidin içeriğini ve ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorlar. Böylece alay konusu ettikleri gerçeklere ilişkin haberler ile her an yüzyüze gelme ihtimali karşısında bırakılıyorlar. Beklenen, meçhul azap gelip çatınca gerçeğin ne olduğunu açıkça göreceklerdir.
 
Bu tehdit pozisyonunda kafaları, kalbleri, bakışları ve sinirleri kendilerinden önce yaşamış gerçek yalanlayıcılarının toplu kırım sahnelerine çevriliyor. Onlar bu toplu-kırım olaylarının bir bölümünü, meselâ kum fırtınası alımda helâk edilen Ad kavmi ile taş yağmuru altında yok edilen Semud kavminin başlarına gelen felâketlerden haberdardılar. Bu felâketlerin izleri ve kalıntıları oldukları gibi duruyordu. Araplar Yarımada'nın güneyine doğru yaptıkları yaz ve kuzeyine doğru yaptıkları kış gezilerinde bu kalıntıları yakından görme fırsatı buluyorlardı. Ayrıca Lût kavminin alt-üst edilmiş köylerinin yakınlarından da geçtikleri oluyor ve o köylerin çevresinde yaşayanların dilden dile yaydıkları felâket hikâyelerini öğrenebiliyorlardı. İşte şu ayet, onların dikkatlerini, bir bölümü yakın çevrelerinde bulunan bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Okuyoruz:
 
"Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, yurtlarına gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık.
 
Fakat işledikleri günâhlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar yarattık."
 
TARİH YORUMU
 
Bu kafirler geçmiş dönemlerde yaşayan insan kuşaklarının toplu-kırım sahnelerinin kalıntılarım görmüyorlar mı? Yüce Allah bu toplu-kırıma uğramış kuşaklara, Arap Yarımadası üzerinde bu ayetin muhatapları olan Kureyş'lilere verdiğinden daha ileri düzeyde egemenlik, maddi güç ve siyasi otorite vermişti. Yurtlarına sürekli yağmurlar yağdırmış, onun aracılığı ile hayatlarına verimlilik, gelişme ve geçim bolluğu sunmuştu.
 
Sonra ne oldu? Bu başı dik ve müreffeh toplumlar Rabblerinin buyruklarına karşı geldiler. Bunun üzerine yüce Allah onları günahlarının hak ettiği cezaya çarptırdı ve arkalarından başka bir kuşak yarattı, bu kuşak onların yerini aldı. Onların göçüp gidişleri yerlerin hiç umurlarında değil! Çünkü bu yerlere başka bir toplum sahip oluverdi. Gerçeği yalanlayan, gerçeğin mesajına göz atmaya bile tenezzül etmeyen o güçlüler, o egemenler, aslında ne kadar zavallıdırlar! Gerek yüce Allah karşısında ve gerekse çizmeleri altında titrettiklerini sandıkları yurtlarının toprakları karşısında ne kadar zavallı ve ne kadar önemsizdirler! İşte helâk olup gittiler. Yokluğun karanlığına gömüldüler. Fakat yaşadıkları topraklar onların yokluğunu ve boşluğunu hissetmedi. Çünkü aynı topraklar başka bir kuşağın kalkındırma-geliştirme faaliyetlerine sahne oldu. O eski yerliler sanki hiç yaşamamışlar gibi dünya dönmeye devam etti, hayat geleneksel akışını sürdürdü!
 
Yüce Allah'ın yeryüzünde imkânlar sunduğu kimseler bu gerçeği unutuverirler. Onlar ellerindeki imkânların Allah'ın dileği ile gerçekleştiğini, kendilerinin bu imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirildiklerini akıllarından çıkarıverirler. Oysa onlara bu imkânları bağışlayan yüce Allah, kendilerini sürekli olarak gözetliyor. Acaba bu imkânlar ortasında yüce Allah'a vermiş oldukları sözü tutacaklar, O'nun koştuğu şarta uyacaklar mı? Yani yüce Allah'a hiçbir ortak koşmaksızın, sırf O'na kulluk sunacaklar, yaşama sistemlerinin kaynağını sadece O'nun mesajlarına dayandıracaklar mı? Çünkü ellerindeki mülkün, egemenliğin asıl sahibi O'dur, onlar bu mülkün ve egemenliğin emanetçileridirler. Yoksa toplumlarının başında birer tağut, birer zorba kesilip ilâhlığın yetkileri ve özellikleri üzerinde hak mı iddia edecekler. Emanetçisi oldukları bir mülk üzerinde mülk sahibi imişler gibi serbest tasarruflara mı girişecekler?
 
Bu gerçeği, yüce Allah'ın kayırdıkları dışında kalan kimseler genellikle unuturlar. Unutunca da yüce Allah'a vermiş oldukları sözü, O'nun koyduğu halifelik, emanetçilik şartını çiğnemiş olurlar. Yüce Allah'ın değişmez geleneğine aykırı düşerler. Bu sapmanın sonuçlarını işin başında fark edemezler. Onlar umursamazlıklarının deryasında kulaç atarken, kötülüklerinin yol açtığı çürüme süreci yavaş yavaş ilerleyip yayılır. Sonunda yüce Allah'ın tanıdığı sürenin dolduğu ve vaadinin gerçekleşeceği nokta gelip çatar.
 
Bu noktadan sonra olabilecek olanlar farklıdır. Kimi zaman yüce Allah, bu kimseleri toptan yok etme cezasına çarptırır. Bu azap onlara ya "başları üzerinden ya da ayakları altından" yani ya gökten inen ya da yerden kaynaklanan bir afet biçiminde gelir. Nitekim bazı toplumlar bu tür afetler sonunda yok olmuşlardır. Kimi zaman Allah onları kıtlıklara, ürün ve insan kayıplarına uğratır. Tarihte bu tür cezalandırmaya uğrayan milletlerin birçok örnekleri vardır. Kimi zaman yüce Allah bu kimseleri birbirlerinin eli ile cezalandırır. Bu yolla cezalandırılanlar bazan birbirlerine işkence çektirirler, bazan birbirlerini kırarlar, bazan birbirlerini baskı altında inletirler, bazan birbirlerinden korkuya kapılırlar; hiçbir taraf güven bulamaz olur. Böylece sonunda iç-çöküntüye uğrayarak dışa karşı zayıf düşerler. O zaman da Allah, başlarına başkalarını belâ eder. Bu "başkaları" Allah'a itaatkâr kimseler olabilecekleri gibi Allah'a asi kimseler de olabilir. Bunlar başlarına çöreklendikleri eski şımarıkların burunlarını kırarlar, ellerinden iktidarlarını ve imkânlarını çekip alırlar.
 
Sonra yüce Allah bu toprakların egemenliğini yeni kullarının eline verir, halifelik emanetini onların omuzlarına yükler; onları da ellerine verdiği iktidar ve imkânlar aracılığı ile sınavdan geçirir. Böylece O'nun geleneği tarihin akışı içindeki sürekli fonksiyonunu yürütür. Bunun bir ilâhi gelenek olduğunun bilincinde olanlar, bunun bir sınav süreci olduğunu akıllarından çıkarmayarak yüce Allah'a verdikleri söze uygun davrananlar, O'nun omuzlarına yüklediği halifelik emanetine ihanet etmekten kaçınanlar sonunda mutluluğu yakalarlar. Buna karşılık bu gerçek karşısında umursamaz bir tavır takınarak ellerindeki iktidarı ve imkânları kendi bilgileri ya da kurnazlıklarının sonucu olarak kazandıklarını sananlar ya da bu iktidarın ve imkânların amaçsız olarak, rastgele bir şekilde ellerine düştüğü vehmine kapılanlar, sonunda bedbahtlığa uğrarlar!
 
Azgın günahkârların, şımarık bozguncuların, Allah'ı tanımaz kâfirlerin yeryüzünde mevki ve maddi güç sahibi olduklarını görmek, insanları aldatıyor, yanılgıya düşürüyor. Fakat insanlar sabırsızlığa kapılıyorlar, aceleciliğe düşüyorlar. Onlar yolun başını ya da ortalarını görebiliyorlar, sonunu göremiyorlar. Çünkü yolun sonu ancak gelip çatınca görülebiliyor! Bu yolun sonu tarihin karanlığına gömülen toplu-kırım sahnelerinde görülüyor. Doğallıkla her şey olup bittikten ve bu felâketlerin kurbanları birer tarihi olaya dönüştükten sonra Kur'an-ı Kerim, dikkatleri bu toplu-kırım sahnelerine çekiyor. Bunu, kısa süreli kişisel ömürleri zarfında yolun sonunu göremedikleri için, aldanarak bu süre içinde görebildiklerini yolun sonu sananları uyarmak amacı ile yapıyor.
 
Bu ayette geçen "İşledikleri günahlar yüzünden onları yok ettik" ifadesi ve bu ifadenin birçok surede sık sık tekrarlanan benzerleri bir gerçeği anlatır, bir ilâhi geleneği yansıtır, tarih olaylarına ilişkin İslâmcı yorumun bir bölümünü ortaya koyar.
 
Bu ifadelerin anlattıkları ortak gerçek şudur: Günahlar, sahiplerinin yok olmalarına yol açar ve günahları gerekçesi ile onları yok eden yüce Allah'ın bizzat kendisidir. Bu ilâhi gelenek sürekli biçimde hükmünü yürütür. Gerçi herhangi bir fert, kısa ömrünün sınırları içinde ya da herhangi bir kuşak, kendi sınırlı yaşama dönemi içinde bu gerçeğin somut sonuçlarını görmeyebilir. Fakat bu gerçek, toplumlarında günahların yaygınlaşmasına meydan veren, hayatlarını günahlara dayandıran milletlerin sonuçları ile yüzyüze gelmek zorunda kaldıkları bir ilâhi gelenektir. Bu gerçek aynı zamanda tarihin olaylarına ilişkin İslâmî yorumun da bir bölümünü oluşturur. Toplumlarda bazı kuşakların yok olup yerlerini başka kuşakların almasının temel sebeplerinden biri, günahların milletlerin yapısında meydana getirdiği etkidir. Bu günahların toplumlarda yok olmaya yol açan şartları hazırlamasıdır. Bu yok oluş; ya tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi, sürpriz bir felâket aracılığı ile gerçekleşir, ya da için için işleyen bir iç yozlaşma yolu ile meydana gelir. Bu yozlaşma, günahların dalgaları arasında bilinçsiz bir çırpınışla kulaç atan milletlerin bünyesini zaman içinde kemirerek çözülmeye götürür.
 
Yakın tarihin gelişmeleri bu konuda bize -kısmen de olsa- yeterli kanıtlar sunuyor; ahlâk yapısındaki çözülmenin, yaygın kadın çıplaklığının, dişiyi baştan çıkarma ve süs aracı yerine koymanın, lüks tüketimin, şımarık savurganlığın, oyun ve eğlence içinde insanın kendini kaybetmesinin toplumsal etkilerini somut belirtiler halinde görebiliyoruz. Bu sosyal bunalım belirtileri, tarihin karanlığına gömülmüş eski Yunan ve Roma toplumlarının bazı yıkılış sebeplerini öğrenmemizi sağladığı gibi, bazı çağdaş milletlerin ilk aşaması açıkça ortaya çıkan ve son aşamasının göstergeleri ufuğa yansıyan gelecekteki çöküşlerini de şimdiden görmemizi sağlıyor. Meselâ İngiliz ve Fransız milletleri gibi. Bu milletlerin görünürde güçlü ve alabildiğine zengin olmaları bu tedrici çürümenin getireceği yıkımı önleyemeyecektir.
 
MATERYALİST TARİH
 
Materyalist tarih yorumu milletlerin geçmiş dönemlerini ve tarihin olaylarını açıklamaya çalışırken bu faktörün payını tamamen yok sayar. Çünkü onun bakış açısı, ilke olarak ahlâk unsurunu ve bu unsurun dayanağı olan manevi inanç etkenini sosyal hayattan uzaklaştırmayı öngörür. Fakat bu akım, geçmişin bazı olaylarını ve insanlık tarihinin bazı dönemlerini yorumlamaya çalışırken gülünç demagojilere başvurmak zorunda kalır. Çünkü söz konusu tarihi dönemleri ve geçmiş olayları, inanç temeline dayanmaksızın doğru yorumlamak mümkün değildir.
 
İslâm'ın tarihi yorumuna gelince bu yorum geniş kapsamlı, ciddi, dürüst ve objektifdir. Bu yorum, maddeci tarih yorumun ileri sürdüğü; her gelişmenin tek sebebi olarak maddi unsurların sosyal olaylar üzerindeki etkisini göz ardı etmez; yaptığı tek şey, bu tür faktörlere sosyal hayatta hak ettikleri yeri vermekten ibarettir. Bu yorum aynı zamanda, objektif gerçekleri kör bir inatçılıkla görmezlikten gelenlerden başka hiç kimsenin inkâr edemeyeceği etken unsurları da ön plâna çıkarır. Meselâ evrendeki her gelişmenin ardında saklı duran ilâhi takdire parmak basar. Meselâ insanların vicdanlarında, duygularında, inançlarında ve düşüncelerinde meydana gelen iç değişikliklere dikkatleri çeker. Meselâ yine insanların pratik tutum ve davranışlarının, ahlâk yapılarının sosyal olayların gelişimindeki rolünü vurgular. Kısacası yüce Allah'ın, sosyal hayata ilişkin geleneğinin işlemesine vesile olan hiçbir faktörün rolünü göz ardı etmez.
 
Daha sonra gelen ayette, gerçeklere yüz çevirmeye yol açan inatçı karakter tanıtılıyor. Bu tanıtım sırasında insanı hayrete düşüren acayip bir karakter tipi çiziliyor. Bu karakter acayiptir, ama pratikteki örnekleri çoktur. İnsan bu örneklere her dönemde, her ortamda ve her kuşakta sık sık rastlar. Bu karakter kendini beğenmiş insanın karakteridir. Gerçek, gözünün içine girse bile onu görmeye yanaşmaz bir insan tipidir bu. O hiç kimsenin inkâr etmeye kalkışamayacağı, herkesin inkâr etmekten utanacağı, yüzün kızaracağı derecede açık olan gerçekleri bile gözünü kırpmadan inkâr eder. Kur'an, o harikulâde derecede orijinal, veciz, hem düz anlatımda hem de tasvirde başarılı üslubu ile bu karakter tipini birkaç kelimede somut biçimde canlandırıyor. Okuyalım:
 
 
7- Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu kâfirler elleri ile tutsalardı, "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil " diyeceklerdi.

Bu hasta karakterlerin yüce Allah'ın ayetlerine yüz çevirmelerine yol açan faktör, bu ayetlerin doğruluklarını kanıtlayan delillerin yetersizliği ya da bu ayetlerin belirsiz anlamlı veya akıl karıştırıcı olmaları değildir. Onları bu olumsuz tavrı takınmaya sürükleyen asıl faktör, koyu bir kendini beğenmişlik ve kör inatçılıktır. İşin daha başında ısrarla benimsedikleri reddetme, inkâr etme, delillerle ilgilenmeme, hatta taraflarına bakmama tutumudur. Bu yüzden, eğer yüce Allah Kur'an'ı, Peygamberine onların işleyişini gözleri ile göremedikleri vahiy yolu ile değil de gözle görülebilen, elle dokunulabilen somut kağıt parçalarına yazıp gönderseydi, böylece onlar bu kağıtlara elleri ile dokunabilselerdi, onu sadece başkalarından dinlemek ya da okunan metinlerin yazılarını görmekle yetinmek zorunda kalınsalardı, bu gördükleri ve elleri ile dokundukları somut ilâhi mesajları yine onaylamayacaklar, kesin ve vurgulamalı bir dille şöyle diyeceklerdi.
"Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir"!

Çizilen bu karakter tipi arsız, iğrenç bir tiptir. Karşısındakilerde tiksinti ve düşmanlık duygusu uyandırır. Öyle ki, görenler hemen üzerine atlayıp onu ayakları altına almak isteyeceklerdir. Çünkü böyle bir karakterin sahibi ile ne tartışma yapılabilir, ne de kendisine kanıt ya da belge gösterilebilir.
İnsanlar arasında somut örneklerine sık sık rastlanabilen bu karakter tipinin, ayette böylesine net çizgiler ile tasvir edilmesinin başlıca amaçları şunlar olabilir:

a) Bu portre, her şeyden önce Kur'an'ın ayetlerine karşı çıkanlara takındıkları olumsuz tutumun çirkinliğini, antipatikliğini, nefret uyandırıcılığını gösteriyor. Tıpkı asık, çirkin ve antipatik suratlı birinin karşısına geçip yüzüne ayna tutmak gibi. Adam suratını bu aynada görsün de antipatikliğinden utansın diye

b) Bunun yanısıra bu portre müşriklerin sırt çevirmeleri ve kâfirlerin inkârcılıkları karşısında sıkıntıya kapılan müminlerin duygularını bileyici ve kalblerin gerçeklere daha kopmaz biçimde bağlayıcı bir etki bırakır. Bu etkinin olumlu katkısı sonuncunda müminler çevrelerini kuşatan inkârcılıklara, yalanlamalara, caydırma girişimlerine ve eziyetlere aldırış etmez olurlar.

c) Bu portre, bize aynı zamanda, yüce Allah'ın engin toleransını, tarifsiz yumuşaklığını düşündürür. Sebebine gelince, bu inkârcılar ve sırt dönücüler bunca arsız ve yüzsüz bir inatçılığı ısrarla sürdürdükleri halde, yüce Allah onlara mühlet tanıyor; bir an önce cezalarını vermiyor.
Bunların hepsi Kur'an aracılığı ile müşriklere karşı savaş veren, mücadelelerini Kur'an'ın rehberliği altında yürüten o günün müslüman cemaatı için, düşmanlarına karşı birer silâh, bu kıyasıya çatışmada birer ileri adım niteliğinde idi.

Daha sonraki ayette bize müşriklerin bazı önerileri anlatılıyor. Bu öneriler mızıkçılıktan, inatçılıktan,. cehaletten ve düşünce yetersizliğinden kaynaklanıyor. Bu adamların gündeme getirdikleri başlıca öneri şudur: "Allah, peygamber ile birlikte bu dini tanıtma çalışmalarına katılacak, onun Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu onaylayacak bir melek göndermelidir."

Arkasından gelen ayette bu önerinin meleklerin yapısal özelliklerini ve onları dünyaya göndermeye ilişkin ilâhi geleneğin mahiyetini bilmemekten kaynaklandığı anlatılıyor. Bunun yanısıra bu öneriyi kabul etmeyen yüce Allah'ın bu yolla önerinin bilinçsiz sahiplerine karşı aslında merhamet göstermiş olduğu vurgulanıyor. Okuyoruz:

8- Onlar "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya" dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı.

9- Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik. O zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk.

Müşrikler tarafından ileri sürülen bu öneri daha önce de başka milletler ve toplumlar tarafından peygamberlerine karşı ileri sürülmüştü. Nitekim Kur'an-ı Kerim, o milletlerin ve toplumların hikâyelerini anlatırken onların bu önerilerine de yer veriyor. Gerek bu önerinin kendisi ve gerekse Kur'an'ın burada bu öneriye vermiş olduğu karşılık, bize bazı gerçekleri hatırlatıyor. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarına yerimizin elverdiği ölçüde değinmek istiyoruz:

Birinci gerçek:
Bu önerileri ileri süren müşrik Araplar, yüce Allah'ın varlığını inkâr etmiyorlardı. Onlar Peygamberimizin yüce Allah tarafından gönderildiğinin; onun kendilerine okuduğu Kur'an'ın Allah katından getirilmiş gerçek bir kitap olduğunun açıkça kanıtlanmasını istiyorlardı. İşte bu amaçla şu belirli öneriyi seslendiriyorlardı: "Allah, Peygamberimiz ile birlikte ona bu dini tanıtma çalışmalarında eşlik edecek, onun seslendirdiği dâvayı onaylayacak bir melek göndersin." Bu önerilerin çok sayıda benzerleri daha önceki dönemlerde de sık sık ileri sürülmüştü. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde bunlardan bize söz ediliyor. Meselâ İsra suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu türdendir. Bu ayetler Mekkeli müşriklerin söz konusu önerileri dışında buna benzer başka öneriler de içerir. Bu önerilerin ortak özelliği şudur: Bunlar sahiplerinin bir önceki ayette dile gelen serkeş karakterlerinin yanısıra birçok evrensel gerçekten habersiz olduklarını, yine çok sayıda değer yargısının bilincinde olmadıklarını kanıtlar. Şimdi o ayetleri okuyalım:
"Biz bu Kur'an'da insanlara her konuda örnek verdik; öyleyken insanların çoğu kâfirlikte direndi.
Bunlar dediler ki; "Bize yeraltından pınarlar fışkırtmadıkça sana asla inanmayız."
"Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından
ırmaklar akıtmalısın."
"Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Bize oradan okuyabileceğimiz somut kitap indirmedikçe de göğe çıktığına kesinlikle inanmayız. Dé ki; `Subhanellah! Ben peygamberlikle görevlendirilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?
İnsanlara doğru yola çağıran bir rehber geldiğinde ona inanmalarına engel olan tek şey onların "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki sözleridir.
De ki; "Eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli peygamber indirirdik." (İsra Suresi: 89-95)

Bu tür öneriler Mekkeli müşriklerin ne kadar inatçı ve ne kadar cahil kimseler olduklarını ortaya koyar. Yoksa onlar Peygamberimizi yakından tanıyorlardı, uzun yılların deneyimleri ile onun ne kadar doğru ve ne kadar güvenilir bir kişi olduğunu öğrenmişlerdi. Nitekim bu yüzden kendisine "emin (güvenilir)" lâkabını takmışlardı. Onunla aralarında şiddetli çatışma olduğu halde, emanetlerini yanına bırakmaları da kendisine karşı besledikleri güvenin göstergesi idi. Nitekim, Medine'ye göçerken amcasının oğlu Hz. Ali'yi Mekke'de bırakarak halâ koruması altında duran bazı emanetleri Mekkeli sahiplerine teslim etmekle görevlendirilmişti. Oysa o günlerde Mekkeli müşrikler ile Peygamberimiz arasındaki çatışma, kendisine suikast düzenleme girişimlerine yol açacak derecede ileri aşamaya varmıştı.

Mekkeli müşrikler, Peygamberimizin güvenilir bir kişi olduğuna inandıkları oranda doğru bir kişi olduğuna da inanıyorlardı. Bunun şöyle bir pratik kanıtı yaşanmıştı: Peygamberimiz yüce Allah'ın emri üzerine, Mekkelileri ilk kez toplu olarak açıktan açığa Safa tepesinde İslâm'a çağırdığında, söze girerken eğer kendilerine bir haber getirmiş olsa, getireceği bu habere inanıp inanmayacaklarını sormuş ve onlardan vereceği her habere inanacakları cevabını almıştı. Buna göre eğer onlar gerçekten Peygamberimizin doğru söyleyip söylemediğini belirlemek amacında olsalar, onun geçmişinde bunu kanıtlayacak belgeleri fazlası ile bulabilirlerdi. Nitekim bu surenin ilerde inceleyeceğimiz şu ayetinde, Mekkeli müşriklerin Peygamberimizi yalancı saymadıkları kesin bir dille açıklanmaktadır:

"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar." (En'am Suresi: 33)

Yani asıl mesele inkârcılık ve yüz çevirme arzusu, inatçılık ve gerçeğe burun kıvırma karakteridir. Yoksa onların Peygamberimizin doğru söylediği hakkında hiçbir kuşkusu yoktu!
Ayrıca onların karşısında Peygamberimizden istedikleri somut, maddi kanıtlardan daha sağlam bir kanıt vardı ki, bu da Kur'an-ı Kerim'in kendisi idi. Kur'an, gerek üslubu ve gerek içeriği ile yüce Allah tarafından geldiğini kendi özü ile kanıtlayan bir belge niteliğinde idi. Allah'ın varlığını da inkâr etmediklerine göre ortada başka bir mesele kalmıyordu.

Zaten onlar da bu gerçeğin kesinlikle farkında idiler. Dillerinin edebiyatına ve sanatına ilişkin duygusal birikimleri sayesinde insanoğlunun ifade gücünün sınırını bildikleri gibi, Kur'an-ı Kerim'in bu sınırın ötesine geçtiğini de biliyorlardı. Söz söyleme sanatına ilişkin araştırması ve deney birikimi olanlar, böyle bir araştırma yapmamış, böyle bir haz birikiminden yoksun kimselere nazaran bu gerçeğin daha iyi farkına varırlar, bu izlenimi daha kolay algılarlar.

Gerçekten söz söyleme sanatı üzerinde araştırma yapan herkes, bu Kur'an'ın insanın ifade gücünü aşan bir kitap olduğunu kesinlikle fark eder. Kur'an'ın bu tartışmasız özelliğini, gerçeği bildiği halde onu açıklamaktan kaçınan keçi inatlılardan başka hiç kimse inkâr etmez. Ayrıca Kur'an'ın içerdiği inanç sistemi, bu inanç sistemini insan idrakine yerleştirmek için ifade yöntemi, bu amaçla yararlandığı etkileyici ve duygulandırıcı mesajlar ve imajlar, bütün bunlar insan ürünü düşüncelerin, anlatım yöntemlerinin, psikolojik ve sözel etkileme usullerinin yabancısı olduğu özelliklerdir. O günün Arapları bu gerçeğin farkında idiler. Vicdanlarının derinliklerinde bu gerçeğin bilincini taşıyorlardı. Sözleri ve davranışları onların, Kur'an'ın yüce Allah katından geldiği konusunda şüpheleri olmadığını kanıtlar.

Böylece ortaya çıkıyor ki, söz konusu önerilerinin amacı kanıt arayışı değildi. Bu bir tür işi yokuşa sürme bahanesi, bir çeşit serkeşlik gösterisi, bir demagoji ve ayak diretme plânı idi. Başka bir deyimle, onların tutumu, aslında yüce Allah'ın bir önceki ayette anlattığı gibi idi. Tekrarlayalım:
"Eğer sana kağıda yazılmış, somut bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleri ile tutsalardı, kâfirler, `Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil', diyeceklerdi."

İkinci gerçek:
O günün "Arapları, melekleri soyut bir kavram düzeyinde biliyorlar, bu yüzden yüce Allah'ın Peygamberimize bir melek göndermesini, bu meleğin İslâm'ı yayma çalışmalarına katılmasını, Peygamberi doğrulamasını istiyorlardı. Fakat yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilgisine sahip olmadığı yapısal özellikleri hakkında doğru bilgi taşımaları mümkün değildi. Acaba bunlar nasıl yaratıklardır? Yüce Allah ile aralarındaki ilişkiler nasıldır? Dünya ile ve dünyalılar ile kurdukları ilişkinin türü nedir? Bu sorular karşısında uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepen bir yol şaşkınına benziyorlardı.

Nitekim Kur'an, eski Arapların meleklere ilişkin birçok yanılgılarını, birçok putperest karakterli masallarını anlatmış ve bunları doğru bilgiler ile düzeltmiştir. Bundan maksat, bu dine giren Arapların düşünce yapılarını doğrultmak, onların gerek evren hakkında ve gerekse evrende yeralan yaratık türleri hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmalarını sağlamaktı. Bu açıdan bakınca İslâm, hem aklı ve bilinci, hem kalbi ve vicdanı ve hem de sosyal şartları düzeltmeyi amaçlamış bir sistem olarak ortaya çıkmıştı.

İşte bu meyanda Kur'an-ı Kerim, bize Arapların cahiliye dönemlerindeki asılsız saplantılarına ve yanlış kanaatlerine örnek olarak, onların meleklerin Allah'ın kızları olduğuna -yüce Allah'ı bu dayanaksız yakıştırmalardan tenzih ederiz ve bu gerekçe ile meleklerin Allah katında reddedilmez bir şefaat yetkisine sahip olduğuna inanmalarıdır. Bu yüzden, taptıkları kendilerince önemli bazı putların, meleklerin simgeleri olmaları kuvvetle muhtemeldir. Kur'an-ı Kerim, o günkü Arapların Peygamberimize destekçi ve onaylayıcı bir melek gönderilmesi gerektiğine ilişkin sözlerini nasıl burada naklediyorsa, sözünü ettiğimiz sapık ve düzmece kanaatlerini de aktarmaktadır.
Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde, söz konusu sapık kanaatlerinin ilkine ilişkin düzeltmelere rastlarız. Nitekim Necm suresinde yeralan aşağıdaki ayetler bu amaca yöneliktir.
"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz ne?
"Ve üçüncüleri, ötekileri olan Menat hakkında?"
"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?"
"O halde bu haksız bir bölüştürme!"
"Bunlar sırf sizin ve atalarınızın uydurduğu, Allah'ın haklarında hiçbir kanıt indirmemiş olduğu soyut isimlerdir. Onlar sadece zanlarının ve canlarının istediklerinin peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından doğru yol kılavuzu geldi."
"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz."
"Oysa hayatın sonu da ilki de (Ahiret de dünya da) Allah'a aittir."
"Göklerde nice melekler var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça, şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."
"Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları takarlar."
"Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, sadece zanlarının peşinden gidiyorlar. Zanları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamazlar." (Necm Suresi: 19-28)

Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim, onların meleklerin yapısal özelliklerine ilişkin ikinci sapık kanaatlerini de diğer birçok ayetlerde olduğu gibi, bu surenin incelemekte olduğumuz iki ayetinde de düzeltiyor. Tekrar okuyalım:
"Onlar `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' dediler. Eğer melek indirseydik, onların işleri bitirilir, kendilerine hiç mühlet tanınmazdı."

Bu ayette meleklerin bilinmeyen bir yönü anlatılıyor, yüce Allah insanlara bu kullarına ilişkin biraz bilgi veriyor. Müşrik Araplar yüce Allah'a yeryüzüne melek indirmesini öneriyorlar. Fakat yüce Allah'ın yeryüzüne melek indirmeye ilişkin geleneğine göre, melekler ancak peygamberlerini yalanlayan bir topluma inerek onları yok ederler, Allah'ın o toplum hakkında verdiği toplu-kırım ve helâk kararını uygularlar.

Buna göre eğer yüce Allah müşrik Arapların önerisini kabul ederek onlara bir melek indirse, işleri bitmiş, toptan yok olmuş bu indirme harekâtından sonra hiçbir mühlet tanınmamış olacaktı. Acaba istedikleri, önerdikleri bu mu idi? Kendi aleyhlerinde ölüm içeren bu şaşkın önerilerini reddeden Allah'ın, bu yolla onlara rahmet ettiğinin farkında mıdırlar? İşte ayet bu şekilde onları bir yandan, yüce Allah'ın rahmeti ve öbür yandan yararlarının nerede olduğunu kestiremeyen bilgisizlikleri ve melek indirmeye ilişkin ilâhi gelenek hakkındaki yanlış bilgileri ile yüzyüze getiriyor. Onlar nerede ise hayatlarına mal olacak olan, toplu-kırımlarına yol açacak olan bu cahillikleri yüzünden doğru yola iletmeyi reddediyorlar. Allah'ın rahmetini tepiyorlar ve keçiler gibi inatlaşarak Peygamberimizden başka kanıtlar istiyorlar.

Meleklerin bilinmeyen bir başka yönlerine de yine yukarda okuduğumuz ayetlerin ikincisi ışık tutuyor. Tekrarlıyoruz:
"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu insan kılığında gönderecektik, o zaman da kâfirleri şimdiki yanılgılarının aynısına düşürmüş olurduk."

Müşrik Araplar yüce Allah'a, Peygamberimizi İslâmı yayma dâvasında destekleyecek bir melek indirmesini öneriyorlar. Ama melekler insanlardan farklı yaratılışta varlıklardır, sadece yüce Allah'ın bildiği yapısal özellikleri olan Allah kullarıdırlar. Onlar yüce Allah'ın haklarında dediği gibidirler, biz Allah'ın verdiği bilgi dışında onlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. İşte Allah'ın onlar hakkında bize verdiği bilgiye göre, bu varlıklar orijinal yaratılışları aynı kaldığı sürece yeryüzünde gezemezler, yürüyemezler. Çünkü onlar bu gezegenin şartları uyarınca yaratılmamışlardır, dünyalıların bir kesimi değildirler.

Fakat bunun yanısıra bir özellikleri var. Bu özellikleri sayesinde, insanlarla ilgili bir görev yapacakları sırada insan kılığına girebilirler. Bu görevler, yüce Allah'ın bir mesajını yerine iletmek, yüce Allah'ın toplu-kırıma mahkûm ettiği kimselerin cezasını yerine getirmek, müminleri yüreklendirmek, müminlerin düşmanları ile savaşa girip bu düşmanları tepelemek gibi uygulamalardır. Kur'an-ı Kerim, meleklerin Rabblerinin buyurduğu bu tür görevleri üstlendiklerini, Allah'ın emirlerini asla çiğnemediklerini, kendilerine emredileni yaptıklarını anlatıyor.

Buna göre eğer yüce Allah, Peygamberimizi onaylamak, desteklemek üzere bir melek gönderseydi, bu melek kendi orijinal kılığında değil, insan kılığında ortaya çıkacaktı. O zaman işler yine karışacak, kâfirler yine yanılgıya düşeceklerdi. Sebebine gelince, Peygamberimiz ortaya çıkıp kendilerine "Ben bildiğiniz-tanıdığınız Muhammed'im, Allah beni sizi uyarmak ve müjdelemek üzere görevlendirdi" deyince kafaları karıştı, gerçeği seçemediler, işin içinden çıkamayıp yanılgıya düştüler. Peki eğer karşılarına daha önce hiç tanımadıkları bir melek insan kılığına girerek karşılarına çıkar da, tıpkı aralarından biri gibi karşılarına geçerek "Ben bir meleğim, Allah beni Peygamberini onaylamak üzere gönderdi" deseydi, kafaları daha çok karışmayacak mıydı? Yalın gerçeği kavramakta güçlüğe uğrayan ve bu yüzden yanılgıya düşmüş olan bu adamlar, böylesine karmaşık bir pozisyonun içinden nasıl çıkabileceklerdi'? Belli ki, yüce Allah insan kılığına girdirerek bir melek gönderseydi, şimdi seçemedikleri gerçeği o zaman hiç seçemeyecekler, asla kesin bir hükme varamayacaklardı.
Görüldüğü gibi yüce Allah, nasıl bir önceki ayette Mekkeli müşriklerin kendi geleneğinin işleyiş yöntemine ilişkin cahilliklerini ortaya koydu ise şimdiki ayette de, yaratıklarının belli bir kesimini oluşturan meleklerin özel yapılarına ilişkin bilgisizliklerini ortaya koyuyor. Bunun yanısıra onların hiçbir bilgiye, hiçbir gerekçeye ve hiçbir delile dayanmayan inatçılıklarını ve ayak direyişlerini de gözler önüne seriyor.

Üçüncü gerçek:
Mekkeli müşriklerin söz konusu önerilerini gündeme getirip cevaplandıran bu ayetlerin bize düşündürdüğü bir başka gerçek de, İslâm düşüncesi ile bu düşüncenin dayanakları konusudur. Bu dayanaklardan biri, İslâm'ın bize önce kavramamızı ve sonra kendileri ile sağlıklı ilişkiler kurmamızı öğrettiği kimi görünür ve kimi görünmez alemlerdir, varlık kesimleridir. Bu görünmez, bilgimize kapalı varlık kesimlerinden birini de melekler alemi oluşturur. İslâm, meleklere inanmayı imanın dayanaklarından biri saymıştır. Bu inanç olmadan insan mümin olamaz. Bilindiği gibi mümin olabilmek için Allah'a, meleklere, Allah'ın kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe, iyi ve kötü tarafları ile kadere inanmak gerekir.

Bu tefsirin baş taraflarında Bakara suresinin giriş bölümünde bu konuya değinmiştik. Orada söylediklerimiz özetle şöyle idi: Gaybe, yani bilgimize kapalı olan aleme inanmak, insanın hayatında büyük bir aşama oluşturur. Çünkü bu olgu, insanın somut algılarının dar çerçevesini aşarak varolması ve düşünülmesi mümkün, fakat bilgimize kapalı bir gayb aleminin bilincine ermesini simgeler. Buna göre bu olgu, hiç kuşkusuz, somut hayvansal algılar düzeyinden insana özgü soyut algılar düzeyine yükselen bir sıçrama anlamına gelir. Buna karşılık bu alanı insanın idrak mekanizmasına kapatmak, onu geri düzeye düşürmek, aşağı konuma indirmektir. İşte sadece somut algılara takılıp kalmayı öneren materyalist düşünce akımlarının "ilericilik" yaftası altında yapmak istedikleri budur.
İnşaallah bu surenin ilerde karşımıza çıkacak olan "Gayb'ın anahtarları O'nun katındadır, onu yalnız O bilir." ayetini incelerken "gayb" konusunu ayrıntılı biçimde inceleyeceğiz. (En'am Suresi: 59) Şimdilik sadece bu "gayb" aleminin bir kesimini oluşturan melekler konusunda birkaç söz söylemek istiyoruz.


MELEKLERE İMAN

İslâm düşüncesinin bilgimize kapalı, "gayb" alemine ilişkin görüşüne göre, yüce Allah'ın kullarının bir kesimini oluşturan ve "melek" adını taşıyan bir varlık grubu vardır. Kur'an-ı Kerim bize onların sıfatları hakkında bu düşünce sisteminin gerektirdiği oranda ve onlarla sağlıklı ilişkiler kurmamıza yetecek kadar bilgi vermiştir.

Bu bilgilere göre melekler, yüce Allah'ın yaratıklarının bir kesimini oluştururlar. Allah'ın kulları olduklarına inanırlar, O'na kayıtsız-şartsız itaat ederler. Ayrıca Allah'a yakındırlar. Fakat bu nasıl ve ne tür bir yakınlıktır? Bu konuda kesin bilgimiz yoktur. Şimdi bize bu bilgileri veren ayetleri okuyoruz:

"Onlar "Rahman, evlât edindi' dediler. Haşa O böyle bir şeyden münezzehtir. Tersine melekler onurlu kullardır.
Onlar Allah'dan önce söz söylemezler ve sırf O'nun emri ile iş yaparlar.
Allah onların önlerindekini ve arkalarında bıraktıklarını, yapacaklarını ve yaptıklarını bilir. Onlar sadece Allah'ın hoşnut olduğu kimselere şefaat ederler ve Allah'ın korkusundan titrerler." (Enbiya Suresi: 26-28)
"O'nun katındakiler hiç büyüklük kompleksine kapılmaksızın
ve hiç bıkmaksızın O'na ibadet ederler.
Gece-gündüz, hiç ara vermeksizin O'nu tesbih ederler." (
Enbiya suresi: 19-20)

Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler Rahman olan Allah'ın Arşını taşırlar ve Kıyamet günü bu Arşın çevresini kordon altına alırlar. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve onun çevresindekiler Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler, O'na inanırlar." (Mümin Suresi: 7)
"Meleklerin, Arşın çevresini kuşatmış olarak Rabb'lerini övgü ile tesbih ettiklerini görürsün. İnsanlar arasında hakka uygun hükümler verilmiştir ve bunun üzerine `Alemlerin Rabbine hamdolsun' denmiştir."
(Zümer Suresi: 75)
Melekler cennetin ve cehennemin bekçileri, kapı görevlileridirler. Bu sıfatları ile cennetlikleri selâm ve dûa ile cehennemlikleri azar ve tehditle karşılarlar. Okuyoruz:
"Kâfirler gruplar halinde cehenneme sevk edilirler. Cehenneme vardıklarında kapıları açılır ve cehennem bekçileri onlara `Size Allah'ın ayetlerini okuyan ve bu günle karşılaşacağınızı hatırlatan kendi içinizden peygamberler gelmemiş miydi?' derler. Cehennemlikler `evet, geldiler' derler. Fakat azab hükmü kâfirler için artık kesinleşti.
Onlara `Cehennem kapılarından içeri giriniz, sürekli olarak orada kalacaksınız, büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür' denir.'
"Rabblerinin azabından sakınanlar gruplar halinde cennete sevk edilir. Cennete vardıklarında kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara `Selâm size tertemiz geldiniz, sürekli kalmak üzere içeri giriniz' derler." (Zümer Suresi: 71-72)
"Biz cehennem görevlilerini sadece melekler arasından belirledik." (Mudessir Suresi: 31)

Melekler dünyalılar ile değişik biçimlerde ilişki kurarlar.
Meselâ yüce Allah'ın emri ile onların koruyuculuğunu yaparlar, onları sürekli izlerler, bütün davranışlarını yazıya geçirirler, günleri gelince canlarını alırlar. Okuyalım:
"Allah, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun camı alırlar." (En'am Suresi: 61)
"İnsanı, önünde ve arkasından gözetleyen melekler vardır, onu Allah'ın emri ile korurlar." (Rad Suresi:11)
"İnsan bir söz söylemeye görsün, mutlaka yanı başında onu gözetim altında tutan, söylediklerini yazıya geçiren bir melek vardır." (Kaf Suresi: 18)

Bu arada melekler yüce Allah'ın vahyini Peygamberlere iletirler. Bizzat yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre bu görevi yerine getiren melek, Cebrail'dir. Okuyalım:
"Allah, melekleri kendinden kaynaklanan bir ruh ile dilediği kullarına göndererek onlara, `insanlara benden başka ilâh olmadığını, buna göre bana karşı gelmekten sakınmalarını hatırlatınız' diye bildirir." (Nahl Suresi: 2)
"De ki; kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki, Allah'ın izni ile senin kalbine Kur'an-ı indiren O'dur." (Bakara Suresi: 97)

Yine yüce Allah'ın verdiği tanıtıcı bilgiye göre Cebrail "güç, etkinlik" sahibidir. Peygamberimiz, onu melek kılığında sadece iki kere gördü, oysa Cebrail vahiy indiriminin diğer aşamalarında ona değişik kılıklarda görünmüştü. Okuyoruz:

"Batmakta olan yıldız hakkı için, arkadaşınız Muhammed ne sapıttı
ve ne de azıttı. O havadan konuşmuyor. Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir. Bu vahyi ona müthiş güçleri olan etkinlik sahibi (Cebrail) öğretti; Cebrail yüce ufuktayken doğruldu, sonra yaklaştı, aşağıya sarktı, öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.
O anda Allah dilediğini kuluna vahyetti. Onun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı. Gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz?
O, Cebrail'i bir inişinde daha görmüştü, en uçtaki ağacın (sidret-ül münteha'nın) yanında, yanı başında Me'va cenneti vardı, o sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü! Muhammed'in gözü ne başka tarafa kaydı ne de öteye geçti. Gerçekten Rabbinin bazı büyük ayetlerini gördü." (
Necm Suresi:1-18)

Yine melekler, batıla ve tağuta karşı verilen amansız savaşta müminlere moral vermek için, yardım ve destek sağlamak için yere inerler. Okuyoruz:
"Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra bu doğrultudan hiç şaşmayanlara `korkmayınız, üzülmeyiniz, size vaadedilen cennetin müjdesi ile sevininiz' diyerek melekler iner." (Fussilet Suresi: 30)
"Hani sen müminlere `Allah'ın gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun.
Evet, eğer siz sabreder ve Allah'dan korkarsanız, bu arada onlar şimdi şu taraftan üzerine saldırırlarsa Allah size beş bin nişanlı melekle yardım eder.
Allah size bu yardımı sırf size müjde olsun, bu sayede kalbleriniz yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün iradeli ve hikmet sahibi olan Allah'dan kaynaklanır." (Al-i İmran Suresi: 124-126)
"Hani Rabbin meleklere vahyetti ki; `Ben sizinle beraberim, siz müminleri yüreklendiriniz, kâfirlerin kalblerine korku salacağım, onların boyunlarına boyunlarına vurunuz, teker teker parmaklarına darbeler indiriniz." (Enfal Suresi: 11)

Yine Kur'an'ın verdiği bilgilere göre melekler, müminlere çeşitli hizmetler yaparlar; Rabb'lerini tesbih ederler, müminlerin günahlarını affetsin diye Allah'a yalvarırlar, tıpkı sevdiği kimsenin durumu ile yakından ilgilenen, sevecen bir dost gibi, müminler için Allah'a dûa ederler. Okuyoruz:
"Arşı taşıyanlar ve çevresindekiler Rabb'lerini övgü ile tesbih ederler. O'na inanırlar. Müminler için af dileyerek şöyle yalvarırlar; `Senin rahmetin ve bilgin her şeyi kapsamına alır, o halde tevbe edip senin yoluna koyulanların günahlarını affeyle, onları cehennem azabından koru.'
`Ey Rabbimiz, gerek kendilerini ve gerekse İslâh olmuş atalarını, eşlerini ve soylarını onlara vaad etmiş olduğun Adn cennetlerine yerleştir. Hiç kuşkusuz sen üstün iradeli ve hikmet sahibisin'
`Onları kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan kendisine rahmet etmiş, acımışsın demektir ki, büyük kurtuluş işte budur." (Mümin Suresi: 7-9)

Yine bu Kur'an kaynaklı bilgilere göre melekler, müminlerin canlarını alırken onlara cennete gidecekleri müjdesini verirler. Ahirette de onları aynı müjde ile karşılarlar ve cennette kendilerini selâmlarlar. Okuyalım:
"Onlar, meleklerin canlarını aldığı tertemiz kimselerdir, melekler onlara `selâm size, işlediğinizin karşılığı olarak cennete giriniz." (Nahl Suresi: 32)
"Gerek onları ve gerek ıslâh olmuş atalarını, eşlerini ve soylarını Adn cennetleri bekliyor, oraya girerler ve melekler her kapıdan yanlarına girerek kendilerine `Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size, burası ne kadar güzel bir dünya sonucudur!' derler." (Rad Suresi: 23-24)

Daha önce okuduğumuz bir ayette belirtildiği gibi melekler, kâfirleri cehennemde azarla ve tehditle karşılarlar. Hak uğruna verilen savaşlarda onlara karşı çarpışırlar. Ayrıca onların canlarını işkence ile, azarla ve horlayarak alırlar. Okuyoruz:
"O zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp `Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bu gün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız' derlerken görmelisiniz." (En'am Suresi: 93)
"Fakat melekler, onların yüzlerine ve sırtlarına vura vura canlarını alırken acaba halleri nice olur?" (Muhammed Suresi: 27)

Melek-insan ilişkisi, insanların atası Hz. Adem'in -selâm üzerine olsun- yaratıldığı günlere kadar çıkar, sonra bu ilişki insan hayatının enini-boyunu içerecek biçimde sürer ve az önce okuduğumuz ayet örneklerinde söylediğimiz gibi, hayatın dünyadan sonraki aşamasını da içerecek şekilde uzayıp gider. Yaratılış aşamasındaki insan-melek ilişkisi Kur'an'ın birkaç yerinde anlatılır. Bunlardan biri Bakara suresinde yeralan aşağıdaki ayetlerde karşımıza çıkar.

"Hani Rabbin meleklere `Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Melekler, `Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşalık çıkaracak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, tasdik ediyoruz' dediler.
Allah meleklere `Ben sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.
Allah, Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere
göstererek `Haydi eğer dâvanızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz' dedi.
Melekler `Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve bütün yaptıkların yerindedir' dediler.
Allah, Adem'e `Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir' dedi. Adem
, meleklere bütün nesnelerin adlarını bildirince Allah onlara `Ben size dememiş miydim ki, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca açığa vurduğunuz ve gizli tuttuğunuz bütün yönlerinizi bilirim' dedi.

Hani biz meleklere `Adem'e secde ediniz' dedik de hemen secde ettiler. Yalnız İblis secde etmekten kaçındı, kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu." (Bakara Suresi: 30-34)

İnsanın hayatı ile bu yüce varlıklar kesimi arasında ilişki kuran, insanın hayatını bu yüce varlıklar kesimi ile bütünleştiren insan düşüncesine, evrenin gerçeklerini kavrama girişimlerine, insan bilincine, insanın psikolojik ve fikri aktivitesine enginlik kazandırır. İslâm düşüncesi bu enginliği müslümana sağlıyor. Kur'an müslümana bu engin alanı, içerdiği görünür-somut alemle bütünleşen, bilgimize kapalı "gayb" alemini sunuyor.

Buna karşılık gerek bu melekler alemini ve gerekse "gayb" aleminin tümünü "insan"ın yüzüne kapamak isteyenler, insana en iğrenç kötülüğü yapmak istiyorlar. Bunlar insanın alemini sınırlı, somut algıların dar çerçevesi içine kapatmak ve böylece insanı hayvanlar aleminin kalıplarına hapsetmek istiyorlar. Oysa yüce Allah, insanı düşünme gücü ile onurlandırdı. İnsan bu güç sayesinde hayvanların kavrayamadıklarını kavrayabilir, engin ve uçsuz-bucaksız bir bilgi ve bilinç okyanusunda kulaç atabilir, aklı ile ve kalbi ile bu tür bir alemin atmosferinde kanat çırpabilir, tüm varlığı ile böyle bir ışık denizinde yıkanıp şeffaflaşarak arınabilir.

Araplar cahiliye dönemlerinde düşünce alanındaki bütün yanılgılarına rağmen, bu konuda günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idi. Çünkü günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığının taraftarları "gayb" alemini tümü ile alaya alıyorlar, böylesine bilgimize kapalı alemlerin varlığına inanmayı bilimle bağdaşmaz bir ilkellik, bilimle çelişik bir düşünce kısırlığı sayıyorlar. Böylece "gayb" kavramını terazinin bir kefesine ve "bilimselliği" karşı kefesine koyuyorlar.
İlerdeki sayfalarımızda "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir" ayetini incelerken gerek bilimsel ve gerekse dini her türlü dayanaktan yoksun olan bu iddiayı enine boyuna tartışacağız. Şimdilik sadece melekler konusuna ilişkin bu kısa açıklama ile yetiniyoruz.

Bu sözlerimizi bağlarken "bilimsel" akılcılığın yaygaracılarına soruyoruz: "Melek" adlı bu varlık kesimini kökünden yok saymalarını, bu kavramı ve bu varlık kategorisini düşünce ve inanç çerçevesinden uzaklaştırmalarını gerektiren ve kaçınılmaz kılan kesin bilimsel delilleri var mı ellerinde?

Onların bilimleri, başka bir gezegende dünyadakinden farklı bir hayat türünün varolabileceğini; elementsel bileşimi, yapısal oluşumu ve diğer şartları yeryüzü atmosferinden farklı atmosferli bir gezegende bilmediğimiz türden bir "canlılık" olgusunun bulunabileceğini kabul eder, en azından böyle bir ihtimali reddetmez. Böyleyken bu adamlar, yokluğunu kanıtlayacak bir tek delilleri olmadığı halde sözünü ettiğimiz "gayb" alemlerinin varlığını, hem de kesin bir dille, nasıl inkâr edebiliyorlar?
Biz onları inanç sistemimizin kriterlerine göre ya da yüce Allah'ın sözlerine göre değil, ilâh yerine koyup tapındıkları "bilimlerine" göre yargılıyoruz. Bu yargılama sonucunda onları bu "bilim-dışı" inkârcılığa sürükleyen tek faktörün hiçbir bilimsel kanıta dayanma gereğini duymayan bencillikleri ve şımarıklıkları olduğunu görüyoruz. Bu koyu inkârcılığı savunurken tek söyledikleri şey, bu alemlerin "gayb" kapsamına girmeleri ve bilgimize kapalı olmalarıdır. Oysa ilerde bu meseleyi tartışırken göreceğiz ki, onların inkâr ettikleri "gayb" kategorisi, ellerimiz ile dokunup gözlerimizle görebildiğimiz somut varlıklar dünyasında bile çağdaş "bilim"in varlığını ve etkinliğini kesinlikle onayladığı tek realitedir.


ALAYCILARIN VE YALANCILARIN SONU

Ayetler selinin bu dalgası, peygamberleri alaya alanların başlarına gelenleri sunarak, yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanları tarihteki yoldaşlarının toplu-kırım sahnelerini incelemeye çağırarak, bu alaycılara ve yalanlayıcılara ilişkin ilâhî geleneğin somut tanığı olan bu toplu-kırım sahnelerini görmek üzere yeryüzünü gezmeye özendirerek sona eriyor. Okuyalım:

10- Senden önceki birçok peygamberler de alaya alınmıştı. Fakat bu alaycılar, alay konusu yaptıkları gerçek tarafından kıskıvrak kuşatılıverdiler.
 
11- Onlara de ki; ``Dünyayı geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu, görünüz?"
 
Yukardaki ayetlerde bu alaycıların ve yalanlayıcıların inatla ve serkeşlikle gerçeğe sırt döndükleri, cahillikten ve serkeşlikten kaynaklanan birtakım öneriler ileri sürdükleri, yüce Allah'ın bu önerileri kabul etmeyişinin O'nun rahmetini ve toleransını kanıtladığı anlatılıyordu. Bunun arkasından gelen Peygamberimize sesleniş üslubundaki bu değişik bakış açısının arkasında şu iki belirgin amaç yatar:
 
Birinci amaç, Peygamberimizi teselli etmek, sırt çevirenlerin inadının ve yalanlayıcıların serkeşliğinin kalbine çöreklendirdiği burukluğu dağıtmak, yüce Allah'ın söz konusu peygamber alaycılarını ve yalanlayıcılarını hiçbir zaman cezasız bırakmadığını, böylelerini cezalandırmanın her zaman geçerliliğini korumuş bir ilâhi gelenek olduğunu yüreğinde pekiştirmek, bunun yanısıra uğradığı yüz çevirmenin ve yalanlamanın "hakka çağrı" tarihinde ilk defa görülen bir istisna olmadığının ferahlandırıcı duygusunu içinde tazelemektir. Çünkü daha önceki peygamberlerin başlarına da aynı şeyler gelmişti. Fakat sonunda yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar hak ettikleri sonuçla karşılaşmışlar, alay konusu ettikleri gerçek tarafından kıskıvrak kuşatılmışlar, böylece son aşamada hak batıla ve gerçek eğriliğe galip gelmiştir.
 
İkinci amaç, yalanlayıcı ve alaya alıcı Arapların kalblerini eski yalanlayıcıların ve alaya alıcıların toplu-kırım sahneleri ile yüzyüze getirmek, alaycılıkta ve yalanlamakta ısrar ettikleri takdirde kendilerini bekleyen bu sahneleri hatıralarında canlandırmaktır. Çünkü yüce Allah tarihin daha önceki dönemlerinde onlardan çok daha güçlü çok daha nüfuzlu, çok daha zengin ve müreffeh toplumları kitlesel cezalara çarptırmıştı. Nitekim bu gerçekçi ve korkunç tehditleri ile kalbleri ürperten bu ayetlerin başında yüce Allah onlara bu gerçeği duyuruyor.
 
İkinci ayetin seslendirdiği ilâhi direktif işte bu uyarıcılığın mesajıdır. Okuyoruz:
"Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz."
 
Bilgi toplama, ibret alma, yerinde inceleme amacı ile dünyada geziye çıkmak; böylece yüce Allah'ın olaylarda ve pratik gelişmelerde somutlaşmış, elle tutulur kalıntılarda tescil edilmiş geleneğini tanımak; bu tarihi kalıntıların sembolize ettiği olayların ve kurbanlarının maceralarına dair yörede anlatılan ve tarih kitaplarına geçen belgelerle bütünleştirmek; türü ve amacı bu olan, bu bilinçle yapılan bir gezgincilik, bunlar tümü ile o günün Arapları için yeni şeylerdi. Bu durum bize İslâm sisteminin onlara ne büyük bir aşama katettirdiğini, onları cahiliye düzeyinden alarak bu yüksek bilinç, düşünce, görüş ve mantalite düzeyine çıkarırken kendilerine ne kadar uzun bir uygarlık yolu aldırdığını gösterir.
 
Eski Araplar ticaret, geçim kaynağı sağlama, avlanma ve hayvan sürüsü gütme amacı ile geziye çıkarlar, oradan-oraya yer değiştirirlerdi. Buna karşılık bilgi toplama ya da pedagojik amaçlı gezi onlar için yepyeni bir şeydi. Daha önce bu yolda hiçbir deneyimleri olmamıştı. Fakat işte bu yeni sistem, yani onları ellerinden tutup cahiliye bataklığından çıkardıktan sonra adım adım yürüterek sonunda ulaştıkları yüce doruğa tırmandıran bu İslâm sistemi, Arapların bakışlarını bu yeni gezi türüne yöneltiyordu.
 
Bu konuya biraz daha derinliğine irdeleyince şunu görürüz. Bu ve buna benzer ayetlerde insanlık tarihi belirli sistematik yasalara göre yorumlanıyor; tarihin yorumunda sürekli bir geleneğin izleri sürülüyor. Yüce Allah'ın izni ile bu sürekli geleneğin sebepleri ne zaman gerçekleşirse sonuçlarının da ortaya çıkacağı belirtiliyor. İnsanlar hem bu sebepleri ve hem de bu sebeplerin getirdiği sonuçları kavrayabilirler, bu sebeplere ve onların bağımlı sonuçlarına dayanarak düşüncelerini kurabilirler, bu sürecin aşamalarını ve dönemlerini tanıyabilirler.
 
İşte tarihin olaylarını yorumlamaya yönelik böylesine sistematik bir yaklaşım tarzı o zamanın insanının düşünce düzeyi için yepyeni bir yöntemdi. Çünkü o zamana kadar tarih diye ortaya konabilen çalışmaların en ileri düzeydeki örnekleri birtakım basit gözlemlerden ya da geçmişteki olayların ve sosyal alışkanlıkların birbirinden kopuk hikâyelerinden ibaretti. Bu gözlemleri, olayları ve sosyal uygulamaları birbirine bağlayan bir analiz ya da sentez yöntemi yoktu. Ne olaylar arasında ne sebepler ile sonuçlar arasında ve ne de aşamalar ile dönemler arasında anlamlı bir bağ kuruluyordu.
 
İşte Kur'an'ın bu tarihe bakış yöntemi insanlığı bu ufka iletmeye, insanlık tarihinin olaylarını sistematik bir açıdan değerlendirmenin çığrını açmaya geldi. Bu yaklaşım tarzı düşünce ve bilgi edinme süreci boyunca ortaya çıkmış, doğal bir aşama değildi, dediğimiz gibi kelimenin tam anlamı ile yepyeni bir "çığır" idi. İnsanlık tarihini doğru yoruma kavuşturacak tek yöntem, bu çığırdan kaynaklanıyordu.
 
Arapların, Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık peygamberliği süresi içinde kaydetmiş oldukları baş döndürücü gelişme ve gerçekleştirdikleri korkunç aşama bazı gözlemcileri dehşetli bir şaşkınlığa sürükler. Bu kısacık dönem ekonomik yapıda ani ve çarpıcı bir gelişmenin meydana gelmesine elverişli değildir. Eğer bu gözlemciler dikkatlerini sırf ekonomik faktörler üzerine yoğunlaştırma saplantısından vazgeçerek Peygamberimizin getirdiği, her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan yüce Allah'ın katından getirdiği bu yeni sistemin sırrını araştırmaya yönelseler içine düştükleri dehşet ve şaşkınlık dağılırdı.
 
Çünkü onların gözlerini kamaştıran mucize bu sistemin yapısında saklıdır, materyalist akımın çağdaş putu, düzmece ilâhı olarak empoze edilen ekonomi faktörünün etki alanında ısrarla aradıkları bu sır, bu sistemin özünde yatar.
 
Yoksa o günün Arap Yarımadası'nda sözü edilen ani ve çarpıcı ekonomik değişme hani nerede? Peygamberimizin çeyrek yüzyıllık peygamberlik dönemi içinde gerçekleşen yeni inanç sistemini, yönetim sistemini, düşünce tarzını, ahlâk değerlerini, bilgi birikimini ve sosyal pratiğini meydana getirecek çapta köklü bir ekonomik gelişme orada meydana gelmiş değil ki!
 
Kısacası eğer "Onlara de ki; `Dünyayı geziniz de Peygamberleri yalanlayanların sonu nice oldu' görünüz" ayetinin somutlaştırdığı bakış açısı bu ayetler grubunun ilki olarak okuduğumuz, "Onlardan önceki nice kuşakları yok ettiğimizi görmediler mi? Oysa o kuşaklara size vermemiş olduğumuz derecede geniş yerleşme ve yaşama imkânları vermiş, gökten bol yağmurlar yağdırmış, ayakları altından nehirler akıtmıştık. Fakat işledikleri günahlar yüzünden onları yok ederek arkalarından başka kuşaklar ortaya çıkardık" ayetindeki bakış açısı ile birlikte değerlendirilirse ve bu bakış açıları gerek bu surede ve gerekse Kur'an'ın başka yerlerinde dile getirilen aynı anlamlı mesajlarla bütünleştirilirse bu yeni sistemin insan düşüncesine olgunluk ve bütünlük kazandıran orijinal bir cephesi ortaya çıkar. Bu sistem Kıyamete kadar geçerli ve kalıcı olduğu gibi kendine özgü, başkalarına benzemez bir sistemdir.
 
Önümüzdeki yüksek çağlayanlı ve korkunç imajlı ayet dalgası yalanlamadan, sırt çevirmeden, alaya almaktan söz etmenin arkasından geliyor. Bu alaya almanın, yüz çevirmenin ve yalanlamanın arasında ve sonunda korkunç bir tehdit yer alıyordu. Ayrıca bakışlar ve kalbler bu alaycı yalanlayıcıların toplu-kırım sahnelerinden ibret almaya çevriliyordu. Bu yüksek çağlayanlı dalga, aynı zamanda yalanlayıcılardan söz eden, ilâhlık gerçeğini hem engin evrensel alanda hem de derin boyutlu insanlık düzeyinde dikkatlere sunan giriş dalgasının arkasından bu ilâhlık gerçeğini başka alanlarda, yeni imajlar ve değişik mesajlar eşliğinde bakışlarımızın önüne getiriyor. Böylece hem giriş dalgasında ve hem de bu dalgada yeralan yalanlama girişimi gayet çirkin, son derece iğrenç bir tutum olarak karşımıza dikiliyor.
 
Birinci ayet dalgasında ilâhlık gerçeği gökler ile yeryüzünü yaratmada, karanlıklar ile aydınlığı var etmekte, insanı çamurdan meydana çıkarmakta, insanın kişisel yaşama süresi anlamındaki ilk "ecel" ile insanın yeniden dirilmesini simgeleyen ikinci "ecel"i belirlemede somutlaştırılarak sunuluyordu. Bu arada yüce Allah'ın ilâhlığının gökler ile yeryüzünü kapsadığı, bilgisinin insanların gizli açık bütün yönleri ile aşikâre-saklı bütün davranışlarını içerdiği vurgulanıyordu. Bütün bu gerçekler bize ne kuru bir teolojik anlatım üslubu ile ve ne de reaksiyoner ve teorik bir felsefi yaklaşımla anlatılıyordu. Ayetlerin anlatımı bu gerçeklerin insan hayatına yönelik vazgeçilmez sonuçlarını vurgulamayı amaçlıyordu. Bu vazgeçilmez sonuçların başlıcaları şunlardı: İnsanın tüm varlığı ile ortaksız yüce Allah'a teslim olması, O'na hiçbir şeyi denk tutmaması, Allah'ın birliğinde kuşkuya yer vermemesi; ilâhlık otoritesinin hem evreni ve hem de gizli açık yönleri ile insanlık hayatının bütününü kapsadığını onaylaması; bu ilkelerin doğal sonucu olarak yüce Allah'ın evrensel gelişmelere egemen olduğu nasıl kabul ediliyorsa insan hayatına ilişkin gelişmelerde de O'nun ortaksız egemenliğinin kabul edilmesi.
 
Okuyacağımız yüksek çağlayanlı ayet dalgasına gelince, burada da ilâhlık gerçeği mülkte, egemenlikte, etkinlikte, rızık vericilikte, gözeticilikte, kudrette, karşı konulmaz güçte, yarar ve zarar dokundurmada somutlaşmış olarak gözler önüne serilmesi amaçlanıyor. Bu ayetlerin üslubu da ne kuru teolojik tartışma ve ne de reaksiyoner ve teorik felsefi yaklaşım yöntemidir. Bu ayetlerde de bu gerçeklerin vazgeçilmez sonuçlarının belirlenmesi amacı güdülüyor. Bu vazgeçilmez sonuçların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Bağlılık ile yönelmeyi, boyun eğme ile kulluğu aynı kaynağa dayandırmak; bağlılık ile yönelmeyi boyun eğmenin ve kulluğun göstergesi saymak. Çünkü okuyacağımız bu ayetlerin bir yerinde Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'dan başkasını ilâh edinmeyi reddetmesi emredilirken bu reddetmenin ilk dayanağının yüce Allah'ın her canlıyı beslediği, buna karşılık hiç kimsenin O'na besin vermesinin söz konusu olmadığı ve ikinci dayanağının da O'ndan başkasını dost edinmenin Allah'a boyun eğme, O'na ortak koşmama taahhüdünü bozma anlamına geleceği belirtiliyor.
 
İnceleyeceğimiz ayetlerde ilâhlık gerçeğinin bu biçimde ve bu amaca dayalı sunuluşuna kalbleri ürperten bazı etkileyici mesajlar eşlik ediyor. Bu mesajlar yüce Allah'ın her şeye malik, her şeye egemen olduğu ve yine yüce Allah'ın bütün canlılara besin kaynakları sunduğu halde O'na hiç kimsenin besin vermesinin söz konusu olmadığı gerçeğini sunarak başlıyor. Arkasından öyle korkunç bir azaptan söz ediliyor ki, bundan sadece yüce Allah'ın merhameti ve büyük bağışlayıcılığı sayesinde kurtulmak mümkündür. Daha sonra yüce Allah'ın yarar ve zarar dokundurmaya muktedir olduğu, yanısıra tartışılmaz üstünlüğün ve karşı durulmaz iradenin sahibi olduğu vurgulanıyor. Arkasından da O'nun her işinin mutlaka bir hikmete; engin bir bilgeliğe dayandığı belirtiliyor. Sonra da "De ki;", De ki;" emri ile başlayan, bu ürpertici ve yüce emir kipinde somutlaşan titretici mesajlar dizisine yer veriliyor.
 
Bu derin etkili mesajlar dizisi zarif ve yüce bir mesajla noktalanıyor. Bu mesajda yüce Allah'ın birliğine tanıklık ediliyor, O'na ortak koşmak reddediliyor ve müşrikler ile bütün bağlar kesinlikle koparılıyor. Bu mesajın her cümlesi de "De ki" emri ile başlıyor; "De ki; en büyük şahitlik kimindir?", "De ki; benim ile sizin aranızda Allah şahittir", "De ki; ben buna şahitlik etmem", "De ki; O tek bir ilâhtır." Bu emir, ayetlerin havasına yaygın bir ürperti katıyor, içeriklerine ürkütücü bir ciddiyet damgası basıyor. Okuyalım:

GÖKLER VE YER
 
12- De ki; "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki; "Allah'ındır. O merhametliliği üzerine görev yazdı. Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar.
 
13- Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O'nundur. O her şeyi işiten ve bilendir.
 
Bu ayette önce gerçek anlatılıyor, açıklanıyor ve arkasından yolların ayrıldığı, karşıt tarafla ilişkilerin kesildiği belirtiliyor. Bundan dolayı Peygamberimiz müşriklere bu şekilde karşı koymaya yöneltiliyor. Bilindiği gibi bu ayetin muhatap aldığı müşrikler her şeyin yaratıcısının yüce Allah olduğuna inanıyorlardı, fakat bu inançlarının arkasından O'na yaratma gücü olmayan putları denk tutarak hayatlarına yön verme konusunda bunları yüce Allah'a ortak koşuyorlardı. İşte Peygamberimiz bu inanç kargaşası içindeki müşriklere göklerde ve yerdeki tüm varlıkların mülkiyetinin kime ait olduğunu, bu varlıkların yaratıcısı olduktan sonra onların maliki olanın kim olduğunu soruyor. Soruda "göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar" denmek sureti ile söz konusu mülkiyetin yaygınlığı vurgulanmış oluyor. Üstelik bu soruda dile getirilen gerçeğe müşriklerin kendileri de karşı çıkmıyorlardı. Kur'an onların bu gerçeği tartışmasız biçimde onayladıklarını birçok yerinde açıklamıştır. Evet;
 
"De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki; `Allah'ındır."
 
Gerçi eski Araplar cahiliye döneminde sapık düşüncelere sahiptiler ve bu sapık düşünceler bozuk bir hayat tarzı ortaya çıkarıyordu. Fakat onlar bu bakımdan günümüzün sözde "bilimsel" cahiliye uygarlığından daha ileri düzeyde idiler. Onları günümüzdeki yoldaşlarından daha ileri düzeye çıkaran nokta "Göklerin ve yerlerin yüce Allah'a ait olduğunu" bilmeleri ve onaylamaları idi. Oysa onların günümüzdeki yoldaşları fıtratlarını, gözeneklerini bu gerçeğe karşı sımsıkı kapatıyorlar, onu bu alandaki fonksiyonunu yerine getirmekten alıkoyuyorlar.
 
Gerçi cahiliye dönemi Arapları bu gerçeği kabul ediyorlardı, ama bu gerçeğin doğal sonuçlarını onaylamıyorlardı. Yani yüce Allah'ın, mülkiyeti altındaki bu varlıkların ortaksız egemeni olduğunu, bu varlıklara ilişkin her türlü tasarruf girişiminin mutlaka O'nun iznine ve şeriatine bağlı olması gerektiğini benimsemiyorlardı. Onlar işte bu yüzden müşrik sayılıyor ve yine bu yüzden hayat tarzlarına "cahiliye hayatı" adı veriliyordu.
 
Peki hayatları ile ilgili her konuyu yüce Allah'ın egemenliği dışına çıkararak bu egemenliği kendilerine yakıştırmaya yeltenenlere ne demeli? Gerek kendilerine ve gerekse hayat tarzlarına hangi adı takmalı, hangi sıfatı vermeliyiz? Onlara mutlaka müşriklikten başka bir sıfat vermek gerekiyor. Bu sıfat bizzat yüce Allah'ın ifadesi ile kâfirliktir, zalimliktir, fasıklıktır. Bu tür kimseler istedikleri kadar müslüman olduklarını iddia etsinler, kimlik belgelerinin kendilerine yakıştırdığı sıfat istediği kadar bu olsun, bu gerçeği değiştiremezler!
 
Tekrar ayete dönelim. Görüyoruz ki, burada "göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, mülkiyetinin yüce Allah'a ait olduğu" gerçeği yanında bir de şu gerçeğe dikkatler çekiliyor:
 
"Allah merhametliliği üzerine görev yazdı."
 
Yüce Allah, bu mülkün kesin malikidir. Bu konuda hiçbir rakibi, hiçbir ortağı yoktur. Fakat O kendi bağışlayıcılığının, kendi kereminin sonucu olarak merhameti üzerine görev yazdı. Bu kararı kendi iradesi ile, kendi dileği ile verdi. Bunu ona hiç kimse zorla benimsetmedi, hiç kimse önermedi ve hiçbir zorunluluk dikte etmedi. Bu karar, bu görev yazma eylemi sadece O'nun özgür iradesinin ve yüce ilâhlığının eseridir.
 
Öte yandan O'nun kendi üzerine görev olarak yazdığı bu rahmet, O'nun yaratıklarına ilişkin takdirinin, dünyada ve Ahirette onlara karşı takındığı tavrın temel kuralıdır. Buna göre bu kurala inanmak, İslâm düşüncesinin temel ilkeleri arasında yer alır.
 
Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti her konuda ve her olayda geçerli bir prensiptir. Hatta bu prensip kulların zaman zaman sıkıntılarla, zorluklarla sınavdan geçirildikleri durumlarda da yürürlüktedir. Çünkü yüce Allah kullarının bir bölümünü, emanetini taşımaya elverişli düzeye çıkarmak için onları böyle sınavlardan geçirmektedir. Bu tür sınavlar aracılığı ile o kulların içtenliğini, bağlılığını, kendini tanımasını, bilincini, hazırlığını ve yatkınlığını geliştirmek istemektedir; özleri itibarı ile kimlerin temiz, kimlerin kirli olduklarını ortaya çıkarmayı dilemektedir; Peygamberlerin peşinden gidenler ile onlara sırt çeviren döneklerin ayırd edilmesini murad etmektedir; mahvolanların da hayat bulanların da hak ettikleri sonuçlarla bile bile karşılaşmasını uygun görmektedir. Bunların hepsinin ayrı birer rahmet türü oldukları açıktır.
 
Aslında ilâhi rahmetin sonuçları ve göstergeleri ömürleri ve kuşakları kapsayacak oranda yaygındır. Kulların her anı yüce Allah'ın rahmetinin kapsamı, şemsiyesi altındadır. Biz az önce sadece yüce Allah'ın zorluklarla sınavdan geçirme kuralına ilişkin rahmetine değindik. Çünkü bu nokta kalblerin kayabildiği ve gözlerin yanlış gördükleri tehlike noktalarından birini oluşturur!
 
Biz burada ilâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini ayrıntılı biçimde saymaya kalkışacak değiliz. Sadece bu sonuçların ve göstergelerin birkaç tanesine kısaca değineceğiz. Yalnız daha önce bu ayetin hayrete sürükleyici ifade tarzı üzerinde birazcık durmak istiyoruz:
 
"O merhametliliği üzerine görev yazdı.
 
Bu surenin ilerisinde bu ifadenin şöyle bir benzeri ile yeniden karşılaşacağız: "Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı." (Ën'am Suresi: 54)
 
Bu ifadede dikkati çeken nokta az yukarda değindiğimiz bağışlayıcılık gerçeğidir; yaratıcı, mülk sahibi, kulları üzerinde kesin ve tartışmasız egemenliğin elde bulundurucusu olan Allah'ın bağışlayıcılığıdır; kullarına yönelik merhametini bu şekle büründüren, onu kendi üzerine yazılmış, kullarına karşı taahhüd edilmiş, sırf özgür iradesi ve serbest dileği ile üstlenilmiş bir görev konumuna oturtan tek taraflı bağışlayıcılığıdır. Bu dehşetli bir gerçektir. İnsan onu bu boyutları içinde düşünmeye, zihninde canlandırmaya durduğu zaman onu düşünmeye, kavramaya, etkisini algılamaya dayanamaz, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılır.
 
Bu ifadede somutlaşan bir başka ilâhi bağış daha dikkatimizi çeker. Bir öncekinden daha az önemli olmayan bu ikinci bağış, yüce Allah'ın merhametli olma görevini üzerine yazdığını kullarına bildirmesidir. Kullar kim oluyorlar ki, ilâhi iradenin yücelikler aleminde cereyan eden bir işlemi hakkında kendilerine bilgi verilsin? Kullar kim oluyorlar ki, peygamberler aracılığı ile bizzat yüce Allah'ın sözlerine yüklenen bu konudaki bilgi kendilerine ulaştırılsın? Onlar bu denli ilgiye lâyık mıdırlar ki? Değil. O halde bilgiyi vermeyi sağlayan tek faktör, kerem sahibi yüce Allah'ın kullarına yönelik yaygın bağışı ve taşkın faziletidir.
 
Eğer bu gerçeği bu şekilde düşünüp kavrayabilirsek kalblerimiz bir yandan hayrete ve dehşete kapılırken bir yandan da çapını ve ayrıntılarını kelimelerin dar kalıplarına sığdıramayacağımız bir huzura ve güvene kavuşur.
 
Bu tür gerçekleri ve bu gerçeklerin kalblerde uyandıracağı duyguları insan dili ve insan kalemi ifade etmeye elverişli değildir. İnsan kalbi onların sadece hazzını duyabilecek nitelikte yaratılmıştır, o kadar. Yoksa onları bilecek yeteneğe sahip değildir.
 
Bu gerçeğin İslâm düşüncesinde somut bir ifadeye kavuşması ilâhlık gerçeğine ve kullar ile bu yüce gerçek arasındaki ilişkiye ilişkin düşüncenin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu düşünce hoştur, güzeldir, güven vericidir, sevecen ve zariftir; aynı zamanda bu konuda İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz görüşler ileri süren bazı dar görüşlü kulların zorlamalı saçmalıkları karşısında insanı hayrete sürükleyecek bir nitelik taşır. Sebebine gelince bu düşünce Hıristiyan kilisesinin sapık görüşlerinde ileri sürüldüğü üzere hiçbir kulun yüce Allah'ın oğlu-evlâdı olduğunu söylemiyor. İslâm düşüncesi bir yandan bu tür çocukça düşüncelerin üzerine yükselirken aynı zamanda yüce Allah ile kulları arasındaki ilişkiyi böylesine insanın kelimelerin kalıplarına sığdıramayacağı, kalbleri hazzı ile doldurup taşıran ve heybeti ile ürperten yüksek bir ifade düzeyine çıkarıyor.
 
Yüce Allah'ın rahmet yağmuru tüm kulların üzerine yağar, onları tümü ile etki alanı içine alır. Onların varoluşları ve hayatları bu engin kaynaktan beslenir. Bu rahmet, varoluşun her anında ya da varlıkların hayatlarının her saniyesinde somut biçimde belirir. Özellikle insanoğlunun hayatını ele alırsak karşılaşacağımız ilâhi rahmet sonuçlarını ve göstergelerini saymaya nefes ve ömür yetiştiremeyiz. Burada yapabileceğimiz şey, bu sonuçların bazı karakteristik nitelikte olanlarını kısaca hatırlamaktır.
 
Yüce Allah'ın rahmeti, her şeyden önce insan soyunun varoluşu olayında somutlaşır, insanların hiç bilmedikleri bir kaynaktan meydana gelmelerinde tecelli eder. Yüce Allah'ın insanlara bu onurlu varoluşu sunması, onları diğer birçok canlılar karşısında üstün kılan karakteristik niteliklerle donanmış olarak yaratması, ilâhi rahmetin insan soyuna yönelik en önemli göstergesidir.
 
İlâhi rahmetin diğer bir tecelli alanı, insan soyunun emrine ve yararına sunulmuş bunca evrensel gücün ve enerji kaynağının yaratılışıdır. Bu evrensel güçlerin ve enerji kaynaklarının insan yararına sunulması, geniş anlamı ile "rızk" teriminin kapsamını oluşturur. İnsanlar hayatlarının her anında bu rahmet türünün uçsuz-bucaksız bolluğu içinde yüzerler.
 
İlâhi rahmetin diğer bir somut yansıma alanı yüce Allah'ın insana verdiği "bilgi" alanıdır. Yüce Allah -(c.c)- insana bu alanda her şeyden önce "bil i edinme" yeteneğini ve bu bilgiye yönelik yetenekleri ile evrenin mesajları ve verileri arasındaki uyumunu kavrama sezgisi sunmuştur. Tuhaftır ki, insanoğlu bu bilgiyi kullanarak yüce Allah'a karşı birtakım zorlamalı küstahlıklar seslendirmektedir. Oysa O'na bu bilgiyi öğreten, ona bu bildiklerini -terimin geniş anlamı ile- "rızık" olarak sunan O'dur.
 
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi yüce Allah'ın insanları yeryüzü halifesi sıfatı ile dünyaya yerleştirmesinden sonra kendini gösterir. Bu da insanoğlunun her doğru yolu unutup eğri yollara sapışında onu doğru yola iletecek bir peygamber göndermesi ile; ısrarlı sapıklıklarına, uyarılarına kulak asmazlığına, doğru yol çağrılarını dinlemezliğine karşı yumuşak ve toleranslı davranması ile ortaya çıkar. Oysa bu durumlarda insana hak ettiği cezayı vermek yüce Allah için son derece basittir. Fakat sırf rahmeti sayesinde bu tür sapık kullarına mühlet tanır, sadece yüce hoşgörüsünün eseri olarak onlara meydan verir.
 
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi bilmeyerek kötülük işleyip de arkasından tevbe eden günahkâr kulların affında somutlaşır. Yüce Allah bu durumlarda işledikleri kötülüklerden vazgeçen kullarına merhameti ile karşılık vereceğini üzerine görev olarak yazmıştır.
 
İlâhi rahmetin bir başka tecelli biçimi insanların davranışlarına, karşılık biçerken gözettiği ilkede somutlaşır. Yüce Allah kötülüğe sadece hak ettiği cezayı verirken iyiliğe, karşılığının on katı kadar, hatta dilediğinde daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra kötülükleri iyilikler aracılığı ile siliyor, hesaptan düşürüyor. Bütün bunlar yüce Allah'ın ayrı birer bağışıdır. Yoksa hiç kimse sırf kendi iyi amelinin karşılığında cennete girmeyi hak edemez. Ancak yüce Allah'ın rahmetinin kapsamı altına aldığı bahtiyar kullar cennete girebilirler. Bu kural Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- için bile geçerlidir. Nitekim Peygamberimiz, insanın yetersizliğinin ve yüce Allah'ın faziletinin tam anlamı ile bilincinde olan bir kul sıfatı ile bu gerçeği bizzat kendisi dile getirmiştir.
 
İlâhi rahmetin sonuçlarını ve göstergelerini izlemeyi bu kadarlıkla noktalayarak bu işi yapmaya gücümüzün yetmeyeceğini, takatimizin böyle bir çabaya yetişemeyeceğini açıkça söylememiz en doğru ve en yerinde davranış olacaktır. Yoksa bu konuda bir yere varamayız, bir başarı elde edemeyiz. Yüce Allah her an, mümin kulunun kalbine rahmetinin çeşitli kapılarını açıyor, insan da bu rahmet esintilerinin bağışlayıcısı ile ilişki kuruyor, O'nu tanıyor, O'nun varlığında huzura eriyor, himayesinde güven buluyor, gölgesinde dirliğe kavuşuyor. İnsanın gücü bu alanlardan bir tekini bile kavrayamaz, mahiyetini seçemez. Nerede kaldı ki, o anı anlatabilsin, dile getirebilsin.
 
Şimdi Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu ilâhi rahmeti kalblere mümkün olduğu oranda tanıtacak bir somutlukla nasıl dile getirdiğini görelim:
 
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
 
"Yüce Allah yaratma eylemini sona erdirince- Müslim'de yeralan rivayete göre `Yüce Allah varlıkları yaratınca- Arşın üzerinde, yanında bulunan bir kitabta' Benim rahmetim, gazabımı geride bırakmıştır! Buhari'de yeralan başka bir rivayete göre "Benim rahmetim, gazabıma üstün gelmiştir"- diye yazdı. (Buhari, Müslim)
 
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsan- şöyle buyuruyor:
 
"Yüce Allah rahmetini yüz bölüme ayırmış, bunun doksan dokuzunu yanında alıkoyarak sadece bir tanesini yeryüzüne indirmiştir. İşte yavrusuna basmamak için ayağını yukarı kaldıran ana hayvana varıncaya kadar bütün canlılar bu bir tek rahmetten aldıkları pay sayesinde birbirlerine karşı merhamet gösterirler." (Buhari, Müslim)
 
Sahabilerden Selman-ı Farisi'nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
 
"Yüce Allah'ın yüz tane rahmeti vardır. Bunlardan biri sayesinde tüm canlılar birbirlerine karşı merhametli davranıyorlar. Bu yüz rahmetin doksan dokuz bölümü Kıyamet günü için ayrılmıştır." (Müslim)
 
Yine Müslim'de yeralan bir başka rivayete göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
 
"Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet yarattı. Bu rahmetlerden her biri gökle yer arası büyüklüğündedir. Bu rahmetlerden sadece bir tanesini yeryüzüne ayırdı. Bu tek rahmetten aldıkları pay sayesinde analar yavrularına, vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine karşı şefkâtli ve sevecen davranmaktadırlar. Kıyamet günü gelince yüce Allah bu yüz bölümlü rahmetini tamama erdirir."
 
Peygamberimizin bu somutlaştırıcı ve duyguları harekete geçirici ifadesi yüce Allah'ın rahmetinin tasarımını insan idrakine yaklaştırıyor. Sebebine gelince, insan gündelik hayatında bütün canlıların analarının yavrularına yönelik şefkatini görür, seyreder ve bu manzaralar karşısında duygulanır. Aynı şekilde insan kalblerinin küçüklere, yaşlılara, güçsüzlere, hastalara, akrabalara, arkadaşlara ve dostlara yönelik merhametini ve cana yakınlığını izler. Bu arada çevresindeki kuşların, yırtıcı hayvanların birbirlerine karşı gösterdikleri ve zaman zaman kendisini hayrete ve dehşete sürükleyen gösterilere dönüşen merhameti, sevecenliği gözler. Sonra da bütün bu merhamet gösterilerinin, yüce Allah'ın rahmet bütününün bir tek parçası sayesinde ortaya çıktığını düşünür. İşte o zaman yüce Allah'ın ölçüler-üstü büyüklükteki rahmet tasarımının idrakine bir dereceye kadar yaklaşmış olur.
 
Peygamberimiz bu ölçüler-üstü büyüklükteki ilâhi rahmeti arkadaşlarına anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu.
 
Nitekim Hz. Ömer, bize bu sürekli çabanın şöyle bir kanıtını sunuyor:
 
"Bir keresinde Peygamberimizin huzuruna bir grup savaş tutsağı getirilmişli. O sırada memelerini ovalaya ovalaya bir yere doğru koşan bir esir kadın dikkatimizi çekti. Kadın esirler arasındaki bir çocuğu buldu, onu tutup bağrına bastı ve emzirmeye başladı. Bunu gören Peygamberimiz bize 'Bu kadının çocuğunu ateşe atacağını düşünebiliyor musunuz?' diye sordu. Kendisine `Hayır, Allah'a yemin ederiz ki, onu ateşe atmamak elindeyken böyle bir şey yapmaz' diye cevap verdik. Bunun üzerine bize şöyle buyurdu; Yüce Allah'ın kullarına yönelik merhameti bu kadının yavrusuna karşı beslediği şefkatten daha güçlüdür." (Buhari, Müslim)
 
Nasıl öyle olmasın ki, söz konusu kadının yavrusuna karşı beslediği analık şefkati, yüce Allah'ın engin rahmetinin tek bir parçasından payına düşen rahmetin tezahüründen ibarettir.
 
Peygamberimizin bu Kur'an kaynaklı gerçeği bu duygulandırıcı üslupla `arkadaşlarına öğretmesinin sonucunda sahabiler, yüce Allah'ın merhamet ahlâkı ile ahlâklanmak yolunda her gün yeni bir adım atıyorlar, hem kendi aralarında ve hem de tüm canlılara karşı merhametliliği benimsiyorlar, nasıl ki daha önce yüce Allah'ın kendilerine yönelik merhametinden haz duymuşlar ise kalbleri bu uygulamanın sonucunda merhametli davranışlarının hazzı ile besleniyordu. Nitekim Abdullah b. Amr İbn-il As'ın bildirildiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor.
 
"Merhametlilere yüce Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki, gökte bulunan da size merhamet etsin." (Tirmizi, Ebu Davud)

 
Sahabilerden Cerir'in bildirdiğine göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
 
"İnsanlara karşı merhametli davranmayanlara Allah da merhamet etmez." (
Buhari, Müslim, Tirmizi)
 
Sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
"Merhamet duygusu sadece kötülerin kalbinden çıkarılır." (Tirmizi, Ebu Davud)
 
Yine Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz bir gün Akra b. Habis'in yanında torunu Hz. Hasan'ı öptü. Bunu gören Akra "Benim on çocuğum var, şimdiye kadar hiçbirini öpmüş değilim" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz bakışlarını Akra'ya çevirerek "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" buyurdu. (Buhari, Müslim)
 
Peygamberimizin sahabelere yönelik merhamet dersleri sadece insanlara merhamet etme telkinleri ile sınırlı kalınıyordu. Tersine onlara yüce Allah'ın merhametinin her şeyi kapsamı altına aldığını ve müminlerin de ilâhi ahlâkı ahlâk edinmekle görevli olduklarını, buna göre ilâhi ahlâkı ahlâk edinmiş olabilmek için insanın tüm canlılara karşı merhametli davranması gerektiğini, ancak böyle yapınca tam anlamı ile insan olabileceğini öğretiyordu. O'nun bu konuda izlediği öğretim-eğitim yöntemi hep bildiğimiz duyguları harekete geçirici yöntemdi.
 
Nitekim Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki:
 
"Adamın biri yolda yürürken oldukça susamıştı, karşısına bir kuyu çıktı, hemen aşağı inerek su içti ve yukarı çıktı. O sırada birden gözüne aşırı susuzluktan dilini sarkıtıp soluyan ve toprak yiyen bir köpek ilişti. Bunun üzerine içinden `Anlaşılan bu köpek de benim az önce susadığım kadar susadı' diyerek az önce suyundan içtiği kuyuya indi, ayağındaki mestin tekine su doldurdu, dolu mesti dişleri arasında sıkıştırarak yukarı çıktı ve köpeğe su verdi, bunun üzerine yüce Allah adamı, bu hoşnut edici davranışı karşılığında affetti."
 
Peygamberimizin bu sözlerini dinleyen sahabiler "Ya Resulallah, hayvanlar yüzünden sevap kazanabilir miyïz?" diye sordular. Peygamberimiz bu soruya "Her yaş ciğer (canlı) sizin için bir sevap kazanma sebebidir." buyurdu. (Buhari, Müslim)
 
Başka bir rivayete göre Peygamberimiz bu olayı şöyle anlatmıştı:
 
"Günahkâr bir kadın bir defasında bir kuyu etrafından dönüp duran bir köpeğe rastladı. Hava sıcaktı. Köpek susuzluktan dilini sarkıtmıştı. Bunu gören kadın ayağından mestini çıkardı ve içine kuyudan su doldurarak köpeğe içirdi, bunun üzerine Allah o kadını affetti."
 
Oğlu Abdurrahman'ın bildirdiğine göre sahabilerden Abdullah şöyle diyor:
 
"Peygamberimiz ile birlikte bir seferdeydik. Bir yerde bir kuş gördük, iki yumurtası vardı, kuş uçunca yumurtalarını aldık. Az sonra kuş geldi, tepemiz üzerinde uçuyordu, nerede ise kanatlarının üzerimize değdirecekti. O sırada çıkagelen Peygamberimiz bize `Kim bu kuşu yavrusundan ayırdı, yavrusunu ona geriveriniz' buyurdu. Bu arada tarafımızdan yakılmış bir karınca yuvası görünce bize `Bunu kim yaktı?' diye sordu. Kendisine `Biz yaktık' diye cevap vermemiz üzerine şunları söyledi; `Ateşin Rabbinden başka hiç kimse ateş ile azap etmemelidir." (Ebu Davud)
 
Öte yandan Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:
 
"Vaktiyle karıncanın biri bir peygamberi ısırmıştı. Bunun üzerine o peygamberin emri ile karıncanın yuvası yakılıverdi. Hemen arkasından yüce Allah o peygambere vahiy yolu ile şöyle buyurdu; `Bir karınca seni ısırdı diye tesbih eden bir canlılar topluluğunu yakıverdin." (Buhari. Müslim)
 
İşte Peygamberimiz sahabilere Kur'an'ın eğitim metodunu böyle öğretti. Onları merhametli davranmaya alıştırırken yüce Allah'ın rahmetinin tadına vardırdı. Öyle ya, onların birbirlerine karşı gösterdikleri bu merhamet yüce Allah'ın çok sayıdaki rahmet dilimlerinden birinin eseri değil miydi?
 
Bu gerçek müslümanın zihnine iyice yerleşince mutlaka onun duygu dünyasında, hayatında ve ahlâkında derin etkiler meydana getirir. Bu etkileri de ayrıntılı biçimde belirlemek zordur. Biz şimdi bu etkilere kısaca değinmekle yetinmek durumundayız. Yoksa bu tefsir kitabının dengeli olması gereken çerçevesini aşarak bağımsız bir konuya dalmış oluruz.
 
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin kalbine Rabbine ilişkin güven aşılar. Bu güven kalbleri kaydıran ve gözleri şaşırtan sıkıntılı sınav dönemleri için de geçerlidir. Çünkü mümin, emindir ki; her gelişmenin, her durumun ve oldu-bittinin ardında yüce Allah'ın rahmeti vardır; mümin kesinlikle biliyor ki; Rabbi kendisini yüzüstü bıraktı diye ya da onu rahmetinden kovdu diye sıkıntıya düşürmüyor. Sebebine gelince yüce Allah, rahmetini dileyen hiç kimseyi rahmetinden kovmaz. İnsanları Allah'ın rahmetinden kovanlar, yoksun bırakanlar yine insanların kendileridirler. Onlar yüce Allah'ı inkâr ederek, O'nun rahmetini reddederek, bu rahmetten uzaklaşarak ondan kendilerini yoksun bırakırlar.
 
Bu güven duygusu müminin kalbini dayanma gücü ve sabırla, umut ve iyimserlikle, rahatlık ve huzurla doldurur. Çünkü kalbi bu duygular ile dolu olan mümin sevecen bir koruyucunun himayesindedir, bu himayeden uzaklaşıp başıboşluğa düşmedikçe sürekli olarak onun gölgesinde huzur içinde yaşar.
 
Bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak müminin duygu dünyasında Allah'dan utanma (haya) hissini kamçılar. Çünkü yüce Allah'ın bağışlayıcılığına ve rahmetine bağlanan umut, bazılarının sandığı gibi, insana günah işleme cüreti aşılamaz, tersine bağışlayıcı ve merhametli olan yüce Allah'dan utanma duygusunu güçlendirir. İlâhi merhametin günah işlemeye cüretlendirdiği kalb, gerçek anlamda imanın hazzına varamamış olan bir kalb olabilir. Bundan dolayı bazı sözde tasavvufçuların yüce Allah'ın hoşgörüsünün veya bağışlayıcılığının ya da rahmetinin hazzını tadabilmek için bile bile günah işledikleri biçimindeki saçmalıklarına anlam veremiyorum, bunların aslı olabileceğine inanamıyorum. Çünkü ilâhi rahmet karşısında sağlıklı fıtratın mantığı bu değildir!
 
Yine bu gerçeğin bu düzeyde bilincinde olmak, müminin ahlâk anlayışını güçlü bir biçimde etkiler. Çünkü mümin, yüce Allah'ın ahlâkını kendi ahlâkı haline getirmekle, Allah'ın huylarını huy edinmekle görevlidir. Bunun yanısıra bütün kusurlarına, günahlarına ve yanılgılarına rağmen ilâhi rahmet tarafından çepeçevre kuşatılmış olduğunu görüp duruyor. Bütün bunlar kendisine nasıl merhametli olacağını, nasıl hoşgörü göstereceğini, nasıl başkalarının kusurlarını bağışlayacağını somut örnekler halinde öğretiyor. Biz yöntemini bu büyük gerçeğe dayandıran Peygamberimizin, sahabilere yönelik eğitiminde bu ilâhi örneklerden nasıl yararlandığını az yukarda görmüştük.
 
Okuduğumuz ayetin belirlemesine göre yüce Allah'ın insanları Kıyamet günü biraraya getirecek olması O'nun rahmetinin göstergelerinden, sonuçlarından biridir. Tekrarlıyoruz:
 
"De ki; 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki; Allah'ındır.' O merhametliliği üzerine görev yazdı; sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir. Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar."
 
Gerçekleşeceği kuşkusuz olan o büyük toplantı, yüce Allah'ın üzerine görev yazdığı bu rahmetin bir parçasıdır. Bu toplantı olayının arkasında yüce Allah'ın kullarına yönelik bir ilgisi bulunduğu bellidir. Çünkü yüce Allah, insanları belli bir iş için yarattı, onları belli bir amaçla yeryüzünde halifeliğe getirdi, onları boşu boşuna yaratmadı, amaçsız ve başıboş bırakmadı. Tersine onları Kıyamet günü biraraya getirecektir. Bu gün insanların ulaşacakları son aşamadır. Tıpkı yolcuların varmak istedikleri son durak gibi. Yüce Allah o gün insanlara kendisine yönelik çabalarının, rızasına dönük emeklerinin karşılığını verecektir, dünyadaki çalışmalarının titiz değerlendirmesi sunulacaktır. Onların hiçbir emeğini boşa çıkarmayacak, hiçbir ücretlerini kesmeyecektir. Tersine Kıyamet günü insanlara ücretleri, ödülleri tastamam verilecektir. Bu uygulama başlı başına ilâhi rahmetin göstergelerinden biridir. Ayrıca yüce Allah, kötülüğe sadece karşılığı olan cezayı verirken iyiliğe on katı kadar ve dilediklerine daha yüksek katlarda ödül veriyor, bunun yanısıra dilediği kimselerin dilediği günahlarını siliyor ki, bütün bu uygulamalar söz konusu büyük toplantıda tecelli edecek olan birer ilâhi rahmet göstergesidir.
 
Cahiliye döneminin Arapları müslüman olma şerefine erip bu dinin yüce düzeyine yükselmeden önce Kıyamet günü olgusunu inkâr ediyorlardı. Bu konudaki tutumları tıpkı günümüzdeki yoldaşları olan sözde modern cahiliye bağlılarının tutumları gibi idi. İşte bu gerekçe ile ayetin bu kısmında çeşitli pekiştirme yöntemleri ile donatılmış bir anlatıma yer verildiğini görürüz. Bundan maksat, müşrik Arapların ısrarlı yalanlamalarına karşı koymaktır. Tekrar okuyoruz:
 
"Sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle biraraya getirecektir."
 
O gün kayba uğrayacak olanlar, zarara sürüklenecek olanlar sadece dünyada iman etmemiş olanlar olacaktır. Bunlar bir yandan zarar ederken öbür yandan kâr edecek değildirler, her şeylerini tümü ile yitirecekler, kesinlikle zarara batacaklardır. Çünkü kendi özlerini yitirecekler, kendi benliklerine kıymış olacaklardır. Bu yüzden herhangi bir şeyi kazanma imkânını tamamı ile yitireceklerdir. İnsan kazandığı şeyi özü için, benliği hesabına kazanır, öyle değil mi? Eğer benliğini kaybederse, özüne kıyarsa artık neyi, kimin hesabına kazanabilir'? Okuyoruz:
 
"Kendilerine kıyanlar var ya, buna sadece onlar inanmazlar."
 
Bu kimseler kendi özlerine kıymışlar, onu yitirmişlerdir. Artık ellerinde iman edecek bir öz kalmamıştır. Bu ifade pratik bir durumu anlatan gerçekçi bir deyimdir. Bu din insan fıtratına yönelik derin ve etkili mesajlar, inandırıcı kanıtlar içerir. Böyle olduğu halde ona inanmayanlar, mutlaka daha önce fıtri özlerini yitirmiş olmalıdırlar. Mutlaka bünyelerindeki fıtri karşılık verme ve benimseme cihazları dumura uğramış, işlemez olmuş ya da perdelenmiş, maskelenmiş olmalıdır. Onlar bu durumda öz benliklerini kaybetmişlerdir. Çünkü öz benliklerinin yapısında saklı duran canlı fıtratlarının reaksiyon gösterme ve kabul etme cihazlarından yoksun kalmışlardır. Bundan dolayı onlar inanmıyorlar. Sebebine gelince inanacak bir öz benlikleri kalmamıştır artık. Çevrelerinde inanmaya çağırıcı kanıtların ve mesajların bol olmasına rağmen bu kimselerin iman etmemiş olmalarının anlamlı açıklaması budur. İşte Kıyamet günü onların akıbetlerini bu çarpıklıkları belirleyecektir. Bu akıbet, daha önceki öz benlikleri ile ilgili kayıplarının doğal sonucu olarak ortaya çıkacak olan büyük kayıp ve onarılmaz yıkımdır.
 
Daha sonraki ayette varlıklar zaman boyutu içinde inceleniyor. Oysa deminki ayette varlıklar mekân boyutu içinde ele alınmıştı. Böylece yüce Allah'ın varlıklar üzerindeki rakipsiz mülkiyeti, onları bilgisinin ve işiticiliğinin kapsamı altında tutuşu vurgulanıyor. Okuyoruz:
 
"Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O'nundur. O her şeyi işiten ve
bilendir."
 
Ünlü tefsir bilgini Zımahşerî'nin "Keşşaf" adlı tefsir kitabında belirttiği gibi buradaki "barındırdığı" kelimesi "barınmak" kökünden gelir. Buna göre ayetin ilk cümlesinin en akla yakın yorumu "geceyi ve gündüzü barınak edinen her şey" şeklindedir ki, bu da "varlıkların tümü" anlamına gelir. Böylece ayet, tüm varlıkların mülkiyetinin Allah'ın tekelinde olduğunu belirtmiş oluyor. Bir önceki ayette de O'nun bütün varlıkları içeren ortaksız mülkiyeti dile getirilmişti. Fakat bu iki ayetin anlatımları arasında şu kadarcık bir fark vardır. "De ki; `Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki; `Allah'ındır." ayeti varlıkları mekân boyutu açısından ele alırken şimdi incelemekte olduğumuz "Gecenin ve gündüzün barındırdığı her şey O'nundur." ayeti varlıkları zaman boyutunda gündeme getirmektedir. Kur'an belirli bir meseleyi ayrıntılı biçimde irdelerken bu tür ifade çeşitlemelerine sık sık başvurur. Bu iki ayete ilişkin birçok farklı yorumlar içinde beni en çok tatmin eden yorum bu olmuştur.
 
Ayetin sonundaki Allah'ın her şeyi bildiğini ve her şeyi işittiğini vurgulayan yorum cümlesi bir yandan O'nun tüm varlıkları kapsamı altında tuttuğunu ve bir yandan da bu ayetin muhatabı olan müşriklerin bu varlıklara ilişkin çeşitli saçma sözlerinden haberdar olduğunu ifade eder. Bilindiği gibi o günün müşrikleri yaratıcı ve mülkün sahibi Allah'ın birliğini kabul ettikleri halde bu surenin sonlarında göreceğimiz üzere bir kısım meyvaları, hayvanları ve insan yavrularını düzmece tanrılarına ayırıyorlardı. İşte bu yüzden burada bu müşrikler her şeyin yüce Allah'ın mülkiyet tekelinde olduğu gerçeği ile yüzyüze getiriliyor, bu gerçek -yeri geldiğinde- yüce Allah'ın izni olmaksızın O'na koştukları ortaklara ayırdıkları varlıklar konusunda kendilerini hesaba çekme gerekçesi olarak kullanılacaktır. Bu rakipsiz mülkiyet ilkesinin belirtilmesi, bunun yanısıra, az sonra incelediğimiz ayetlerde dile gelen yüce Allah'ın ortaksız dostluğunu onaylama ilkesine zihinleri hazırlayan bir bağlantı oluşturup, o ilkeye gerekçe sağlıyor. Sebebine gelince madem ki, yüce Allah tüm varlıkların ortaksız malikidir; her şey her zaman ve her yerde O'nun mülkiyeti altındadır; madem ki, O'nun bilgisi ve işiticiliği her şeyi ve her şey hakkında söylenen sözlerin tümünü kapsamaktadır; o halde O'nun ortaksız biçimde dost ve veli edinilmesi kesin bir gerekliliktir.
 
ALLAH DOSTLARI
 
Yüce Allah'ın rakipsiz yaratıcı ve ortaksız mülk sahibi olduğu belirtildikten sonra şimdi de Allah'dan başkasından yardım isteme, O'ndan başkasına kulluk sunma ve O'nun dışında dost edinme girişimlerine yönelik sert bir azarlama ile karşılaşıyoruz. Böyle bir tutumun yüce Allah'a teslim olmakla çelişeceği ve müslüman olmakla bir arada barınamayacak bir şirk oluşturacağı vurgulanıyor. Bu arada yüce Allah'ın "göklerin ve yerin yoktan var ediciliği", "yediriciliği, fakat bir yediricisinin bulunmadığı", "yarar ve zarar dokunduruculuğu", "güçlü ve karşı konulmaz iradeli"liği gibi sıfatları gündeme getiriliyor. Arkasından korkunç ve tüyler ürpertici azabı hatırlatılıyor. Böylece sahneye tümü ile yüksek frekanslı ve derin ürpertili yücelik ve dehşet imajları hakim oluyor. Okuyalım:

14- De ki; "Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, O göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur. " De ki; "Müsiümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi. "
 
15- De ki; "Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım. "
 
16- O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur. "
 
17- Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
 
18- Kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir, O her şeyden haberdardır.
 
Yüce Allah'ı dost (veli) edinmek şu anlamları ifade eder: Yüce Allah'ı Rabb, efendi ve ibadet sunma makamı edinmek; O'nun ortaksız egemenliği altına girip sırf O'na boyun eğmek; ibadet amaçlı davranışları sırf O'na yöneltmek; yardım istenecek ve güvenilecek dayanak olarak sırf O'nu tanımak; zor anlarda sırf O'na başvurmak. İşte kelimenin tüm bu anlamları ile yüce Allah'ı veli edinme, dost bilme meselesi özünde inanç meselesinin ta kendisidir. Yani ya sırf yüce Allah, kelimenin bütün anlamları ile veli edinilecek, dost bilinecek ki, bu İslâm'dır.. ya da bu anlamların herhangi birinde yüce Allah'a bir başkası eş tutulacak ki, bu da aynı kalbde müslümanlıkla bir arada barınması mümkün olmayan müşrikliktir!
 
İşte bu gerçek okuduğumuz ayetlerde en güçlü ifade, en etkili imajlarla belirtiliyor. Tekrarlıyoruz:
 
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur.' De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."
 
Fıtratın güçlü ve köklü mantığıdır bu. Dostluk kime sunulacak, kime bağlanılacak? Göklerin ve yerin yoktan var edicisine değil de kime? Göklerde ve yerde yaşayan bütün canlıların rızkını verene, herkesi yedirdiği halde yedireni olmayana değil de kime? Evet;
 
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim?"
 
Saydığımız sıfatları taşıyan yüce Allah varken böyle bir şey düşünülebilir mi? Yüce Allah'dan başka birini dost edinmek, -eğer bu dost edinmenin amacı yardım görmek ve destek sağlamak ise- hangi mantığa sığar! Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı yüce Allah'dır, göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Eğer bu dost edinmenin amacı rızka kavuşmak, besin kaynakları elde etmek ise göklerde ve yerde yaşayan canlıların tümüne rızık veren, yiyecek sağlayan yüce Allah'tır. O halde rızık verme yetkisini tekelinde bulunduran mutlak egemenin dışındaki birini dost edinmenin ne gibi bir gerekçesi olabilir? Okumaya devam ediyoruz:
 
"De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi', bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."
 
Müslüman olmamın, müşrik olmamamın kesin ve somut anlamı yüce Allah'dan başkasını dost (veli) edinmememdir. Yüce Allah'dan başkasını hangi anlamda olursa olsun dost edinmek müşrikliktir ve müşriklik asla müslümanlıkla bağdaşmaz, müslümanlığın yerine geçemez.
 
Tek ve kesin bir mesele karşısındayız. Yumuşamayı ve kaypaklığı kabul etmeyen son derece kesin bir mesele. Ya yönelişte, mesaj almada, boyun eğmede, ibadette, yardım istemekte yüce Allah tek ve ortaksız bilinecek, bütün bu konularda mutlak egemenliği onaylanarak başka birinin bu alanların herhangi birinde O'na ortak olabileceği iddiası kökten reddedilecek, hem duygusal hem de ameli bağlılık gelenekte ve şeriatte O'nun rakipsiz otoritesine dayandırılacak, ya bütün bunlar olacak ki, bu İslâm'dır; ya da bu konuların herhangi birinde yüce Allah'a, bir başkası ortak sayılacak ki, bu da müşrikliktir ve asla müşriklik ile İslâm ayni kalbde biraraya gelemez.
 
O günün müşrikleri Peygamberimizi bu konuda yumuşak ve kaypak davranmaya çağırıyorlardı. Düzmece ilâhlarına yer verdiği takdirde O'nunla birlikte bu dine gireceklerini söylüyorlardı. İlâhlığın bazı karakteristik özelliklerini sosyal. konumlarını, nüfuzlarını ve yararlarını sürdürebilmeleri için keyiflerine göre kullanmalarına göz yummasını istiyorlardı. Bu özelliklerin başında nelerin helâl ve nelerin haram olduğunu belirleme yetkisi geliyordu. Onlar bu ödünler karşılığında Peygamberimize muhalefetten vazgeçmeyi, hatta O'nu başlarına getirmeyi, kendisini servete boğmayı ve kızlarının en güzelleri ile evlendirilmesini öneriyorlardı. Fakat Peygamberimiz, bu sert reddiyeyi onların yüzlerine karşı açık açık haykırmakla emr olundu.
 
Müşrikler, Peygamberimize bir yandan işkence, savaş ve tepeleme eli kaldırırken öte yandan ayartma, barış ve yumuşama eli uzatıyorlardı.
 
Bu iki yüzlü girişime karşı Peygamberimize bu sert reddiyeyi, bu açık tutum kararlılığını ve hiçbir kaypaklığa, hiçbir yavşaklığa yer bırakmayan bu kesin yol belirlemeyi ortaya koyması emrediliyordu.
 
Bunun yanısıra O'na müşriklerin kalblerine korku ve ürküntü salması da emrediliyordu; aldığı emrin ve yükümlülüğün şakaya gelir tarafının olmadığını, müslüman olmaya ve yüce Allah'ın birliğini onaylamaya ilişkin ilâhi emri yerine getirmediği takdirde Rabbinin azabına çarpılmaktan korktuğunu açıkça belirtmesi telkin ediliyordu. Okuyoruz:
 
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.'
 
O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur ki, işte kesin kurtuluş budur."
 
Bu ifadeler Peygamberimizin, Rabbinin emri karşısındaki gerçek duygularını tasvir ediyor, O'nun ilâhi azabtan korktuğunu elle tutulur biçimde ortaya koyuyor. Nasıl korkmasın ki, herhangi bir kulun bu azaptan uzak tutulması yüce Allah'ın bir rahmet göstergesi ve kesin kurtuluşu sayılıyor.
 
Bunun yanısıra bu ifadeler, gerek o zamanın ve gerekse bütün zamanların müşriklerinin kalblerine ürperti salacak bir hamle niteliği taşırlar. O "büyük gün"ün, yani Kıyamet gününün azabını tasvir eden titretici bir hamle karşısındayız. Bu hamle yırtıcı bir kuş gibi avını kovalıyor, başı üzerinde daireler çizerek alçalıyor ve birden yakalamak üzere üzerine çullanıyor. Onu avını pençesine geçirmekten sadece Allah'ın yüce gücü alabilir, sadece bu güç onu burnundan tutarak başka tarafa yöneltebilir! Bu tasvir karşısında okuyucunun nefesi gırtlağında düğümleniyor, bu somut sahneyi seyrederken yırtıcı kuşun avına pençe salacağı son anı içi titreyerek kolluyor.
 
Ayrıca Peygamberimiz neden yüce Allah'dan başkasının dost (veli) edinsin ki? Niçin kendisine yasaklanmış olan müşrikliğe bulaşarak, benimsemekle emredildiği İslâm'a ters düşmeyi göze alsın ki? Niçin bu günahın arkasından gelecek olan korkunç, dehşetli azabın kucağına atılsın ki? Ola ki, şu dünya hayatında bir yarar sağlar ya da bir zararı başından savar diye mi? Sıkıntı anında insanlardan yardım alabilir ve rahatlık anında insanlardan yarar görebilir beklentisi gerekçesi ile mi? Oysa bu beklentilerinin hepsi yüce Allah'ın elindedir. Sebepler dünyasına ilişkin mutlak güç O'ndadır, kullarının davranışlarını yönlendirecek karşı durulmaz irade O'nun iradesidir, sonra O'nun hem verirken ve hem de kısarken mutlaka bir hikmeti, bir bildiği vardır. Okuyoruz:
 
"Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
 
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir, O her şeyden haberdardır."
 
Bu ayetlerde vicdanın fısıltıları, gönlün vesveseleri, kuruntuları, arzuların ve fobilerin kuytulukları, kuşkuların ve beklentilerin sızma yolları izleniyor. Arkasından bunların tümü inanç nuru ile, iman belirginliği ile, düşünce berraklığı ile ve ilâhlığın özüne ilişkin doğru bilgi ile cilâlanıyor, aydınlatılıyor. Çünkü Kur'an'ın burada ve bu bölümde ele alıp çözüme kavuşturduğu mesele son derece hayatî bir meseledir.
 
 
ŞAHİTLERİN TUTUMU
 
Son olarak bu dalganın en yüksek noktasını oluşturan bölüm geliyor. Yüksek frekanslı ve derin etkili mesaj geliyor. Uyarma, şahit tutma, karşı tarafla ilişki kesme ve müşriklik cürmüne katılmama sahnesi karşısındayız. Bütün bunlar yüksek bir ses tonu ile ve ürpertici bir kararlılıkla ifade ediliyor. Okuyoruz:
 
19- De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an, gerek sizi gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahadet etmem; 'De ki; "O tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım "
 
Bu tek ayette bu kadar kesitin ve imajın birbirini izlemesi, ardarda sıralanması şaşırtıcı bir şey! Bu izleme ve sıralanma an-be-an, tablo tablo bu sahneyi canlandırıyor. Öyle ki, neredeyse sahnede yeralan insanların mimikleri dile gelecek ve nefes alıp vermelerinin sesi duyulacak.
 
Meselâ işte şu Peygamberimiz! Rabbinden bu emri alıyor. Arkasından müşriklerin karşısına dikiliyor. Yüce Allah'ın dışında başka ilâhlar edinen, ilâhlığın bazı vazgeçilmez karakteristiklerini bu düzmece ilâhlarına yakıştıran ve Peygamberimizin getirip kendilerine tanıttığı İslâm'a girmelerinin karşılığında O'ndan bu tutumlarını onaylamasını isteyen müşrikler ile yüzyüze geliyor. Sanki onların istedikleri olabilirmiş gibi! Sanki onların düşündüğü tarzda müslümanlık ile müşriklik birbirleri ile bağdaşabilir, aynı kalbde buluşabilirmiş gibi! Gerçi şimdi de böyle düşünenler, müşriklerin o günkü zihniyetini devam ettirenler var! Böylelerine göre hayatın yönlendirmesine ilişkin konularda yabancı kaynaklardan mesajlar alınırken, yüce Allah'tan başkasına boyun eğilirken, yüce Allah'dan başkası dost ve dayanak edinilirken, bütün bunlar yapılırken bir yandan da müslüman olmak mümkündür!
 
İşte Peygamber Efendimiz, şu müşriklerin karşılarına dikilerek onlara tanıtımını üstlendiği kendi dini ile dinleri arasında, kendi inandığı Allah'ın birliği ile onların müşrikliği arasında, kendi İslâmı ile onların cahiliye zihniyeti arasında yol ayrımı olduğunu açıklıyor. Onlar sapık dinlerinden çıkıp kendi dinine girmedikçe aralarında hiç ortak nokta bulunamayacağını anlatıyor, bu konuda uzlaşmanın söz konusu olamayacağını belirtiyor. Çünkü daha işin başında yolları birbirinden ayrılıyor.
 
Aha işte, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki "tanık getirme" sahnesinin herkese açık perdesi gözler önüne geliyor:
 
"De ki; `En büyük şahitlik' kimindir?"
 
Yani şu evren bütününde tanıklığı en büyük olan şahit kimdir? Tanıklığı bütün tanıklıklara baskın gelen şahitlik kiminkidir? Kimin tanıklığı meseleyi köklü çözüme bağlar ve başkasının tanıklığına yer bırakmaz?
 
Tüm evrende şahitliğinin ağırlığı olabilecek başka hiçbir "şey" olmadığını vurgulamak, mutlaklığın yaygınlığını ifade edebilmek için böylesine bir soru üslubuna başvuruluyor:
 
"En büyük şahitlik kiminkidir?"
 
Peygamberimize nasıl bu soruyu sorması emrediliyorsa cevabını kendisinin vermesi emrediliyor. Çünkü bu sorunun başka bir cevabı yoktur. Bu hem sorunun muhataplarının Hirafı ile hem de aslında böyledir:
 
"De ki; `Allah'ınkidir."
 
Evet. En büyük şahitlik Allah'ınkidir. Gerçeği O açıklar, meseleyi en iyi o çözüme bağlar. O'nun şahitliğinden sonra başka bir şahitliğe, O'nun sözünden sonra başka bir söze yer yoktur. O bir şey söyleyince söylenecek başka bir şey kalmaz, mesele bitmiş olur.
 
Bu gerçek, yani yüce Allah'ın şahitliğinin en ağırlıklı şahitlik olduğu gerçeği açıklanır-açıklanmaz hemen arkasından kendilerine bildiriliyor ki, Peygamberimiz ile aralarında bizzat yüce Allah şahittir:
 
"Benimle sizin aranızda Allah şahittir."
 
Yani "Aramızdaki davada şahidimiz Allah'dır." İbarede gördüğümüz bu kesiklik, bazı sözlerin düşmüşlüğü sahnenin heyecanlı havasına son derece uygun düşüyor. Bu ifade tarzı gizli kelimeleri açığa çıkarmak sureti ile "Allah sizinle benim aramda şahittir." şeklinde bir cümle kurmaktan çok daha etkileyicidir.
 
Peygamberimiz temel ilkeyi, yani bu meselede yüce Allah'ın karar mercii olduğu ilkesini ortaya koyduktan sonra müşriklere açıklıyor ki, yüce Allah'ın şahitliğini şu Kur'an içeriyor, yüce Allah ona kendisine müşrikleri uyarsın diye indirdi, gerek Peygamber'in sağlığında ve gerekse ölümünden sonra bu Kur'an ulaşabildiği herkes için bir uyarıcı görevi yapacaktır. O gerek o günkü müşrikler ve gerekse bilgisine ulaşabildiği diğer herkes aleyhine kanıttır. Çünkü yüce Allah'ın bu temel konuya ilişkin şahitliğini içeriyor. Gerek dünya ve Ahiret, gerekse evrenin ve insanın varoluşu bu temel meseleye dayanır. Okuyoruz:
 
"Bu Kur'an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi."
 
O halde şu Kur'an, kime anlayabileceği bir dille anlatılır da adam onun içeriğini anlayabilirse artık o aleyhine delil olmaya başlar, uyarı mesajını almış olur, eğer bu mesajı aldıktan sonra gerçeği yalanlarsa azaba çarpılmayı hakkeder.
 
(Fakat eğer bir kimse Arapça bilmediği için Kur'an'ı anlayamıyorsa, araya giren dil yabancılığı engeli yüzünden Kur'an'ın içeriğinden haberdar olamıyorsa Kur'an o kimsenin aleyhinde tanık olma işlevini yüklenmez. Bu durumda bu şahitliğin içeriğini, yani Kur'an'ın anlamını o kimseye anlayabileceği bir dil aracılığı ile tanıtmamış olan müslümanlar sorumludur. Tabii ki, eğer Kur'an-ı Kerim adamın ana diline çevrilmemiş ise bu böyledir.)
 
Peygamberimiz müşriklere Kur'an'ın ilâhi tanıklığı içerdiğini açıkladıktan sonra bu şahitliğin içeriğinin ne olduğunu açıklıyor. Bu açıklamayı yaparken meydan okuyucu ve onların ters doğrultudaki şahitliklerini, yüce Allah'ın şahitliğine taban tabana zıt nitelikteki şahitliklerini kökten reddedici bir dil kullanıyor. Onlara açık açık söylüyor ki, karşıt şahitliklerini reddediyor, olduğu gibi geri çeviriyor, onun tersini ilân ediyor, zıddını açıklıyor, açıkça Rabbinin mutlak birliğine ve ortaksız-rakipsiz ilâhlığına şahitlik ediyor, bu yol ayrımında onlarla arasındaki bütün ipleri koparıyor, vurgulamalı ve pekiştirici bir dille onların müşrikliklerinden uzak olduğunu, bu ağır günahlarının sorumluluğuna katılmaktan kaçındığını haykırıyor. Okuyoruz:
 
"Yoksa siz Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı tanıklık ediyorsunuz?" De ki; `Ben buna şahitlik etmem.' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
 
Kur'an'ın ayetleri bu canlı kesitleri ile ve bu imajları ile kalblere öylesine dehşetli bir ürperti salıyor ki, insan sözünün bunu yapabilmesi söz konusu değildir. Bu yüzden herhangi bir yorumla araya girerek bu ayetlerin kalblere akıyı, fışkırışını durdurmak istemiyorum.
 
Yalnız bu ayetler kesitin içerdiği ve bu dalganın köpüklerinde somutlaşan meseleden söz etmek istiyorum. Bu ayetlerin dikkatlerimize sunduğu mesele dost edinme, Allah'ı birleme ve müşrikler ile ilişki kesme meselesidir. Bu mesele bu inanç sisteminin temel meselesi, onun içerdiği en büyük gerçektir. Günümüzün müslüman camiası bu ilâhi dersin üzerinde uzun uzun durmak zorundadır. Çünkü bu ayetlerin inişine muhatap olan o günün müslüman camiası ne tür bir cahiliye zihniyeti ile karşı karşıya idi ise bu günün müslüman camiası da aynı tür cahiliye zihniyeti, aynı cinsten olan bir cahiliye tutumu ile karşı karşıyadır. Bu yüzden günümüzün müslümanları tutumlarını bu ayetlerin ışığında belirlemekle, bu ayetlerin gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüdürler. Bu gerekçe ile bu ayetler üzerinde uzun uzun durup rotalarını onların kılavuzluğu altında çizmelidirler.
 
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa geldiği ilk günkü noktaya geldi. İnsanlık, şu Kur'an'ın Peygamberimize indiği günlerdeki durumunun bir benzerine döndü. İslâmiyet'in, en büyük temel kuralı olan "lâilâhe illellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini yerleştirmek üzere geldiği günlerin ve sosyal şartların benzerlerini yaşıyoruz neredeyse.
 
Yalnız bu şahadet cümlesinin anlamını İslâm orduları başkomutanının elçisi Rebii b. Amir'in anladığı ve anlattığı gibi anlamak gerekir. Bilindiği gibi Rebii b. Amir, Pers orduları başkomutanı Rüstem ile görüşmesi sırasında komutanın "Sizi buralara getiren sebep nedir?" şeklindeki sorusuna şu cevabı veriyordu; "Bizi buralara gönderen yüce Allah'dır. İsteyenleri kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah' a kul olma düzeyine, dünyanın dar kalıpları içinde tutsak olmaktan kurtarıp dünya ve Ahiret enginliğine ve çarpık dinlerin baskısından kurtarıp İslâm'ın adaletine kavuşturmak için geldik."
 
Rebii b. Amir bu sözleri söylerken Rüstem ile soydaşlarının imparator Kisra'ya tapmadıklarını, onu evrenin yaratıcısı ve ilâhı olarak görmediklerini, bilenin ibadet amaçlı davranışları kendisine sunmadıklarını biliyordu. Yalnız imparatorun yasa koyma yetkisin. onaylıyorlar, bu anlamda ona tapıyorlardı ki. bu tutum İslâm'a aykırı idi, hatta onunla çelişiyordu. Bu yüzden Rüstem'e bildirdi ki, yüce Allah kendilerini insanları kulun kula kulluk ettiği, rejimlerin ve sosyal düzenlerin pençesinden kurtarıp ortaksız Allah'a kul olma düzeyine ve İslâm adaletinin dirliğine çıkarmaya göndermişti. Bu rejimlerin ve düzenlerin savunucuları ilâhlığın belli-başlı özelliklerini oluşturan egemenliği, yasa koymayı, söz konusu ayrıcalıklı kullara yakıştırıyor ve halktan bu egemenliğe boyun eğmesini ve bu yasalara uymasını istiyorlardı ki, bunlar çarpık dinlerin sözcüleri idiler.
 
Zaman döndü, dolaştı ve bu dinin insanlığa "lailâhe illellah" ilkesini getirdiği günkü noktaya geldi. İnsanlık tekrar kulun kula kul olduğu döneme geri döndü, tekrar çarpık dinlerin baskısı altına düştü, "lailâhe illellah" (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesini çiğnedi. Gerçi bazı kimseler minarelerden "lailâhe illellah" cümlelerini seslendirmekte devam ediyorlar. Fakat bu seslendirmeyi söz konusu cümlenin anlamını kavramadan ve ağızlarından dökülen bu kelimelerin bilincinde olmadan ve birtakım ayrıcalıklı kulların kendilerine yakıştırdıkları "egemenliğin" meşruluğunu reddetmeden yapıyorlar. Oysa egemenlik, ilâhlıkla eş-anlamlıdır. Buna göre gerek bazı ayrıcalıklı fertlerin gerek yasa koymakla görevlendirilmiş kurumların ve gerekse hakların bu yetkiyi kendilerine yakıştırmaları gayri meşrudur. Çünkü ne bu imtiyazlı fertler ne yasama kurumları ve ne de halklar ilâh değildirler ve buna göre egemenlik yetkisini kullanma hakları yoktur.
 
Ne var ki, insanlık tekrar cahiliye dönemine döndü, "lailâhe illellah" ilkesine sırt çevirdi ve bunun sonucu olarak sözü geçen kimselere ilâhlık özelliklerini yakıştırdı, artık yüce Allah'ın birliğini unutuverdi, sırf O'nu dost edinme, sırf O'na dayanma ilkesinden uzaklaşıverdi.
 
İnsanlık tümü ile böyle oldu. Bu hüküm, yeryüzünün doğusunun ve batısının minarelerine çıkıp oralarda "lailâhe illellah" cümlelerini haykıranlar için, bu kelimeleri anlamsız ve pratik uygulamasız olarak seslendirmekle yetinenler için de geçerlidir. Aslında bunların günahı daha büyüktür ve Kıyamet günü çarpılacakları azap daha ağırdır. Çünkü onlar doğru yolu tanıdıktan ve uzun bir süre müslüman olarak yaşadıktan sonra kula kul olma sapıklığına geri döndüler.
 
İşte bu yüzden günümüzün müslüman topluluğu bu açık anlamlı ayetler üzerinde uzun uzun durmaya ne kadar çok muhtaçtır!
 
Meselâ bu kitle, bağlılık ve dost edinme ilkesini belirten şu ayet üzerinde durmaya ne kadar çok muhtaçtır!:
 
"De ki; `Allah'dan başkasını mı dost edineyim ki, o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir, yedirir, fakat yedireni yoktur." De ki; `Müslümanların ilki olmam emredildi, bana `sakın Allah'a ortak koşanlardan olma' denildi."
 
Günümüzün müslümanları bu ayet üzerinde uzun uzun durup düşünmelidirler ki, şu gerçekler kafalarına iyice yerleşebilsin: İster boyun eğme ve itaat etme, ister yardım isteme ve medet umma anlamında olsun, yüce Allah'dan başkasını dost ve dayanak edinmek İslâm'a taban tabana zıddır. Çünkü bu tutum İslâm'ın insanları pençesinden kurtarmaya geldiği müşrikliğin ta kendisidir. Yüce Allah'dan başkasını dost edinmenin ilk somut uygulaması, ilk açık belirtisi gerek vicdanda ve gerekse pratik hayatta yüce Allah'dan başkasının egemenliğini kabul etmektir. Oysa günümüzün insanlığı istisnasız olarak tümü ile bu tutumu benimsemiştir. Günümüzde müslümanın ana amacı tüm insanlığı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp yüce Allah'a kul olma özgürlüğüne kavuşturmaktır. Günümüzün müslümanı bu uğurda mücadele ederken tıpkı Peygamberimizin ve bu ayetlere muhatap olan ilk müslüman cemaatın karşı karşıya bulunduğu cahiliye zihniyetinin aynısı ile karşı karşıyadır.
 
Günümüzün müslümanları cahiliye zihniyetine karşı mücadele verirken aşağıdaki ayetlerin mümin kalblere kazandıracakları gerçeklere ve duygulara sahip olmaya ne kadar çok muhtaçtırlar!
 
"De ki; `Eğer Rabbimin buyruklarına karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.'
 
`O gün kim azaptan uzak tutulursa Allah onu kayırmış olur. İşte kesin kurtuluş budur.
 
Eğer Allah başına bir musibet verirse onu O'ndan başka hiç kimse gideremez. Eğer sana bir iyilik verirse, kuşkusuz O'nun gücü her şeye yeter.
 
O kulları üzerinde kesin egemendir. O'nun yaptığı her şey yerindedir ve O her şeyden haberdardır."
 
Günümüzün müslümanı cahiliyeye karşı vereceği savaşta bu zihniyetin acımasızlığını, zorbalığını, baskısını, sırt çevirmesini, inatçılığını, bozulmuşluğunu, kokuşmuşluğunu tümü ile karşısında bulur. Müslüman bütün bu iğrençliklere karşı dururken bu gerçeklerin ve bu duyguların kalbinde yerleşmiş bulunmasına ne kadar çok muhtaçtır! Bu gerçekleri ve bu duyguları bir kere daha hatırlayalım: Yüce Allah'ın buyruklarını çiğnemekten ve O'ndan başkasını dost-dayanak edinmekten korkmak. Yüce Allah'ın buyruklarını çiğneyenleri bekleyen korkunç azaptan çekinmek. Zarar ve fayda dokunduranın sadece Allah olduğuna kesinlikle inanmak. Yüce Allah'ın kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunun, O'nun hükmünü hiç kimsenin geriye atamayacağının, kararını hiç kimsenin önleyemeyeceğinin her zaman bilincinde olmak.
 
Bu duyguları ve bu gerçekleri içinde barındırmayan kalb, şu azgın cahiliye zihniyeti karşısında İslâmı yeniden "kurma"nın gerektireceği yükümlülükleri omuzlarında taşıyamaz. Bu yükümlülükler dağların bile taşıyamayacağı kadar ağırdır!
 
Bu günün müslümanı önce yeryüzündeki görevini gerçek anlamı ile ve kesin olarak bilecek, insanlara benimsetmeye çalıştığı inanç sisteminin mahiyetini kavrayacak, yüce Allah'ı -dostluğun her anlamı ile- yalnız başına dost edinmeyi inancının gereği bilecek ve bu zor görevi sırasında hangi gerçekleri ve duyguları kalbinde taşıması gerektiğinin bilincinde olacaktır. Bütün bunlardan sonra şiddetle muhtaç olduğu bir tutum vardır ki, o da şudur. Eski zamanların cahiliye zihniyeti gibi günümüzün cahiliye zihniyetinin de pençesinde kıvrandığı müşriklik hastalığı ile aradaki bütün bağları koparacak, bütün ipleri kesecek, onunla hiçbir anlamda ilişiği kalmayacak, ona karşı yüce Allah'ın şahidliğine sığınacaktır. Bunların yanısıra Peygamberimizin söylemekle emredildiği sözün aynısını söyleyecek, bu sözü tıpkı Peygamberimizin yaptığı gibi cahiliye zihniyetinin suratına çarpacak ve böylece Peygamberimizi izleyerek yüce Allah'ın bu konudaki buyruğunu yerine getirecektir. Tekrarlıyoruz:
 
"De ki; `En büyük şahidlik kiminkidir?' De ki; `Benimle sizin aranızda Allah şahiddir, bu Kur'an gerek sizi ve gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahidlik ediyorsunuz?' De ki; `Ben buna şahidlik etmem' De ki; `O tek bir ilâhtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
 
Günümüzün müslüman camiası yeryüzünü çepeçevre saran cahiliye zihniyetine karşı bu tutumu takınmak zorundadır. Bu gerçek sözleri bu zihniyetin yüzüne karşı mertçe, erkekçe, dobra dobra, kesin, hiçbir pazarlık beklentisine yer bırakmayan, yüksek frekanslı, titretici ve ürkütücü bir ses tonu ile haykırmalıdır. Sonra yüce Allah'a sığınmalıdırlar. O'nun her şeye gücünün yettiğini, kulları üzerinde kesinkes egemen olduğunu, zorba ve diktatör taslakları da dahil olmak üzere şu insanların sineklerden bile güçsüz olduklarını, sinek üzerlerinden bir parça koparacak olsa o parçayı ondan geri alamayacaklarını, onların yüce Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremeyeceklerini ve Allah'dan izinsiz olarak hiç kimseye fayda sağlayamayacaklarını, yüce Allah'ın dilediğini üstün iradesi ile önünde-sonunda yürüteceğini, fakat çoğu kimsenin bunun farkında olmadığını bilmenin rahatlığında huzur bulmalıdırlar.
 
Yine günümüzün müslümanları kesinlikle bilmelidirler ki, bu yol ayrımı noktasında cahiliye zihniyetinden tamamen ayrılıp hakka sarılmadıkça; doğru sözü tağutların, zorbaların yüzüne karşı açıkça haykırmadıkça, cahiliye zihniyetine karşı yukardaki ayetin öğrettiği gibi yüce Allah'ı şahit tutmadıkça, cahiliye savunucularına burada dile gelen uyarıyı yöneltmedikçe, onlara bu gerçekleri açık açık söylemedikçe, onlarla bu derece kesin bir biçimde ilişkiyi kesmedikçe ve bu oranda onların tutumundan uzaklaşmadıkça müslümanların zafere ulaşmaları, yeryüzünde egemen olacaklarına ilişkin ilâhi vaadin ellerinde gerçekleşmesi mümkün değildir.
 
Bu Kur'an, tarihe karışmış belirli bir durumun şartlarına cevap olsun diye gelmedi. Tersine o zaman ve yer kayıtlarından bağımsız, sürekli geçerliğe sahip bir sistem olarak geldi. Herhangi bir dönemin müslüman toplumu Kur'an'ın indiği şartların benzeri olan şartlarla karşılaşınca bu sisteme başvuracak, bu yöntemi kullanacaktır. Günümüzde tamamen Kur'an'ın indiği günlerin şartları ile karşı karşıyayız. Zaman döndü, dolaştı ve şu Kur'an'ın yepyeni bir İslâm toplumu kurmak için indiği günlerdeki noktaya döndü. O halde bu dinin gerçek olduğuna ilişkin kesin inanç, yüce Allah'ın takdirinin ve üstün iradesinin geçerliğine' ilişkin derin bilinç, eğri yol ve eğri yol tarafları ile araya konmuş kesin mesafe bu savaşta müslüman cemaatin cephane birikimi olmalıdır. Hiç kuşkusuz yüce Allah en etkili koruyucudur ve merhametlilerin en merhametlisidir.
 
Aşağıda okuyacağımız ayetler grubu -ya bu surede kullanmayı uygun gördüğümüz deyimle ayetler dalgası- Kur'an-ı Kerim'i yalan sayan, öldükten sonraki dirilişi ve Ahireti inkâr eden müşriklerle yeni bir karşılaşmaya girişiyor. Fakat bu defa daha önceki ayetler grubunda olduğu gibi onların şımarıklıkları, kör inatçılıkları tasvir edilmiyor, eski yoldaşları olan yalanlayıcıların başlarına gelen toplu kırım sahneleri gündeme getirilmiyor.
 
Bu karşılaşmada müşrikler yalanladıkları yeniden diriliş günü kendilerini bekleyen akıbetle, inkâr ettikleri Ahirette çarpılacakları ceza ile yüzyüze getiriliyorlar. Bu akıbet ve bu ceza elle tutulur, canlı sahneler halinde karşılarına getiriliyor. Bu sahnelerde kendilerini hep biraraya toplanmış; susturucu, azarlayıcı, teşhir edici ve hayrete düşürücü sorular karşısında ter dökerlerken görülüyor:
 
"Hani nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?"
 
Müşrikler büyük bir korku, dehşet, eziklik ve yaltaklanma içinde yüce Allah'a yemin ederek ortaksız ilâhlığını itiraf ediyorlar:
 
"Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik."
 
Yine bu sahnelerde onları cehennem ateşi başında durdurulmuş, başka tarafa doğru adım atamamanın çaresizliği içinde korku, dehşet, pişmanlık ve hayıflanma dolu bir ifade ile şöyle dediklerini izliyoruz:
 
"Ah, ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak."
 
Yine bu sahnelerde onları yüce Allah'ın karşısına dikilmiş olarak seyrediyoruz. Adamlar duydukları utanç, pişmanlık, korku ve dehşet karşısında eriye eriye ufalırlarken yüce Allah kendilerine "Yeniden dirilmek gerçek değil miymiş!" diye soruyor, onlar da büyük zavallılık ve yerin dibine geçmişlik için de bu soruya "Rabbimiz hakkı için, evet" diye cevap verirler. Fakat bu itiraf onlara hiçbir şey kazandırmaz.
 
"O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz."
 
Yine bu sahnelerde onlar öz benliklerine kıymış ve bu yüzden sahip oldukları her şeyi kaybetmiş olarak kendilerini gözlüyorlar. Adamlar günahlarını sırtlamışlar, bu ağır yükleri altında sendeleye sendeleye ilerlemeye çalışırlarken Ahirete boş vermiş, bu konuda zararlı bir değiş-tokuşa girişmiş olmalarından dolayı hayıflanarak inliyorlar!
 
Ardarda gelen sahneler karşısındayız. Sahnelerin hepsi de kalbleri ürpertici, vücudun eklemlerini yuvalarından dışarıya uğratıcı, insan varlığını sarsıcı, yüce Allah'ın dilediği kimseler hesabına gözleri ve kalbi açıcı, Peygamberimizin tanıttığı gerçekleri ve müşriklerin yalanladıkları kutsal kitabı benimsetici bir nitelik taşır. Zaten bu müşriklerden önceki kitap ehli, bu kutsal kitabı çocuklarını tanıdıkları kadar kesin bir berraklıkla tanıyorlar.
 
Şimdi ayetleri incelemeye geçiyoruz:

20- Kendilerine kitap verdiklerimiz, Peygamberi ve Kur'an'ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat kendilerine kıyanlar var ya, onlar asla inanmazlar.
 
Yahudiler ile hıristiyanların Kur'an-ı Kerim'i iyi tanıdıkları ya da Peygamberimizin gerçek peygamber olduğunu ve Kur'an'ın kendisine yüce Allah tarafından indirildiğinin gerçek olduğunu bildikleri sık sık vurgulanır. Bu gerçek kimi zaman müşriklerin kendilerine karşı ortaya konur; onların bu din karşısında takındıkları karşıt, inkârcı, savaşçı ve saldırgan tutuma cevap vermek için gündeme getirilir. Kimi zaman da bu gerçek müşrik Araplara karşı ortaya konur; bu durumlarda müşrik Araplara vahyin ve semavi kitapların niteliklerini iyi bilen yahudilerin ve hıristiyanların şu Kur'an'ın mahiyetini de aslında iyi bildikleri, O'nun kendi peygamberlerine daha önce indirilmiş kutsal kitaplar gibi vahiy yolu ile Peygamberimize indirilmiş bir kitap olduğundan kuşku duymadıkları, buna göre ona karşı çıkışlarının samimi olmadığı hatırlatılır.
 
Bu ayet -tercih ettiğimiz görüşe göre- Mekke inişlidir. Buna göre burada ehl-i kitaptan söz edilmesi, müşrik Araplara şu mesajı vermek içindir: Kendilerinin inkâr ettikleri şu Kur'an'ı, kitap ehli çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar, durum böyleyken eğer bunların çoğu buna inanmıyorsa bunun sebebi bunların kendi özlerine kıymış olmalarıdır, inanmamaları o yüzdendir. Bu konudaki durumları, öz benlikleri kıydıkları için bu dine inanmamış olan müşriklerin durumu gibidir. Ayetin önü de arkası da müşriklerden söz ediyor ki, bu durum bu surenin tanıtma yazısında dediğimiz gibi bu ayetin Mekke inişli olduğu görüşüne katılmamızın gerekçelerindendir.
 
Tefsir bilginleri gerek bu ayeti ve gerekse benzerlerini şöyle açıklıyorlar: "Onlar, yani ya müşrikler ya da kitap ehli, bu Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş, gerçek bir kitap olduğunu veya Peygamberimizin gerçek bir peygamber olup Kur'an'ın kendisine vahiy yolu ile indirildiğini biliyorlar."
 
Bu anlam ayetin içeriğinde gerçekten vardır, fakat ayetin söylemek istediğinin bütünü bu değildir. Eğer biz tarihin akışını iyi izlersek ve yahudiler ile hıristiyanların bu süreç içinde bu dine karşı takındıkları tutumu değerlendirirsek bu ayetin bir başka anlamı daha olduğunu görürüz. Yüce Allah bu "öbür" anlamı da müslümanlara belletmeyi dilemiş olmalıdır. Böylece bu din dolayısı ile sürekli biçimde yahudi ve hıristiyanlarla karşı karşıya gelmek zorunda kalan müslümanlar bu önemli gerçeği hep belleklerinde yaşatsınlar, hiçbir zaman akıllarından çıkarmasınlar istemiştir.
 
Yahudiler ve hıristiyanlar Kur'an'ın Allah'dan gelmiş, gerçek bir kutsal kitap olduğunu biliyorlar. Bundan dolayı gayet iyi biliyorlar ki, bu kitap etkilidir, güçlüdür, yararlıdır, yapıcıdır; onun öğrettiği inanç sistemini benimseyen, onun bellettiği ahlâk sistemini kişiliğinde somutlaştıran ve onun dayandığı hayat düzenini toplumunun pratiğine yansıtan millet için itici, ileriye götürücü bir enerji kaynağıdır. Bu yüzden bu kitaba ve bağlılarına karşı durmak için akıllarının erdiği bütün hesapları yaparlar. Çünkü dünyanın, kendileri ile bu dinin bağlılarına bir arada dar geleceğini gayet iyi biliyorlar! Sebebine gelince iyi biliyorlar ki, bu dinin içeriği gerçektir, haktır ve buna karşılık kendi yolları eğridir, batıldır; benimsedikleri, sosyal kurumları, ahlâkları ve hayat tarzları için dayanak edindikleri cahiliye zihniyeti ile bu din uzlaşmaz, onun varlığına göz yummaz; bu yüzden bu dinin cahiliyeye yönelik sürekli ilişkisi, amansız bir savaş olacaktır. Cahiliye zihniyetinin dünyada kökü kazınıncaya, bu din yeryüzünde kesinlikle egemen oluncaya, yüce Allah'ın egemenliğini gasp etmeye yeltenenler dünyanın her tarafından kovulup atılıncaya, egemenlik yüce Allah'ın tekelinde odaklaşıncaya kadar bu amansız savaş sürüp gidecektir.
 
İşte yahudiler ile hıristiyanlar İslâm dinine ilişkin bu gerçeği iyi biliyorlar, bu anlamda onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Bundan dolayı kuşaktan kuşağa aktarılan yoğun bir çaba ile bu dini araştırıyorlar, onun güç kaynaklarını irdeliyorlar, vicdanlara giriş kanallarını ve sızma gözeneklerini belirlemeye çalışıyorlar. Ciddi bir biçimde şu soruların cevabını arıyorlar: Bu dinin yönlendirici, atılımcı gücünü nasıl sarsabilirler? Onun bağlılarının kalblerine nasıl kuşku ve güvensizlik tohumları ekebilirler? Onun nass'larını ve kavramlarını nasıl çarpıtabilirler? Bağlılarını gerçek bilim yolundan nasıl saptırabilirler? Bu dini batılı ve cahiliye zihniyetini silindir gibi ezen ilâhi egemenliği, onu gasp edenlerden geri alarak yüce Allah'ın yeryüzündeki egemenliğini perçinleyen ileriye itici, dinamik niteliğinden uzaklaştırarak kuru bir kültürel akıma, birtakım cansız teorik araştırmalara, birtakım teolojik ya da fıkhı tartışmalara veya anlamsız mezhep çatışmalarına nasıl dönüştürebilirler? Onun özüne yabancı, hatta özünü tahrip edici düşünceler ile sistemlerle ve kurumlarla temel kavramlarını nasıl yozlaştırabilirler? Bu melânetleri işlerken bu dinin bağlılarına inanç sistemlerini saygın ve dokunulmaz tuttukları izlenimini nasıl verebilirler? Sonunda bu inanç sisteminin boşluğunu başka düşünceler ile, başka kavramlar ile ve başka idealler ile nasıl doldurabilirler; böylece çarpıtacakları, tanınmaz hale getirecekleri bu inanç sisteminin vicdanlarda kalan köklerinin son kalıntılarını da nasıl söküp atabilirler?
 
Yahudiler ile hıristiyanlar bu dini ciddi, köklü ve titiz bir biçimde etüd ediyorlar. Ama amaçları, bazı saf müslümanların sandıkları gibi gerçeği aramak değildir; ya da bazı aldanmışların düşündükleri gibi bu dine hakkını vermek, onun değerini tarafsız bir şekilde ortaya koymak değildir. Sözünü ettiğimiz aldanmışlar Batılı araştırıcıların veya oryantalistlerin bu dinin herhangi bir iyi tarafını itiraf ettiklerini görünce hemen böyle bir yanılgıya kapılıverirler. Asla! İşin aslı hiç bir zaman böyle değildir. Onlar bu dine neresinden vurabileceklerini, onun duyarlı ve ölümcül noktalarının nereler olabileceğini belirleyebilmek amacı ile onu ciddi, köklü ve titiz biçimde etüd ediyorlar. Onlar bu dinin vicdanlara girerken kullandığı yolları ve sızma kanallarını bulup bu kanalları tıkamak ya da bozmak istiyorlar. Onlar bu dinin güçlü olduğu noktaları ortaya çıkarıp ona bu noktalarda karşı koymak, böylece kaleyi içinden fethetmek istiyorlar. Bu dinin kendini vicdanlarda nasıl yapılandırdığını bellemek istiyorlar, çünkü insanların vicdanlarında doğan boşluğu doldurmak için kullanacakları karşıt düşünceleri aynı mekanizmayı taklit ederek geliştirmeyi tasarlamaktadırlar.
 
Biz müslümanlar bu gerçeği iyi bilmekle görevliyiz. Buna bağlı bir başka görevimiz de asıl bizim, çocuklarımızı tanıdığımız gibi dinimizi yakından tanımamız gerektiğinin bilincinde olmamızdır, bu görevin öncelikle bize düştüğünü kafamıza yerleştirmemizdir.
 
Tarihimizin bin dörtyüz yıllık realitesi bize bir tek gerçeği anlatıyor. Bu gerçek "Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi ve Kur'an'ı tıpkı çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar" ayetinin açıkladığı gerçektir. Fakat bu gerçek içinde yaşadığımız zaman kesitinde her zamankinden daha açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu dönemde İslâm hakkında yapılan araştırmalar, yayınlanan eserler daha büyük bir yoğunluk kazandı, öyle ki, çeşitli yabancı dillerde ortalama olarak her hafta İslâm ile ilgili yeni bir kitap yayınlanıyor. Bu araştırma eserleri yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın özüne, tarihine, güç kaynaklarına, ona karşı koyma yöntemlerine ve mesajını yozlaştırma yollarına dair bütün önemli ve ayrıntılı noktaları ne kadar inceden inceye bildiklerini gösteriyor.
 
Bu araştırmaları piyasaya süren araştırmacıların ezici çoğunluğu -doğallıkla bu niyetlerini açıklamaktan titizlikle kaçınıyorlar. Çünkü onlar eğer bu dine açıktan açığa saldırırlarsa bu tutumlarının müslümanlar arasında heyecanlı karşı koymalara, sert direnişlere yol açacağının iyi biliyorlar. İyi biliyorlar ki, vaktiyle sömürgeleştirme savaşlarında somutlaşan, bu dine yönelik silâhlı saldırılar müslümanların sert tepkisi ile karşılaşmıştı, bu silâhlı saldırıları geri püskürtmek amacı ile gelişen hareketler dini bilinç temeline ya da en azından dini heyecan bazına dayanıyordu, eğer İslâm'a yönelik açık saldırılar devam edecek olursa -bu saldırılar düşünce düzeyinde bile kalsa- müslümanlar arasında savunma ve direnme heyecanının uyanması önlenemeyecektir. Düşmanlarımız bu gerçeği bildikleri için ezici çoğunlukları ile daha sinsi, daha iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Adamlar önce bu dine övgüler düzüyorlar, böylece müslümanların bilenmiş duygularını uyutuyorlar, tepki göstermeye hazır duyarlı heyecanlarını uyuşturuyorlar, okuyucunun güvenini ve bağlılığını kazanıyorlar, arkasından zehiri bardağa doldurarak rahatça karşılarındakilere sunuyorlar. Bu aşamada nehr dediklerini zehirli kitaplarının sayfalarından izleyebiliriz.
 
"Evet, bu din büyük bir dindir. Fakat çağdaş uygarlıkla uyuşabilmesi, onunla atbaşı gidebilmesi için kavramlarının ve kurumsal düzenlemelerinin gelişmesi, tekâmül etmesi gerekir. Gerek sosyal kurumlarda gerek yönetim biçimlerinde ve gerekse ahlâki değerlerde meydana gelen gelişmelere karşı çıkmamalıdır. Kısacası kalblerde barınmaya razı inanç haline gelmeli ve pratik hayatın çağdaş uygarlık tarafından geliştirilen teoriler, deneyimler ve yöntemler aracılığı ile düzenlenmesini onaylamalıdır. Bu alanda yeryüzü kaynaklı düzmece ilâhların ortaya koydukları deneyimlere ve yöntemlere kutsallık kaftanı giydirmekle yetinmelidir. İşte böyle yaparsa büyük din olmaya devam eder."!
 
Bu tür eserlerin sinsi yazarları aldatıcı bir objektiflik ve uyuşturucu bir övgü maskesi altında bu dinin güçlü noktalarını ve derinliklere kök salmış özelliklerini anlatırlarken kendi milletlerine seslenmeyi amaçlarlar; onları bu dinin taşıdığı tehlike konusunda ve güç kaynakları konusunda uyarmak isterler, böylece yıkım mekanizmalarının önüne projektör tutarak bu mekanizmaların darbelerini hedefe isabet ettirmelerini "bu dini çocuklarını bilir gibi bilmelerini" sağlamaya çalışırlar.
 
Müslümanlar Kur'an'ın gölgesinde yaşadıkça, inançları uğruna savaşa giriştikçe, tarihi olayları bilinçli bir yaklaşımla süzgeçten geçirdikçe, yaşadıkları günlerin olaylarının bilgi ışığında değerlendirdikçe, çevrelerinde olup-biten her şeyi gerçeği bulduran ve gidilecek yolu aydınlatan Allah'ın nuru ile görürlerse her an bu Kur'an'ın yeni bir sırrını önlerine açtığını göreceklerdir.
 
 
ZALİMLER KURTULUŞA EREMEZLER
 
21- Allah hakkında yalan uydurarak O'na iftira edenden ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler.
 
22- O gün onların tümünü bir yere toplarız da sonra Allah'a ortak koşanlara "Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?" diye sorarız.
 
23- Sonra bu müşrikliklerinin "Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik " demelerinden başka bir akıbetleri olmaz.
 
24- Kendileri aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve uydurma ilâhları tarafından nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?
 
Bu ayetlerde müşrikler tutumlarının içyüzü ile yüzyüze getirilmeye devam ediliyor, davranışlarının ve eylemlerinin yüce Allah'ın terazisindeki konumu kendilerine tanıtılıyor. Bu yüzyüze getirme işlemi yüce Allah adına yalan uydurarak işledikleri zulmü anlatan bir soru cümlesi ile başlıyor. Allah adına uydurdukları yalanların başlıcaları şunlardır: Hz. İbrahim'in Allah katından getirdiği dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar. Helâl ya da haram olduklarını ilân ettikleri kimi hayvanların, yiyecek maddelerinin ve tapınma biçimlerinin yüce Allah'ın emrinden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Oysa -bu surenin sonuna doğru anlatılacağı üzere- bu helâller ve haramlar yüce Allah'ın emirlerine dayanmıyor, onların "şahsi kanaatlerine" dayanıyor.
 
Müşriklerin bu durumu tıpkı günümüzün bazı müslümanlarının durumuna benziyor. Onlar da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiği dine bağlı olduklarını iddia ediyorlar, kendilerini "müslüman" sayıyorlar, ama aslında yüce Allah'a iftira eden birer yalancıdırlar. Sebebine gelince kendi kafalarından birtakım sosyal kurumlar oluşturuyorlar, keyfi birtakım değer yargıları uyduruyorlar, bu yolla yüce Allah'ın yasa koyma yetkisini gasb ederek onu kendilerine yakıştırıyorlar. Arkasından da bu kişisel yakıştırmalarını yüce Allah'ın dini sanıyorlar. Bu arada cehennemin çukurlarından biri karşılığında dinini satan bazı sahtekâr din adamları da bu zalimlere arka çıkarak onların şahsi uydurmalarının Allah'ın dini olduğunu fetva vererek perçinliyorlar.
 
Yine bu ayetlerde yüce Allah'ın ayetlerini yalanladıkları gerekçesi ile müşrikler azarlanıyor. Onlar Peygamberimizin yüce Allah katından getirmiş olduğu ayetleri reddetmişler, yadsımışlar, asılsız saymışlar ve "bunlar Allah'ın katından gelmedi" demişlerdir, içinde yüzdükleri cahiliye bataklığının sembolize ettiği sistemin Allah katından gelme olduğunu iddia etmişlerdir. Tıpkı günümüz cahiliye zihniyetinin taraftarlarının yaptıkları gibi. Al birini vur öbürüne. Bir çift ayakkabının iki teki gibi, biri öbürünün tıpatıp aynısı.
 
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde müşrikler bütün bunlardan dolayı azarlanıyor ve bu davranışları en koyu zulüm olarak niteleniyor. Okuyalım:
 
"Allah'a iftira edenden ya da O'nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?"
 
Burada "zulüm, şirk, yani Allah'a ortak koşma anlamında kullanılıyor. Bu yolla kavrama, kınama ve aşağılama anlamı yükleniyor. Kur'an-ı Kerim'in çoğu yerinde "şirk" zulüm kelimesi ile ifade edilir. Böylece müşrikliğin iğrençliği ve antipatikliği vurgulanmak istenir. Çünkü şirk hem hakka, gerçeğe hem müşrikin kendi özüne ve hem de tüm insanlara yönelik bir tecavüz, bir saldırı-dır. Her şeyden önce yüce Allah'ın hakkına yönelik bir tecavüzdür, çünkü O'nun bir bilinmesi ve kendisine ortaksız biçimde kulluk sunulması gereği ile çelişir. Müşrik'in kendi özüne karşı bir tecavüzdür, çünkü o kişinin özünü yıkımla ve felâketle sonuçlanacak yollara sürükler. Diğer insanlara yönelik bir tecavüzdür. Çünkü onları gerçek ilâhları dışındaki mercilere taptırır, yetki gasbı esasına dayanan hükümler ve sosyal kurumlar aracılığı ile hayatlarını mahveder. Bundan dolayı "şirk" yüce Allah'ın buyurduğu gibi "büyük bir zulüm"dür ve ne şirk ne de müşrikler asla başarıya, kurtuluşa eremezler. Tekrarlıyoruz:
 
"Hiç kuşkusuz zalimler kurtuluşa eremezler."
 
Yüce Allah genel gerçeği açıklıyor; şirkin ve müşrikliğin -ya da zulmün ve zalimlerin- son aşamadaki akıbetlerini tanımlıyor. Buna göre kısa görüşlü gözlerin yakın vadede gördükleri kurtuluşun ve başarının önemi yoktur. Bu kısa vadeli başarı sonu yıkıma ve felâkete varan bir mühlet tanımadan, bir "meydan verme"den ibarettir. Kim yüce Allah'dan daha doğru sözlü olabilir ki?
 
Burada müşriklerin başarısız olacaklarının bir kanıtı olarak Mahşer ve hesap verme günündeki durumları şu canlı, somut ve duygulandırıcı sahne aracılığı ile gözler önüne seriliyor:
 
"O gün onların tümünü bir yere toplarız da sonra Allah'a ortak koşanlara `Hani nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?' diye sorarız.
 
Sonra bu müşrikliklerinin `Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik' demelerinden başka bir akıbeti olmaz.
 
Kendileri aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve uydurma ilâhları tarafından nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?
 
Hem müşriklik hem yüce Allah'a ortak koşulan şeyler ve hem de müşrikler türlü türlüdür. Mesele günümüzde şirk, put ve müşrik kelimelerini duyan insanlara göründüğü gibi basit değildir. Günümüzde bu kelimeleri duyan kimseler sadece vaktiyle heykellere, taşlara, ağaçlara, yıldızlara, ateşe ya da başka nesnelere tapmış olan eski milletleri düşünürler. Bu basit düşünceye göre şirkin, müşrikliğin tek biçimi budur.
 
"Şirk" özü itibarı ile ilâhlığın özelliklerinden birini yüce Allah'dan başka bir varlığa yakıştırmaktır. İster bu yakıştırma o varlığın iradesinin evrenin olayları ve gidişatı üzerinde etkili olduğuna inanılması, ister ibadet amaçları ve adakları Allah dışındaki o varlığa sunma biçiminde ve isterse hayatın kurumlarını düzenlemek amacı ile yine Allah dışındaki kaynaktan yasa ve mesaj almak şeklinde olsun, fark etmez. Bunların hepsi ayrı birer "şirk" türüdür; hepsi de farklı türdeki müşriklerce benimsenen çeşitli düzmece ilâhlardır.
 
Kur'an-ı Kerim, bütün bunları "şirk" teriminin kapsamına alır; Kıyamet sahnelerini bütün bu şirk, müşrik ve put türlerini içerecek bir çeşitlilikte sunar; bir tek şirk türünü anlatmakla yetinmez, sadece bu türlerden birine "müşriklik" sıfatını yakıştırmakla kalmaz, farklı müşrikler arasında gerek dünyadaki ve gerekse Ahiretteki akıbetleri ve cezaları bakımından ayırım yapmaz.
 
Eski Araplar arasında müşrikliğin bütün bu türleri geçerli idi. Onlar aslında yüce Allah'ın yaratıkları olan bazı varlıkların olayları ve kaderleri yönlendirmede katkıları, payları olduğuna inanırlardı. Onlara göre söz konusu varlıklar bu etkilerini yüce Allah katında sahip oldukları zorlayıcı aracılık (şefaat) yetkisi aracılığı ile ya da bizzat sahip oldukları eziyet verme ve etkileme güçleri yolu ile veya bu yolların ikisi aracılığı ile gösterirlerdi. Meselâ meleklerin aracılık yetkisine sahip olduklarına, cin'lerin ya doğrudan doğruya ya da kahinler ve büyücüler aracılığı ile olaylara yön verebildiklerine, ölmüş atalarının ruhlarının da her iki yöntemle geleceklerini ve hayatlarını etkilediklerine inanıyorlardı. Bunların hepsini birer putla simgelerler, bu putların söz konusu varlıkların ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerlerdi. Yine onların inançlarına göre kahinler bu putların sözcüleri idiler, onlar adına bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri haram; kimi şeyleri serbest ve kimi şeyleri de yasak ilân ederlerdi. Aslında bu helâlleri ve haramları koyanlar kâhinlerin sözde, put sözcülerinin kendileri idi... Allah'a koşulan "ortak"lar onlardı!
 
Eski Araplar bu putlara tapınma, onlar adına kurban kesme ve adak adama biçimindeki müşrikliği de uyguluyorlardı. Aslında demin dediğimiz gibi bu tapınmaları, kurbanları ve adakları farkında olmayarak kâhinlere sunuyorlardı. Bunların yanısıra eski İranlılar'a özenerek yıldızlara da tapıyorlar, yıldızların olayların yönlendirilmesinde etki payları olduğuna, bu etkilerini yüce Allah'ın etkisinin yanısıra gösterdiklerine inanıyorlar, bu inançlarının sonucu olarak yıldızlara da ibadet sunuyorlardı. (İşte bu surenin ilerdeki ayetlerinde okuyacağımız İbrahim kıssasının bir bölümü ile surenin ana konusu arasındaki ilişki buradan kaynaklanır.)
 
Eski Araplar arasında, bunların yanısıra, "şirk"in bir üçüncü türü de yaygın idi. Bu şirk türünün sonucu olarak -kâhinleri ve kabile şefleri aracılığı ile yüce Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalar, değer yargıları ve gelenekler ortaya atarlar ve günümüzün bazı kimseleri gibi bu insan-ürünü hükümlerinin yüce Allah'ın şeriati olduğunu iddia ederlerdi.
 
Ayetin canlandırdığı bu sahnede -Mahşer toplantısı ve hesap verme sahnesinde- müşrikliğin hangi türüne kapılmış olursa olsun bütün müşriklere kapıldıkları düzmece ilâhlara ilişkin şu soru yöneltiliyor: "Hani, nerede şimdi O ortaklar?" Hiç birinin izi-eseri yok ortada. Şimdi bağlılarının ve kapıldıkları dehşeti ve ne de çarpılacakları azabı giderebiliyorlar. Tekrarlıyoruz:
 
"O gün onların tümünü bir yere toplarız da sonra Allah'a ortak koşanlara `Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?' diye sorarız."
 
Sahne son derece somut ve canlıdır, Mahşer toplantısı kesinlikle gerçekleşecektir ve müşriklere o büyük, o dramatik soru sorulacaktır:
 
"Hani, nerede Allah'ın ortakları olduklarını sandıklarınız?"
 
İşte bu noktada dehşet etkisini gösterir. Burada fıtrat dünyada yüzünü örtmüş olan pas tabakasından arınır. Bu noktada -aslında hiçbir zaman gerçek anlamı ile varolmamış olan- ilâh ortakları fıtrattan ve hafızadan silinir. O zaman eski müşrikler şirkin ve ilâh ortaklarının hiçbir zaman varolmamış olduğunun bilincine varırlar. Bütün bunlar ne gerçekte ve ne de pratikte hiçbir zaman varolmamışlardı. İşte o noktada eski müşrikler arınırlar, akılları başlarına gelir, altının ateş potasında pişme işlemi sonucunda yabancı unsurlardan, cüruftan ve pastan arınması gibi bir olay yaşanır. Tekrarlıyoruz:
 
"Sonra bu müşriklerin `Vallahi, ey Rabbimiz, biz müşrik değildik' demelerinden başka bir akıbetleri olamaz"
 
Bu arınma işleminin meydana çıkardığı ya da arınma işleminin belirmesine zemin sağlayan gerçek müşriklerin geçmişlerinden tümü ile kopmaları, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamaları ve dünya hayatı boyunca benimsedikleri müşriklikten soyunmalarıdır. Fakat orada gerçeği kabul etmek ve batıldan arınmak fayda sağlamaz. O halde bu sözlerinde somutlaşan arınma aslında bir belâ; bir acı sınavdır, yoksa bir kurtuluş değildir. İş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. O gün amel günü değil, amellere karşılık biçildiği gündür. O gün geçmişin sözlere döküldüğü gündür, yoksa geçmişi geri getirme günü değildir.
 
Bundan dolayı yüce Allah, müşriklerin durumunu Peygamberimize hayret bildiren bir üslup ile anlatıyor. Adamlar söz konusu düzmece ilâh ortaklarını yüce Allah'a eş koştukları gün kendi aleyhlerine, öz yararlarına karşı yalan uydurmuşlardır. Çünkü aslında bu düzmece ortakların yüce Allah ile herhangi bir ortaklıkları söz konusu değil. Bugün hayallerinde uydurdukları düzmeceler ortadan kayboldu. Kendi iftiraları ortadan kaybolunca da gerçeği itiraf ettiler. Tekrarlıyoruz:
 
"Kendileri aleyhinde nasıl yalan söylediklerini ve uydurma ilâhları tarafından nasıl yüzüstü bırakıldıklarını görüyor musun?"
 
Uydurdukları yalan kendi aleyhlerine işledi, kendi özlerine zarar verdi. Onlar yüce Allah'a ortak koştukları gün kendi özlerini aldattılar, öz benliklerini kandırdılar da yüce Allah'a karşı böyle bir iftira düzdüler. Mahşer ve hesap günü gelince de bu düzmeceleri, bu hayali yakıştırmaları kendilerini yüzüstü bırakıp kayıplara karıştı!
 
Bu yorum, müşriklerin Kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda "Biz müşrik değildik" diye yemin etmelerinin ve kendi öz benliklerine karşı yalan söylemelerinin ne anlama geldiğini açıklayan, içime sindirebildiğim bir yorumdu. Yoksa müşrikler bazı tefsir kitaplarında ileri sürüldüğü gibi -Kıyamet günü yüce Allah'ın karşısında yalan söylemeye, Allah'ın huzurunda bilerek, yalan yere yemin etmeye cesaret edemezler. Onlar Kıyamet günü yüce Allah'dan bir söz bile saklayamazlar.
 
O halde o günün tüyler ürpertici dehşeti karşısında fıtratın arınması, böylece asılsız batılın müşriklerin duygu aleminde hiçbir iz bırakmaksızın silinip kaybolması söz konusudur, arkasından onların dünyada kendi öz benliklerine karşı düzdükleri ve Kıyamet günü ne duygu dünyalarında ve ne de gerçekte gölgesi bile kalmayacak olan bu yalanları ile ilgili olarak yüce Allah'ın hayretine tanık oluyoruz.
 
Bizim bu söylediğimiz bir yorumdur. Hiç kuşkusuz sözlerinden ne kasd ettiğini en iyi bilen Allah'dır.
 
MÜŞRİKLER
 
Daha sonraki ayetlerde bir grup müşrikin durumu anlatılıyor, arkasından kıyamet sahnelerinden birindeki akıbetleri tasvir ediliyor. Dünya hayatındaki durumları şöyle. İdrakleri dumura uğramış, fıtratları çarpıtılmış olarak inatçı ve burun kıvıran bir eda içinde Kur'an'ı dinliyorlar. Bu nasipsizlik ve inatçılık içinde Peygamberimiz ile tartışmaya girişerek Kur'an-ı Kerim'in eski dönemlerden kalma bir masal yığını olduğunu iddia ediyorlar, onu hem kendileri dinlemekten kaçınıyor ve hem de başkasının dinlemesine engel oluyorlar.
 
Dünyadaki durumları bir sayfada bu şekilde tasvir edildikten sonra öbür sayfaya geçiliyor. Bu sayfada onlar için acıklı ve ızdıraplı bir sahne canlandırılıyor. Adamlar cehennem ateşinin yanı başında durdurulmuşlar, hiçbir tarafa doğru adım atmalarına izin verilmiyor. Ateş tüyler ürpertici akıbetlerinin dehşet saçan somut sembolü olarak karşılarında çıtırdıyor! Onlar ise çaresizlikten birbirlerine abanmış, pişmanlıktan dizlerinin dermanı kesilmiş durumda tekrar dünyaya gönderilmeyi ve o andaki akıbetlerinden daha iyisine ermelerini sağlayacak daha iyi bir konuma kavuşmayı temenni ederler. Fakat bu arzuları horlayıcı ve alçaltıcı bir dille reddediliyor. Okuyoruz:

25- Onların içinde seni dinleyenler vardır, biz onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana "Bu Kur'an, eskilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.
 
26- Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar, hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler.
 
27- Cehennemin başında durdurulduklarında onların "Ah ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak " dediklerini keşki görseydin!
 
28- Hayır, sadece daha önce içlerinde sakladıklarının akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar. Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar.
 
Burada iki karşılıklı sayfa önündeyiz. Sayfanın birincisi dünyaya ilişkindir, bu sayfa inatçılık ve yüz çevirme tasvirlerinden oluşuyor. İkinci sayfa Ahirete ilişkindir, bu sayfa da pişmanlıklar ve hayıflanmalarla doludur. Kur'an-ı Kerim bu sahneyi son derece etkileyici ve duygularını kamçılayıcı bir canlılıkla sunuyor. Bu tasvirler ile serkeş fıtrata hitap ediyor, onu güçlü bir şekilde sarsıyor. İstiyor ki, üzerine çöreklenen paslar dökülsün, tıkanmış kanalları açılsın ve henüz iş işten geçmeden, halâ fırsat eldeyken şu Kur'an'ı incelemeye yönelsin. Okuyoruz:
 
"Onların (müşriklerin) içinde seni dinleyenler vardır, hız onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde, perdeledik, kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar."
 
Ayette kalblerdeki "perdeleme"yi anlatmak için "ekine" ve kulaklardaki sağırlaştırmayı anlatmak için de "Vakr" kelimeleri kullanılıyor. Bu kelimelerden "ekine" söz konusu kalblerin dışardan gelen mesajlara açılıp onları anlamalarına engel olan kılıflar, perdeler anlamına gelirken "vakr" sözcüğü söz konusu kulakların fonksiyonlarını yerine getirmelerine işitmelerine engel olan sağırlık anlamındadır.
 
Burada sanki anlayacak kalbleri ve işitecek kulakları yokmuş gibi sözleri duydukları halde anlayamayan insan tiplerinden söz ediliyor. Bu tipler insanlar arasında çoktur. Onlara her kuşakta her toplumda her yerde her zaman rastlanabilir. Bunlar görünüşte Hz. Adem'in soyundan gelme insanlardır. Fakat işittikleri söze karşı onu hiç işitmemiş gibi tepki gösteriyorlar. Kulakları sanki fonksiyonunu yerine getiremeyecek derecede sağır gibidir. İdrakleri, kavrama yetenekleri de sanki bir kılıf içinde saklanmıştır da kulakları ile işittikleri sözlerin anlamı bu kılıfları aşıp içeriye giremiyor. Okuyoruz:
 
"Bu yüzden her türlü mucizeyi işitseler bile ona inanmazlar. Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana `Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler."
 
Onların gözleri de kulakları gibidir, herhangi bir görme kusurları yoktur, fakat buna rağmen göremiyorlar ya da algıladıkları görüntüler kalblerine ve akıllarına ulaşmıyor.
 
Acaba ne oldu bu adamlara? Kendileri ile algılama ve reaksiyon gösterme yetenekleri arasına giren engel nedir? Kulakları, gözleri, akılları varken işitmez, görmez ve anlamaz olmalarına yol açan sebep nedir. Yüce Allah bunun sebebini şöyle açıklıyor:
 
"Biz onların kalblerini, Kur'an'ı anlamalarına engel oluşturacak biçimde perdeledik; kulaklarını da sağırlaştırdık. Bu yüzden her türlü mucizeyi görseler bile ona inanmazlar." (
Ankebut Suresi: 69)
 
Burada yüce Allah'ın onlara ilişkin bir hükmü dile getiriliyor. Bu ilâhi hükmün sonucunda onlar önlerine sunulan gerçeği algılıyorlar, fakat anlayamıyorlar, kulakları normal görevlerini yapıp işittikleri gerçeği idrak merkezlerine ulaştırarak bu gerçeğe olumlu cevap vermelerini sağlayamıyor. Oysa bu kulaklara birçok hidayet kanıtı ve iman mesajı iletmiştir.
 
Fakat yüce Allah'ın bu hükmünün dayandığı temel yasayı biraz irdelememiz gerekir. Yüce Allah buyuruyor ki:
 
"Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza ileteceğiz"
 
"Nefse ve nefsi oluşturana; ona hem kötülüğü ve hem de kötülükten sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini arındıran başarıya ulaşmış ve onu kötülüklere daldıran ziyana uğramıştır." (Sens Suresi: 7-10)
 
Demek ki, yüce Allah'ın tutumu hidayete ermek için çaba harcayanı hidayete erdirmek ve nefsini kötülüklerden arındıranı başarıya ulaştırmak şeklinde beliriyor. Fakat söz konusu kimseler hidayete yönelmemişlerdir ki, yüce Allah kendilerini hidayete erdirsin; yapılarındaki algılama sistemini kullanmaya girişmemişlerdir ki, yüce Allah aldıkları uyarıya olumlu karşılık vermelerini sağlasın. Bu adamlar her şeyden önce fıtri sistemlerini işlerlikten alıkoymuşlar, dumura uğratmışlardır, yüce Allah da bu yüzden hidayet ile aralarına engel koymuş; bu ilk davranışları ve ilk niyetlerinin karşılığı olarak haklarındaki hükmünü bu şekilde yürürlüğe koymuştur.
 
Yani her şey yüce Allah'ın emri ile, iradesi ile olur. Doğruyu bulmak için çaba harcayanı doğruya iletmek ve nefsini arındıranı başarıya ulaştırmak yüce Allah'ın emirlerindendir. Gerçeğe sırt dönenlerin kalblerini, onu anlamalarını engelleyecek biçimde perdelemek ve kulaklarını sağırlaştırmak, böylece onları her türlü mucizeyi görseler bile inanmayacak şekilde duyarsızlaştırmak da yüce Allah'ın emirleri arasındadır, O'nun tasarrufunun sonucudur.
 
Bunun yanısıra sapıklıklarını, müşrikliklerini ve yanılgılarını yüce Allah'ın bu yoldaki iradesine, kendileri hakkındaki önüne geçilmez hükmüne dayandırarak sorumluluklarından sıyrılmak isteyenler bu durumda demagoji yapıyorlar. Yüce Allah aşağıdaki ayetlerde onları bu konudaki gerçekle yüzyüze getirmekte, bu yoldaki sözlerini naklederek bu bahaneleri aptalca bulduğunu vurgulamaktadır:
 
"Allah'a ortak koşanlar `Eğer Allah dileseydi, ne biz ve ne de atalarımız O'nun dışında bir şeye tapmazdık, O'nun buyruğu olmaksızın hiçbir şeyi haram saymazdık' dediler. Onlardan öncekiler de böyle davrandılar. Peygamberlerin üzerine açık duyurudan başka düşen bir görev var mı ki?
 
Biz her ümmete `Allah'a kulluk ediniz, tabuttan (azdırıcılardan) uzak durunuz' diyen bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi, kimisi de sapıklığı hakketmiştir. Yeryüzünü geziniz de peygamberleri yalanlayanların sonunun nice olduğunu görünüz. (Nahl Suresi: 35-36)
 
Görülüyor ki, yüce Allah müşriklerin bu tür sözlerini yadırgıyor ve yapılan uyarılardan sonraki sapıklıklarının gerçeklik kazanmasının kendi davranışlarından kaynaklanmış bir sonuç olduğunu vurguluyor.
 
Bazı kimseler kaza-kader, zorunluluk-serbest tercilı (determinizm-volatarizm), kulun iradesi-kazanımı konularını teolojik tartışma konuları haline getiriyorlar, bu tartışmaları akıl ürünün varsayımlara ve zihni spekülasyonlara dayandırıyorlar. Böyleleri bu konuları gerçekçi ve yalın bir biçimde sunmayı amaçlayan Kur'an metodundan uzaklaşırlar. Bu konulara ilişkin Kur'an metoduna göre her şey kesinlikle yüce Allah'ın takdirine bağlı olarak gerçekleşir, insanın şu ya da bu biçimdeki yönelişi yüce Allah'ın onu döktüğü fıtrat kalıbının sınırları içinde yer alır, yüce Allah'ın takdiri uyarınca biçimlenen fıtratın kapsamı dışında düşünülemez. Bu arada insanın şu ya da bu yöne yönelmesinin dünyada ve Ahirette karşılaşılacak zorunlu sonuçları vardır ki, bunlar da yüce Allah'ın takdiri uyarınca meydana gelir. Böylece her şey son aşamada yüce Allah'ın takdirine dayanır. Fakat yüce Allah'ın takdiri, insana bağışlanan iradeye bağlı olarak gerçekleşir. Bu söylediklerimizin ötesinde sadece kuru tartışma vardır ki o da insanı mutlaka kuşkuya ve belirsizliğe götürür.
 
Müşriklerin dikkatlerini iç duygularındaki ve dış dünyadaki ilâhi ayetlere çekmeye çalışan Kur'an'da onlara yeterli oranda hidayet belirtileri, hak kanıtları ve iman mesajları sunuluyordu. Buna göre eğer onların kalbleri bu noktaya yönelseydi, tek başına bu kaynak kalblerinin bam tellerini harekete geçirmeye, umursamaz idrak merkezlerini sarsıp uyarmaya ve etki-tepki sistemine göre işleyen bir iletişim canlılığına kavuşturmaya yeterdi. Fakat onlar hidayete ermek için hiçbir çaba harcamadılar, tersine fıtratlarını ve onu uyaran sistemleri işlemez hale getirdiler, dumura uğrattılar. Bunun üzerine yüce Allah da kendileri ile hidayet mesajları arasına perde gerdi. Bu yüzden Peygamberimizin yanına geldiklerinde gözleri kulakları ve kalbleri açık olmuyordu ki, O'nun kendilerine söylediklerini gerçeği arayan bir yaklaşımla inceleyebilsinler. Tersine onlar Peygamberimizin söylediklerine sadece tartışmak için, onları reddetmeye ve yalanlamaya bahane bulmak için kulak veriyorlardı. Okuyoruz:
 
"Nitekim bu kâfirler tartışmak için yanına geldiklerinde sana `Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler."
 
Burada "masallar" anlamına gelmek üzere kullanılan "esatır" kelimesi, "usture" sözcüğünün çoğuludur. Müşrik Araplar bu deyimi putperestlik hikâyelerinde anlatılan masal kahramanlarına ve düzmece ilâhlara ilişkin olağanüstü serüvenler hakkında kullanırlardı. Bu türden hikâyelerin coğrafi bakımdan eski Araplara en yakın olanları eski Pers putperestliğinin masalları idi.
 
Onlar bu Kur'an'ın eskilerden kalma bir masal derlemesi olmadığını iyi biliyorlardı. Fakat onların amaçları sadece tartışma çıkarmak, reddetme ve yalanlama bahaneleri bulmak, akla uzak kuşku tohumları üretmekti. Kendilerine okunan Kur'an ayetlerinde Peygamberlere, bu peygamberlerin kavimlerine, Peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan eski milletlerin toplu-kırım sahnelerine ilişkin hikâyelere, kıssalara rastlıyorlardı. Bunun üzerine çürük bahanelere sığınmayı marifet bilen ucuz bir demagojik yaklaşımla bu kıssalar hakkında, hatta Kur'an'ın tümü için "Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir" dediler.
 
Nitekim Rüstem ve İsfendiyar gibi eski İran masal kahramanlarının maceralarını ezbere bilen Malik b. Nadr, Peygamberimiz Kur'an okurken yakınında bir yerde oturur ve Kur'an dinleyenlerin işitecekleri bir şekilde şöyle derdi; "Eğer Muhammed size eskilerin masallarını anlatıyorsa ben O'nun anlattıklarından daha güzel masallar biliyorum. Böyle dedikten sonra bildiği masalları anlatmaya koyulurdu. Amacı halkı Kur'an-ı Kerim'i din?emekten alıkoymak ve onun eskilerden kalma bir masal yığını olduğu yutturmacasını zihinlerde pekiştirip gözden düşmesini sağlamaktı.
 
İleri gelen müşrikler halkı, Kur'an'ı dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları gibi kendileri de onu dinlemekten sakınıyorlar, uzak duruyorlardı. Çünkü eğer onu dinlerlerse etkisi altına girip çağrısına olumlu cevap vereceklerinden korkuyorlardı. Okuyoruz:
 
"Hem başkalarını Kur'an'dan uzak tutuyorlar hem de kendileri ondan uzak duruyorlar. Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler."
 
Onlar Kur'an'ın eskilerden kalmış bir masal kitabı olmadıklarını gayet iyi bildikleri gibi eğer insanlar onu dinlemek üzere serbest bırakılırsa ona yöneltilen bu karalamanın hiçbir işe yaramayacağını da iyi biliyorlardı. Kureyşli ileri gelenler, taraftarlarının Kur'an'ın etkisi altına gireceklerinden korktukları gibi onun kendilerini de etkileyeceğinden korkuyorlardı. Bu yüzden hakkın kendiliğinden etkili olan güçlü nüfuzuna karşı giriştikleri savaşta Nadr b. Haris'in, Peygamberimizin yakınlarında oturum düzenleyip eski milletlerden kalma masallar anlatması cılız ve komplocu batıl taraftarları hesabına yeterli bir önlem olamazdı. Bundan dolayı taraftarlarını Kur'an dinlemekten uzak tutmaya çalıştıkları gibi kendileri de onu dinlemekten uzak duruyorlardı. Çünkü onun etkisi altına girip mesajına olumlu karşılık verirler diye ödleri kopuyordu. Nitekim Kur'an'ın bu çekim gücüne karşı direnenler arasında Ahnes b. Şerik, Ebu Sufyan b. Harb, Amr b. Hişam gibi ileri gelen müşrikler de vardı; fakat aynı kimseler, tarihi belgelerden öğrendiğimize göre, gizlice Kur'an'ı dinlemekten kendilerini alamamışlar, içlerinde doğan bu yoldaki güçlü arzularını frenleyememişlerdi.
 
Kendilerini ve başkalarım bu Kur'an'ı dinlemekten, onun etkisi altında çağrısına olumlu cevap vermekten uzak tutmak için harcadıkları bütün bu çabaları, yüce Allah'ın bizzat belirttiği gibi aslında kendilerini mahvetmek için harcıyorlardı.
 
"Böylece aslında kendilerini mahvediyorlar, ama bunun farkında değildirler."
 
Kendilerini ve başkalarını hidayetten, iyilikten, dünya ve Ahiret kurtuluşundan alıkoymak için çaba harcayanlar kendilerinden başka kimi mahvederler ki?
 
Yüce Allah'ın hidayeti ile kendileri ve insanlar arasına girmeyi ana gaye haline getirenler, doğru yol ile insanlar ve kendileri arasında engel oluşturmak uğruna bütün çabalarını yoğunlaştıranlar aslında zavallıdırlar. Bunlar zorba kılığında, tağut üniforması içinde görülseler de zavallıdırlar. Zavallıdırlar, dünyada da Ahirette de aslında mahvettikleri, kendileridir. Bunların, aldanmışların gözü ile belirli bir süre için kazanmış ve başarılı görünmeleri hiç önemli değildir. Bunun böyle olduğunu görmek isteyenler dünyaya ilişkin bu ilk sayfanın karşı sayfasını okusunlar.
 
"Cehennemin başında durdurulduklarında onların `Ah ne olaydı, dün
yaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak' dediklerini keşki görseydin."
 
Bu tablo, onların dünyada oluşturdukları tablonun karşıtıdır. Dünyaya ilişkin sırt çevirme, tartışma, Kur'an'ı dinlemeye yasak koyma uzak durma, ona karşı bitmez-tükenmez iddialar düzme sahnesinin karşıtı olan zavallılaşma, pişmanlık, aşağılaşma, hayıflanma ve yazıklanma motiflerinden oluşmuş bir sahne karşısındayız:
 
"Cehennemin başında durdurulduklarında onları keşki görseydin."
 
Bu sahneyi keşki görseydin! Onları cehennemin başında durdurulmuşlarken, yani yüz çeviremeyecekleri, geri dönemeyecekleri, itiraz edemeyecekleri, demagoji düzemeyecekleri o pozisyonda keşki görseydin!
 
Eğer onları o pozisyonda görseydin, çehrelerinde somutlaşan korkuyu fark edecek ve şöyle dediklerini görecektin:
 
"Alı ne olaydı, dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin
ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden olsak"'
 
Şimdi onların Peygamberimizin söylediklerinin "Allah'ın ayetleri" olduklarını biliyorlar ve tekrar dünyaya geri döndürülmelerini temenni ediyorlar. Eğer kendilerine böyle bir fırsat tanınırsa bu ayetleri bir daha yalanlamayacaklarını, tersine onlara inananlardan olacaklarmış!
 
Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecek bir kuruntudan başka bir şey değildir!
 
Üstelik onlar karakterlerini; cibilliyetlerini tanımıyorlar. Bu karakter iman etmez. Eğer dünyaya döndürülecek olursa yüce Allah'ın ayetlerini inkâr etmeyecekleri, bunlara inanacakları yolundaki sözlerine gelince kendi adlarına verdikleri bu peşin söz yalandır, eğer arzularını yerine getirmek imkânı verilse gerçekleşmeyecek bir palavradır. Şimdi dünyadaki kötü davranışlarının sonucu, acı akıbetleri meydana çıktı diye böyle konuşuyorlar. Oysa onlar bu kötü davranışlarını, bu acı akıbetlerini dünyadayken taraftarlarından saklıyorlar, onlarda haklı, başarılı ve kazançlı oldukları izlenimini uyandırmaya çalışıyorlardı. Okuyoruz:
 
"Hayır, sadece daha önce içlerinde sakladıklarının akıbeti önlerinde belirdi (diye böyle hayıflanıyorlar. Yoksa) eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar."
 
Hiç kuşkusuz yüce Allah onların karakterlerini biliyor, eğri yollarına ne kadar ısrarla bağlı olduklarını biliyor ve bu kuruntuları dile getirmelerinin, bu peşin sözleri vermelerinin sebebinin cehennem ateşinin başında durdurmaları sahnesinin korkunç şoku olduğunu biliyor. "Yoksa eğer geri gönderirseler yine sakındırıldıkları yola dönerler, onlar gerçekten yalancıdırlar."
 
Ayetlerin akışında onlar bu çirkin sahne ile, suratlarına hakaret ve yalancılık suçlaması vuran bu red cevabı ile baş başa bırakılıyorlar.
 
MÜŞ'RİKLERİN İKİ AYRI TUTUMU
 
Evet, müşrikleri bu bedbaht sahne ile baş başa bırakan bu ayetlerin devamında yine birbirinin karşıtı olan iki yeni sayfa açılıyor. Bu sayfalarda iki karşıt tablo çiziliyor. Tablolardan biri dünyaya ilişkindir. Müşrikler bu tabloda "yeniden dirilip biraraya toplanma yoktur, hesap verme ve ceza belirleme yoktur" diye kestirip atıyorlar. Ahirete ilişkin ikinci sahnede ise aynı kişiler Rabblerinin huzurunda dikilmişler, yüce Allah, içinde bulundukları durumu kasd ederek kendilerine "Karşılaştığınız bu durum gerçek değil miymiş`?" diye soruyor. Müşrikleri tiril tiril titreten ve kar gibi eriten müthiş bir soru bu. Soruya zillet içinde, ezilip büzülerek "Rabbimiz hakkı için, evet" diye karşılık veriyorlar. Bunun üzerine dünyadaki inkârcı tutumlarının karşılığı olarak acıklı azapla karşılaşıyorlar.
 
Daha sonraki ayetlerde yeni bir sahne ile karşılaşıyoruz. Bu sahnede yüce Allah'ın karşısına çıkacaklarını inkâr etmiş olan müşrikleri Kıyametin pençesine yakalanmış olarak görüyoruz. Hayıflana hayıflana günahlarının yükünü sırtlamışlar, bu ağır yükün altında iki büklüm durumda yol almaya çalışıyorlar. Bu ayetlerin sonunda dünya ile Ahiretin yüce Allah'ın duyarlı terazisindeki ağırlıkları ve değerleri belirleniyor. Okuyoruz:

29- Onlar "Hayat, sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir, bir daha diriltilecek değiliz " dediler.
 
30- Onları Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman keşki görsen! Allah, onlara "yeniden dirilmek gerçek değilmiymiş?"der. Onlar "Rabbimiz hakkı için, evet" derler. Allah da onlara "O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz" der.
 
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten mahvolmuşlardır. Sonunda Kıyamet günü ansızın gelip çatınca sırtlarında taşıdıkları günah yükü altında "Eyvah, dünyada kaçırdığımız fırsatlara!"derler. Hey, sırtlarında taşıdıkları o yük, ne kötü bir yüktür!
 
32- Dünya hayatı, oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?
 
Ahirette yeniden dirilme, hesap verme ve dünyadaki davranışların karşılığını görme meselesi İslâm'ın getirdiği inanç sisteminin temel meselelerinden biridir. Bu dinin yapısı yüce Allah'ın birliği ilkesi ile birlikte bu meseleye dayanır. Bu ilke bu dinin inanç sisteminin, düşünce yapısının, ahlâkının, davranışının, hukukunun ve sosyal düzeninin temel altyapısını oluşturur.
 
Bu din -bizzat yüce Allah'ın belirttiği gibi- O'nun tarafından kemale erdirilmiş, müminlere yönelik nimetinin tamama erdirilmesinin sembolünü oluşturmuş, O'nun tarafından müminler için uygun görülmüş bir dindir. Özü itibari ile eksiksiz bir hayat sistemidir. Yapısı itibarı ile bölümleri arasında tamamlayıcılık ve uyum vardır. Bu dinin inanç sistemi ile ahlâka ilişkin değer yargıları arasında, bu ikisi ile sosyal düzene ilişkin hukuk sistemi (Şeriatı) arasında sıkı bir uyum ve bütünleyicilik vardır. Bunların tümü de ayrı temel altyapı üzerinde oturur. Bu temel altyapının bir ayağı yüce Allah'ın birliği ve öbür ayağı da Ahiret hayatı gerçeğidir.
 
İslâm düşüncesine göre hayat, ne tek tek fertlerin kısa ömürleri ile ne herhangi bir milletin kısıtlı dönemi ile ve ne de insan soyunun dünya hayatında somutlaşan gelip geçici yaşam periyodu ile sınırlı bir kavram, bir realite değildir.
 
İslâm düşüncesine göre hayat, Ahiret hayatını hesaba katmayan, böyle bir hayata inanmayan dar görüşlülerin gördükleri, sandıkları ve algıladıkları şu kısacık dünya döneminden çok daha geniş boyutlu bir kavram, bir realitedir. Bu kavram, söz konusu kısa görüşlü düşünceye göre zamanda sonsuzluğu, mekânda sınırsız enginliği, derinlikte birçok alemi ve özü bakımından çok-türlülüğü içerir.
 
İslâm düşüncesine göre hayat, zaman boyutunda sonsuzlukla kucaklaşır. Bu süreç içinde hem şu görünen dünya dönemini hem de Ahiret dönemini kapsamına alır. Hayatın Ahiret döneminin süresini yalnız yüce Allah bilir ve dünya dönemi onun karşısında günün bir tek saati kadar bir şeydir.
 
İslâm düşüncesine göre hayatın mekân-alan boyutu da son derece engindir. Bu enginlik, insan soyunun üzerinde yaşadığı şu dünyanın yanında başka bir yurdu daha kucaklar ki, bu yurt Ahiret yurdudur. Ahiret yurdu bir yandan "gökler ile yer arası enginlikte"ki cenneti ve öbür yandan milyonlarca yıl boyunca yeryüzünde gelip geçmiş insan kuşaklarını içine sığdıracak genişlikteki cehennemi kapsamına alır.
 
Yine İslâm düşüncesine göre hayat şu gördüğümüz alem yanında bilgimize kapalı bir gayb aleminin varlığını içerecek şekilde içerik genişliği kazanır. Bu gayb aleminin özünü tüm yönleri ile yüce Allah'dan başkası bilemez. Biz bu alem hakkında sadece yüce Allah'ın bize verdiği bilgileri biliyoruz. Bu alemin varlığı ölüm anından itibaren başlar ve Ahiret yurdu ile noktalanır. Ölüm alemi de Ahiret alemi de yüce Allah'dan başka hiç kimsenin içyüzlerini bilmediği gayb alemleridir. Bu alemlerin her ikisi boyunca insan varoluşu yüce Allah'dan başka hiç kimsenin bilmediği bir biçimde devam eder.
 
İslâm düşüncesine göre hayat özü bakımından da geniş boyutludur. Bu geniş boyutluluk, dünya hayatında gözlenen şu düzeyi kapsadığı gibi öbür hayat alanımız olan Ahirette, yani gerek cennette ve gerekse cehennemde yaşanacak başka yeni düzeyleri de kapsamına alır. Bu hayat düzeyleri, bu dünyada sürdürdüğümüz hayatınkine benzemez çeşniler taşıyan değişik renkli hayat düzeyleridir. Bunlara göre dünya hayatının bir sinek kanadı kadar bile değeri yoktur.
 
İslâm düşüncesine göre insan kişiliğinin varlığı zaman bakımından böyle bir sonsuzluğu, mekân-alan bakımından böyle bir enginliği, derinlik bakımından böyle birçok-boyutluluğu ve düzey bakımından böyle çok-çeşniliği kucaklar. Bu düşüncenin tüm evrenin varlığına ilişkin bölümü ile insan varoluşuna ilişkin bölümü birbiri ile bütünleşir. Bu düşüncenin hayata ilişkin hazları köklü, idealleri, ilişkileri ve değerleri yücedir. Bu köklülük ve yücelik, sözünü ettiğimiz zaman sonsuzluğu, mekân enginliği çok-boyutluluk ve düzey çeşitliği ile eşdeğerlidir. Oysa yukarda sözünü ettiğimiz "Ahirete inanmazlar" gürûhunun gerek evren bütününün varlığına ve gerekse insan varoluşuna ilişkin düşünceleri sığ ve cılızdır. Onların kendileri de düşünceleri de değer yargıları da şu dünya hayatının dar çerçevesi içine sıkışmıştır.
 
İşte bu düşünce farklılığından değer yargıları farklılığı ve sosyal düzen farklılığı kaynaklanır. Yine bu farklılığın ışığı altında bu dinin nasıl bütünleşmiş ve uyumlu bir hayat sistemi oluşturduğu meydana çıkar, Ahiret hayatının bu sistem yapısındaki değeri belirginlik kazanır; Ahiret kavramının bu sistemin düşüncesinin, inanç sisteminin, ahlâkının, davranış tarzının, hukukunun ve sosyal düzeninin oluşumundaki olağan-üstü etkisi berraklığa kavuşur.
 
Bu son derece geniş zaman ve mekân boyutlarında, bu kadar çeşitli alemlerde ve haz türlerinin kucağında yaşayan insan sözünü ettiğimiz dar çerçevenin sıkıştırıcı kalıpları içinde yaşayan, bu dar çerçeve uğruna başkaları ile çatışan, kaçırdığı fırsatlara, yaptıklarına ve kendisine yapılanlara karşılık şu dünyada insanların biçecekleri karşılıklardan başka hiçbir beklentisi olmayan insandan başka bir insandır.
 
Bu düşünce genişliği, enginliği ve zenginliği insanın özüne zenginlik, ideallerine ve duygularına yücelik kazandırır. Bu öz zenginliğinden, bu ideal ve duygu yüceliğinden kendine özgü bir ahlâk ve davranış sistemi doğar ki, bu ahlâk ve davranış sistemi sözünü ettiğimiz dar çerçeve içinde yaşayanların, zavallı hücre mahkûmlarının ahlâk ve davranış sistemlerinden tamamen farklı olur. Bu düşünce enginliğine, genişliğin ve zenginliğine düşüncenin kendine özgü karakterini, Ahiret yurdundaki adil karşılıklar inancını, dünyada kaçırılan fırsatların çok daha büyük, çok daha değerli bedeller ile karşılanacakları beklentisini ekleyelim. O zaman insan vicdanı hak, iyilik ve yapıcılık yolunda fedakârlık göstermeye hazır hale gelir. Yeter ki, bu fedakârlığın yüce Allah'ın bir emri olduğunu, Ahiret'te alacağı karşılığın, kazanacağı ödülün bu fedakârlığa dayandığını bilsin.
 
İslâm düşüncesinin önerdiği gibi bir Ahiret inancı kafalarda kesinlik kazanınca ferdin ahlâkı düzelir, davranışları rayına oturur, böylece sosyal kurumlar ve düzenler sağlıklı bir işlerliğe kavuşur. Toplumsal hayat bir defa böyle bir düzene kavuşunca artık fertler onun bir daha bozulmasına, sapmaya uğramasına meydan vermezler. Çünkü iyi bilirler ki, böyle bir yozlaşma girişimi karşısında gösterecekleri suskunluk kendilerini sadece dünya mutluluğundan yoksun bırakmakla kalmayacak, Ahirette bekledikleri mükâfattan da yoksun kalmalarına, böylece hem dünyada ve hem de Ahirette hüsranlığa uğramalarına yol açacaktır.
 
Bazıları Ahiret inancını haksız bir şekilde töhmet altına sokarak derler ki; "Bu inanç, insanları dünya hayatında pasifliğe, bu hayatı ihmal etmeye itiyor; insanı dünya hayatını geliştirip güzelleştirmekten alıkoyuyor; böylece Ahiret mutluluğu beklentisi ile dünyanın zorbalara ve bozgunculara bırakılmasına zemin hazırlıyor."
 
Ahiret inancına bu iftirayı yükleyenler iftiracılıklarına bir de cahilliklerini ekliyorlar. Çünkü onlar böyle demekle sapık hıristiyan kilisesinin düşüncesinde yeralan Ahiret inancı ile yüce Allah'ın dosdoğru dininde öğretilen Ahiret inancını birbirine karıştırıyorlar. İslâm düşüncesine göre "Dünya, Ahiretin tarlasıdır." Dünya hayatını doğru yola koymak için, kötülüğü ve bozgunculuğu ortadan kaldırmak için, yüce Allah'ın yeryüzündeki egemenliğine yönelik saldırıları bertaraf etmek için, zorbaları devirip bütün insanlara yönelik bir mutluluk ve adalet ortamı oluşturmak için cihad etmek, bütün bu amaçlar uğruna mücadele vermek, Ahiretin azığıdır. Bu azık mücahidlere cennetin kapılarını açar, batıla karşı mücadeleyi verirken uğradıkları kayıpları ve çektikleri eziyetleri telâfi eder.
 
Bu düşünceleri içeren bir inanç nasıl olur da taraftarlarının dünya hayatında duraklamalarına, kokuşmalarına, bozulmalarına, geri kalmalarına; toplumlarında haksızlığın, zulmün ve zorbalığın àlıp yürümesine meydan vermelerine, yapıcılık ve gelişme yarışında geri kalmalarına nasıl izin verebilir? Bu inancın taraftarları Ahireti kazanmak istediklerine, orada yüce Allah'dan mükâfat beklediklerine göre dünyada bu uğurda çaba harcamaktan nasıl geri kalabilirler ve böyle bir ihmalkârlık Ahiret inancı ile nasıl bağdaşabilir?
 
Eğer müslüman olduklarını iddia eden insanlar bazı dönemlerde pasif bir hayat yaşamışlarsa; bozgunculuğun, kötülüğün, haksızlığın, zorbalığın, geri kalmışlığın ve cahilliğin hayatlarını karartmasına meydan vermişler ise onların bu saydıklarımızın tümünü ya da bazılarını yapmalarına yol açan sebep, İslâm ile ilgili düşüncelerinde beliren bozulma ve sapmadır; Ahirete ilişkin inançlarının sarsılması veya zayıflamasıdır; yoksa bu sayılan olumsuzlukların sebebi onların bu dinin özüne bağlanmış olmaları, Ahirette yüce Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olmaları değildir. Çünkü Ahirette yüce Allah'ın huzuruna çıkacağına inanan ve bu dinin özünün bilincinde olan bir kimsenin şu dünya hayatında pasif, geri kalmış; kötülüğe, fesada, bozgunculuğa ve zorbalığa razı olacağı düşünülemez. Müslüman dünya hayatını yaşarken bu hayattan daha büyük ve daha üstün olduğunun bilincinde olarak yaşar. Dünyanın temiz nimetlerinden yararlanır ya da onlardan uzak dururken bu nimetlerin dünyada helâl olduklarını ve Kıyamet günü ise sırf müminlere özgü olacaklarını bilir. Bu dünya hayatının düzeyinin yükselmesi, yeryüzündeki enerji ve güç kaynaklarının insanın yararına sunulması için çalışırken bu yoldaki çabanın, yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi olma görevinin gereği olduğunu aklından çıkarmaz. Kötülüğe, bozgunculuğa, zulme ve zorbalığa karşı mücadele ederken, bu uğurda çeşitli baskılara, sıkıntılara ve fedakârlıklara katlanırken, hatta şehid olmayı göze alırken bütün bu didinmelerini Ahirete yönelik bir ön birikim olarak düşünür. Çünkü dini ona öğretmiştir ki, "Dünya, Ahiretin tarlası, üretim alanıdır." Ahirete giden yol mutlaka dünyadan geçer; dünya küçüktür, basittir, ama daha büyük bir nimete geçiş zemini oluşturan bir ilâhi nimettir.
 
İslâmi hayat düzeninin bütün ayrıntıları Ahiret hayatı realitesine; bu realitenin düşüncede meydana getirdiği enginliğe, güzelliğe ve yüceliğe; bu realitenin ahlâkta meydana getirdiği düzey yüksekliğine, arınmışlığına, hoşgörüye, hakka bağlılığa, titizliğe ve kötülüklerden sakınmâya; yine bu realitenin insan davranışlarına kazandırdığı doğruluğa, güvene ve kararlılığa dayanır.
 
Bundan dolayı Ahiret inancı olmaksızın dünyada İslâm'a uygun bir hayat yaşanamaz, gerçekleştirilemez. Bu realitenin Kur'an'da bu kadar önemle ele alınması ve sık sık vurgulanması işte bu yüzdendir.
 
Araplar cahiliye dönemlerinde -cahillikleri yüzünden- dünya hayatından başka bir hayatın varlığına inanmayı kafalarına sığdıramıyorlardı; şu görünen alemin dışında başka bir alemin olabileceğini düşünemiyorlardı; insànın algılayabildiğimiz ufukları aşarak daha öteleri kucaklayan uzaklıklarla, ufuklarla ve enginliklerle bütünleşebileceğini akılları almıyordu; insanı sadece daha çok hayvana özgü somut algıların duyguları ve düşünceleri ile sınırlı düşünüyorlardı. Tıpkı kendilerine ısrarla "bilimsellik" yaftasını yakıştıran çağımızdaki yoldaşları gibi. Okuyoruz:
 
"Onlar `Hayat, sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir, bir daha diriltilecek değiliz' dediler."
 
Hiç kuşkusuz, yüce Allah böylesine bir inancın gölgesi altında insana yaraşır, yüce ve onurlu bir hayat tarzının asla gerçekleşemeyeceğini biliyordu. İnsanı yeryüzünün toprağına sıkı sıkıya yapıştıran, insan düşüncesini –tıpkı hayvanlar gibi- somut şeylere tutkallayan şu düşünce ve duygu ufuksuzluğunu düşünelim. Şu dar çerçeveli zaman ve mekân anlayışını göz önüne getirelim. İnsan nefsinde acımasız rekabet hırsını, sınırlı nimetler uğruna boğuşma ve bu basit nimetlere tapma ihtirasını kamçılayan zaman ve mekân sınırlılığını gözleyelim. Bu ihtirasların herbiri kazığını koparmış birer yırtıcı köpek gibi her tarafa saldırıyor, ne dizgini var, ne ateş-kes tanır ve uzun vadeli bir ödül beklentisine kulak asıyor, hayvanların içgüdülerinden bile daha alçak düzeyi ile her yana tosluyor, ille tatmin olacak, yoksa her şeyi kırıp geçirebilir. Bir de şu kurulu düzenleri ve kurumları düşünününüz. Tek amaçlı ve dayanakları sözünü ettiğimiz kısıtlı zaman ve mekân çerçevesinde egemenlik kurmak. Bu uğurda ne adalet ne insaf ne ölçü tanıyorlar ve ne de acıma duyguları var. Tek bildikleri şey fertlerin, sınıfların ve milletlerin birbirleri ile amansız biçimde yarışması, boğuşmasıdır. Hep birlikte bir ormanda yaşamanın başıboşluğu içinde boğuşuyorlar. Boğuşmalarının düzeyi hemen hemen yırtıcı hayvanların ve sırtlanlarınki ile aynı, arada pek önemli bir fark yok. Tıpkı günümüzün "uygar" dünyasının her tarafında gördüğümüz gibi.
 
Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün bunları biliyordu. Ayrıca şu da var. Yüce Allah bu ümmeti insanlığın hayatını denetlemekle görevlendirdi, ona insanlığı yüce doruğa iletme fonksiyonunu yükledi, bu yüce dorukta insan onurunun gerçek anlamda somutlaşmasını diledi. İşte yüce Allah böylesine ağır bir yükümlülüğü taşıyacak olan bu ümmetin düşünceleri ve değer yargıları ile söz konusu dar çerçevenin dışına çıkacak o engin ve geniş ufuklara ve boyutlara doğru kanatlanmadıkça, başka bir deyimle dünyanın kısıtlı ufku dışına çıkarak Ahiretin sınırsız ufuklarına açılmadıkça bu son derece önemli görevini yerine getiremeyeceğini de biliyordu.
 
İşte bundan dolayı yüce Allah, Ahiret gerçeğini bu kadar güçlü ve ısrarlı ifadeler ile vurgulamıştır. Bu vurgulamanın birinci derecedeki sebebi Ahiret aleminin bir "realite" oluşudur. Yüce Allah gerçeği anlatır. İkinci derecedeki sebebi ise insanın insanlık niteliğini düşünce, inanç, ahlâk, davranış, hukuk sistemi ve sosyal düzen plânında mükemmelleştirebilmek için bu inancın kaçınılmaz biçimde gerekli oluşudur.
 
İşte coşkun akışlı bir nehre benzeyen bu nehrin dalgalar şeklinde önümüze çıkan ayetlerindeki bu çarpıcı, bu derin etkili mesajların hikmeti budur. Yüce Allah bu çarpıcı mesajların insan fıtratını sarsacağını, titreteceğini, gözeneklerini açacağı, algılama cihazlarını uyaracağını, onları harekete geçirip dirilteceğini ve böylece onları verilen mesajları almaya, bu mesajlara olumlu biçimde cevap vermeye elverişli duruma getireceğini biliyordu. Üstelik bu çarpıcı mesajlar gerçeği ifade ediyorlar. Okuyoruz:
 
"Onları Rabblerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman keşki görsen! Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil miymiş?' der. Onlar `Rabbimiz hakkı için, evet' derler. Allah da onlara `O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz' der."
 
Bu "Hayat sadece dünyadaki hayatımızdan ibarettir, daha diriltilecek değiliz."
diyenlerin akıbetidir. Bu onların bedbaht, alçaltıcı, yüz kızartıcı sahnesidir. Karşısına çıkacaklarını yalanladıkları Rabblerinin huzurunda dikilmeye zorlanmışlardır, hiçbir tarafa kımıldayamıyorlar, sanki boyunlarından tutmuşlar da kendilerini bu dehşetli ve yüce sahneye çıkarıp ayağa dikmişlerdir. Tekrarlayalım:
 
"Allah onlara `yeniden dirilmek gerçek değil miymiş' der."
 
Bu soru, muhatabını eritecek, yerin dibine geçirecek bir sorudur. Acaba ona ne cevap veriyorlar?:
 
"Rabbimiz hakkı için, `evet' derler."
 
Şimdi, onlar Rabblerinin huzurunda dikilmişler, gerçekleşeceğini kesin bir dil ile yalanlamış oldukları bir sahnenin dehşetini yaşıyorlar. Pozisyonun olağanüstülüğüne, sahnenin dehşetine ve akıbetin ürkütücülüğüne uygun düşen kısalıktaki son hükme ilişkin emir de hemen arkadan geliveriyor. Okuyalım:
 
"Allah da onlara `O halde inkârcılığınızdan dolayı azabı çekiniz' der."
 
Bu akıbet, insana yaraşır düşünce enginliğine açılmayı reddeden, bunun yerine somut algıların dar hücresine hapsolmayı tercih eden, insana yakışır ufuklara doğru kanatlanmaya yanaşmayarak yeryüzünün toprağına çakılıp kalan; hayatını bu zavallı, bu alçaltıcı düşüncenin tutsağı olarak kurup sürdüren yaratıklara lâyık bir akıbettir. Bu yaratıklar kendilerini azaba lâyık hale getirecek biçimde gerilemişler, düzey düşüklüğüne uğramışlardır. Bu azab, Ahireti inkâr edenlerin karakterleri ile uyumlu bir sonuçtur. Çünkü onlar bu zavallı ve geriye dönük düşüncelerinin tutsakları olarak o düşük düzeyli, o insanı geriye götürücü hayatın içinde yaşamışlardır.
 
Bir sonraki ayet, bu sahneyi, bu yüce emirle noktalanmış olan orijinal, dehşetlï ve olağan-üstü sahneyi, onun özünü anlatan aynı orijinallikte, aynı olağanüstülükte ve aynı dehşetlilikteki bir açıklama ile tamamlıyor. Okuyoruz:
 
"Allah'ın huzuruna çıkacaklarını yalanlayanlar gerçekten mahvolmuşlardır. Sonunda Kıyamet günü gelip çatınca `Eyvah, dünyada kaçırdığımız fırsatlara!' derler."
 
Bu kesin ve mutlak bir mahvoluştur. Dünya açısından kesin bir mahvoluş, bir hüsrandır; çünkü orada hayat anlattığımız gibi alçak bir düzeyde sürdürülüp heba edilmiştir. Ahirette hüsran oluşun sebebine gelince az önce seyrettiğimiz sahneye şimdi de o gafillerin, o cahillerin hiç hesaplarında olmayan şu acı sürprizi eklemek gerekir:
 
"Sonunda Kıyamet günü gelip çatınca `Eyvah, dünyada kaçırdığımız fırsatlara!' derler."
 
Arkasından da tıpkı sırtlarına vurulmuş yükün baskısı altında ezilen yük hayvanları gibi tanıtıldıkları sahneye sıra geliyor. Okuyalım:
 
"Günah yüklerini sırtlarında taşıyarak..."
 
Hatta yük hayvanlarının durumu bunlarınkinden daha iyidir. Çünkü eşyalardan oluşmuş yükler taşırlar. Bunların yükleri ise kendi günahlarından oluşmuştur. Ayrıca yük hayvanlarının yükleri indirilince istirahat etmeye giderler. Oysa bunlar günahlarını sırtlarında taşıyarak, günahkârlık damgası ile uğurlanarak cehenneme giderler. Okuyoruz:
 
"Hey, sırtlarında taşıdıkları o yük, ne kötü bir yüktür!"
 
Korkuyu ve dehşeti seslendiren deminki sahnenin peşi sıra gelen ve mahvolunmuşluk ile hüsrana uğramışlığı dile getiren bu sahnenin ışığı altında bu ayetler grubunun son mesajına sıra geliyor. Bu mesaj dünya ile Ahiretin yüce Allah'ın terazisindeki gerçek ağırlıklarını, bu duyarlı ölçüye göre dünya ile Ahiretin karşılaştırmalı değerlerini açıklıyor. Okuyoruz:
 
`Dünya hayatı, oyundan ve eğlenceden başka bir şey değildir. Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha hayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?"
 
Dünya hayatı ile Ahiret yurdunun yüce Allah'ın terazisinde son aşamadaki mutlak değeri işte budur. Bu küçük gezegen üzerinde geçirilen ve aslında gündüzün bir saati kadar olan hayatın değeri, o engin mülk aleminin sınırsız sonsuzluğu ile karşılaştırılınca, ayette anlatıldığından fazla bir şey olamaz. Aslında bir saat kadar kısa olan bu zamanı dünya köleliği uğruna harcamak öbür yüce alemin ağırlıklı ciddiyeti ile karşılaştırınca oyundan ve eğlenceden başka bir anlam taşıyamaz.
 
Bu mutlak bir değerlendirmedir. Fakat-yukarda değindiğimiz gibi- İslâm düşüncesinde dünya hayatının ihmal edilmesi, dünyaya karşı pasif kalınması, dünyadan el-etek çekilmesi sonucunu doğurmaz. Kimi "tasavvuf" ve "zühd" akımlarında görülen bu tür ihmalkârlıklar, pasif yaklaşımlar ve el-etek çekmeler kesinlikle İslâm düşüncesinden kaynaklanmaz. Bunlar ya ruhbanlığa dayanan hıristiyan kilisesinin düşüncelerinden ya eski İran düşüncesinde ya da İslâm toplumuna geçmiş bazı eski Yunan idealist düşüncelerinden kaynaklanan sızmalardır.
 
İslâm düşüncesini en eksiksiz biçimde temsil eden, somut ifadeye kavuşturan büyük örnekler ne pasifliğe ve ne de dünyadan el-etek çekmeye kaymışlardır. İşte sahabiler kuşağı. Bu seçkin insanlar nefislerinde şeytanı yenilgiye uğrattıkları gibi onu kulların egemenliğine dayalı imparatorluklar şeklinde yaşâyan çevrelerindeki cahiliye düzenlerinde de yenilgiye uğrattılar. Bu kuşak dünya hayatını yüce Allah'ın terazisindeki değeri ile kavrıyor, algılıyordu. Bu saygıdeğer kuşak pratik hayatta gerçekleştirdiği o çok önemli eserleri Ahirete yönelik çalışmaya döndürdü, hayatın her alanında dünyayı son derece dinamik ve enerjik bir yaklaşımla ele aldı.
 
Dünya hayatı ile Ahiret yurduna ilişkin bu ilâhi değerlendirme onlara şu avantajı sağladı. Onlar dünyaya kul olmadılar. Dünyanın sırtına bindiler, onu sırtlarında taşımadılar. Onu Allah'a kul ettiler, yüce Allah önünde ona boyun eğdirdiler, onun kölesi olmadılar. Dünyada yüce Allah'ın halifesi olma görevinin gerektirdiği her türlü yapıcılık ve geliştirme faaliyetine sıkıca sarıldılar. Fakat bu halifelik faaliyetlerinde sadece yüce Allah'ın hoşnutluğunu ve Ahiret yurdunun hazırlığını aradılar. Böylece dünya tutkunlarını önce dünyada geçtiler, sonra da onları Ahirette geride bıraktılar!
 
Ahiret, bilgimize kapalı bir "gayb" alemidir. Bu aleme ilişkin iman düşünceye enginlik ve akla gelişmişlik kazandırır. Ahiret uğruna çalışmak ise günahlardan sakınanlar için daha hayırlıdır, bunun böyle olduğunu aklı başında olanlar bilir. Okuyoruz:
 
"Oysa günahlardan sakınanlar için Ahiret yurdu daha bayırlıdır. Buna aklınız ermiyor mu?"
 
Bilgimize kapalı bir gerçektir diye günümüzde Ahiret gününü inkâr edenler bilgiçlik taslayan cahillerdir. Sebebine gelince bilim, yani "insanların bilimi -ilerde değineceğimiz üzere- günümüzde bir tek kesin gerçeğe erebilmiş, bir tek tartışmasız realiteyi kucaklayabilmiştir ki, o da "gayb gerçeği", "bilinmezlik (meçhul) gerçeği"dir.
 
Coşkun akışlı bir nehre benzeyen bu surenin az sonra okuyacağımız ayet dalgasında söz Peygamberimize yöneltilerek dürüst ve güvenilir kişiliğine rağmen uğradığı yalanlamalar karşısında teselli ediliyor. Çünkü müşrikler aslında onun yalancı olduğunu düşünmüyorlar. Peki o halde yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamakta, onları onaylamamakta, mesajlarına inanmamakta neden ısrar ediyorlar. Bunun başka bir sebebi vardır, sebep peygamberimizin yalan söylediği kanısında olmaları değildir.
 
Bu ayetlerde Peygamberimiz bir de şu açıdan teselli ediliyor. Onun daha önceki peygamber kardeşleri de yalanlamalara ve eziyetlere uğramışlardı, onlar bütün bunlara katlandılar, sabrettiler, sonunda yüce Allah'ın değişmez kanunları gereğince zafere ulaşanlar onlar oldu.
 
Bu gönül okşamaların ve tesellilerin arkasından Peygamberimize bu çağrı görevi ile ilgili şu son derece önemli gerçek anlatılıyor: Bu çağrı yüce Allah'ın geleneği uyarınca ve O'nun takdirine göre yürür. Çağrıyı seslendirenin bu konuda yapacağı tek şey duyurma ve açıklamadır. Olayları ve gelişmeleri yönlendirmek yüce Allah'ın yetkisindedir. Çağrı görevlisi, bu gerçeğe göre yoluna devam etmeli, aceleci adımlar atmaya kalkışmamalı, yüce Allah'a yöntem önermemelidir. Bu ilke peygamberler için de geçerlidir. Onlar da yalanlayıcıların, hatta tüm insanların çağrı yöntemine ilişkin tekliflerine kulak asmamalı, çağrının doğruluğunu destekleyecek somut kanıtlar ve mucizeler önermemelidirler. Çağrının mesajını işiten canlılar ona olumlu cevap vereceklerdir. Kalbleri ölmüş olanlara gelince böyleleri ölüdürler, çağrılara karşılık veremezler, uyarıcılara tepki gösteremezler. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır, isterse onları diriltir, isterse Kıyamet günü huzuruna dönecekleri ana kadar onları ölü olarak bırakır.
 
Peygamberimize karşı duran yalanlayıcılar da tıpkı yoldaşları olan eski milletlerin Peygamberlerine karşı yaptıkları gibi O'ndan olağan-üstü mucizeler istiyorlar. Hiç kuşkusuz yüce Allah çeşitli mucizeler indirebilir. Fakat kendinin bildiği bir hikmete dayanarak bunu yapmıyor. Eğer müşriklerin yüz çevirmeleri Peygambere çok ağır geliyorsa o zaman kendi insani gücünü seferber ederek onlara mucizeler göstermeye girişsin! Yüce Allah, bütün varlıkların, bütün canlıların yaratıcısıdır; bu itibarla onların yaratılıştan kaynaklanan esrarlı yönlerini, özelliklerinde ve karakterlerinde gözlenen farklılıkların hikmetini bilir. Peygamberlerin mesajlarını yalanlayan insanları karanlıklar içinde sağır ve dilsiz durumda bırakan O'dur. Kendi bildiği yaratılış ve farklılaşma hikmetinin sonucu olarak dilediğini doğru yola ileten ve dilediğini saptıran O'dur.

ALİMLER BİLE BİLE İNKÂR EDİYORLAR
 
33- Onların .sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.
 
Cahiliye döneminin müşrik Arapları ve özellikle Peygamberimizin çağrısına karşı dikilen Kureyşliler zümresi Peygamberimizin doğruluğundan zerrece kuşku duymuyorlardı. Çünkü O'nu yıllardan beri dürüst ve güvenilir bir kişi olarak tanıyorlardı. Peygamberliğinden önceki, aralarında geçen uzun hayatı boyunca bir tek yalanını görmüş değillerdi. Peygamberimizin çağrısına yönelik muhalefet akımına liderlik eden Kureyşli ileri gelenler de öyle idi. Onlarda Peygamberimizin gerçek peygamber olduğundan, şu Kur'an'ın insan sözü olmadığından, insanların böyle bir kitap ortaya koyamayacaklarından asla kuşku duymuyorlardı.
 
Fakat buna rağmen Peygamberimizi onaylamaya yanaşmıyorlar, bu yeni dine girmeyi reddediyorlardı. Bu olumsuz tutumlarının sebebi Peygamberimizi yalancı saymaları değildi, fakat O'nun çağrısını siyasi nüfuzları ve sosyal konumları açısından tehlikeli görmeleri idi. Bu sebepten ötürü yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamayı ve öteden beri sürdürdükleri müşrikliğe bağlı kalmayı kararlaştırmışlardı.
 
Nitekim elimizde bulunan çok sayıda belge, Kureyşli ileri gelenlerin bu olumsuz tutumunun gerçek sebeplerini açıkladığı gibi onların Kur'an-ı Kerim hakkındaki asıl düşüncelerini de açığa vurmaktadır:
 
Bu konuda İbni İshak, Muhammed b. Müslim b. Şihab Zehriye dayanarak şöyle bir olay anlatıyor:
 
"Bir gece Ebu Sufyan b. Harb, Ebu Cehil b. Hişam ve Zuhreoğulları'nın yandaşı Ahnes b. Şurayk b. Amr b. Vehb Sakabe Peygamberimizi dinlemeye gittiler. Peygamberimiz o sırada gece namazı kılıyordu. Adamların herbiri kendine bir yer seçerek oradan Peygamberimizi dinlemeye koyuldu. Hiçbiri diğerinin yerini bilmiyordu. Bütün gece Peygamberimizi dinlediler. Sabah olunca yerlerinden ayrıldılar. Yolda buluşunca "Eğer cahillerden biri seni görse içine kuşku düşmesine sebep olacaksınız" diyerek birbirlerini suçladılar. Sonra çekip gittiler.
 
Ertesi gece olunca herbiri yine bir önceki geceki yerine gelip yerleşti. Sabaha kadar Peygamberimizi dinlediler. Ortalık ağarınca yerlerinden ayrıldılar. Yine yolda karşılaştıklarında birbirlerine bir gece önceki sözlerinin benzerlerini söyledikten sonra çekip gittiler.
 
Fakat üçüncü gece yine herkes bir gece önceki yerine gelip yerleşti. Yine sabaha kadar Peygamberimizi dinlediler. Gün ağarınca saklandıkları yerden ayrıldılar. Yolda karşılaştıklarında birbirlerine `Artık bir daha gelmeyeceğimize dair sözleşmeden ayrılmayalım' dediler ve bu konuda birbirlerine kesin söz verip öyle ayrıldılar.
 
Ertesi sabah Ahnes b. Şurayk, bastonunu eline alarak Ebu Sufyan b. Harb'in evine gitti, Ebu Sufyan'a `Ey Ebu Hanzele, Muhammed'in ağzından işittikleri hakkında ne düşündüğünü bana söyle' dedi. Ebu Sufyan da ona `Ey F:bu Salebe, O onun ağzından duyduğum sözlerin bazılarını anladım, ne demek istediklerini kavradım, bazılarının ne demek istediklerini, ne anlama geldiklerini anlayamadım' diye cevap verdi. Bunun üzerine Ahnes de Ebu Sufyan'a `Adına and içtiğin kutsal varlık hakkı için ben de aynen öyle oldum' karşılığını verdi.
 
Bir süre sonra Ahnes, Ebu Sufyan'ın yanından çıkarak Ebu Cehil ile görüşmeye gitti. Evine varınca kendisine `Ya Ebul Hakem, Muhammed'in ağzından işittiklerin hakkında ne düşündüğünün bana söyle' dedi. Ebu Cehil Ahnes'in bu sorusuna şu cevabı verdi; `Biz Abdülmenaf oğulları ile şeref ve soyluluk alanında sürekli yarıştık. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar yerdiler, biz de verdik, Onlar yük altına girdiler, biz de girdik. Bu yarışta diz üstü yere kapaklandığımızda bile kafa kafaya gelen iki yarış atı gibi birbirimize denk idik. Şimdi onlar ortaya çıkmış, "Bizden bir Peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy geliyor" diyorlar. Bu konuda onlara nasıl yetişebilir, onlarla nasıl boy ölçüşebiliriz? Bu yüzden vallahi, Muhammed'e ne inanır ve ne de onu onaylarız, bu husustaki kararımız kesindir.
 
"Bunun üzerine Ahnes ayağa kalkarak Ebu Cehil'in yanından çıktı, gitti."
 
Öte yandan İbni Cerir, Esbat kanalı ile Seyd'den "Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar" ayeti hakkında şöyle bir olay naklediyor.
 
"Bedir Savaşı günü Ahnes b. Şurayk, yandaşları olan Zühreoğulları'na dedi ki; `Ey Zühreoğulları, Muhammed sizin kız kardeşinizin oğludur, yeğeninizdir. Bu yüzden yeğeninizi savunmak öncelikle size düşer. Eğer o bir peygamber ise bugün O'nunla niçin savaşacaksınız. Eğer bir yalancı ise O'nu yalancılıktan vazgeçirmekte en çok siz haklısınız. Bekleyiniz, Ebu Cehil ile buluşup görüşeyim. Eğer Muhammed bu savaşta galip gelirse evlerinize sağ olarak dönersiniz. Eğer yenilecek olursa kabileniz size bir şey yapamayacaktır. İşte o gün bu adama Ahnes adı verildi, daha önceki adı Ubeyy idi.
 
Ahnes, Ebu Cehil ile buluşunca ikisi bir kenara çekilip baş başa kaldılar. Bunun üzerine Ebu Cehil'e `Ey Ebul Hakem, söyle bana bakayım, Muhammed doğru mu söylüyor, yoksa yalancının biri midir? Burada senden ve benden başka söylediklerimizi duyabilecek hiçbir Kureyşli yok' dedi. Ebu Cehil, Ahnes'e şu karşılığı verdi; `Yazıklar olsun sana! Vallahi, Muhammed doğru söylüyor. O hiç yalan söylemiş değildir. Fakat eğer Kusayoğulları sancağın, hacılara su sağlama ve onları ağırlama imtiyazlarının yanında şimdi de peygamberliği elde ederlerse geride kalan Kureyşliler'e başka ne kalır ki? `İşte aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar' ayeti bunu anlatmak istiyor."
 
Burada şu noktaya dikkat etmeliyiz: Bu sure bir Mekke suresi olduğu gibi bu ayetin de Mekke inişli olduğu kuşkusuzdur. Oysa şimdi okuduğumuz olay Bedir Savaşı günü Medine'de meydana gelmiştir. İlk bakışta okuduğumuz olayla bu ayet arasında ilişki kurmakta güçlük çekebilir, hatta böyle bir ilişki kurma girişimini garip karşılayabiliriz. Fakat tefsir bilginlerinin şöyle bir anlatım geleneği vardır: Onlar eğer bir ayetten söz eder de `Bu ayet, bunu anlatmak istiyor" derlerse bu ifade, anlatılan olay:n söz konusu ayetin iniş sebebini oluşturduğunu belirtmek istedikleri anlamına gelmez, sadece ayetin anlamının olayın içeriği ile uyuştuğu anlamını taşır; bu durumda ayetin o olaydan önce ya da sonra inmiş olması göz önüne alınmaz. işte eğer bu anlatım geleneğinin bilirsek az önce okuduğumuz rivayeti garip karşılamayız.
 
Tarihçi İbni İshak'ın Yezid b. Ziyad kanalı ile Muhammed b. Kaab Kuredî'ye dayandırarak bildirdiğine göre bir gün Kureyş kabilesinin şefi Utbe b. Rebia kabile ileri gelenlerinin toplantı düzenledikleri kulüpte şöyle dedi. O sırada Peygamberimiz Mescidde yalnız başına oturuyordu:
 
"Ey Kureyşliler, şimdi kalkıp Muhammed'e gideyim O'nunla konuşup kendisine bazı teklifler sunayım ister misiniz? Belki bu tekliflerimin bazılarını kabul eder, biz de O'na istediğini veririz de yakamızı bırakır."
 
Bu olay Hz. Hamza'nın müslüman olduğu ve Peygamberimizin sahabelerinin çoğaldığının müşriklerce görüldüğü günlere rastlar. Kureyşli ileri gelenlerinin kendisine oldu, ya Ebu Velid, git O'nunla konuş diye karşılık vermeleri üzerine Utbe kalkıp Peygamberimize gitti, yanına oturduktan sora şunları söyledi:
 
"Ey kardeşim oğlu, ey yeğenim! Sen aramızda aşiretçe kalabalık ve soyca üstünsün. Bunu sen de biliyorsun. Ama sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Kavminin birliğini bozdun, hayallerini sarstın, ilâhlarını ve dinlerini küçük düşürdün atalarını kâfir ilân ettin. Şimdi söyleyeceklerimi dinle ve üzerlerinde düşün. Sana belki bazılarını kabul edebileceğin birtakım teklifler sunacağım."
 
"Peygamberimizin "Söyle, ya Ebu Velid, seni dinliyorum" şeklindeki karşılığı üzerine Utbe sözlerine şöyle devam etti:
 
"Ey kardeşim oğlu, eğer hu getirdiğin yeni din aracılığı ile elde etmek istediğin şey servet ise aramızda mal toplayıp sana verelim, böylece en zenginimiz sen olursun. Eğer bu din aracılığı ile elde etmek istediğin şey itibar ve prestij ise seni başımıza efendi yapalım, bundan böyle sensiz hiçbir şeye karar vermeyelim. Eğer bu din aracılığı ile elde etmek istediğin şey hükümdarlık ise seni üzerimize hükümdar yapalım. Yok eğer bir cin çarpmasına uğradın da bu dertten yakanı kurtaramıyorsan senin için doktor arayalım, bu yolda gereken her masrafı yaparak seni bu çarpılmadan kurtaralım. Çünkü insan bazı durumlarda kendisine musallat olan cinden gerekli tedaviyi görmedikçe yakasını kurtaramaz."
 
Peygamberimiz, Utbe'nin sözlerini sonuna kadar dinledi. Utbe sözlerinin sonuna gelince kendisine "Tamam mı, ya Ebu Velid'?" diye sordu. Adam "Evet, tamam" deyince Peygamberimiz "Şimdi de sen beni dinle" dedi. Utbe'nin "Tamam, seni dinliyorum" demesi üzerine Peygamberimiz "Besmele" çekerek "Fussilet suresini şu şekilde okumaya başladı:
 
"Ha, Mim. Bu Rahman ve Rahim olan Allah katından indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri ayrıntılı olarak açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çoğunluğu ona yüz çevirdi, onların kulakları işitmiyor... (Fussilet Suresi: 1-4)
 
Peygamberimiz sureyi ona okumaya devam etti. Utbe ayetleri dinlerken kulak kesildi, ellerini arkaya götürerek dirseklerini yere dayadı ve sırtını avuçlarına dayayarak dinlemeye koyuldu. Peygamberimiz suredeki secde ayetine gelince okumayı keserek secdeye vardı. Arkasından Utbe'ye dönerek "Ya Ebu Velid. işiteceklerini işittin, artık ne yapacağına kendin karar ver" dedi.
 
Bunun üzerine Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. Arkadaşları onu görünce birbirlerine "Allah'a yemin ederiz ki, Ebu Velid giderken taşıdığından farklı bir yüz ifadesi ile geri döndü" dediler. Yanlarına gelip oturunca arkadaşları "Ya Ebu Velid, anlat bakalım, ne oldu'?" Utbe de onlara şunları söyledi:
 
"Olup-bitenler şöyle. Öyle sözler işittim ki, vallahi, şimdiye kadar böylesini hiç duymamıştım. Vallahi, işittiklerim ne büyücü sözleri ne şiir ve ne de kâhin tekerlemeleri idi. Ey Kureyşliler beni dinleyin ve sözümden dışarı çıkmayın. Bu adamı bırakın, istediğini yapsın, işine karışmayın, vallahi o kendisinden dinlediğim sözleri ortalığı kesinlikle çalkalandıracaktır. Eğer Araplar karşısında yenik düşerse başkaları aracılığı ile O'nun ününü almış olursunuz. Yok, eğer, Araplar'a karşı üstünlük sağlarsa O'nun egemenliği sizin egemenliğinin, O'nun üstünlüğü sizin üstünlüğünüzdür. Böylece O'nun aracılığı ile en bahtiyar insanlar olursunuz."
 
Kureyş ileri gelenleri bu sözleri işitince Utbe'ye "Ya Ebu Velid, Muhammed seni dili ile büyüledi" dediler. Bunun üzerine Utbe de onlara "Benim görüşüm budur, siz neyi uygun görüyorsanız onu yapınız" diye karşılık verdi.
 
Bağavî'nin Cabir b. Abdullah'a dayandırarak tefsirinde naklettiğine (Bu hadisin rivayet zincirinin bir halkasını oluşturan Abdullah Kindi Kufi hakkında İbn-i Kesir "Biraz Zayıftır" diyor.) göre Peygamberimiz, Utbe'ye "Fussilet suresini okurken sıra "Eğer onlar yüz çevirirler ise de ki; `Ben sizi Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım." Ayetine gelince Utbe, eli ile Peygamberimizin ağzını kapattı ve kendisinden merhamet dileğinde bulundu. Sonra da kalkıp ailesinin yanına döndü, Kureyşlilerin arasına çıkmadı, onlardan saklandı... Bir sure sonra kendisine bu olaydan söz açtıklarında "Elim ile ağzını kapattım, kendisinden merhamet dileyerek okumayı durdurmasını istedim. Çünkü Muhammed bir söz söylediğinde yalan söylemeyeceğini biliyordum, bu yüzden başınıza azap inecek diye korktum" dedi.
 
Öte yandan yani tarihçi İbn-i İshak bu konuda şöyle bir olay anlatıyor:.
 
- Bir defasında Kureyşli ileri gelenlerden oluşmuş bir heyet Velid b. Muğıre'nin yanına gitti. Velid, gelen heyetin yaşça büyüğü idi. O sırada hac mevsimine girilmek üzere idi. Velid, Kureyşli ileri gelenlere şöyle dedi.
 
"Ey Kureyşliler, hac mevsimine girmek üzereyiz. Bu mevsimde birçok Arap heyeti ülkenize gelecek. Hepsi şu arkadaşınızın (Muhammed'in) meselesini duymuştur. O'nun hakkında ortak bir görüşte birleşin, farklı sözler söyleyip birbirinizi yalanlamayın, birbirlerinizin sözlerini çürütmeyin.
 
Bunun üzerine Kureyş ileri gelenleri kendisine "Ey Ebu Abd-i Şems, sözü sana bırakıyoruz, bizim adımıza bir görüş belirle, biz de hep onu söyleyelim" dediler. Velid "Hayır, siz söyleyin, ben sizi dinliyorum" dedi. Kureyşli ileri gelenler "O (Muhammed) bir kahindir! deriz." dediler. Velid "Hayır, olmaz. Vallahi, o bir kahin değildir. Kahinleri gördük. O'nun sözleri kahinlerin uyaklı tekerlemelerine benzemiyor" dedi. Kureyşliler "O bir delidir.' deriz." dediler. Velid "O bir deli değildir. Deliliği gördük, ne olduğunu biliyoruz. O'nda delilerin ne hırlamalarından ne çırpınmalarından ve ne de kuruntularından eser yok." dedi. Kureyşliler "Peki `O bir şairdir' diyelim." dediler. Velid "Hayır, olmaz. O bir şair değildir. Şiiri recezi ile, hezeci ile, karıdası ile, Makbudası ile Mebsutası ile, kısacası bütün aruz kalıpları ile biliyoruz, O'nun sözleri şiir değildir." dedi. Kureyşli ileri gelenler "O halde `O bir büyücüdür' deriz." dediler. Velid "Hayır, o bir büyücü değildir. Büyücüleri ve büyücülüğü gördük, ne olduğunu biliyoruz. O'nun yaptığı işin ne üfürükçülükle ve ne de iplik düğümleyip çözmekle ilgisi yok." dedi. Bunun üzerine Kureyşli ileri gelenler "Ey Ebu Abdüşşems, peki sen söyle, ne diyelim?" dediler. Velid onlara şu cevabı verdi:
 
Vallahi, O'nun sözünde acayip bir tad var. Kökü hurma ağacıdır, dallarında hurmà taneleri sarkıyor. O sözler hakkında eğer bu tür bir şey söylerseniz, söylediğinizin asılsız olduğu mutlaka anlaşılır. Onun hakkında söyleyebileceğiniz en kabul edilebilir şey O'nun büyücü olduğudur. `O'nun getirdiği sözler evlâdı babasından, kardeşi kardeşten, karıyı kocadan ve insanları aşiretlerinden ayıran büyüleyici sözlerdir' dersiniz."
 
Kureyşli ileri gelenler Velid'in yanından bu kararla ayrıldılar. Arkasından hacca gelen kervanların yollarına adamlarını koydular, bu adamlar yanlarından geçen herkesi Peygamberimiz hakkında uyarıyorlar, herkese bu kararlaştırdıkları suçlamayı hatırlatıyorlardı."
 
Bu arada İbn-i Cerir'in İbn-i Abdülâla, Muhammed b. Savra, Muammer ve Ubbade b. Mansur kanalı ile İkrime'ye dayandırarak bildirdiğine göre bir gün Velid b. Muğıre, Peygamberimize geldi, Peygamberimiz kendisine Kur'an okuyunca adam biraz yumuşar gibi oldu. Ebu Cehil b. Hişam bunu haber alınca Velid'e gelip kendisine "Amca, kavmin sana vermek üzere aralarında mal toplamak istiyorlar" dedi. Velid "Niçin?" diye sorunca Ebu Cehil "sana verecekler. Çünkü sen Muhammed'e varmış ve ileri sürdüğü görüşe karşı çıkmışsın" dedi... Böylece Ebu Cehil, Velid'in en çok gururlanacağı damarına basarak onu pohpohlamak istiyordu. Velid "Kureyşliler, benim en zenginleri olduğumu bilirler" deyince Ebu Cehil "Muhammed hakkında öyle bir söz söyle ki, kavmin O'nun söylediklerine karşı olduğunu, kendisinden hoşlanmadığını bilsin" dedi. Bunun üzerine Velid şunları söyledi:
 
"O'nun hakkında ne söyleyeyim ki? Vâllahi, içinizden hiç kimse şiirden benim kadar anlamaz; şiirin recez'ini, kasidesini, cin tekerlemelerini benim kadar iyi bileniniz yoktur. Vallahi, Muhammed'in söyledikleri bunlardan hiçbiri-ne benzemiyor. Vallahi, söylediklerinde acayip bir tad var, karşı durulmaz bir çekicilik taşıyor söyledikleri; altında kalan sözleri ezerek üste çıkan ve üzerlerine çıkılamayan bir güç taşıyor O'nun sözleri..."
 
Ebu Cehil "Vallahi, O'nun hakkında karşıtlık belirten bir söz söylemezsen kavmin senden hoşnut olmaz" deyince Velid "O zaman beni bırak da ne söyleyeceğimi düşüneyim" dedi. Bir süre düşündükten sonra "Olsa olsa bu sözlerin etkili bir büyü, diğer büyülerden daha etkileyici bir büyü oldukları söylenebilir." dedi. Bunun üzerine "Muddessir" süresinin "Benim ile şu adamı yalnız bırak ki, ben onu tek başına yarattım, ona uzun boylu mal verdim" diye başlayıp "Üzerinde ondokuz korucu vardır' diye biten bölümü indi. (Müddessir Suresi: 11-30)
 
Başka bir rivayete göre yukardaki olayın son kısmı şöyledir; "Kureyş ileri gelenleri `Eğer Velid dinini değiştirirse bütün Kureyşliler dinlerini değiştirirler" dediler. Ebu Cehil `Ben sizi onun derdinden kurtarırım" diyerek Velid'i görmeye gitti, o da uzun uzun düşündükten sonra `Muhammed'in sözleri etkili bir büyüdür. Baksanıza, bu sözler adamı ailesinden, çocuğundan, efendilerinden ayrı düşürüyor" dedi.
 
Bu tarihi belgeler açıkça kanıtlıyor ki, söz konusu "yalanlayıcılar" Peygamberimizin kendilerine yalan söylediğine, kendilerine duyurduğu mesajların asılsız olduğuna inanmıyorlardı. Müşriklikte ısrar etmelerinin başka sebepleri vardı, bu sebeplerin bir kısmına bu belgelerde değiniliyor. Bunların da ötesinde saklı duran asıl sebep ise ellerinde bulundukları çalınmış otoritenin bu çağrı aracılığı ile geri alınacağı korkusudur. Bu otorite İslâm'ın temel ilkesini oluşturan "lailâhe illellah (Allah'dan başka ilah yoktur)." Şahadet cümleciğinin de belirttiği üzere sırf yüce Allah'ın tekelindedir. Anadillerinin kelimelerinin ne anlama geldiklerini iyi bilen müşrik Araplar bu şahadet cümleciğinin içeriğine teslim olmak istemiyorlardı. Bu cümlecik, kulların hayatı üzerinde yüce Allah'ın otoritesi dışında egemen olan bütün otoritelere karşı kesin bir başkaldırı, tam bir "devrim" niteliği taşıyordu. Hiç kuşkusuz yüce Allah doğru söylüyor:
 
"Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar."
 
Buradaki "zalimler" müşrikler anlamındadır. Bilindiği gibi Kur'an'da bu terim çoğunlukla bu anlamda kullanılır.
 
Bir önceki ayette Peygamberimizin gönlüne su serpilmişti; kendisini, çağrısını belirten, kendisinin ve getirdiği mesajın gerçeğe dayandığını kanıtlayan ayetleri yalanlayanların niçin böyle bir tavır takındıklarının gerçek sebepleri açıklanmıştı. Şimdi ki ayette ise aynı amaçla kendisine daha önceki peygamber kardeşlerinin başlarına neler geldiği hatırlatılıyor, onlara ilişkin bazı haberler kendisine Kur'an aracılığı ile verilmişti, ayrıca peygamberlerin başlarına gelen belâlara sabrederek bu yolda ilerlemeye devam ettikleri ve sonunda yüce Allah'dan gelen zaferin imdatlarına yetiştiği vurgulanıyor. Bu hatırlatmanın amacı, bu sürecin hakka çağrı misyonunun değişmez geleneğini oluşturduğunun peşin olarak bilinmesini sağlamaktır, bu süreci hiçbir öneri isteğinin değiştiremeyeceğinin bilincine varılmasını perçinlemektir; dâvetçiler ne kadar eziyete, baskıya ve yalanlamaya uğrasalar da bu sürecin adımlârının aceleye getirilemeyeceğinin kesinliğini kavratmaktır. Okuyoruz:
 

35- Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma.
 
36- Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları .Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar.
 
Bu yüce sözler insanın kalbine korkunç bir dehşet salıyor. insan bu sözlerin yüce Allah tarafından Peygamberimize yöneltildiğini tam anlamı ile kavrayınca bu gerçeği bütün varlığı ile hissedince bu durumun özünü iyice kavrayabilir. O ki, "ulul azm" peygamberlerden biridir ve son derece sabırlıdır. Öyle ki, uzun yıllar boyunca kavminin birçok eziyetlerine katlanmış, her hoşgörülü insanı çileden çıkarabilecek derecede kaba olan bu davranışları yüce Allah'a havale etmiş, hiçbir zaman bu kabalıkların sahiplerine Hz. Nuh gibi beddûa etmemiştir.
 
Yüce Allah demek istiyor ki; "Ey Muhammed! Bizim değişmez kanunumuz, sürekli geleneğimiz budur. Eğer onların sana yüz çevirmeleri ağırına gidiyorsa, eğer onların yalanlamaları zoruna gidiyorsa ve kendilerine bir mucize göstermeyi hararetle istiyorsan, o halde kendine yerin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir mucize getir, bakalım!"
 
Onların doğru yola gelmeleri son kendilerine mucize göstermene dayanmıyor. Çünkü onların eksiği sözlerinin gerçek olduğunu kanıtlayacak bir mucize değildir. Eğer yüce Allah dileseydi onların tümünü doğru yolda biraraya getirirdi. Bunu yapmanın çeşitli imkânları yüce Allah'ın elinde idi. İsteseydi tıpkı melekeler gibi onların fıtratının kökünden doğru yoldan başkasını bilmeyecek biçimde yaratırdı; ya da kalblerini bu doğru yol mesajını kolayca algılayıp ona olumlu karşılık verecek yatkınlıkla yapardı; yahut da hepsinin boyun eğmelerini sağlayacak bir olağanüstülük meydana getirirdi; veya başka bir yöntemle onları doğru yola getirirdi. Yüce Allah'ın gücü bu söylediklerimizin hepsini yapabilirdi.
 
Fakat yüce Allah -tüm evreni kapsamına alan yüce hikmeti gereğince- insan denen şu canlıyı belirli bir görev için yarattı; bu görev -O'nun yüce ve kapsamlı tasarımına göre- insanın belirli yetenekle donanmasını ve bu yeteneklerin meleklerinkinden farklı olmalarını gerektirmiştir. Bu farklılığın sonuçları grafiğe şöyle yansımıştır. İnsanların yetenekleri farklıdır, doğru yol kanıtlarını ve iman mesajlarını algılama, bu kanıtlara ve mesajlara olumlu karşılık verme yatkınlıkları farklıdır, bu farklılık onlara yön ve doğrultu seçme serbestliği tanıyacak orandadır; bu serbestliğin derecesi de hidayet ve sapıklığa verilecek farklı karşılıkları, farklı ödül ve cezaları adil saydıracak boyutlardadır.
 
İşte bu gerekçe ile yüce Allah yapısal bir müdahale ile tüm insanları doğru yolda buluşturmayı uygun görmemiş, bunun yerine onlara doğru yoldan yürümeyi emretmekle yetinerek itaat ve isyan şıklarından birini seçmeyi özgür iradelerine bırakmış, kendilerini son aşamada tercihlerinin adil ve haklı karşılığı ile baş başa bırakmıştır. Ey Muhammed, bu gerçeği bil, sakın onun farkında olmayan cahillerden olma. Okuyoruz:
 
"Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma."
 
Aman Allah'ım, ne dehşetli sözler ve ne kesin bir direktif! Fakat dehşetli sözü ve kesin direktifi gerektiren bir nokta ile karşı karşıyayız.
 
Arkasından yüce Allah'ın insanları kalıplarına döktüğü fıtratın karakteristik özelliği belirtiliyor, doğru yol karşısındaki farklı konumları vurgulanıyor, bu konumların delil yetersizliğinden ya da belge eksikliğinden kaynaklanmadığı hatırlatılıyor:
 
"Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
Peygamberimizin yüce Allah katından getirdiği gerçeğe muhatap olan insanlar iki kesime, iki ana gruba ayrılırlar. Bu gruplardan birini diriler oluşturur. Bunların fıtri algılama cihazları canlıdır, İsler durumdadır ve dış etkilere açıktır. Böyleleri doğru yol çağrısına olumlu karşılık veriyorlar. Zaten bu doğru yol çağrısı fıtrat tarafından işitilecek ve olumlu karşılık görecek biçimde güçlü, belirgin, fıtratla barışık ve uyumludur. Tekrarlıyoruz:
 
"Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler."
 
Bu çağrıya muhatap olan insanların diğer grubu ise ölüdürler, fıtri mekanizmaları işlemez durumdadır, işitmezler, algılayamazlar. Bundan do(ayı çağrıdan etkilenip ona karşılık veremezler. Bu grubun eksikliğini duyduğu şey muhatabı olduğu gerçeğin delil yetersizliği değildir. Gerçeğin delili özünde saklıdır. Eğer gerçek yol bulup fıtrata ulaşabilse orada sağlamasını bulur ve fıtratın olumlu yaklaşımı ile karşılaşır. Bu grupta eksik olan şey fıtratın canlılığı ve oradaki algılama cihazının işlerliği, aldığı uyarıcılara tepki gösterme yeteneğidir. Peygamberlerin bu tür insanlar karşısında yapabilecekleri bir şey yoktur. Onlara delil göstermek de anlamsız ve yersizdir. Onların işi yüce Allah'a kalmıştır. Eğer dilerse onları diriltir, bunun için diriltilmeyi hakeden bir çaba göstermeleri, dirilmeye lâyık olduklarını yüce Allah'a kanıtlamaları gerekir. Dilerse de bu dünya hayatı süresince onları diriltmez, Ahirette O'nun huzuruna dönecekleri güne ölmüşlüklerini, cansızlıklarını devam ettirir. Tekrarlıyoruz:
 
"Ölülere gelince onları ancak Allah diriltebilir. Sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar."
 
İşte doğru yol çağrısına olumlu karşılık verip vermemenin hikâyesi budur. Bu hikâye durumu bütün yönleri ile açıklığa kavuşturur, peygamberlerin görevini ve davranış tarzını belirler ve işi bütünü ile meselenin asıl sahibine, O'nun dileği uyarınca vereceği hükme havale eder.
 
Açıkladığımız gerçek Peygamberimize anlatıldıktan sonra müşriklerin olağan-üstü mucize istekleri gündeme getiriliyor. Bu isteğin yüce Allah'ın değişmez kanununu bilmemekten kaynaklandığı belirtiliyor bu isteğe olumlu karşılık verilmemesinin yüce Allah'ın insanlara yönelik merhametini simgelediği vurgulanıyor. Çünkü eğer bu öneri gerçekleştirilse o takdirde insanların inanmazlıklarını kesin bir toplu-kırım cezası izleyecektir. Bunun yanısıra yüce Allah'ın tüm evreni çekip çeviren duyarlı takdirinin bir yönüne, bu takdirin bütün canlıları kapsayan yaygınlığına dikkat çekiliyor. Bu yaygın takdir, bütün canlıları içine alan ilâhi geleneğin gerisinde yatan hikmetin mesajını duyuruyor. Son olarak hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran sırlara ve kanunlara, yüce Allah'ın engel tanımaz dileği uyarınca işleyen sırlara ve kanunlara parmak basılıyor. Okuyoruz:

37- "Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya " dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden yoksundur.
 
38- Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudurlar. Biz hiçbir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya getirirler.
 
39- Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir.
 
Müşrikler daha önceki peygamberler eli ile gösterilen somut olağanüstülükler gibi olağanüstü mucizeler istiyorlardı. Kur'an'da yeralan öbür ayetler ile yetinmiyorlardı. Oysa bu ayetler olgunluk düzeyine ermiş insan idrakine hitap ediyor, insanın olgunluk çağına erişini ilân ediyor, bu olgunlaşmaya saygı gösteriyor, ona bu yüksek düzeyden sesleniyordu. Üstelik Kur'an, somut olağanüstülükleri görmek isteyen insan kuşağının sahneden çekilmesi ile ortadan kalkacak geçici bir mesaj kitabı değildi. Tersine Kıyamet gününe kadar varlığını sürdürerek mucizevi anlatımı ile insan idrakini karşı karşıya bırakmakta devam edecekti.
 
Müşrikler olağanüstü somut mucizeler istiyorlardı. Fakat yüce Allah'ın bu konudaki kanunun farkında değillerdi. Yüce Allah olağanüstü somut mucizenin gelişinden sonra çağrının mesajını yalanlayanları derhal yakalıyor, onları dünyada helâke uğratıyordu. Yüce Allah'ın neden onların olağanüstü mucize isteklerini karşılamadığını kavrayamıyorlardı. Yüce Allah bu somut mucizelerinden sonra da onların inkârcılıklarını sürdüreceklerini biliyor -Nitekim kendilerinden önce gelip geçmiş bazı kavimler öyle yapmışlardı- o zaman da helâke uğramayı hakedecekler. Oysa yüce Allah onlara mühlet tanımayı diliyor ki, içlerinden inanacak olanlar inansın, inanmayanların da bellerinden ileride mümin olacak olan kuşakların tohumlarını, spermlerini çıkarsın. Buna rağmen bu adamlar yüce Allah'ın kendilerine mühlet verme nimetine, başka bir deyimle ne gibi sonuçlar doğuracağını bilmeden sundukları öneriyi kabul etmemekle kendilerine bağışladığı nimete karşı şükretmiyorlar, bu nimetin değerini bilmiyorlar!
 
Okuduğumuz ayette onların bu önerisi hatırlatılıyor, arkasından onların çoğunluğunun bu önerinin arkasından neler geleceğini bilmedikleri, yüce Allah'ın bu öneriyi neden karşılamadığını kavrayamadıkları vurgulanıyor; yüce Allah'ın böyle bir mucizeyi indirecek yeterli güce sahip olduğu, fakat hikmeti yüzünden bu öneriyi gerçekleştirmediği, kendi üzerine borç yazmış olduğu merhametinin bunun arkasından gelecek belâyı önlediği açıklanıyor. Tekrarlıyoruz:
 
"Muhammed'e Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki; `Allah'ın gücü böyle bir mucize indirmeye yeterlidir, fakat onların çoğunluğu bilgiden yoksundur."
 
Arkasından ayet akışını değiştirecek müşriklerin kalblerine başka bir kanaldan girmeye çalışıyor. Bu kalblerde varolan irdeleyici ve araştırıcı yetenekleri uyararak onları çevrelerini kuşatan varlıklara yöneltmeyi deniyor, bu varlıkların barındırdıkları doğru yola iletici kanıtları, iman etmeye çağırıcı mesajları algılamalarını, bunların üzerinde durup düşünmelerini sağlamaya çabalıyor:
 
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudur. Biz hiç bir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar Rabblerinin huzurunda biraraya getirilirler."
 
İnsanlar şu evrende yalnız değildirler ki, varlıklarının tesadüfi olduğu, ha-yatlarının başıboş olduğu söz konusu olabilsin. İnsanların çevresinde hepsi de belirli bir düzene bağlı olarak yaşayan başka birçok canlılar vardır. Bu düzen ortada bir amacın, bir ön-tasarının ve bir hikmetin olduğunu kanıtlar. Bunun yanısıra yaratıcının birliğini ve bütün yaratıkları etkisi altında tutan ön tasarlayıcılığın, çekip çevirici iradenin birliğini de yansıtır.
 
Yeryüzünde kımıldayan, hareket yolu ile yer değiştiren birçok canlılar vardır. Bu kategoriye böcek, dört ayaklı sürüngen, omurgalı gibi türlere ayrılan bütün canlılar girer. Yine yeryüzünde kanatları ile uçan birçok kuşlar vardır. Bu kategoriye de bütün kuş ve sinek türleri ile diğer uçabilen canlılar girer. Bütün bu canlı türleri kendi aralarında ortak özelliklere, ortak yaşama biçimine sahip ayrı bir toplum, ayrı bir aile oluştururlar. Tıpkı insan topluluğu, insanlık ailesi gibi. Yüce Allah hiçbir canlı türünü, hiçbir varlık kesimini ön-tasarlayıcı ve çekip çevirici iradesi dışında bırakmadığı gibi bu türlerin ve kesimlerin tek tek sayılarını hesaplayan bilgisinin kapsamı dışında da bırakmamıştır. Son aşamada bütün canlılar Rabblerinin huzurunda toplanacaklar ve yüce Allah haklarında dilediği kararı verecektir.
 
Bu kısa ayet hayat ve canlılara ilişkin gerçeği kesin bir dille açıkladığı gibi bunun yanısıra gözler önüne serdiği yüce Allah'a ait kapsamlı gözetime, yaygın tedbirliliğe, geniş bilgiye ve üstün kudrete ilişkin ufuklarla insanın kalbini ürpertiyor. Bu boyutlardan hangisi hakkında etraflı bir konuşmaya dalarsak bu tefsir kitabının boyutlarını aşmamız kaçınılmaz olur. O halde ayetlerin akışına bağlı kalarak bu konuyu geçiyoruz. Çünkü buradaki başlıca amacımız kalbleri ve kafaları böylesine iç-düzene göre yaşayan canlıların varlığına, bunların yüce Allah'ın çekip çevirici iradesinin etkisi altında bulunuşuna, bu canlıların Allah'ın bilgisinin kapsamı ve sayımı altında oluşuna ve son aşamada hepsinin Rabblerinin huzurunda biraraya geleceğine yöneltmektir. Dahası, kalbleri ve akılları bu baş döndürücü ve sürekli gerçeğin içerdiği kanıtlara ve ipuçlarına yöneltmektir. Çünkü bu kanıtları ve ipuçları sadece bir insan kuşağının görebileceği olağanüstülüklerden ve somut mucizelerden daha önemli ve daha ibret vericidirler.
 
Coşkun sele benzeyen bu surenin ayetlerinden oluşan bu dalga hidayetin ve sapıklığın ardında saklı duran yüce Allah'ın dileğini ve kanunu, bu dilek ile bu kanunun hidayet ve sapıklık durumlarında insan fıtratı karşısında taşıdıkları anlamları açıklayarak noktalanıyor. Okuyoruz:
 
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir."
 
Bu ayet işitenlerin ilâhi çağrıya olumlu karşılık verdiklerine ve olumlu karşılık vermeyenlerin ölü olduklarına ilişkin, bir önceki ayette açıklanan gerçeği tekrar anlatıyor. Fakat bu ayet söz konusu gerçeği başka bir biçimde ve başka bir sahnede dile getiriyor. Gerek evrenin sayfalarına dağılmış v,. gerekse Kur'an-ı Kerim'in sayfalarında kayda geçmiş ilâhi ayetleri yalanlayanlar, algılama cihazları işlemez hale geldiği için bu yalanlama eylemine girişiyorlar. Onlar sağırdırlar, kulaklarına gelen sesleri işitemezler; dilsizdirler, konuşamazlar; karanlıklar içinde bocalıyorlar, göremezler.
 
Yalnız onların bu kusurları herhangi bir somut organik yapısı bozukluğundan kaynaklanmıyor. Çünkü onların gözleri, kulakları, dilleri vardır. Fakat idrak mekanizmaları dumura uğramıştır. Sanki bu organları algılama ve iletme fonksiyonlarını yitirmiş gibidir. Durum budur. Yoksa gerek evrendeki ve gerekse Kur'an'daki ayetler özlerinde etkileme ve mesaj verme gücü taşımaktadırlar. Ama bunun için önce algılanmaları ve idrak mekanizması tarafından benimsenmeleri gerekir. Bu ayetlerden yüz çeviren kimsenin mutlaka fıtratı bozulmuş, yozlaşmıştır, hidayet eşliğinde yaşamaya elverişli olma niteliğini yitirmiştir, böylesine yüksek düzeyli bir hayata artık lâyık değildir.
 
Bunların hepsinin gerisinde yüce Allah'ın özgür dileği vardır. Bu özgür dilek `insan" denen şu varlığın hem hidayete ve hem sapıklığa yatkın, ikizli yaratılışta olmasını kararlaştırmıştır. İnsan bu iki yönden birini kendi serbest iradesi ile seçiyor, bu konuda baskı ve zorlama altında değildir. Bunun yanısıra yüce Allah bu özgür dileği ile dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola erdirir. Yüce Allah doğru yolu bulmaya çalışana yardım eder, bu yola girmemeye inad edeni saptırır ve hiçbir kuluna haksızlık etmez.
 
İnsanın doğru yola ya da sapıklığa yönelişi yüce Allah'ın özgür dileği ile yarattığı fıtratından kaynaklanır. Gerek o tarafa ve gerekse bu tarafa doğru olan yöneliş işin başında yüce Allah'ın özgür dileğine göre yaratılmıştır. O tarafa ve bu tarafa yönelişin doğurduğu hidayet ve sapıklık biçimindeki sonuçlar da yüce Allah'ın özgür dileğinden kaynaklanır. Yüce Allah'ın dileği etkin ve mutlaktır. Hesap ve ceza insanın elinde olan yön seçme iradesinin sonucudur. Gerçi iki tarafa yöneliş yeteneği aslında yüce Allah'ın dileğine dayanır, ama bu durum kulun tercih etme yetkisini ortadan kaldırmaz.
 
EZİYETLERLE DOLU YOL
 
Bu ayetler gurubunu gözden geçirmeyi tamamladıktan sonra şimdi de bu ayetlerin her kuşaktan tüm İslâm dâvetçilerine yönelik direktifinin içerdiği ibret derslerini kısaca özetleyelim. Bu direktifin çapı belirli tarihi şartların özel çerçevesini aşar, bütün kuşakları ve tüm dâvetçileri kapsamı içine alır, böylece bu dinin yer ve zaman şartlarından bağımsız, genel dâvet metodunun esas!arını çizer. Burada bu metodun bütün yönlerini ayrıntılı biçimde incelememiz mümkün olmadığı için sadece ana hatları, önemli yol işaretleri üzerinde duracağız.
 
İnsanları Allah'a çağırma yolu çetindir; tersliklerle, sıkıntılarla kaplıdır. Gerçi yüce Allah'ın hakka yönelik desteği, zaferi mutlaka gerçekleşir, bunda kuşku yok. Ama bu destek, bu zafer yüce Allah'ın bilgisine ve hikmetine göre takdir ettiği zaman gelir. Bu "belirlenmiş zaman" bizim bilgimize kapalı bir "gayb" konusudur. O'nun yüce Allah'dan başka, -hatta peygamber bile- bilmez. Bu yolun çetinliği, sıkıntısı şu iki faktörden kaynak!anır:
 
1 ) Çağrının ilk plânda yöneltildiği kimselerin yalan!amaları, kârşı çıkışları, çağrının bayraktarlarına açtıkları savaş ve uyguladıkları baskılar.
 
2) Çağrının bayraktarlığını üstlenenlerin vicdanlarında be!iren insanları hemen hidayete erdirme arzusu. Bu kimseler tadını aldıkları, hazzını yaşadıkları gerçeğin bir an önce diğer insanlar tarafından da paylaşılması hususunda sabırsız bir arzu duyarlar içlerinde. Gerçeğe yönelik bir heyecan ve onu bir an önce başarıya ulaşma tutkusuna kapılırlar genellikle. Bu sabırsız arzu, bu tutku karşıtların yalanlamalarından, yüz çevirmelerinden, savaş açmalarından ve baskılarından daha az önemli bir sıkıntı değildir. Her ikisi de bu yolun zorluğuna sebep olan faktörlerdir.
 
Kur'an-ı Kerim'in yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen direktifi bu sıkıntıya çare ve çözüm getiriyor. Şöyle ki, sözünü ettiğimiz ayet!er bize anlatıyorlar ki, bu dini yalanlayan!ar, ya da ona ilişkin çağrıya karşı savaş açanlar, benimsemeye çağırıldıkları i!kelerin gerçek olduklarının ve bu mesajları yüce Allah katından getirmiş olan Peygamberimizin doğru söylediğini kesinlikle biliyorlar. Fakat onlar bu bilgilerine rağmen bu çağrıya olum!u karşılık vermiyorlar, inat!a ve ısrarla inkârcılıklarını sürdürüyorlar. Çünkü canları yalanlamak ve yüz çevirmek istiyor! Yoksa bu gerçek doğruluğunun kanıtını beraberinde taşıyor. O fıtrata hitap ediyor, fıtrat canlı oldukça ve algı!ama cihazları sağlıklı oldukça buna olumlu cevap verir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi "Ancak işitebilenler olumlu cevap verebilirler."
 
İnkâr edenlere gelince onların kalbleri cansızdır, on!ar ölüdür!er, sağırdırlar, dilsizdirler ve karanlıklar içinde bocalamaktadırlar. Peygamber ölülere ve sağırlara mesajını duyuramaz. Bu çağrının bayraktarlığını üstlenenlere ölüleri diriltmek düşmez. Onu ancak yüce Allah yapabilir.
 
Bunların hepsi işin bir tarafını oluşturur. Diğer tarafına gelince yüce Allah'ın yardımı, zaferi mutlaka imdada yetişecektir, bunda şüphe yok. Bu yolda olup biten her şey yüce Allah'ın son aşamada zaferin gerçekleşmesine ilişkin kanunu nasıl aceleye getirilip öne alınamıyorsa, nasıl O'nun bu yoldaki kesinleşmiş hükmü değiştirilemiyorsa, aynı şekilde bu yardımın, bu zaferin gerçekleşme zamanı da öne alınamaz, bu zamana ilişkin kesin hükmü değişmez. Bu dâvanın bayraktarları eziyetlere uğruyorlar, ya;anlamalar ile karşılaşıyorlar diye yüce Allah belirlenmiş, zamana bağlanmış kararını öne almaz. Bu bayraktar Peygamber de olsa bu böyledir. Çünkü dâva bayraktarının sabırsızlığa kapılmadan kendini yüce Allah'ın takdirine teslim etmesi, mırın-kırın etmeden eziyetlere katlanması ve hiç kuşku duymadan son gülenin kendisi olacağına inanması gerekir. Yardımı ve zaferi belirli bir sürenin sonuna ertelemenin gerisinde yatan maksat bu gerekliliklerin dâvetçiler tarafından kavranmasıdır.
Kur'an'ın bu direktifi bu dinde Peygamber'in -ve O'nun arkasından gelen her kuşaktan dâvet bayraktarlarının- rolünü, fonksiyonunu belirliyor. Bu fonksiyon tanıtma, duyurma (tebliğ), yola devam etme ve yolda karşılaşılacak olan sıkıntılara sabırla katlanmadır. İnsanların hidayete ermelerine ya da sapıklığa düşmelerine gelince bu konu Peygamberin görev alanı ve gücü dışında kalır. Hidayet ve sapıklık yüce Allah'ın değişmez kanununa bağlıdır. Peygamberin sevdiğini hidayete erdirmeye ilişkin arzusu bu kanunda değişiklik yapamayacağı gibi çağrısına inatla karşı koyan, savaş açan bazı karşıtlarına yönelik can sıkıntısı da bu kanunun hükümlerini değiştiremez. Bu konuda O'nun şahsı önemli değildir. Ayrıca O'nun hesabı aracılığı ile hidayete erenlerin sayısına da bağlı değildir. O'nun hesabı görevini yapma, sabretme, bağlılık gösterme ve emredildiği yoldan da dosdoğru gitme derecesine göre tutulur. Bunun ötesinde insanların işi yüce Allah'a kalmıştır. Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
 
"Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir." (En'am Suresi: 39)
 
"Eğer Allah dileseydi onların tümünü doğru yolda biraraya getirirdi." (En'am Suresi: 35)
 
"Ancak işitebilenler çağrıya olumlu cevap verebilirler." (En'am Suresi: 36)
 
Daha önce yüce Allah'ın hidayet ve sapıklığa ilişkin özgür dileği ile insanların yönelişleri, çabaları arasındaki ilişkiyi yeterli derecede açıklamıştık.
 
Bundan dolayı bu dine çağrı bayraktarlığını üstlenenlerin çağrılarını yönelttikleri kimselerin önerilerine uyarak bu dinin çağrı yönteminin ilâhi karakterini yozlaştırmamaları, söz konusu kimselerin arzuları, keyifleri ve ihtirasları uyarınca bu dini şirin gösterme gayretkeşliğine yanaşmamaları gerekir. Vaktiyle müşrikler, o günün alışkanlıkları ve idrak düzeyleri uyarınca somut mucizeler istiyorlardı. Kur'an-ı Kerim, değişik yerlerinde bize bu durumu anlatıyor. Bu tür ayetlerin bazılarını bu surede okuyoruz ki, başlıca örnekleri şunlardır:
 
"Müşrikler `Muhammed'e bir melek indirilseydi ya' derler." (En'am Suresi: 8)
 
"Müşrikler `Muhammed'e Rabbinden bir mucize gelseydi ya' derler." (En'am Suresi: 37)
 
"Onlar kesin bir dille Allah adına yemin ederek eğer kendilerine bir mucize gelirse O'na mutlaka inanacaklarını söylediler." (En'am Suresi: 109)
 
Başka surelerde bu önerilerin çok daha şaşırtıcı örnekleri ile karşılaşıyoruz. Meselâ İsra suresinde bize verilen şu örnek bunlardan biridir. Okuyoruz:
 
"Kâfirler dediler ki; `Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayız.
 
Veya hurmalıkların, bağların olup aralarından ırmaklar akıtmalısın.
 
Yahud iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça indirmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.
 
Veya altın bir köşkün olmalı, yahut göğe çıkmalısın, ama oradan okuyabileceğimiz bir kitap indiremezsen o yükselişine inanmayız." (İsra Suresi: 90-93)
 
Bu tür önerileri içeren bir başka şaşırtıcı örnek de Furkan suresinde yer alıyor. Okuyoruz:
 
"Kâfirler dediler ki; `Bu ne biçim bir peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer? O'na kendisi ile birlikte uyarma görevi yürüten bir melek indirilseydi ya! Yahud kendisine bir hazine verilseydi ve ürünleri ile beslenebileceği bir bahçesi olsaydı ya!" (Furkan Suresi: 7)
 
Surenin yukarda okuduğumuz ayetlerinde dile gelen dolaysız Kur'an direktifi, Peygamberimize ve müminlere, çağrıya muhatap olan insanların istedikleri mucizeleri gösterme arzusuna kapılmayı yasaklıyor. Bilindiği gibi bu konuda Peygamberimize şöyle buyuruluyor:
 
"Eğer onların sırt çevirmeleri ağırına gitti ise elinden geliyorsa yerkürenin derinliklerine inen bir yarık ya da göğe çıkaracak bir merdiven bul da onlara bir delil getir. Eğer Allah dileseydi, onları doğru yolda biraraya getirirdi. O halde sakın cahillerden olma.
 
Ancak işitebilenler çağrıya karşılık verebilirler. Ölülere gelince onları Allah diriltebilir, sonra hepsi O'nun huzuruna çıkarılırlar." (En'am Suresi: 35-36)
 
Bunun yanısıra müşriklerin eğer kendilerine bir mucize gelirse ona kesinlikle inanacaklarına dair kesin bir dille yemin etmeleri üzerine müminler bu isteklere cevap verme arzusuna kapılınca yüce Allah'ın şu uyarısı ile karşılaştılar:
 
"De ki; `Mucizeler sırf Allah'ın tekelindedir! Hem bilmiyorsunuz ki, eğer o mucize gelse onlar yine inanmazlar.
 
Onların gönüllerini ve gözlerini ters çevirerek kendilerini iman etmekten kaçındıkları ilk durumlarına döndürür ve azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız." (En'am Suresi: 109-110)
 
Yüce Allah, bu uyarıyı müminlere şunun için yöneltti. Her şeyden önce bilsinler ki, ilâhi mesajı yalanlayanların eksikliğini çektikleri şey gerçeği kanıtlayan mucize ya da kanıttır. Onların eksiği sesleri işitme yeteneğini yitirmeleri, ölü olmaları ve yukarda açıklamaya çalıştığımız hidayet ve sapıklığa ilişkin ilâhi kanuna göre hidayetten pay almamış olmalarıdır. Bunun hemen arkasından müminlerin öğrenecekleri diğer bir ilke de şudur: Bu din yüce Allah'ın değişmez kanunları uyarınca yoluna devam eder ve birtakım öneri heveslilerinin arzularına ve ihtiraslarına boyun eğmekten yüce bir konumdadır, böyle bir uzlaşmacılığa asla tenezzül etmez!
 
Bu bakış açısı bizi bu Kur'an direktifi ile ilgili daha geniş bir alana iletir. Bu direktif belirli bir zaman dilimine, belirli bir olaya özgü olmadığı gibi belirli bir öneriye de bağlı değildir. Zaman değişir, insanların arzuları da başka önerilerde somutlaşabilir. Buna göre yüce Allah'ın dininin çağrı bayraktarlığını üstlenenler insan arzularının baskısı altında gerçekten sapmamalıdırlar.
 
Nitekim günümüzde bazı İslâm dâvetçileri İslâm inancını "teorik bir doktrin"in kalıplarına dökerek yazıya geçirmeye kalkışıyorlar. Bu girişimin altında birtakım insanların önerilerine olumlu karşılık verme gayretkeşliği yatar. Böylece basit yeryüzü kaynaklı düşünce ekollerine özeniyorlar. İnsanlık bu ekollere bir süre için dört elle sarılıyor. Sonra zamanla görülüyor ki, bunların tüm içeriği kusur, saçmalık ve çelişkilerden ibaretmiş. Bazı İslâm dâvetçileri de İslâm düzenini, bir sosyal düzen programının ya da ayrıntılı bir hukuk programının kalıpları için sayfalara dökmeye kalkışırken aynı arzunun baskısı altında kalıyorlar. Bu kimseler İslâm'ın sosyal düzeninden türettikleri bu ayrıntılı sosyal ve hukuki programlar aracılığı ile cahiliye düzeninin İslâm'la ilgisiz problemlerini çözmeye, mevcut şartlarını düzene koymaya kalkışırlar. Çünkü cahiliye zihniyetinin taraftarları "İslâm, sadece bir inançtır, onun pratik hayata ilişkin genel bir düzeni yoktur" diyorlar ya, işte bu çözümler ile onların istekleri karşılanarak gözlerine girilecektir sözde! Oysa onlar cahiliye zihniyetinden kaynaklanan tutumlarını devam ettirerek tağutun, yüce Allah dışı kaynakların yargısına dayanmayı sürdürüyorlar. Yüce Allah'ın şeriatın ı ne uyguluyorlar ve ne de bu şeriatın yargısına teslim oluyorlar.
 
Bütün bunlar onur kırıcı girişimlerdir. Hiç bir müslüman değişken düşünce modalarının arzularına uyayım diye, Allah yoluna çağırma yöntemlerini geliştirme adı altında bu girişimlere başvurmamalı, bu oynak ve sebatsız isteklerin peşine takılmamalıdır.
 
Bundan daha onur kırıcı bir girişim var ki, o da İslâm'a başka kılıklar giydirmek isteyenlerin, ona herhangi bir zaman diliminde geçerli olan yabancı bir sıfata yakıştırmaya kalkışanların girişimidir. Sosyalizm, demokrasi ve benzerleri gibi. Böyleleri İslâmı bu onur kırıcı takdimleri ile ona hizmet ettiklerini sanıyorlar. "Sosyalizm, insan yapısı bir sosyoekonomik doktrindir, doğru ve yanlış olma ihtimallerine açıktır. "Demokrasi" de insan yapısı bir sosyal düzen ya da rejim biçimidir. O da insan yapısı olmanın doğal sonucu olarak doğru da olabilir, yanlış da. İslâm ise inanca dayalı düşünceyi, sosyoekonomik sistemi, yürütme ve örgütlenme sistemini içeren bir yaşama tarzıdır. Allah yapısı olması açısından kusurdan, eksiklikten arınmıştır. Acaba yüce Allah'ın sistemine, kullar katında insan yapısı bir sıfatla aracılık etmek isteyen kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir? Daha doğrusu yüce Allah'a kullar katında kulların sözleri ile aracılık yapmaya girişen kimsenin İslâm karşısındaki durumu nedir?
 
Arapların cahiliye döneminde müşriklerin bütün müşrikliği, bazı yaratıkları yüce Allah ile kendileri arasında aracı olarak tanımaları, onları dost ve dayanak edinmeleridir. Tıpkı yüce Allah'ın buyurduğu gibi:
 
"Allah'ı bırakıp da putları dost edinenler `Onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz' derler." (Zümer Suresi: 3)
 
İşte şirk budur. Peki, bir de şöylelerini düşünelim: Bunlar kendileri ile yüce Allah arasında kullardan aracı tutmuyorlar da kullar katında yüce Allah'a kulların sistemlerinden ya da doktrinlerinden birini aracı olarak tutuyorlar. Aman Allah'ım, ne çirkin ve ne iğrenç bir girişim!
 
İslâm İslâm'dır, sosyalizm sosyalizmdir, demokrasi de demokrasidir. İslâm yüce Allah'ın sistemidir, onun yüce Allah'ın taktığı addan başka bir adı, yüce Allah'ın yakıştırdığı sıfattan başka bir sıfatı yoktur. Diğer ikisi ise insan yapısı, insan deneyimlerinin ürünü birer beşeri sistemdir. İnsanlar İslâmı seçeceklerse bu, ilke uyarınca seçsinler. İnsanları yüce Allah'ın dinine çağırma görevini üstlenen bir müslümanın yüce Allah'ın dinine yararlı olacağını sanarak insanların gelip geçici heveslerini tatmin etmeye kalkışması, değişken düşünce modalarına ayak uydurmaya girişmesi doğru değildir.
 
Üstelik bu dinlerini küçük görenlere, yüce Allah'ın ululuğunu gerektiği gibi anlamamış olanlara soruyoruz. Siz bugün İslâmı insanlara "sosyalizm" ya da "demokrasi" yaftası altında sunuyorsunuz. Çünkü bu iki sistem "çağımızın modalaşmış iki sosyal ve politik akımıdır. Peki bir zamanlar da insanlar tarafından en çok tutulan sistem "kapitalizm" idi, bu sisteme tutunarak derebeylik (feodalite) düzeninden çıkıyorlardı. Başka bir zamanlarda gözde olan moda sistem monarşi (mutlakiyet) rejimi idi. Çünkü bu sistem sayesinde dağınık eyaletler bir bayrak ve tek otorite altında birleştirilebiliyordu. Meselâ Bismark dönemi Almanya'sı ile Mazzini dönemi İtalya'sında olduğu gibi. Kim bilir yarının moda sistemleri, tutulan sosyo-ekonomik sistemleri, gözde kul-işi rejimleri neler olacak? Acaba bu modaya ayak uydurmaya çalışanlar yarın İslâmı insanlara sempatik gelecek bir kılık içinde sunma gayretkeşliği uğruna İslâmdan ne ad altında söz edecekler, onun hakkında nasıl konuşacaklar?
 
İşte gerek incelemekte olduğumuz yukardaki ayetler ve gerekse Kur'an'ın diğer ayetlerinin direktifi bütün bu söylediklerimizi içerir. Bu direktif çağrı bayraktarının dinini yüksekte tutmasını, şunun bunun önerilerine cevap verme gayretkeşliğine kapılmamasını, başka bir isimle veya başka bir yafta ile onu süslemeye kalkışmamasını, insanlara onu tanıtırken kendi yönteminden, kendi üslubundan başka bir yöntem ve üslup kullanmamasını istiyor. Yüce Allah'ın varlıklara ihtiyacı yoktur. Kulluğu sırf Allah'ın tekelinde görerek, O'nun dışındaki her şeyin kulluğundan sıyrılarak bu dini kabul etmeyenlere bu dinin ihtiyacı yoktur. Tıpkı yüce Allah'ın ne itaatkârlara ve ne de asilere ihtiyacı olmadığı gibi.
 
Bir de şunu unutmamak gerekir. Bu din, yüce Allah'ın insanlar tarafından benimsenmesini istediği ilkeleri ve özellikleri bakımından orijinal olduğu gibi uygulama yöntemi ve insan fıtratına hitap etme üslubu bakımından da orijinaldir, kendine özgü bir kimliğe sahiptir. Bu dini bu ilkeleri ile, bu özellikleri ile, bu uygulama yöntemi ve bu üslubu ile yeryüzüne indiren, insanı yaratan ve onun iç dünyasında ne gibi duyguların cirit attığını bilen yüce Allah'tır.
 
İncelemekte olduğumuz bu ayetler grubunda Kur'an'ın insan fıtratına asıl hitap ettiğini somutlaştıran bir örnek vardır. Bu örnek birçok benzerinin sadece bir tanesidir. Bu örnekte insan fıtratı ile evrensel varlık arasında bağ kuruluyor, evrensel mesajlar insan fıtratına yansıtılıyor, insan varlığı bu mesajları algılasın diye uyandırılmaya çalışılıyor. Çünkü yüce Allah, eğer bu mesaj insan fıtratının derinliklerine güçlü bir frekansla ulaşırsa fıtratın ona da karşılık vereceğini iyi biliyor. Nitekim O bize "Ancak işitebilenler çağrıya olumlu karşılık verirler." buyuruyor.
 
Bu ayetler grubunda karşılaştığımız örnek şudur:
 
"Muhammed'e, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki; "Allah'ın böyle bir mucize indirmeye gücü yeterlidir, fakat onların çoğu bilgiden yoksundur."
 
Bu ayette önce yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanların, onlara karşı çıkanların ve kendi kuşakları tarafından görülüp sona erecek nitelikte somut mucize isteyenlerin sözleri naklediliyor. Arkasından kalblerine oturacak etkinlikte bir üslupla bu önerilerinin gerisinde ne olduğu, eğer bu önerileri kabul edilse arkasından ne geleceği açıklanıyor. Arkasından gelecek olan akibet kıskıvrak yakalanma ve toplu-kırıma uğramadır. Yüce Allah'ın mucize göndermeye gücü yeterlidir. Fakat onun gönderilmemesini gerektiren faktör, O'nun kullarına yönelik merhametidir; bu öneriye olumlu karşılık vermemesi O'nun hikmetinden kaynaklanıyor.
 
Daha sonraki ayette sözün akışı ansızın değiştiriliyor. Müşrikler içinde sıkışıp kaldıkları dar düşünce kalıbından çıkarılarak uçsuz-bucaksız evrenin enginliklerine iletiliyor, dikkatleri çevrelerini kuşatan büyük mucizelere çekiliyor. Bu mucizelerin yanında kendi istedikleri somut mucize sönük ve önemsiz kalıyor. Evrenin dayanıklı yapısında yeralan ve gerek kendilerinden önce gerek kendilerinden sonraki tüm insanlârın iyi bakınca görebildikleri ve görebilecekleri sürekli mucizelere bakışları yöneltiliyor. Okuyoruz:
 
"Yerde kımıldayan bütün hayvan türleri ve kanatları ile uçan bütün kuş çeşitleri sizler gibi birer canlılar topluluğudurlar Biz hiçbir şeyi o kitabın dışında bırakmadık. Sonra bunlar, Rabblerinin huzurunda biraraya getirilirler."
 
Bu baş döndürücü bir gerçektir. O günün müşrikleri bu gerçeğin müthişliğini sadece gözlemleri ile fark edebilirlerdi. Çünkü onlarda henüz sistematik bilgi gelişmemişti. Bu gerçek onların çevrelerinde yaşayan canlıları, kuşları ve böcekleri bağımsız aile toplulukları halinde bütünleştiriyor. Bu ailelerin herbirinin ayrı karakteristikleri, ayrı özellikleri ve ayrı örgütlenme sistemleri vardır. İnsanoğlunun bilgi düzeyi yükseldikçe bu gerçeğin görüş alanı genişler. Fakat insan bilimi gerek bu gerçeğin özüne ve gerekse bu özün uzantısı olan bilgimize kapalı gayb bölümüne başka bir şey ekleyemez. Bu gerçek yüce Allah'ın ledünni (kendine özgü) bilgisinin ve çekip çevirici iradesinin her şeyi kuşattığı gerçeğidir ki, evrende gözle görülebilen deminki gerçek bu gerçeğe tanıklık ediyor onu kanıtlıyor. '
 
Şimdi düşünelim. Müşrikler somut mucize istiyorlardı. Gözlerini açtıkça, gözlemlerini sürdürdükçe, evrenin geçmiş ve gelecek olaylarının sürecini kavradıkça görebilecekleri büyük olağanüstüler karşısında daha önce istedikleri somut mucizeler nerede kaldı, acaba?
Bu örnekte gözlediğimiz Kur'an yöntemi sadece şunu yapıyor. insan fıtratı ile evren arasında bağlantı kuruyor, evren ile fıtrat arasındaki irtibat kanallarını açıyor, sonra da bu şaşırtıcı ve baş döndürücü evrenin ve derin boyutlu mesajlarını insan varlığına akıtmasını sağlıyor.
 
Kur'an yöntemi insan fıtratına teorik, zihni nitelikte birtakım teolojik tartışmalar sunmuyor, ona "Tevhid" biliminde görüldüğü gibi İslâm sistemine yabancı birtakım "kelâmi (sözel)" tartışmalar da sunmuyor. Ona rasyonel ya da materyalist felsefe spekülasyonları hiç sunmuyor. Ona sunduğu tek şey görünür ve görünmez kesimleri ile bu gerçek evrendir. Onu onunla karşılıklı iletişime, karşılıklı etkileşime ve karşılıklı mesaj alış-verişi düzenleyen yöntemden ayrılıp çıkmazlara ve kuytu lâbirentlere dalmamalıdır.
 
Daha sonraki ayette bu müthiş mucizeleri, bu olağanüstü büyük ayetleri yalanlayanların durumlarını açıklayan bir yorumla mesele noktalanıyor. Okuyoruz:
 
"Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde bocalayan sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır dilediği kimseyi de doğru yola iletir."
 
Görüldüğü gibi ayet, ayetleri yalanlayanların durumunu ve karakteristik özelliklerini anlatıyor. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve karanlıklar içinde bocalıyorlar. Ayrıca yüce Allah'ın hidayete ve sapıklığa ilişkin kanunu da açıklıyor. Bu kanun yüce Allah'ın hidayete veya sapıklığa ilişkin dileğini kulların yaratılış sözünü oluşturan fıtratın temel niteliğine bağlıyor.
 
Böylece bu meseleye ilişkin İslâm düşüncesinin tüm tarafları bütünleşiyor, kaynaşmış oluyor. Ayrıca hem çağrının yöntemi belirginlik kazanıyor hem de bu inanç sistemini hareket plânına yansıtan, değişik şartlarda, değişik kuşaktan insanlar ile yüzyüze gelen İslâm davetçisinin durumu anlatılıyor.
 
Öyle umuyorum ki, çağrının yöntemine ilişkin bu açıklamalar bu surenin tanıtma yazısında verilen konu ile ilgili bilgiler ile birlikte gidilecek yolu aydınlatır niteliktedir. Hiç şüphesiz başarı yüce Allah'dandır.
 
PUTPEREST MANTIĞI
 
Burada -peş peşe gelen ayet dalgalarının bu aşamasında- Kur'an'ın akışı müşriklerin fıtratlarını Allah'ın korkunç azabı ile yüzyüze getiriyor. Daha doğrusu Allah'ın korkunç azabıyla karşı karşıya getirirken korkunun etkisiyle tüm cahiliye birikintilerinden soyutlanan, dehşetin sarsıntısıyla bu birikintilerin birer birer döküldüğü, artık sahte tanrılar hikayesini unutan ve zaman kaybetmeden özünde tanıdığı, kurtuluş ve esenliği yalnızca O'ndan beklediği gerçek Rabbine yönelen fıtratlarıyla yüzyüze getiriyor.
 
Kur'an'ın akışı daha sonra kendilerinden önce geçen kavimlerin yok edildikleri yerler üzerinde düşünmelerini sağlamak için ellerinden tutuyor ve yol boyunca Allah'ın kanunun nasıl gerçekleştiğini, O'nun takdirinin ne şekilde işlediğini gösteriyor. Allah'ın peygamberlerini yalanlamalarının ardından yüce Allah'ın onları nasıl yavaş yavaş helâke sürüklediğini bakışlarına ve basiretlerine sunuyor. Nasıl imtihan üstüne imtihana -azap ve sıkıntıyla imtihanın ardından bolluk ve nimetlerle imtihana- tabi tutulduklarını, gafletten uyanmaları için nasıl fırsat verildiğini gözler önüne seriyor. Bütün bu fırsatları kaçınmaları, zorluk karşısında uyanmamalarının ardından nimetlere aldanmaları üzerine yürürlükteki ilahî kanun uyarınca Allah'ın takdirinin gerçekleşmesini, şiddetli azabın ansızın gelip çatmasını anlatıyor. "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
 
Gönülleri derinden sarsan bu sahne henüz bitmemişken diğer bir sahne yer alıyor. Burada da onlar Allah'ın korkunç azabı ile karşı karşıya kalıyor, işitme ve görme organları iş görmez hale getiriliyor, kalplerinin üzerine mühür vuruluyor. Sonra da işitme, görme ve kavrama organlarını geri verebilecek Allah'dan başka bir ilah bulamaz oluyorlar.
 
Göz kamaştırıcı olduğu kadar dehşet verici olan bu iki sahneyle karşı karşıya getirilmişlerken onlara peygamberlerin görevinden söz edilmektedir: Peygamberlerin görevi müjdeleme ve korkutmadır. Bunun dışında bir görevleri söz konusu değildir. Ne olağan-üstü şeyler göstermek ne de birtakım isteklerde bulunanların isteklerine cevap vermek zorundadırlar. Onlar sadece tebliğ ederler. Müjdeleyip korkuturlar. Ardından bir grup insan inanır, yararlı iyi davranışlarda bulunur, dolayısıyla korkudan emin olur, üzüntüden kurtulur. Bir grup da yalanlar, karşı çıkar. Bu yalanlama ve karşı çıkmanın sonucunda da korkunç azabı tadar. O halde dileyen inansın, dileyen kâfir olsun.

40- De ki; "Eğer başınıza Allah'ın azabı kıyamet ile yüzyüze gelseniz, doğru konuşacaksanız söyleyin bakalım acaba (bu durumda) Allah'dan başkasına mı yalvarırsınız?
 
41- "Hayır, sırf O'na yalvarırsınız, O da dilerse feryadınıza konu olan belayı başınızdan aldırır, o zaman O'na koştuğunuz ortakları unutuverirsiniz.
 
ALLAH'IN AZABI
 
Bu ilahi sistem bu inançla insan fıtratına hitab ederken başvurduğu yöntemlerin bir yanını oluşturmaktadır. Bu da geçen bölümde, onun öncesinde ve surenin akışı içinde sonradan ele alınacak bölümlerde açıklananların diğer yanına eklenmektedir.
 
Orada canlılar alemindeki ilahî tedbirin ve düzenlemenin eserleri ve Allah'ın bilgisinin, kuşatıcılığı ve kapsayıcılığıyla insan fıtratına hitap edilmişti. Burada ise Allah'ın korkunç azabı ve insan fıtratının gönülleri derinden sarsan dehşet verici şekillerinden biri karşısındaki konumu ile hitap ediliyor. Bu esnada şirkin birikintileri ortadan kalkıyor. Fıtrat, gerçek Rabbini bilmek ve aynı zamanda, O'nu birlemek gibi temel özelliklerini örten bu birikintilerden soyutlanıyor.
 
"De ki; Eğer başınıza Allah'ın azabı kıyamet ile yüzyüze gelseniz, doğru konuşacaksanız söyleyin bakalım acaba (bu durumda) Allah'dan başkasına mı yalvarırsınız?"
 
Bu, insan fıtratını dehşet düşüncesiyle karşı karşıya bırakmaktır. Yüce Allah'ın yeryüzündeki azabı, mahfolma, yok olup gitme ya da Kıyametin beklenmediği bir sırada gelip çatması düşüncesi... Fıtrat bu şekilde uyarıldığı, bu dehşeti düşünmeye başladığı zaman, bu düşüncenin gerçek mahiyetini kavrar, -ki yüce Allah kavrayacağını biliyordu- bu gerçek karşısında titremeye başlar. Çünkü bu aynı zamanda kendi içinde gizli olan gerçeği açığa çıkarmaktadır. Yüce Allah bu gerçeğin fıtratın derinliklerinde gizli olduğunu bildiğinden dolayı ona düşünce yoluyla hitap etmektedir. Dolayısıyla fıtrat sarsılıyor, titriyor ve üzerine çullanmış birikintilerden kurtuluyor.
 
Yüce Allah onlara soruyor ve fıtratlarına yer eden doğruyu ifade etmesi için kendi dilleriyle doğru cevap vermelerini istiyor.
 
"Hayır, sırf O'na yalvarırsınız. O da dilerse feryadınıza konu olan belayı başınızdan aldırır, o zaman O'na koştuğunuz ortakları unutursunuz."
 
Hayır sadece O'na yalvarırsınız. Şirkinizi tümden unutursunuz. Çünkü bu esnada- korku, fıtratlarını aslına döndürmüştür. Artık fıtrat kurtuluş için sadece Allah'a yönelecektir. Herhangi birini O'na ortak koştuğunu unutur. Hatta bu şirk olayını da unutur. Çünkü fıtratın gerçek Rabbini bilip tanıması özünde yer eden kalıcı bir gerçektir. Şirk ise, yüzeysel ve alışılmadık bir örtüdür. Yabancı etkenlerin ürünü bir olgudur. Fıtratın üzerine çullanmış birikintilerde yer alan yüzeysel bir örtüdür. Şiddetli bir korku sonucu insan fıtratı sarsılınca üzerine çullanmış cahiliyenin birikintileri birer birer dökülür, örtü uçuşur gider. Fıtratın gerçek yapısı ortaya çıkar. Artık yaratıcısına yönelik fıtri hareketini ortaya koyar. Hiçbir müdahalesinin, hiçbir etkinliğinin söz konusu olmadığı bu şiddetli korkuyu gidermesi için O'na yalvarır.
 
Dehşet karşısında insan fıtratının tavrı bundan ibarettir. Kur'an'ın akışı da müşrikleri bu gerçekle yüzyüze getiriyor. Yüce Allah'ın durumu ise, Kur'an'ın akışında karşılaşma anında açıklanmaktadır. Yüce Allah, yalvardıkları şeyi gideriyor. -ancak dilerse eğer- Çünkü O'nun iradesi serbesttir. Hiçbir şekilde bağlanamaz. Dilerse onlara cevap verir, gidermesini istedikleri şeyin tümünü ya da bir kısmını giderir. Aynı şekilde şayet dilerse takdiri, hikmeti ve bilgisi uyarınca onlara karşılık vermez.
 
Çeşitli etkenlerin sonucu ortaya çıkan sapmalar nedeniyle kimi zaman baş gösteren ve insanın özünde gizli bulunan, gerçek Rabbine yönelişi ve O'nu birleyişi gerçeğini örten şirk karşısında fıtratın tutumu bu olursa, acaba dinsizlik ve Allah'ın varlığını temelden inkâr etme karşısındaki tavrı ne olacaktır?
 
Ateistlik mücadelesini bu şekliyle sürdürenlerin buna kesinlikle inandıklarını ileri sürmelerinde -daha önce de söylediğimiz gibi- samimi oldukları konusunda derin şüphelerimiz vardır. Allah tarafından yaratılmış bir yaratığın, oluşumunun planında bu mühür bulunduğu, her hücrede ve her atomda somutlaşıp bünyesine karıştığı halde yaratıcı elin mührünü tamamen silecek bir duruma geleceğinden kuşku duyuyoruz.
 
Ancak, iğrenç eziyetlerden, kiliseyle girişilen barbar çatışmalardan, baskı ve zulümden, kendisi sapıkça zevklere daldığı halde, kilisenin, insanların fıtri isteklerini inkâr etmesi gibi Avrupa'nın uzun çağlar boyu yaşadığı bu uğursuz tarih... Evet, en sonunda Avrupalıları şaşkınlıktan ve iğrenç ortamdan kaçışın ifadesi olarak bu ateistlik, Allah tanımazlık akımına sürükleyen şey, işte bu tarihsel süreçtir.
 
Bu durum, yahudilerin bu tarihsel olguyu istismar etmelerine ve hıristiyanları dinlerinden uzaklaşmaya sürüklemelerine neden olmuştur. Amaç, rahatlıkla onları yönlendirmek, kolaylıkla içlerinde çözülme ve bunalımı yaygınlaştırmak ve "Talmud" ve "Siyon protokollarının" deyimiyle -eşek gibi- kullanmaktır. Yahudi, kiliseden kaçış sonucu insanları ateistliğe sürüklemek için Avrupa'nın şu uğursuz tarihini istismar etmenin dışında amacına ulaşamazdı.
 
Yahudi doktrinlerinden biri olan komünizmde somutlaşan dinsizliği, (ateizmi) yaygınlaştırmaya ilişkin yarım yüzyıldan beridir devletin sağladığı tüm imkânlarla sürdürülen zorlu çabalar boşa çıkmıştır. Çünkü bizzat Rus halkı halâ Allah inancına olan arzuyu fıtratının derinliklerinde taşımaktadır.
 
Kendisinden sonra devlet başkanı olan Kruşçev'in nitelendirdiği gibi, bar-bar Stalin II. Dünya Savaşı yıllarında kiliseyle anlaşmak ve önde gelen piskoposlarını serbest bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü savaşın baskısı, O'nu Allah inancının insan fıtratının temel özelliği olduğunu kabullenmeye zorlamıştı. Kendi görüşü ve çevresinde yer alan bir avuç iktidar sahiplerinin görüşü ne olursa olsun.
 
Yahudiler -Haçlılar için kullandıkları `eşeklerin yardımıyla- İslâmi inanç ve din olarak duyurulan milletlerin ruhlarında dinsizlik akımını yaygınlaştırma çabalarına girişmişlerdir. Bununla beraber İslâm bu ulusların gönüllerinde zaten silik ve soluk bir görünüm arz etmekteydi. Kitaplar aracılığıyla başlattıkları hakeret ve kahramanı hakkında yüceltme ve yardım konusunda sarf ettikleri tüm çabalara ve gerekse öncülük yaptığı akım hakkın-da yazdıkları, tüm kitaplara rağmen başarısızlığa uğramıştır. Bu nedenle yeni girişimlerinde, bu deneyiminden yararlanarak öncülük hareketlerinde laiklik, Allah tanımazlık bayrağını yükseltmeme yolunu seçmişlerdir. Aksine bu tür girişimlerin üstünde İslâm bayrağını yükseltmişlerdir. Böylece, Türkiye örneğin-de olduğu gibi, fıtratla çatışmanın önüne geçmiş oluyorlar. Sonra da bu bayrağın altında istedikleri çirkefi, pisliği, ahlâki çözülmeyi ve İslâm bölgesinde insanlığın kökünü tümden kurutma yöntemlerini gerçekleştirmeye koyulurlar.
 
Bununla beraber tüm bunların ötesinde kalıcılığını sürdüren ibret, zamanın birikimleri üstünden silindiği zaman fıtratın Rabbini iyice tanıması ve O'nu birlemek suretiyle boyun eğmesidir. Çünkü korku sonucu sarsıldığı zaman bu birikintiler birer birer dökülür, fıtrat bütünüyle onlardan soyutlanır ve kendisini ilk defa mü'min, itaatkâr ve sakınan bir kul olarak yarattığı şekliyle yüce yaratıcısına döner. Bütün bu tuzaklar içinde temelini sarsacak ve fıtratı yüce yaratıcısına döndürecek bir hak haykırışı yeterlidir. Yeryüzünde bu haykırışı gerçekleştirenler bulunduğu sürece batıl kurtulamayacak ve ne kadar çaba sarf etseler de yeryüzünden bu haykırış silinmeyecekdir.
 
GEÇMİŞ ÜMMETLER
 
42- Senden önceki birçok ümmetlere peygamberler gönderdik, dinlemediler. Bunun üzerine ola ki, bize yalvarırlar diye kendilerini sıkıntılara ve belâlara çarptırdık.
 
43- Bari sıkıntılarımız başlarına gelince bize yalvarsalardı ya! Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan yaptıkları her şeyi olara cazip gösterdi.
 
44- Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü!
 
45- Böylece, alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu.
 
Bu yüce Allah'ın korkunç azabından bir örnekle karşılaştırmadır. Tarihsel olgudan bir örnek. İnsanların ne şekilde Allah'ın azabıyla karşı karşıya kaldıklarını, bu azapla karşı karşıya kalmalarının sonunun nasıl olduğunu, yüce Allah'ın onlara nasıl fırsat üstüne fırsat verdiğini, nasıl peş peşe uyarıda bulunduğunu gözler önüne seren ve yorumlayan bir örnek... Kendilerine bildirilenleri unuttukları, şiddet onları yüce Allah'a inanmaya ve O'na boyun eğmeye yöneltmediği, kendilerine verilen nimetler onları şükretmeye ve fitneden sakınmaya sevk etmediği, fıtratları bir daha düzelmeyecek kadar bozulduğu, hayatları artık düzelmeyecek kadar kokuştuğu zaman, onlar hakkındaki yüce Allah'ın sözü gerçekleşir ve üzerlerine hiçbir yurdun kurtulmasının söz konusu olmadığı yok edici azap indirilir.
 
"Senden önceki birçok ümmetlere peygamberler gönderdik, dinlemediler. Bunun üzerine ola ki, bize yalvarırlar diye kendilerini sıkıntılara ve belâlara çarptırdık."
 
"Bari sıkıntılarımız başlarına gelince, bize yalvarsalardı ya! Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan yaptıkları her şeyi onlara cazip gösterdi."
 
Daha insan yapısı tarih bilimi doğmadan, Kur'an-ı Kerim'in insanlığa birçok olaylarını haber verdiği bu ulusların çoğu, insanlığın pratiğince bilinmektedir. İnsanoğlunun yazıya geçirdiği tarih, sonradan meydana gelmiş, daha yeni doğmuştur. Yaşı küçüktür. İnsanın yeryüzündeki gerçek tarihinin çok az bir kısmını kapsamaktadır. İnsan yapısı olan bu tarih -kısalığının yanında- yalan ve yanılmalarla doludur. İnsanlık tarihini ortaya çıkaran ve yönlendiren etkenlerin tümünü kuşatmaktan acizdir, yetersizdir. Bu etkenlerin bazısı ruhların derinliklerinde, bazısı da çok az bir kısmı görülebilen gayb perdesinin ötesinde yer alabilir. Görülebilen bu kısmın derlenmesinde, yorumunda, gerçeğin sahteden ayırd edilmesinde -pek azı müstesna- insan hep yanılmıştır. Herhangi bir insanın bilgi açısından insanlık tarihini kuşattığını, tarihi bilimsel olarak yorumlayabileceğini, aynı şekilde olabilecek zorunlu sonuçları kesin şekilde belirleyebileceğini iddia etmesi, bir insanın ortaya atabileceği en büyük yalandır. İşin garip tarafı bazısının böyle iddialarda bulunmasıdır, bundan çok daha garibi de bazısının bu iddiaları doğrulamasıdır. Bu iddiada bulunan kişi şayet, birtakım olabilecek şeylerden söz ettiğini, yoksa kesin şeylerden söz etmediğini söyleseydi bu daha normal olacaktı. Artık iftiracı kendisini doğrulayan aptallar bulunduğunda, neden iftira etmesin ki?
 
Yüce Allah gerçeği söylüyor. Neyin olacağını ve niçin olacağını o bilir. Rahmetinin ve kullarına yönelik lütfunun sonucu olarak, sünnetinin ve kaderinin ötesinde gizli sırların bir yönünü sakınmaları, öğüt almaları ve tarihsel olguların gerisindeki gizli etkenleri ve görülen nedenleri kavramaları için kullarına anlatmaktadır. Böylece bu tarihsel olguyu eksiksiz ve doğru bir şekilde yorumlayabilirler. Bu bilginin ötesinde yüce Allah'ın değişmez yasasına dayanarak olabilecek olaylar hakkında görüş belirtebilirler. Bu yasayı, yüce Allah onlar için açığa çıkarmıştır.
 
Bu ayetlerde değişik toplumlarda yinelenen bir örnek tasvir edilmekte, gözler önüne serilmektedir. Kendilerine peygamberler gelen ve peygamberleri yalanlayan bu toplumlar sonuçta malları ve canları, durumları ve konumları açısından Allah tarafından felâkete ve sıkıntıya uğratılmaktadır. Bu felâket ve sıkıntı, geçen ayetlerde söz konusu edilen "Allah'ın azabı"nın düzeyinde değildir. Yok etme ve yeryüzünden silme azabıyla eş düzeye ulaşamamıştır.
 
Kur'an-ı Kerim bu toplumlara ve uğratıldıkları felâket ve sıkıntılara Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin hikâyesinde belirgin bir örnek vermektedir.
 
"Andolsun ki, biz Firavunoğulları'nı, ola ki akılları başlarına gelir diye, yıllarca süren kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık." (A'raf suresi: 130)
 
-Onlar bir iyilikle karşılaşınca "Bu kendimizden kaynaklanıyor" derler. Fakat eğer başlarına bir kötülük gelecek olursa bunu Musa ile arkadaşlarının uğursuzluğuna yorarlar. Oysa onların kaderlerini belirleme yetkisi sırf Allah'ın . tekelindedir, fakat çoğu bunu bilmiyor.
 
-Musa'ya "Bizi büyülemek üzerine ne mucize gösterirsen göster, sana kesinlikle inanmayacağız" dediler.
 
-Biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak su baskını, çekirge sürüsü, zararlı böcek salgını, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de burun kıvırarak günahkâr bir toplum oldular. A'raf: 131-133
 
Bu, ayetin işaret ettiği örneklerden bir tanesidir...
 
Kendilerine gelmeleri, vicdanlarını ve pratik hayatlarını denetlemeleri için yüce Allah onları felâket ve sıkıntıya uğratmıştır. Şiddetin baskısı altındà Allah'ın huzurunda eğilsinler, O'na boyun eğsinler, inatlarından ve büyüklenmelerinden vazgeçsinler, samimi kalplerle felâketi gidermesi için Allah'a yalvarsınlar diye. Yüce Allah da felâketi giderip üzerlerine rahmet kapılarını açsın diye. Ancak onlar kendilerinden beklenen tavrı göstermiyorlar. Şiddet akıllarını başlarına getirmeye, gözlerini açmaya, taşlaşmış kalplerini yumuşatmaya yetmiyor. Şeytan arkalarında yer alıp içinde bulundukları sapıklık ve serkeşliği süslü gösteriyor:
 
"Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan her şeyi onlara cazip gösterdi."
 
Şiddetin, Allah'a yöneltmediği kalp taşlaşmıştır. İçinde şiddetin sıkabileceği bir yumuşaklık kalmamış demektir. Artık ölüdür bu kalp, şiddetin bir etkisi söz konusu olamaz. İçindeki fıtri alıcı cihazları iş görmez hale gelmiştir. Canlı gönülleri algılamak ve karşılık vermek için uyaran, bu uyarıcı iğneleme de etkili olamaz. Şiddet yüce Allah tarafından kullara yönelik bir sınamadır. Diri olanları uyandırır, gönlünün kapılarını açar ve o'nu Rabbine döndürür. Bundan sonra o'na rahmet etmek yüce Allah'ın üzerine aldığı rahmetin bir parçasıdır. Ölülere gelince, bu onların aleyhindedir. Hiçbir yararı olmaz O'na. Sadece mazeretini ve bahanesini geçersiz kılar. Onun için bu, mutsuzluk kaynağı olur. Azaba çarptırılmasına neden teşkil eder.
 
Yüce Allah'ın peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- onun ardından ümmetine haberlerini anlattığı bu toplumlar şiddetten hiçbir şekilde yararlanmamışlar. Allah'ın huzurunda eğilmemiş, şeytanın kendilerine çekici gösterdiği karşı çıkışlarından ve serkeşliklerinden dönmemişler. Burada yüce Allah onlara süre tanıyor ve bolluk içinde kendilerini yavaş yavaş acı sonlarına yaklaştırıyor:
 
"Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü.
 
Böylece alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu.
 
Bolluk da şiddet gibi bir tür imtihandır. Aynı zamanda şiddetin derecesinden daha zordur ve daha üstündür. Yüce Allah kullarını şiddetle imtihana tabi tuttuğu gibi bollukla da imtihan etmektedir. Emrine uyanları ve isyan edenleri aynı düzeyde, hem bununla hem de onunla denemektedir. Mü'min şiddetle sınandığı zaman sabreder. Bollukla sınandığı zaman da şükreder. Her halı iyiliktir onun. Bir hadiste şöyle denmektedir: "Ne güzel, mü'minin her halı iyilikten ibarettir. Ve bu durum sadece mü'min için geçerlidir. Kendisine bolluk isabet ederse şükreder, bu onun için iyiliktir. Bir sıkıntıyla karşı karşıya kalırsa sabreder. Aynı şekilde bu da "Onun için iyiliktir." (Müslim)
 
Peygamberi yalanlayan ve yüce Allah'ın burada onlara ilişkin haberleri anlattığı bu toplumlara gelince, kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında ve yüce Allah onların yok olacaklarını, bolluk ve sıkıntıyla sınamanın onları Allah'a yakarmaya yöneltmeyeceğini bildiğinden, her şeyin kapısını üzerlerine açmış, böylece onları imtihandan sonra yavaş yavaş sonlarına yaklaştırmıştır.
 
"Bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık."
 
İfade hiçbir engel veya kayıtla karşılaşmaksızın coşan seller gibi üzerlerine akan rızıkları, iyilikleri, nimetleri ve egemenliği tasvir etmektedir. Tüm bunlara hiçbir yorgunluk çekmeden emek sarf etmeden ve hatta en ufak bir çaba bile göstermeden kavuşmuşlardır.
 
Bu olağan-üstü bir sahnedir. Kur'an'ın harikulâde tasvir yöntemi uyarınca söz konusu olan durumu bir hareket gibi gözler önüne getirmektedir.
 
"Nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında..."
 
İyilikler ve rızıklar her taraftan bürümüştür onları. Oyun ve eğlenceye daldılar. Ne şükrediyorlar ne de öğüt alıyorlar. Kalpleri nimetleri vereni anmak, ondan korkup sakınmak duygusundan soyutlanmış. Bütün ilgilerini zevk ve sefaya özgü kıldılar ve tamamen ihtiraslara teslim oldular. Oyun ve eğlenceye dalanların adeti olduğu üzere yaşamlarını büyük hedeflerden soyutladılar. Bu durumu, kalplerin ve ahlâkların bozulmasından sonra, düzen ve sistemlerin bozulması takip etti. Bunlar da, hayatın tümden bozulması gibi doğal sonuçları doğurdular. Bu noktada, değişmez yasanın uygulama zamanı geldi:
 
"Kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü."
 
Derin bir gaflet ve sarhoşluk içinde oldukları bir sırada ansızın yakalanıverdiler. Bu yüzden onlar son derece şaşkın durumdadırlar. Tüm kurtuluş ümitleri suya düşmüştür. Ne tarafa yöneleceklerini düşünmekten bile acizdirler. Bir de bakıyoruz tek bir kişi kalmaksızın tümden yok oluvermişler:
"Zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
 
Kavmin arkası, en sonda geleni anlamındadır. Bu kesilince öncekiler zaten kesilmiş demektir. Burada "zalimlerden maksat, müşriklerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim genellikle şirki zulüm, müşrikleri de zalimler olarak ifade etmektedir.
 
"...Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun..."
 
İlahi hikmet uyarınca kendilerine süre verilmesinin ve kendilerine hazırlanan sağlam tuzağın ardından zalimlerin -müşriklerin- köklerinin kurutulmasının değerlendirilmesi konumundadır bu ifade. Acaba burada bir nimetinden dolayı mı Allah'a hamd edilmektedir? Evet, yeryüzünün zalimlerden temizlenmesi nimetine karşılık olarak... Ya da bir rahmetten dolayı mı hamd edilmektedir? Evet bu temizlik sayesinde beliren kullarına yönelik rahmetinden dolayı hamd edilmektedir Allah'a.
 
Yüce Allah bu kanun uyarınca Nuh (a.s) kavmini, Hud (a.s) kavmini, Salih ve Lut (a.s) kavimlerini tıpkı uygarlıklarının parlayıp yok olmasının ardından Firavunlar'ı, Grek ve Romalıları kıskıvrak yakaladığı gibi yakalayıvermiştir. Bu nokta Allah'ın kaderine ilişkin bilinmez bir sırdır. İşte görüldüğü kadarıyla O'nun evrensel kanunu. Ve işte bilinen tarihsel olaylara ilişkin ilahi yorum.
 
Bazı açılardan ileri düzeylerde olmasalar bile bugünkü toplumların sahip olduklarından az olmayacak şekilde, o toplumların uygarlıkları, yeryüzünde kurulu düzenleri, yerleşik hayatları, bolluk ve zenginlikleri vardı. Egemenlik, bolluk ve zenginliğe dalmış, içinde bulundukları duruma aldanmışlardı. Kendilerinin dışında yüce Allah'ın zorluk ve refaha ilişkin evrensel yasasından habersiz olanları da aldatmışlardı.
 
Bu toplumlar, ortada bir ilahi kanunun varlığını kavrayamıyorlardı. Yüce Allah'ın bu kanun uyarınca onları yavaş yavaş helake sürüklediğinin farkında değillerdi. Bu yörüngede dönüp duranlar da göz alıcı nimetlerin güzelliğine kapılmışlardı. Yaşanılan bu bolluğu ve bu görkemli iktidarı, gözlerinde büyütüyorlardı. Yüce Allah'ın bu toplumlara süre tanımasına aldanıyorlardı. Oysa bunlar Allah'a kulluk etmiyorlardı ya da O'nu bilmiyorlardı. O'nun egemenliğine karşı çıkıyor, ilahlık özelliklerini kendileri için iddia ediyorlardı. Yeryüzünde bozgunculuğu yaygınlaştırıyorlardı. Allah'ın egemenliğine tecavüz ettikten sonra insanlara zulmediyorlardı.
 
Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunduğum sırada yüce Allah'ın "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık." sözünün kanıtlarını gözlerimle gördüm. Çünkü bu ayetin çizdiği tablo... Nimetlerin ve rızıkların hesapsızca akışı sahnesi burada olduğu kadar yeryüzünün hiçbir yerinde somutlaşmamıştır.
 
Bu toplumun içinde bulundukları bollukla övünmelerini, bunların "Beyaz adam"a özgü olduğunu düşünmelerini, farklı renkten insanlara aşağılık bir büyüklenme, iğrenç bir barbarlıkla muamele edişlerini görüyordum. Irk ayırımının sembolü olacak kadar yahudilerin tüm dünyada ifşa ettikleri Nazi ırkçılığıyla mukayese edilmeyecek düzeyde yeryüzünün diğer uluslarına karşı ırk ayırımı yaptıklarını gördüm. Nazilerin yahudilere yaptıklarından daha şiddetlisini, daha zorbacasını, Beyaz Amerikalılar Zencilere karşı yapıyordu. Özellikle de bunlar müslüman iseler...
 
Tüm bunları görüyor ve bu ayeti düşünüyordum. Allah'ın evrensel kanununun gerçekleşmesini bekliyor, neredeyse gafillere doğru adım atışını görür gibi oluyordum.
 
"Nihayet sahip oldukları nimetler yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü."
 
"Böylece alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun ki, zalimler güruhunun arkası kesildi, soyu kurudu."
 
Yüce Allah Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- gönderilişinden sonra kökten yok etme azabını kaldırmışsa da geride birçok azap türü kalmıştır. İnsanlık, -özellikle her şeyin kapıları yüzlerine açılan toplumlar- geniş üretim imkânlarına ve bol rızık ortamına rağmen bu azapların birçoğunu tadmaktadır.
 
Psikolojik azap, ruhsal mutsuzluk, cinsel sapıklık ve ahlâksal çöküntü gibi günümüzde toplumların karşı karşıya kaldığı hastalıklar üretime, refaha ve zenginliğe baskın çıkacak gibi. Neredeyse hayatı bütünüyle uğursuzluk, bunalım ve mutsuzluğun kıskacına sokacaklar. Bunların yanında, şehvet ya da sapıkça eğilimler karşılığı satılan devlet sırları ve ulusal ihanet gibi siyasal ahlâk sorunlarına işaret eden ön belirtiler. Evet bu belirtiler, hedefe varıncaya kadar hiç yanılmazlar.
 
Bütün bunlar sadece yolun başlangıcadır. Kuşkusuz Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- doğruyu söylemektedir. Şöyle buyuruyor Hz. Peygamber:
 
"Ona isyan etmesine rağmen yüce Allah'ın bir kula dünya nimetlerinden sevdiği şeyleri verdiğini görürsen, bu, O'nu yavaş yavaş sana yaklaştırma amacına yöneliktir"
buyuruyor. Ardından şu ayeti okuyor: "Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları yüzünden şımarıklığa kapıldıklarında kendilerini ansızın kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü. (İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem)
 
Bununla beraber şu noktaya dikkat etmek lâzımdır. Yüce Allah'ın batılı yok etmeye ilişkin kanunu, yeryüzünde hakkın bir ümmet tarafından yaşanması şartına bağlıdır. Bundan sonra yüce Allah hakkı batılın üzerine atar, onu paramparça eder. Dolayısıyla batıl yok olup gider. O halde hak taraftarları tembelce oturup hiçbir iş yapmadan hiçbir çaba göstermeden Allah'ın kanununun gerçekleşeceğini beklememelidirler. Çünkü onlar bu durumda hakkı temsil edemezler. Aynı zamanda hakkın taraftarları da sayılamazlar. Onlar sadece yerlerinde oturan uyuşuk tembellerdirler. Yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini yerleştirmek kendileri için ilahlığın özelliklerini iddia edenlerin ilahi hakimiyeti gasp etmelerini önleyen bir ümmet meydana gelmedikçe hak gerçekleşmez. Başta gelen ve vazgeçilmez temel "hak" budur.
 
"Eğer Allah bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı." (Bakara, 251)
 
Bundan sonra Kur'an'ın akışı Allah'a ortak koşanları, kendi şahıslarına, işitme ve görme organlarına, kalplerine yönelik Allah'ın korkunç azabıyla karşı karşıya getiriyor. Onlar bu azabı geri çevirmekten acizdirler. Şayet yüce Allah işitme ve görme organlarını, kalplerini işlevsiz hale getirecek olursa, bunları kendilerine geri verebilecek Allah'dan başka bir ilâh da bulamazlar.

46- De ki, `Eğer Allah kulaklarını sağır, gözlerini kör etse ve kalplerinize mühür vursa, acaba Allah'dan başka hangi ilâh bunları size geri verebilir? Nasıl ayetlerimizi çeşitli açılardan açıkladığımızı ve sonradan onların nasıl yüz çevirdiklerini görüyor musun?"
 
Bu bir açıdan onların Allah'ın azabı karşısındaki çaresizliklerini somutlaştıran tasvirin bir sahnedir. Bir diğer açıdan da Allah'a ortak koştukları şeylerin gerçek mahiyetlerini son derece ciddi bir şekilde tasvir etmektedir. Ancak bu sahne onları oldukça derinden sarsıyor. Kuşkusuz insan fıtratının yaratıcısı onun şu tasvir sahnesindeki ciddiyeti ve O'nun ötesindeki gereği kavrayacağını biliyordu. Fıtrat, yüce Allah'ın bunları kendisine yapabileceğini, işitme ve görme organlarını işlevsiz hale getirebileceğini, kalpleri mühürleyebileceğini, bu organlarını artık işlevlerini yerine getiremeyeceklerini algılıyor. Fıtrat biliyor ki, yüce Allah, bunu yapacak olursa O'nun azabını geri çevirecek bir ilâhın varlığı söz konusu değildir.
 
Gönüllerde ve bedenin diğer organlarında titremeye neden olur, aynı zamanda şirk inancının tutarsızlığını ve Allah'dan başka dostlar edinmenin sapıklığını ortaya koyan bu sahnenin gölgesinde... Evet bu sahnenin ışığında, kendilerine ayetler, çeşitli yollarla açıklanmasına rağmen tıpkı kendisine isabet eden bir hastalıktan ötürü yabancı yönlere, dışarıya eğilim gösteren deve gibi yan çizmeleri şaşkınlık yaratıyor.
 
"Nasıl ayetlerimizi çeşitli açılardan açıkladığımız ve sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerini görüyor musun?"
 
Bir tarafa eğilimli olarak yürüme, yan çizme sahnesiyle birlikte dile getirilen hayret ifadesidir bu. Bu sahne Araplarca bilinmektedir. Tıpkı hep bir tarafa eğilimli olarak yürüyen devenin sahnesini hatırlatmaktadır. Ayrıca insanın gönlünce horlama, küçümseme ve alaya alma duygularını uyandırmaktadır.
 
ANSIZIN VE AÇIK AZAB
 
Beklenen bu sahnenin etkisinden kurtulmadan önce onları ilerde olacak yeni bir olguyla karşılamaktadır. Bu da Allah için uzak değildir. Burada zalim oldukları -yani müşrik oldukları- halde yok olacakları ortam gösterilmektedir. Ansızın gelip çattığı ya da karşı karşıya kaldıkları, habersizken ya da uyanıkken meydana geldiği zamanki zalimlerin yerle bir edilişleri çizilmektedir.
 
 
47- "De ki, "Ne sanıyorsunuz, eğer ansızın ya da açık bir şekilde size Allah'ın azabı gelse, zalimler güruhundan başkası mı helâk olur?"
 
Allah'ın azabı ne şekilde ve ne durumda gelirse gelsin, azap, ister onlar gafilken ve beklemedikleri bir sırada ansızın gelsin, ister feryad ettikleri ve hazırlıklı oldukları bir sırada açıktan açığa gelsin zalimler güruhu -yani Kur'an'ın genel ifadesiyle müşrikler- yok olacaklardır. Azap başkasına değil, sadece onlara ulaşacaktır. İster ansızın gelsin, ister açıktan açığa gelsin bu azabı kendilerinden uzaklaştıramazlar. Çünkü onlar karşı koysalar bile azabı uzaklaştıracak güce sahip değildirler. Allah'a ortak koşup yöneldikleri hiç kimse de bu azabı savacak durumda değildir. Hepsi de Allah'ın zayıf kullarıdır.
 
İMAN EDENLER VE YALANLAYANLAR
 
Ayetlerin akışı olması beklenen bu olguyu sakınmalarına meydana gelmeden önce sebeplerinden korunmaları için sunmaktadır. Yüce Allah'ın beklenen bu olguyu insan bünyesine hitap eden bu sahnede sunması, insana sorunu olduğu gibi öğretmekte, bunun da ötesinde kalpleri titreten gerçeği göstermektedir.
 
Ayet dalgaları şu peş peşe gelen sahneleri, çeşitli ilhamları bahşeden değerlendirmeleri ve ruhların derinliklerini uyarıp taşıyan melodiyi sunmakla ulaşabilecekleri en son noktaya ulaşınca, kan soydaşlarının kendilerinden olağan-üstü şeyler istedikleri peygamberlerin görevlerini açıklamakla son buluyor. Peygamberler sadece tebliğ ederler, müjdeler ve korkuturlar. Bundan sonra insanların konumları, peygamberlere karşı takındıkları ve ahirette karşılığını görecekleri tavır uyarınca belirlenecektir.
 
48- "Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini İslah ederse onlar için korku söz konusu değildir, onlar hiç üzülmezler de. "
 
49- "Ayetlerimizi yalanlayanlar ise fasıklıklarından, yoldan çıkmalarından ötürü azaba çarpılırlar. "
 
Kuşkusuz bu din insanlığı akli olgunluğa hazırlıyordu. Yüce Allah'ın insana bağışladığı bu büyük cihazı, işaretleri varlık bütününün aşamalarından, hayatın değişik alanlarından ve yaratılışın sırlarından fışkıran gerçeğin kavranmasında eksiksiz bir şekilde kullanmaya alıştırıyordu. Nitekim Kur'an bu gerçeği ortaya çıkarmak, iyice belirginleştirmek ve insanın kavrayışını ona yöneltmek için gelmiştir.
 
Bütün bunlar, insanlığı gözle görülen maddi harikaların zorlaması karşısında boyunları büken, karşı çıkanları kabullenmeye zorlayan somut mucizeler evresinden insan anlayışını varlık bütünündeki ilahı sanatın güzelliklerini düşünmeye yöneltme aşamasına getirmeyi gerektiriyordu. Bu da bizzat bir harika, bir mucizedir. Ancak varlığın dayandığı ve temellerini yükselttiği sürekli bir mucize... Aynı zamanda insanın kavrayışına Allah katından gelen erişilmez kitapla hitap etmeyi gerektiriyordu. Bu kitap, ifade bakımından, metot açısından bir mucizedir. Eşsiz bir şekilde oluşturmaya çalıştığı hareket halindeki, organik toplumsal yapısında bir olağan-üstülük vardır. Bundan sonra hiçbir örnek onun düzeyine ulaşamaz.
 
İnsanın kavrama yeteneği bu tür bir değişime, bu boyutta bir ilerleme alışına ve insanlar ilahı direktiflerin, Kur'an'ı kontrolün ve peygamberi eğitimin ışığında beşeri kavrayışlarıyla varlık bütününün sayfalarını okumaya yönelene kadar bu iş uzun bir eğitim ve sürekli bir yönlendirmeyi gerektirmişti. Bu sayfaları okuma tarzı, bir anda gerçekleşen gaybi, realist ve yapıcı bir okuma tarzıdır. Bu tarz, bir kısım Yunan felsefesine ve hristiyan teolojisine egemen soyut zihinsel düşüncelerin yöntemlerinden farklı, bir de hem bu felsefelerin bir kısmında, hem de bazı Hind, Mısır, Budist ve Mecusi felsefelerinde yaygın somut ve maddi yöntemlerinden uzak, aynı zamanda cahiliye döneminin Arap inançlarına egemen basit ve somut metodun dışında bir tarzdır.
 
Bu eğitimin ve bu yönlendirmenin bir yönü peygamberin görevinin ve şu iki ayetin belirttiği şekliyle -nitekim surenin akışı içinde yeralan aşağıdaki bölümde de belirtilecektir- peygamberlikteki rolünün gerçek mahiyetinin açıklanmasında somutlaşmaktadır. Peygamber bir insandır. Allah onu müjdelemesi ve uyarıda bulunması için gönderir. O'nun görevi burada biter. Bundan sonra insanların karşılık vermesi gelir. Bu karşılık vermeyle birlikte yüce Allah takdir ve irade fonksiyonunu yerine getirir. İş insanların tavrına uygun verilen ilahi cezayla sonuçlânır. Kim inanır ve imanı somutlaştıran iyi davranışlarda bulunursa, gelecek için bir endişesi, geçmiş için de bir üzüntüsü söz konusu değildir. Çünkü geçmişi için bağışlanma ve işlediği iyilikler için sevap vardır. Aynı şekilde kim peygamberlerin getirdiği ve varlık safhalarında dikkat çektiği Allah'ın ayetlerini yalanlarsa, burada "fasıklıklarından ötürü" şeklinde ifade edilen kâfirliklerinden dolayı azaba çarpılırlar. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde şirk ve küfür genellikle zulüm ve fısk (yoldan çıkma) olarak ifade edilir.
 
Bir karmaşıklık, bir kapalılık söz konusu olmayan açık ve sade bir düşünce... Peygambere, görevine ve dindeki fonksiyonunun sınırına ilişkin sağlam bir açıklama... Yüce Allah'ı ilahlıkta ve ilahlığın özelliklerinden birleyen, her şeyi Allah'ın iradesine ve kaderine bağlayan, bundan sonra insana yöneliş ve yönelişin sorumluluğunu yüklenme özgürlüğü tanıyan, gayet net bir şekilde Allah'ın emirlerine itaat edenlerle isyan edenlerin sonlarını açıklayan ve cahiliye toplumlarında yaygın olduğu şekliyle peygamberin tabiatına ve işlevine ilişkin efsaneleri ve kapalı düşünceleri bertaraf eden bir düşünce... Böylece insanlık zihinsel felsefelerin ve nesiller boyu insanın kavrama yeteneğini boşu boşuna tüketen teolojik tartışmaların şaşkınlığına dalmaksızın akli olgunluk aşamasına geliyor.
 
PEYGAMBERİN MAHİYETİ
 
Okuyacağımız bölüm -surenin akışı içinde yeralan geçen bölümde kimi örneklerini sunduğumuz- mucize istemeleri münasebetiyle müşrikleri peygamberliğin gerçek mahiyeti ve peygamberin tabiatıyla karşı karşıya getirmenin devamı niteliğindedir. Hem Arap cahiliyesi hem de çevrelerindeki toplumlar bu düşüncelerle boşu boşuna oyalanıyorlardı. Bunların yüzünden risalet ve nübüvvetin vahiy ve peygamberin gerçek mahiyetini unutup, peygamberlik sihir ve kahinlikle, vahiy de cin ve cinnetle karıştırılmıştı. Böylece bu toplumlar efsane, kuruntu ve sapıklıkların girdabına dalmışlardı. İşte bu ders peygamberlikler ve peygamberler konusunda -tüm insanlık bazında- cahiliye düşüncelerinin düzeltilmesini ele alan geçen konunun devamı mahiyetindedir. Nitekim bu tür cahili düşüncelerin etkisiyle gaibten haber vermesi, olağan-üstü şeyler meydana getirmesi ve cinlerle ilişkisi bulunan kimselerin ve sihirbazların alışılagelen numaraları yapması istenirdi peygamberden. Sonra gerçeği batılın üzerine vurmak, batılı paramparça edip yok etmek, insanları imanî düşünceye, onun açıklığına, sadeliğine, doğruluğuna, realistliğine döndürmek, peygamberlik ve peygamberin görüntüsünü tüm cahiliye toplumlarında yaygınlık kazanan hurafelerden, efsanelerden, kuruntu ve saplantılardan kurtarmak için İslâm inancı gelmiştir. Aralarındaki inanç ve doktrin farklılığına rağmen Arap müşriklerine en yakın cahiliye toplumları yahudi ve hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitap idi. Bunlar peygamberlik ve peygamberin görünümünü en kötü bir şekilde çirkinleştirmede ortak tavır içindeydiler.
 
Peygamberlik ve peygamberin gerçek durumu açıklandıktan, bunlar nübüvvet ve nebi olgularının görünümünü bulandıran, asılsız kuruntu ve saplantılardan arındırılmış bir şekilde insanların dikkatlerine sunulduktan sonra Kur'an-ı Kerim kendi tabiatının dışında kalan tüm aldatmacalardan ve kendi gerçeğine sonradan iliştirilmiş her türlü süsten soyutlanmış inanç sistemini sunmaktadır. Buna göre Kur'an'ı insanların ilgisine sunan peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insandır. Allah'ın hazinelerine sahip değildir. Gaybi bilemediği gibi "Ben bir meleğim" de demez. O söylediklerini ve hareket tarzını Rabbinden edinir. Rabbinin kendisine vahyettiğinin dışında herhangi bir şeye uyamaz. O'nun çağrısını benimsemezler, Allah katında insanların en üstünüdürler. Peygamber de onların hak yolunda kalıcı olmalarını sağlamak, onları yönlendirmek ve yüce Allah'ın onlara yönelik olarak üzerine aldığı rahmet ve bağışlamayı duyurmak zorundadır. Aynı şekilde ahiret korkusuyla gönülleri titreyenleri takva derecesine ulaştırmak için gerekli uyarıyı yapmak da peygamberin görevidir. Görevi bu iki hususta sınırlıdır. Nitekim gerçek konumu da "insan olma" ve "vahiy" olmakla sınırlıdır. Bu şekilde peygamberin düşüncelerde yer eden görevi ve gerçek konumu bütünüyle düzeltilmiş oluyor. Sonra, bu düzeltme ve uyarı sayesinde, yol ayırımında suçluların yolu iyice belli olmuş, hak ve batıl açığa kavuşmuş, peygamberin tabiatı ve peygamberliğin gerçek mahiyeti etrafındaki kapalılık ve vehim giderilmiş oluyor. Hidayet ve sapıklığın çevresindeki kapalılık giderildiği, mü'minlerle mü'min olmayanlar arasındaki ayrılık son derece aydınlık bir ortamda ve katışıksız bir inançla tamamlandığı gibi.
 
Bu gerçeklere ilişkin olarak yapılan açıklama sırasında ayetlerin akışı ilahlık gerçeğinin bir yönünü, gerek peygamberin, gerekse -itaat edeni ve isyan edeniyle- tüm insanların bu gerçekle ilgisini gözler önüne sermekte, hem hidayet hem de bu gerçekten sapmanın tabiatından söz etmektedir. Buna göre bu gerçeğe ilişkin olarak doğru yolda olmak basirettir. Ondan sapmak ise körlüktür. Yüce Allah, tevbe ettikleri, bundan sonra da doğru yolda hareket ettikleri zaman kullarına yönelik olarak tevbede somutlaşan rahmeti ve bilmeden işledikleri günahları bağışlamayı üzerine almıştır. Yüce Allah suçluların yolunun belli olmasını dilemektedir. Bundan sonra inanan bir kanıta dayanarak inansın, sapıtan da bir kanıta dayanarak sapıtsın. İnsanlar asılsız hurafelerin ve sanıların baskısından uzak bir açıklıkla konumlarını belirlesinler...
 
50- "De ki; "Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır" demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
 
Kureyş'ten iman etmemekte inat edenler, peygamberi doğrulamak için bir mucize göstermesini istiyorlardı. Oysa daha önce de söylediğimiz gibi onun doğru olduğunu biliyor ve O'nun hakkında kuşku duymuyorlardı. Bazen bu mucizenin Safa ve Merve tepelerinin altına dönüşmesi şeklinde gerçekleşmesini, bazen de her iki tepenin Mekke'den uzaklaşmasını, yerlerinin ekin ve meyvelerle yeşillenmiş verimli bir alan olmasını istiyorlardı. Bu istek, kimi zaman başlarına gelerek gaybin kapsamındaki olayların önceden haber verilmesi şeklinde gerçekleşiyordu. Kimi zaman kendisine bir meleğin indirilmesini, gökten sayfalara yazılı olarak indiğini gördükleri bir kitabın gelmesini taleb ediyorlardı. Karşı çıkışlarına ve inatlarına perde yaptıkları daha nice istek...
 
Ancak bütün bu istekler, çevrelerindeki cahiliye toplumlarında peygamberlik ve peygamber gerçeğinin görünümünü kuşatan asılsız hurafe ve efsanelerden besleniyordu. En yakınları da, peygamberleri bu konulara ilişkin gerçeği açık bir şekilde kendilerine getirdikten sonra yoldan çıkan ehl-i kitabın peygamberlik gerçeği etrafında uydurduğu vehim ve efsaneler oluşturuyordu.
 
Değişik cahiliye toplumlarında çeşitli şekillerde "gaibten haber verme" iddiaları yaygınlaşır. Bu iddiada bulunan yalancı kahinleri birtakım aldanmışlar da doğrular. Bunlar arasında sihir, kehanet, müneccimlik ve delilik yer alıyordu. Bu yalancı haberciler efsun ve muskalarla ya da dua ve niyazlarla veya bunların dışında yöntem ve araçlarla gaybı bilmek gücüne sahip olduklarını, cinler ve ruhlarla ilişki kurduklarını, tabiat kanunlarını kontrolleri altına aldıklarını iddia ediyorlardı.
 
"Sihir aracılığıyla gaibten haber verme, genel kanıya göre, bilinmeyenden haberdar olmak ya da olaylara ve eşyaya egemen olmak için emrine aldığı kötü ruhlara dayanıyordu. Kehanet yoluyla gaibten haber verme olayı ise, "tanrılar"la ilişkili olduğu düşünülüyordu. Tanrılar kahinin emrine girmezlerdi. Yalnızca dua ve yakarışlarına cevap verir, gerek uyanıkken, gerekse uyurken onun için bilinmezliğin kapılarını açarlardı, çeşitli işaretler ve rüyalarla ona yol gösterirlerdi. Bunun dışında diğer çağrı ve yakarışlara cevap vermezlerdi. Ancak sihir ve kehanet aracılığıyla gaibten haber verme, cezbe ve kutsal delilik aracılığıyla gaibden haber vermede farklılık arz ediyordu. Çünkü hem sihirbaz hem de kahine istedikleri, büyü ve dualarla istedikleri şeyle amaçlarının ne olduğunu biliyorlardı. Buna karşılık cezbeye tutulmuş kişi ya da kutsal deli, edilgen bir konumdaydı. Doğrudan doğruya kastetmediği ve belki de hiç anlamadığı halde dilinden birtakım kapalı ifadeler dökülürdü. Cezbe halinde gaibden haber verme olaylarının yaygınlaştığı toplumlarda meczupla birlikte çoğu zaman onun sözlerinin amacını, sembol ve işaretlerinin anlamını bildiğini ileri süren bir yorumu da bulunurdu. Nitekim Yunan'da Meczub'a "mantı", yorumcuya da "porphet" (yani başkasının adına konuşan) derlerdi. Avrupalılar tüm anlamlarıyla nübüvvet kelimesini, bu kelimeyle karşılamışlar. Meczubun kastettiklerini, sembol ve işaretlerinin içeriklerini, yorumlamak ve ifade etmekle görevlendirilmiş olması dışında, kahin ve meczupların birleştikleri pek görülmezdi. Çoğu zaman ihtilafa düşer, çekişirlerdi. Çünkü toplumsal işlevleri, yaratılışlarının ve konumlarının tabiatı bakımından farklı özelliklere sahiptirler. Meczup isyancıdır. Herhangi bir törene, genel kabul görmüş bir kuruma bağlı değildir. Kahin ise tutucudur. Kendisine miras kalmış bilgiyi çoğu zaman babasından ve dedesinden edinir. Kehanet, içinde uzak-yakın köşelerden yönelinen puthane ve tapınakların bulunduğu çevreyle sınırlıdır. Cezbe ise, bu ortamda sınırlı değildir. Çünkü cezbe, çölde insanın başına gelebildiği gibi memleketin her tarafında, bilinen bir yerleşme biriminde de gelebilir."
 
Üstad Akkad'ın "İslâm'ın gerçekleri ve düşmanlarının saçmalıkları" kitabından... Bu konuda kanıt oluşturması için kitaptan alıntı yapmakla beraber -aralarında semavi dinler de olmak üzere- İslâm'la mükemmelliğe ulaşana kadar dinlerdeki ilahlık ve peygamberlik gerçeğinin görünümünün gelişim sürecine ilişkin, yazarın yöntemini benimsemiyoruz. Çünkü bu görünüm, gerçek semavi dinlerinin tümünde birdir. Mensuplarının cahiliyeye geri dönmelerinden, peygamberlerin kendilerine getirdiği gerçekleri tahrif etmelerinden ve kendi cahiliye düşüncelerine alet etmelerinden sonra baş gösteren sapmalar ölçü alınmamalıdır. En doğru kaynak olan Kur'an-ı Kerim bu sözlerimizi doğrulamaktadır. Bu konuda Avrupalı dinler tarihi bilginlerinin ileri sürdükleri varsayım ve sanıların hiçbir değeri yoktur.
 
"Yahudi kabileleri arasında yalancı peygamberlerin sayısı oldukça fazlaydı. Bundan anlaşılıyor ki, birbirini takip eden çağlar ile yeni çağların zikir ehli ve tarikat sofuları birbirine benziyorlardı. Çünkü bazı dönemlerde sayıları yüzü aşardı. Kimi zaman bedene eziyet etmek, kimi zaman da çalgı aletlerini dinlemek suretiyle cezbe haline kapılmak gibi dervişlerin başvurduğu egzersizlere, toplantılarında başvururlardı.
 
Birinci Samuel'in kitabında şöyle denir:
 
Şaul Davud'u yakalamak için elçiler gönderdi. "Yalancı peygamberler topluluğunun gaibden haber verdiklerini gördüler. Şaul da başkanları olarak aralarında bulunuyordu. Bu sırada Allah'ın ruhu Şaul'un elçilerini bürüdü, onlar da gaibden haber vermeye başladılar. Bunun üzerine Şaul başkalarını gönderdi. Onlar da öncekiler gibi gaibden haber vermeye başladılar. Sonunda o da elbiselerini çıkarıp, aynı şekilde Samuel'in önünde gaibden haber verdi. Bütün gün ve gece boyunca çıplak kaldı."
 
Yine Samuel'in kitabında şöyle denir:
 
"Bir tepe üzerinde oturmuş bir grup, peygambere rastlayacaksın. Önlerinde ruhab, davul, ney ve ud olduğu halde gaibden haber verirler. Rabbin ruhu onların içine girerek birlikte gaibden haber verir. Ardından diğer bir adamın bedenine girer."
 
"...Peygamberlik, ikinci bölümünde belirtildiği gibi veraset yoluyla babadan oğula geçen bir sanat olarak kabul ediliyordu. Peygamberlerin çocukları `Ya Yuşa'a' dedikleri zaman: İşte senin karşında durduğumuz yer burasıdır. Ve bize dar gelmektedir. Artık Ürdün'e gidelim."
 
"Kimi zaman orduya katılan birtakım hizmetkârları olurdu. Nitekim ilk günler bölümünde şöyle denmektedir. "Davud ve askeri erkan udlar, rubab ve zillerle gaibden, haberler veren Esaf oğullarını ve başkalarını hizmet için ayırmışlardı."
 
Aralarında semavi risaletlerin getirdiği doğru düşünceden sapma sonucu ortaya çıkan cahiliye düşüncelerini de olmak üzere cahiliye, peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişki bu tür batıl düşüncelerle bu şekilde dolup taşmıştı. Bu yüzden insanlar peygamberlik iddiasında bulunan birinde bu tür davranışlar beklerdi. Bazen gaibden haber vermesini, bazen de kehanet ya da sihir yoluyla evrensel tabiat kanunlarını etkilemesini isterlerdi. İşte müşriklerin Hz. Peygambere yaptıkları teklifler buradan kaynaklanıyordu. Asılsız hurafeleri bertaraf etmek için peygamberlik ve peygamberin tabiatına ilişkin olarak Kur'an-ı Kerim'de yinelenen bütün bu açıklamaların nedeni buydu. Aşağıdaki açıklama da bunlar arasında yer almaktadır.
 
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır', ya da "gaybi bilirim" demiyorum. Size "Meleğim de" demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
 
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbi tarafından kendisi, peygamber ve peygamberliğin tabiatına ilişkin olarak cahiliye toplumlarını saran her türlü asılsız hurafeden soyutlanmış bir insan olarak sunmakla emr olunmaktadır. Aynı şekilde bu inanç sistemini her türlü aldatmacadan arındırılmış bir şekilde sunmakla emr olunmuştur. Ortada ne bir veraset ne de iddia söz konusudur. Bu peygamberin yüklendiği bir inanç sistemidir. Allah'ın yol göstericiliğinden başkası da yolunu aydınlatamaz.
 
Bilmediği şeyleri kendisine öğreten Allah'ın vahyinden başka bir şeye uyamaz peygamber... Kendisine uyanları bol bol rızıklandırmak üzere Allah'ın hazinelerinin üzerine oturmuş değildir. Takipçilerine olacak şeyleri göstermek için gaybın anahtarları da elinde değildir. Yüce Allah'dan indirmesini istedikleri bir melek de değildir. O, yalnızca bir insan ve peygamberdir. Son derece kesin, açık ve sade şekliyle inanç sistemi de bundan ibarettir.
 
Bu inanç şu fıtratın yansıması, şu hayatın dayanağı, ahirete ve Allah'a giden yolun kılavuzudur. Bu inanç sistemi, bizzat her türlü gösterişten uzaktır. Kim ona kendisi için layık olur ise bu inanç onun yanında her türlü değerin üstündedir. Kim de onu çıkar pazarında bir ticaret eşyası olarak isterse, tabiatını kavrayamaz, değerini bilemez. Bu sayede bir zenginlik elde edemez.
 
Bütün bunlardan dolayı peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu inanç sistemini bu şekilde, her türlü gösterişten uzak olarak sunmakla emir olunmaktadır. Çünkü onun hiçbir süse, gösterişe ihtiyacı yoktur. Böylece onun gölgesine sığınanlar; mal hazinelerine, dünyevi makamlara ve takva dışında insanlar arasında herhangi bir ayrıcalığa kavuşamayacaklarını, aksine Allah'ın yol göstericiliğine yöneldiklerini bilmiş olurlar. Kuşkusuz bu çok daha üstün ve daha zengin bir duygu.
 
"De ki; `Ben size Allah'ın hazineleri elimin altındadır' ya da "gaybı bilirim" demiyorum. Size meleğim de demiyorum. Sadece bana indirilen vahye uyuyorum.
 
Bu arada karanlıktan ve körlükten kurtulup aydınlık ve basirete sığındıklarını bilmiş olurlar:
 
"De ki; Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
 
Sonra... Yalnızca vahyin takipçisi olmak basirettir, görmektir. Bu yol göstericiden yoksun bırakılan körlüğe terk edilmiş demektir. Bu gerçeği şu ayeti kerime gayet net ve kesin bir şekilde dile getirmektedir. Şu halde bu alanda insan aklının fonksiyonu nedir?
 
Bu sorunun cevabı İslâm düşüncesinde oldukça açık ve basittir. Yüce Allah'ın insanoğluna bahşettiği akıl, vahyi algılama ve anlamlarını kavrama gücüne sahiptir. Onun görevi budur... Sonra bu, ona aydınlık ve hidayet içinde, hiçbir yönden batılın etkileyemediği, koruyucunun kontrolünde tanınmış bir fırsattır.
 
Ancak, insan aklı vahiyden uzak bağımsız bir konuma gelirse, bu durumda sapıklığın, bozulmanın, kötü bir bakış açısının, eksik bir görüşün, yanlış değerlendirme ve planlamanın mahkûmu olur.
 
Bütün bunlarla, varlıklar alemini bir bütünden ziyade parça parça görme hususundaki oluşumunun tabiatından dolayı karşı karşıya kalır. İnsan aklı, üst üste deneyler, peş peşe olaylar, ardarda görüntülerle varlık bütününü algılamaya çalışır. Dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görmesi, bu eksiksiz görüşe dayanarak hükümler koyması, kapsayıcılık ve denge unsurları göz önünde bulundurulmuş şekilde bir sistem oluşturması onun için imkânsızdır. Bu nedenle -Allah'ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden kopuk olduğu zamanlarda sık sık deneylerde bulunur, hükümleri değiştirir, hayat düzenini yeni baştan şekillendirir, aksiyon ve reaksiyon arasında çalkalanıp durur. Sağ uçtan sol uca yuvarlanır gider. Bu şekilde de insanlığın tüm üstün taraflarını, yüce özelliklerini yok eder. Şayet insan aklı vahyin takipçisi olsaydı, insanlık bütün bu kötülüklerden korunmuş olurdu. Denemeler, değişiklikler `eşya', `madde', "araç' ve cihazlara özgü kılınırdı. İşte burası insan aklının bağımsız olabileceği doğal bir alandır. Bu alandaki zarar en sonunda madde ve eşyalarla ilgili olurdu, nefis ve ruhlarla değil.
 
Tüm bu durumlarla -yapısının tabiatından sonra- insanın yapısında yeralan ihtiraslar, arzu ve eğilimler nedeniyle karşı karşıya kalır. Kuşkusuz bu duyguların kontrol altına alınmaları zorunludur. Böylece insan hayatının sürüp gelişmesine ilişkin görevini yerine getirmesi garanti altına alınmış olur. Aynı şekilde hayatın yok olmasına ya da altüst olmasına neden olacak şekilde güvenlik sınırını aşmamalıdır. Bu kontrolü tek başına insan aklı alması mümkün değildir. Çeşitli arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısı altında bocalayan bizzat in-san aklı için başka bir kontrol gereklidir. Bu kontrol, insan aklını denetimi altına aldıktan sonra onu bozulmalardan da korur. Deneyim ve hükmünü onunla güçlendirmesi, yöneliş ve hareketini onunla kontrol altına alması için insan aklı insan hayatıyla ilgili- her deneyimde, verdiği her hükümde ona başvurur.
 
"Her ikisi -akıl ve vahiy- Allah yapısıdır, bu yüzden uyuşmaları gerekir", savından hareketle doğruyu bulma açısından vahiy kadar bir sağlamlık derece-sini insan aklı içinde öngörenler, insanoğlunun kimi filozoflarının insan aklının değerine ilişkin yaptıkları açıklamalara dayanmaktadırlar. Yüce Allah bu görüşü doğrulayacak hiçbir ayet indirmemiştir.
 
Aklı ne kadar büyük olursa olsun bir tek insan için bile, aklın vahye ihtiyacının olmadığı görüşünü benimseyenler, bu konuda yüce Allah'ın söylemediğini söylüyorlar. Çünkü yüce Allah, vahiy ve peygamberliği insanlar için bir delil kılınıştır. Bu delili insan aklı olarak belirlememiştir. Hatta insanları yarattığı ve biricik Rabbini bilme ve O'na inanma özelliğiyle donattığı fıtratı dahi insanlar için delil kılmamıştır. Çünkü yüce Allah, tek başına olan aklın, sapıtacağını, yalnız olan fıtratın bozulacağını biliyordu. Kılavuzu, yol göstericisi, aydınlık ve basireti vahiy olmadığı sürece aklın ve fıtratın korunmasının mümkün olmadığını biliyordu.)
 
Felsefenin aklı, dine muhtaç olmaktan kurtardığı ya da aklın ürünü bilimin, insanlık için Allah'ın yol göstericiliğine ihtiyaç bırakmadığını ileri sürenler, gerçeğe ve realiteye dayanmayan sözler söylemektedirler. Çünkü realite, hayat düzenlerini felsefi ekollere ya da bilime dayandıran insanlık hayatının üzerine, her şeyin kapılarının açılmış olmasına, üretim ve gelirin kat kat artmış olmasına, hayat koşullarının rahat olmasına ve en geniş çerçevede konfor imkânlarının artmış olmasına rağmen insanı mutsuz kılan bir hayat şekli olduğuna tanıklık etmektedir. Ancak bunun karşıtı olarak hayatın bilgisizliğe ve başıboşluğa dayanması mümkün değildir. Sorunu bu şekilde ortaya koyanlar art niyetlidirler. Çünkü İslâm, insan aklını bizzat kendi yapısından kaynaklanan ayıplardan, bu şekilde arzuların, ihtiras ve eğilimlerin baskısıyla baş gösteren kusurlardan koruyacak güvenceleri içeren bir hayat sistemidir. Sonra insan aklı için, bilim, marifet ve deneyim alanındaki hareketinde doğru yolda olmasını sağlayan esasları belirler, gerekli kuralları koyar. Nitekim İslâm'ın belirlediği bu esaslar ve kurallar, insanın -Allah'ın şeriatı doğrultusunda- gölgesinde yaşadığı pratik hayatın dengeli bir şekilde sürmesini de garantilemektedir. Dolayısıyla realite düşünce ve hareket tarzını bozmasına neden olacak düzeyde baskı yapamaz olur.
 
Allah'ın vahyi ve yol göstericiliğinin eşliğinde insan aklı yolunu görür, basireti açık olur. Allah'ın vahyini ve yol göstericiliğini terk etmesi durumunda da kör olur. Peygamberin sırf vahye başvurmasına değinmek suretiyle düşündürmek için teşvik mahiyetindeki soru ile körlük ve basirete işaret etmeyi bir arada sunmanın, "Sadece bana indirilen vahye uyuyorum. Hiç kör ile gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?"
 
Evet işaretleri bu şekilde bir arada ve Kur'an'ın akışı içinde peş peşe sunmanın Kur'an'ın ifade tarzı içinde bir anlamı vardır. İstenen şey düşünmedir. Bunu teşvik etmek de Kur'an'ın başvurduğu yöntemdir. Ancak düşünme, vahyin denetimi altındadır. Çünkü ancak bu durumda doğruyu görüp aydınlık bir ortamda hareket edebilir. Yoksa bir kılavuz, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın, körlüğün karanlıklarında yuvarlanıp duran kayıtsız düşünme değildir istenen.
 
İnsan aklı vahyin çerçevesinde hareket ettiği zaman dar bir alana kıstırılmış olmaz, aksine gerçekten de son derece geniş bir ortamda hareket etme imkânı bulur. Şu varlık bütününden oluşan geniş bir alanda hareket eder. Nitekim varlık bütünü görülen ve görülmeyen alemleri içerdiği gibi nefislerin derinliklerini, olayların dünyasını ve tüm hayat alanını da içermektedir. Vahiy metodda sapmanın, kötü düşüncenin, arzu ve ihtirasların eğilimlerinin dışında insan aklını herhangi bir şeyden alıkoymaz. Bundan sonra onu, hareket etmek ve faaliyet göstermek üzere serbest bırakır. Yüce Allah insanoğluna bahşettiği bu büyük aracı... aklı... İlahi vahiy ve yol göstericiliğin kontrolünde çalışıp, hareket etmesi için bahşetmiştir. Ancak bu durumda sapıtıp azgınlaşmaz.

İSLÂM İNANCININ NETLİĞİ
 
51- Rabblerin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar.
 
52- Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın.
 
53- Kendini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna lâyık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?
 
54- Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki: ' `Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasında tevbe edip kendini ıslâh ederse, hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. "
 
55- Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle, ayrıntılı biçimde anlatıyoruz.
 
Bu, İslâm inancının izzetini, sahte yeryüzü değerlerine karşı üstünlüğünü, basit beşeri ilgilerden uzaklığını göstermektedir.
 
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bu dini, süsten, yaldızdan, yeryüzü değerlerinin ihtiras ve aldatıcılığından uzak bir şekilde insanlara sunmakla emr olunmuştu. Aynı şekilde dikkatini onlar arasında, bu davetten yararlanmak isteyenlere, onlardan içtenlikle kabul edenlere yöneltmek. Allah'ın tarafını isteyerek, gönüllerini Allah'a yöneltenleri korumak, bundan sonra cahiliye toplumunun sahte değerlerinden ve basit beşeri ilgilerden herhangi bir şey ölçü edinmemekle emr olunmuştu.
 
Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an aracılığı ile uyar. Onlar için Allah dışında bir dost ya da aracı yoktur. Ola ki, günahlardan sakınırlar."
 
Bununla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları uyar. O sırada Allah'dan başka bir yardımcı ve onları kurtaracak bir aracı bulamazlar. Bunun nedeni, onun izni olmaksızın Allah katında hiçbir aracının aracılıkta bulunamayacağıdır. İzinden sonra da O, yüce Allah'ın haklarında aracılıkta bulunmasını istediğinden başkası için aracılıkta bulunamaz. Dolayısıyla Allah'ın dışında bir dost ve aracının söz konusu olmadığı böyle bir günün korkusuyla kalpleri ürperenleri uyarmayı, uyarıya kulak vermeyi ve ondan yararlanmayı daha çok hak etmişler. Belki dünya hayatındayken ahirette karşılaşacakları Allah'ın azabından korunabilirler. Çünkü uyarı, gerçekleri ortaya çıkaran bir açıklama olduğu gibi çeşitli ilhamlar uyandıran bir etkendir de. Korktukları ve sakındıkları şeyi ortaya koyan bir açıklama... Kalplerini sakınmaya ve korunmaya yönelten bir etken... Böylece kendileri için açıklama yapıldıktan sonra sakındırıldıkları şeyleri işlememiş olurlar.
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvarırlar?"
 
Şu, canlarını Allah yoluna koyanları, sabalı akşam O'na kulluk etmeye, O'na dua etmeye yönelenleri, O'nun yüce zatını isteyenleri, O'nun zatından ve hoşnutluğundan başka bir şeye itibar etmeyenleri kovma... Bu kendini Allah'a adama, sevgi ve edep tavrıdır. Çünkü onlardan biri kulluk ve dua ile Allah'dan başkasına yönelmez. Tamamen her şeyden soyutlanmàdığı sürece Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Kalbi bütünüyle Allah sevgisiyle dopdolu olmadığı müddetçe, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu istemez. Allah'a karşı takınması gereken edep tavrını öğrenmeden, Allah için ve Allah ile yaşayan bir kul olmadığı sürece, onun hoşnutluğunu isteyerek kulluk ve dua ile yüce Allah'ı birlememiş olur.
 
Hikâyenin özü şu; Arapların "eşraf" takımından bir grup, Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- fakirliklerinden dolayı üst başları ter kokan Şuheyb, Bilal, Ammar, Habbab, Selman ve İbni Mesud gibi kimsesiz fakirler, kucak açıyor diye İslâm çağrısını kabul etmekten kaçınmışlardır. Bu kimsesizlerin toplumsal konumları Kureyş'in efendileriyle aynı mecliste oturmaya yetmiyordu. Bu yüzden Kureyş'in eşraf takımı Hz. Peygamber'den, bunları yanından uzaklaştırmasını istediler. Fakat peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bunu kabul etmedi. Bu sefer kimsesiz fakirler için ayrı bir toplantı, eşraf takımı için de aralarında şu kimsesiz fakirlerin yer almadığı ayrı bir toplantı düzenlenmesini önerdiler. Böylece efendilerin cahiliye toplumundaki ayrıcalıkları, özellikleri ve üstünlükleri sürecekti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de İslâm'a girmelerini sağlamak amacıyla bu isteklerini kabul etme düşüncesi uyanmaya başladı, ancak Rabbinin kesin emri gelmişti:
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
 
Müslim Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle rivayet eder, Sa'd diyor ki, "Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanında altı kişi bulunuyordu. Müşrikler Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- yanında bulunan şu adamları uzaklaştır ki, bize karşı cüretkâr davranmasınlar" dediler. Peygamberin yanında bulunanlardan biri bendim, biri İbni Mesut, biri de Hüzeyl kabilesinden bir kişi, biri de Bilal idi. Bir de isimlerini hatırlayamadığım iki adam vardı. Bunun üzerine Peygamberin gönlünde yüce Allah'ın geçmesini istediği düşünce geçti ve kendi kendine konuştu. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma."
 
Bu eşraf takımı Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- meclisine ve himayesine aldığı şu zayıf kimseler aleyhinde birtakım söylentiler çıkarıyor, onları kınıyor, içinde bulundukları fakirlikleri, zayıflıkları ve efendilerin nefretine, İslâm'ı kabul etmeyişlerine eden olan, Peygamberin meclisinde bulunmalarından ötürü kınıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü bildirdi ve iddialarını reddederek temelden çürüttü.
 
"...Onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
 
Onların hesabı kendilerine aittir, seninki de sana. Onların fakir oluşları da rızık konusunda belirlenen takdir gereğidir. Bu, Allah katındaki hesaplarıdır. Bu konuyla senin bir ilgin yoktur. Aynı şekilde senin fakir ya da zengin oluşun senin Allah katındaki hesabındır. Onları ilgilendiren herhangi bir şey söz konusu değildir. Bu değerlerin iman sorunu ve onun derecesi üzerinde bir etkinliği olamaz. Şayet fakirlik ve zenginlikten dolayı onları meclisinden uzaklaştıracak olursan, bu durumda Allah'ın ölçüsüyle ölçmemiş, onun değerleriyle değerlendirmemiş olursun. Dolayısıyla da bu zalimlerden olursun. Hiç kuşkusuz Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- -Haşa- zalimlerden biri olmaktan uzaktır.
 
Böylece cep fakiri ancak gönül zengini olanlar peygamberin meclisindeki yerlerinde kaldılar. Toplumsal mevkileri düşük ama Allah'la güç kazananlar, imanlarının sonucu elde ettikleri ve sırf O'nun zatını isteyerek Allah'a yaptıkları duaların sonucu hak ettikleri konumlarını korudular. Böylece İslâm'ın ölçü ve değerleri yüce Allah'ın belirlediği metoda uygun olarak yerleşmiş oluyordu.
 
Bunun üzerine İslâm'ı kabul etmekten kaçınan müstekbirler -büyüklük taslayanlar- büyük bir nefretle şöyle demeye başladılar: Nasıl olur da Allah aramızda şu zayıf fakirleri iyilik için tercih edebilir? Şayet Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- getirdiğinde bir hayır bulunsaydı, şu fakirlerin bizim önümüze geçmeleri mümkün olmazdı. Onlardan önce Allah bizi doğru yola iletirdi. Dolayısıyla Allah'ın bizim gibi mevki, makam sahiplerini bırakıp aramızda şu zâyıf fakirlere iyilikte bulunması akla uygun değildir.
 
Kuşkusuz bu, yüce Allah'ın mal ve soyla büyüklenen, bu dinin tabiatını insanlığa gösterdiği aydınlık ufuklu yeni dünyanın mahiyetini kavrayamayanlar için takdir ettiği bir fitneydi. İnsanlık bu dünyada o gün için Arapların ve bütün dünyanın yabancısı olduğu erişilmez doruklara yükselmişti. Hiç kuşku yok ki, çeşitli isim ve görünümler altındaki demokratik düzenler de buna son derece yabancıdırlar.
 
"Kendilerini beğenmişler "Allah'ın aramızdan seçerek lütfunu layık gördükleri bunlar mıdır?" desinler diye biz onları işte
böyle sınavdan geçirdik."
 
Kur'an'ın akışı, eşraf takımının kınama amacına yönelik olarak ifade ettiği soruya şu şekilde karşılık vermektedir:
 
"Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil miydi?"
 
Bu cevap, birçok işareti, birçok anlamlı imayı kapsamaktadır. Öncelikle hidayetin yüce Allah'ın doğru yola iletildikten sonra şükredeceklerini bildiği kimseler, mükâfat olarak verdiği bir nimet olduğu belirtilmektedir. Bununla beraber kulların şükrü hiçbir zaman bu nimet için yeterli değildir. Ama yüce Allah kulun çabasını kabul ediyor ve karşılık olarak da eşi bulunmayan şu göz alıcı mükâfatı veriyor.
 
Bir de iman nimetinin, beşeri cahiliye toplumlarında yaygın olan basit yeryüzü değerlerinden herhangi biriyle ilgisinin söz konusu olmadığı aksine Allah'ın bu nimeti, karşılığında şükredeceklerini bildiği kimselere özgü kıldığı belirtilmektedir. Yoksa kişinin köle, zayıf ve fakir oluşu önemli değildir. Cahiliye toplumlarıda insanların büyüklenme gerekçesi yaptıkları basit yeryüzü değerlerinin Allah'ın ölçüsünde yeri yoktur.
 
Bunun yanısıra, Allah'ın lütfuna itiraz edenleri, bu itirazlarının eşyanın hakikatine ilişkin bilgisizlikten kaynaklandığı, bu lütfun dağılışının kullardan hangisinin onu hak ettiğine ilişkin yüce Allah'ın eksiksiz bilgisine dayandığı, yoksa şu itirazlarının cehaletten ve Allah hakkında edepsizce davranmaktan başka bir şey olmadığı belirtilmektedir.
 
Ayetlerin akışı Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın peygamberi olarak İslâm'a öncelikle girmek suretiyle lütfedilenlere, şu müstekbir ve eşraf takımının alay ettiği kimselere ilk önce selâm vermesini, yüce Allah'ın kendilerinden bilmeden bir kötülük işleyen ardından tevbe edip iyi davranışlarda bulunanın bağışlanmasında somutlaşan rahmeti üzerine aldığını onlara müjdelemesini emrederek sürüyor:
 
ALLAH'IN MERHAMETİ GENİŞTİR
 
"Ayetlerimize inananlar sana gelince, onlara de ki; Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasından tevbe edip kendini İslah ederse; hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
 
Bu iman nimetinden, hesapta kolaylıktan ve cezada rahmetten sonra yeralan bir lütuftur. Öyle ki, yüce Allah, ayetlerine inananlara merhamet etmeyi bir görev olarak üzerine yazdığı şeyi duyurmasını peygamberine emrediyor. Hattâ bu rahmet, tevbe edip ardından ıslah oldukları zaman tüm günahların bağışlanmasını kapsayacak düzeye ulaşıyor. Nitekim bazıları cehaleti, günah işlemenin nedeni olarak yorumlamışlar. Çünkü insan ancak cehaletten dolayı günah işler. Buna göre hüküm tevbe ettiği ve ardından kendini ıslah ettiği sürece kişinin işlediği her kötülüğü kapsamaktadır. Bu anlayışın hangisi olursa olsun günahdan tevbe etmesi, ardından ıslah olması, yüce Allah'ın bir görev olarak üzerine yazdığı merhamet sonucu, bağışlanmanın nedeni sayan başka hükümlerce de desteklenmektedir.
 
Surenin bu bölümünün sunulmasını tamamlamadan önce, bu ayetlerin hangi şartlar altında indiğine ilişkin olarak aktarılan bazı rivayetlere ve Kur'an ayetleriyle birlikte bu rivayetlerin işaret ettiği, bu dinin o gün için insanlığın hayatında gerçekleştirdiği olağan-üstü değişimin hakikatine dönelim. İnsanlık bugün dahi, önceleri ulaştığı, sonradan kesin bir şekilde geriye dönüş yaptığı bu erişilmez doruğun gerisinde bulunmaktadır.
 
Ebu Cafer et-Taberi şöyle diyor: Bize Henad b. Sırri, bize Ebu Zeyd, Esas'dan, Kardus es'Sa'lebi'den, o da İbn-i Mesud'dan nakletti. Yanında Süheyb, Ammar, Bilal ve Habbab gibi garip müslümanlar bulunduğu bir sırada Kureyş ileri gelenlerinden bir grup peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına uğrayıp şöyle dediler:
 
-Ya Muhammed, kavmin arasında bunlardan mı hoşnud oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lütufta bulunduğu kimseler?.. Bunları yanından kov. Şayet onları kovarsan sana uyabiliriz. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu:
 
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın.
 
Kendini beğenmiş `Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte böyle sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
 
Yine Taberi şöyle diyor: Bana, Hüseyin b. Amr, b. Muhammed el-Ankazî anlattı: Bize babam anlattı: Bize Esbat, Süddi'den anlattı, o da Ebu Said el Ezdi'den anlattı. -Bu adam Ezd kabilesinin okur-yazarıydı- O da Ebul Kunud'dan, Habbab'ın yüce Allah'ın şu sözü hakkında.
Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerde olasın.
 
Şöyle dediğini anlattı. Akra b. Habis Et-Temimi ve Uyeyne b. Uyeyne b. Hısn el-Fizari gelip Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab'la birlikte bir grup garip mü'minlerin yanında otururken buldular. Garip mü'minleri gördüklerinde küçümsediler. Sonra Hz. Peygambere gelip şöyle dediler: Bizim için Arapların üstünlüğümüzü görecekleri bir meclis ayırmanı istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu kölelerle birlikte görmelerinden utanıyoruz. Bu yüzden yanına geldiğimiz zaman bunları yanımızdan kaldır. Biz ayrıldıktan sonra dilersen onlarla birlikte otur. Hz. Peygamber "tamam" dedi. Onlar "öyleyse bunu yazıp bize ver" dediler. Habbab diyor ki, Hz. Peygamber, bir kâğıt getirmelerini ve yazmak üzere Ali'yi çağırmalarını istedi. O esnada bir köşede oturuyorduk. O esnada Cebrail şu ayeti getirdi:
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın.
 
"Kendini beğenmişler `Allah'ın aramızdan seçerek lütfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil mi?"
 
Ardından:
 
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki; Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizden kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasında tevbe edip kendini ıslah ederse, biç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
 
Bunun üzerine Hz. Peygamber kâğıdı elinden bıraktı sonra da bizi çağırdı ve şöyle dedi: "Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı." Biz de onun yanında oturduk. Kalkmak isteyince de kalktı ve yanımızdan ayrıldı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam ona yalvaranlarla beraber sabret. Dünya bayatının çekiciliğini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma." (Kehf, 28)
 
Habbab diyor ki, bundan sonra Hz. Peygamber yanımızda otururdu. Kalkması gereken saat gelince, kalkıp gitmesi için önce biz kalkıp onu yalnız bırakırdık. (İbni Kesir tefsirinde bu hadis hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır. "Bu hadis gariptir. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir. Akra b. Habis ve Uyeyne ise Hicretten bir süre sonra müslüman olmuşlardır "...Ben bu değerlendirmeye bir anlam veremedim. Çünkü bu sözleri kesinlikle müslüman olmalarından önce söylemişler. Müslümanken böyle bir şey söyleyemezdi. Dolayısıyla bu rivayetle, onların Hicretten bir süre sonra müslüman olmaları arasında çelişki söz konusu değildir. Onlar sözleri karşılık görmedi diye o gün İslâmdan yüz çevirmişlerdi.)
 
Bundan sonra Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onları gördüğü zaman selâmla başlar ve şöyle derdi. "Ümmetimin içinde kendilerine selâm vermekle emr olunduğum kimseleri var eden Allah'a hamd olsun."
 
Müslim'in sahihinde Aziz b. Amr'dan şöyle rivayet edilir. Ebu Süfyan, Süheyb ve Bilal'e rastladı ve onlardan tiksindi. Bunun üzerine onlar, "Allah'a andolsun ki, Allah'ın kılıçları onun düşmanlarından intikam almaktan alıkonmuş değildirler" dediler. Habbab diyor ki; bunun üzerine Ebu Bekir "Bunları Kureyş'in önderi ve efendisi için mi söylüyorsunuz" dedi. Sonra da Hz. Peygambere gidip haber verdi. Resulullah, "Ey Ebu Bekir, belki de onları kızdırmışsın. Şayet onları kızdırmışsan, kuşku yok ki, Allah'ı kızdırmışsın demektir" buyurdu. Bunun üzerine Ebu Bekir yanlarına gidip "Ey kardeşlerim sizi kızdırdım mı?" dedi. Onlar da "Hayır, Allah seni bağışlasın, kardeşimiz" dediler.
 
İNANMIŞ İNSANLARIN DEĞERİ
 
Şu nasların üzerinde uzun uzadıya düşünmemiz gerekir. Aynı şekilde bütün insanlık da buna muhtaçtır. Kuşkusuz bu naslar sırf "insan hakları" konusunda birtakım ilke, değer ve teoriyi temsil etmemektedirler. Olay bundan çok daha büyük ve boyutludur. Bu hükümler, insanlık hayatında fiilen gerçekleşmiş olağanüstü bir olguyu, bu dinin tüm insanlık bazında gerçekleştirdiği geniş boyutlu değişimi temsil etmektedir.
 
Bir zamanlar insanlığın gerçek hayatlarında ulaştıkları ufkun üzerindeki aydınlık çizgiyi somutlaştırmaktadır... Her ne kadar insanlık, bu dini takip ederek sağlam adımlarla yükseldiği bu aydınlık çizgiden geriye dönüş yapmışsa da, bu durum şu değişimin büyüklüğünden, bir zamanlar gerçekleşen bu olgunun ululuğundan ve insanlığın pratik hayatında fiilen çizilen bu çizginin öneminden bir şey eksiltmez. Bu çizginin çizilmiş olmasının ve bir zaman ona ulaşılmış olmasının değeri, insanlığın bir daha, tekrar ona ulaşmaya çalışmasındadır. İnsanlık bir kere bu çizgiye ulaşmış olduğuna göre bu onun gücü ve imkânı dahilindedir. Çizgi, orada ufuklarda duruyor. İnsanlık da aynı insanlık... Bu din de yine aynı dindir. Geride kararlılık, güven ve kesin bir inanç kalıyor.
 
Bu hükümlerin değeri, o gün için insanlığa bütün noktaları ve aşamalarıyla cahiliye bataklığında yükselen bir çizgi belirlemesindedir. İslâm, Arapları bu bataklıktan çıkarmış, onları yükselttiği erişilmez dorukların düzeyine ulaştırmıştır. Yeryüzünde insanlığın elinden tutup bu bataklıktan çıkararak ulaştıkları zirveye yükseltecek bir konuma getirmiştir.
 
Bütün insanlık gibi Arapların, cahiliye döneminde içinde yüzdükleri iğrenç bataklık ise, Kureyş'in ileri gelenlerinin şu sözlerinde gayet açık bir şekilde somutlaşmaktadır. "Ya Muhammed kavmin arasında bunlardan mı hoşnud oldun? Bunlar mı Allah'ın aramızda lûtufta bulunduğu kimseler? Biz şimdi bunlara mı uyacağız? Kov şunları yanından. Şayet onları kovarsan belki sana uyarız"... Aynı şekilde Akra b. Habis et-Temimi ve Uyeyne b. Hısn el-Fizarî'nin, Bilal, Süheyb, Amman Habbab ve benzeri gariplerden oluşan peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarını küçümsemelerinden ve Peygambere söyledikleri şu sözlerden de iyice belirginleşmektedir: "Bizim için, Arapların üstünlüğümüzü görecekleri bir meclis ayırmanı istiyoruz. Arap heyetleri yanına geldiklerinde bizi şu kölelerle birlikte görmelerinden utanıyoruz.
 
Burada cahiliye iğrenç görünümü, komik ölçüleri ve basit değerleriyle belirginleşmektedir. Soy ve ırk taassubu... Malı ve sınıfsal farklılıklar gibi birçok değerler... Şu adamların bir kısmı Arap değildi. Bir kısmı da eşraf takımından değildi. Aralarında servet sahibi bir kimse de yoktu. Her cahiliye toplumunda geçerli olan günümüz cahiliye toplumlarının ırk, renk ve sınıf çığırtkanlıkları arasında bunların üzerine çıkamadığı aynı değerler...
 
Bu, cahiliye bataklığı... Erişilmez dorukta ise İslâm yer alıyor. İslâm şu komik değerler, şu basit hedefler ve şu kof çığırtkanlıklar için ölçüler koymaz. O gökten inmiştir, yerden bitmiş değildir. Çünkü yeryüzü bataklığı kendisidir. Şu garip, yeni ve ulu bitkiyi yetiştirmesi mümkün olmayan bataklık. İslâm, buyrukları uygulanan bir dindir. İlk uygulayan da Muhammed -salât ve selâm üzerine olsundur. Kendisine gökten vahiy gelen, Allah'ın peygamberi Muhammed... Bundan önce Haşimoğulları'nın gözdesi, Kureyş'in zirvesi Muhammed... Sonra Ebu Bekir "şu kullar" hakkındaki İslâm'ın buyruğuna uyuyor. Allah'ın peygamberinin arkadaşı Ebu Bekir... Evet şu kullar... Herkesin ve her şeyin kulluğundan sıyrılıp tek başına Allah'a kul olanlar. Nitekim yukarıda anlatılanlar bu kullara ilişkindi...
 
Nasıl ki, cahiliyenin iğrenç bataklığı, Kureyş'in ileri gelenlerinin sözlerinde, Akra ve Uyeyne'nin düşüncelerinde belirmektedir ise, aynı şekilde İslâm'ın erişilmez zirvesi de yüce Allah'ın peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun yönelik buyruğunda somutlaşmaktadır.
 
"Sırf Rabblerinin rızasını dileyerek sabah, akşam O'na yalvaranları yanından kovma, onların hesabından sana ve senin hesabından onlara bir
şey düşmez ki, bu yüzden onları kovarak zalimlerden olasın."
 
"Kendini beğenmişler `Allah'ın aramızdan seçerek lûtfuna layık gördükleri bunlar mıdır?' desinler diye biz onları işte böylece sınavdan geçirdik. Allah şükredenleri herkesten iyi bilen değil midir?"
 
"Ayetlerimize inananlar sana gelince onlara de ki, `Selâm size, Rabbiniz merhametliliği üzerine görev yazdı, buna göre içinizdén kim bilmeyerek bir kötülük işler de arkasından tevbe edip kendini ıslah ederse, hiç kuşkusuz, Allah bağışlayıcıdır' merhametlidir."
 
İslâm'ın bu erişilmez zirvesi, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- "şu kullar"la olan ilişkilerinde belirginleşmektedir. Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalip b. Haşim, -bundan başka- Allah'ın Peygamberi, O'nun yarattıklarının en hayırlısı ve hayatı şereflendiren varlıkların en üstünü olduğu halde, yüce Allah'ın onlarla konuşmaya selâmla başlamasını, onların yanında sabretmesini, onlar kalkmadıkça kendisinin kalkmamasını emrettiği peygamber...
 
 
Sonra bu zirve, "şu kulların" Allah katındaki kendi konumlarına, kendi kılıçlarına bakışlarında ve onları "Allah'ın kılıçları" olarak değerlendirişlerinde, İslâm'ın en sıkıntılı günlerinde öne geçip İslâm'ı kabul edişlerinden dolayı kendilerini saffın en ön sıralarına geçirmelerinde belirginleşmektedir. Yine fetih yılında müslüman olup Hz. Peygamber tarafından bağışlanmış olmasından dolayı, Ebu Sufyan'ı İslâm saffının gerisine ittikten başka Kureyş'in bu ulusu ve efendisi hakkında sarf ettikleri sözlerden dolayı onları azarlayan Ebu Bekir'in arkadaşı Hz. Peygamber tarafından "şu kulları" kızdırmaktan sakındırmasında ortaya çıkmaktadır. Çünkü böyle bir durumda Allah'ı kızdırmış olacaktır. Aman Allah'ım... Hiçbir değerlendirme bu olayı ifade edecek düzeye ulaşamaz. Bizim de sadece aktarmak geliyor elimizden Ebu Bekir gidiyor, Allah'ı hoşnut etmek için o "kulları" hoşnut etmeye çalışıyor. "Ey kardeşlerim yoksa sizi kızdırdım mı?" diyor. Onlar da "Hayır kardeşim, Allah seni bağışlasın" diyorlar.
 
Bu nasıl bir şeydir ki, insanlığın hayatında bu derece dehşet verici bir şekilde gerçekleştirmiştir? İnsanların pratik hayatlarında tamamlanan bu derin inkılab nasıl bir şeydir?.. Yeryüzü aynı yeryüzü, ortam aynı ortam, ekonomi aynı ekonomi ve her şey olduğu gibi yerli yerinde durduğu halde, değerlerde, sistemlerde, duygu ve düşüncelerde aynı anda meydana gelen bu değişim nedir acaba?.. İnsanlardan birine gökte vahiy geliyor. Bu vahiyde Allah katından bir güç vardır. Üzerinde birikmiş tortuların ötesinden hitab ediyor insan fıtratına. Şu bataklıkta bocalayanlara yöneliyor. Onları yol boyunca erişilmez doruklara, yükseğe, daha yükseğe, oraya İslâm'ın katına çıkmaya teşvik ediyor.
 
Sonra insanlık bu erişilmez doruklardan geriye dönüyor ve tekrar bataklığa yuvarlanıyor. Bir kez daha New York'da, Washington'da, Chicago'da, Johannesburg'da ve uygarlık (!) dünyasının bunlar dışındaki diğer yörelerinde, o kokuşmuş taassuplar, ırk ve renk taassupları hortluyor. Orada, burada milliyetçilik, ırkçılık ve sınıfçılık taassubu yükseliyor. Bu iğrenç taassupların kokusu da hiç eksik olmuyor.
 
Ama İslâm orada, zirvede duruyor. İnsanlığın ulaştığı o aydınlık çizgiyi çizdiğinden beri... İslâm orada yüce Allah'dan insanlığa yönelik bir rahmet olarak duruyor. Olabilir ki, insanlık ayaklarını çamurdan çıkarır, dikkatlerini topraktan kurtarıp yukarıya yöneltir. Bir kez daha o aydınlık çizgiyi görür. Yine bu dinin çağrısına kulak verir, İslâm'ı takip ederek bir daha o göz alıcı doruklara yükselir.
 
Bu tefsirde takip ettiğimiz metodun sınırları içinde bu açıklamadan daha fazlasını yapamıyoruz, uzun uzadıya üzerinde duramıyoruz. Yalnız tüm insanlığı bu ayetler ve anlamları üzerinde düşünmeye çağırıyoruz. Bu çağrıyı insanlık tarihinde İslâm'ın izinde cahiliyenin aşağılık bataklığından, o erişilmez, göz alıcı doruğa yükselirken belirginleşen o düzeyi görmeye çaba sarf etmesi için yapıyoruz. Ancak insanlık göz kamaştırıcı doruklara ulaştıktan sonra, ruh ve inançtan yoksun "materyalist uygarlığın" teşvikleriyle aşağılara doğru yuvarlanmıştır. Aynı şekilde Allah'ın hayat metodundan ve yol göstericiliğinden uzak olarak insanın kendi kendine ortaya koyduğu tüm deneyimler, ekoller, rejimler, hayat düzenleri, ideoloji ve düşünceler başarısızlığa uğradıktan sonra İslâm'ın yeniden onu nereye ulaştıracağını kavramaya çalışmasını istiyoruz. Evet, yukarıda saydıklarımız, insanlığı yeniden o zirveye ulaştırmak, insanın sahip olduğu haklarını bu denli parlak bir şekilde garantilemek, bu müthiş inkılâbı gerçekleştirirken gönüllere huzur akıtmak hususunda başarısızlığa uğramışlardır. Oysa İslâm, katliamlara girişmeden, işkenceye başvurmadan, temel özgürlükleri askıya alacak istisnai uygulamalara gerek duymadan, korkusuz, telaşsız, kimseyi ezmeden, açlık ve fakirliğe meydan vermeden, insanları koyduğu ve içinde Allah'dan başka bazısının bazısına kullukta bulunduğu, aşağılık sistemlerin gölgesinde insanların giriştiği değişikliklerde karşılaşılan tipte bir engelle karşılaşmadan insanlığı değiştirmişti:
 
Burada, bu kadarı bizim için yeterlidir. Bizzat ayetlerin fışkırttığı ve aydınlık gönüllere akıttığı güçlü ve derin işaretler yeterlidir.
 
YOLLARIN BELİRGİNLEŞMESİ
 
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi işte böyle, ayrıntılı biçimde açıklarız."
 
Peygamberlik ve peygamberin tabiatını bu denli net ve açık bir şekilde sunduğu gibi bu inancı her türlü süsten, yaldızdan arındırmış bir şekilde sunan, bu inancın insanlık hayatından söküp atmak için geldiği değer ve ölçülerle, yerleştirmek için geldiği değer ve ölçüleri birbirinden ayıran bu bölümü sunar...
 
"Ayetlerimizi işte böyle ayrıntılı biçimde açıklarız."
 
Böyle bir metod ve yol takip ederek böyle bir açıklama ve ayrıntıya başvurarak... Bu gerçek hakkında bir kuşku ve bu konuda bir kapalılık bırakmayan ayetleri açıklarız... Bundan sonra mucize istemeye gerek kalmaz. Çünkü Kur'an'ın akışında, şu örneği sunulan bu metod aracılığıyla gerçek son derece açıktır, konu gözler önündedir.
 
Bununla beraber, surenin içinde hidayet kanıtlarına ve imanın belirtilerine ilişkin olarak geçen tüm ayrıntılar, gerçeklere ilişkin tüm açıklamalar ve pratik hayata ilişkin tüm mesajlar, yüce Allah'ın şu sözünün kapsamına girmektedir. "Ayetlerimizi işte böyle ayrıntılı biçimde açıklarız."
 
Bu kısa ayetin sonu ise:
 
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye!.."
 
Oldukça ilginç bir şey... Bu, Kur'an metodunun inanç ve inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne sermektedir. Kuşkusuz bu metod, salih mü'minler yolunun açıkça belli olması için sırf gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanısıra, günahkâr sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli olması, mü'minlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır.
 
Kuşkusuz bu hareket metodu, insanlığın kendisiyle hareket etmesi için yüce Allah tarafından belirlenen metoddur. Çünkü yüce Allah, gerçeğe ve hayra ilişkin katışıksız inancın oluşmasının karşıt tarafı, batıl ve kötülüğü görmeyi, bunun katışıksız batıl ve baştan sona kötülük olduğunu, aynı şekilde bunun da katışıksız gerçek ve baştan sona hayır olduğunu vurgulamayı gerektirdiğini biliyor. Nitekim hak uğruna önce atılma gücü sırf hak taraflarının kendilerinin haklı olduğunun bilincinde olmasından kaynaklanmaz. Aynı şekilde kendilerine düşmanlık besleyenlerin, kendileriyle savaşa tutuşanların batıl ehli olduğunun ve yüce Allah'ın bir başka ayette her peygambere onlardan düşmanlar kıldığını belirttiği suçluların yolunu takip ettiklerinin bilincinde olmasından da kaynaklanır: "Böylece her peygamber için suçlulardan bir düşman kıldık." (Furkan: 31)
Böylece hem peygamberin hem de mü'minlerin gönüllerinde kendilerine düşman olanların suçlular oldukları düşüncesinin sağlam, açık ve kesin bir şekilde yer etmesi amaçlanmaktadır.
 
Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun açık seçik belli olması ayetlere ilişkin ilahı açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, mü'minlerin konumlarına ve yollarına yansır. Çünkü bunlar birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır.
 
Bundan dolayı, her İslâm'ı hareketin mü'minlerin yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir. Mü'minlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve mü'minlerin ayırıcı özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil. Böylece İslâm davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek, mü'minlerle suçlular arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde mü'minlerin yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangisinin suçlu müşrik olduğunu bilmiş olurlar.
 
İslâm Arap Yarımadası'nda müşriklerle karşı karşıya geldiği günlerde bu belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir şekilde gerçekleşmişti. Salih müslümanların yolu Allah'ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin yolu ise onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve netliğin yanında, suçluların yolu açık, seçik belli olsun diye Kur'an iniyor ve bu surede örnekleri geçtiği şekilde yüce Allah ayetleri yanıtlı biçimde açıklıyordu.
 
İslâm'ın şirk, putperestlik, Allah tanımazlıkta, semavi bir temele dayanmakla beraber beşeri tahrifatların değiştirip bozduğu değişik tahrif olmuş dinle karşılaştığı sıralarda... Evet, İslâm'ın bu gruplar ve akımlarla karşılaştığı sıralarda salih mü'minlerin yolu ile kâfir ve suçlu müşriklerin yolu açık açık gözler önündeydi. Birbirlerine karışmalarına imkân yoktu.
 
Ancak bugün için gerçek İslâmî hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir. Sorun, müslüman sülalelerden gelen milletlerin, Allah'ın dininin egemen olduğu ve onun şeriatının hükmettiği zamanlarda İslâm yurdu olan ülkelerin varlığında somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek İslâmî hayattan uzaklaştırıp isim olarak ilân ediyorlar. İnanç açısından İslâmî din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen inanç ve realite olarak İslâm'ın prensiplerini inkâr ediyorlar. Çünkü İslâm, Allah'dan başka ilâh olmadığına şahitlik etmektir. Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah'ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufda bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O'na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece ondan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O'nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslâm'a girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa olsun... Hangi bölgede -bu anlamda- Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçek:eşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah'ın dinini din edinmemiş ve asla İslâm'a girmemiş demektir.
 
Bugün yeryüzünde isimleri müslüman ismi, kendileri de müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslâm yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah'ın dinini din edinmiyorlar...
 
İşte gerçek İslâmî hareketlerin bu ülkelerde bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk bir yandan "Allah'dan başka ilâh yoktur" ilkesinin ve İslâm'ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır.
 
Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk salih müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır.
 
İslâmî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, alnından ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. "Müslümanları tekfir ediyorlar" töhmetine... İslâm ve küfür konusunda hüküm verme, bu konuda insanların örf ve geleneklerine başvurma sorununa dönüşür, yüce Allah'ın ve peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerine değil.
 
İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu.
 
İnsanları Allah'ın yoluna davet edenler, gerçek kesin sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da "Bakın, müslümanları tekfir ediyorlar" diye bağıran çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.
Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi İslâm'ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur. İslâm açık seçik ortadadır, küfür de öyle... İslam vurguladığımız anlamda Allah'dan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir zalimdir, fasıktır, suçludur...
 
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."
 
Evet, Allah'a davet edenler bu engeli aşmak zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa takılmadan ve karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak müslüman olduklarına, yollarına çıkanların, engel olanların, insanları Allah'ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle inanmadıkları sürece bütün enerjilerini davâ uğruna harcayamazlar. Bu işin bir iman-küfür meselesi olduğuna, kendileriyle milletlerinin yol ayrımında olduklarına, kendileri bir inanç sistemine milletlerinin başka bir inanç sistemine, kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka dine mensup olduklarına kesin bir şekilde inanmadıkları sürece yolun zorluklarına direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır:
 
"Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz."
 
... Ve hiç kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor.
 
İLAHLIK GERÇEĞİ
 
Bu mesajda yeniden "ilâhlık gerçeği"ne dönülmektedir. Peş peşe gelen ayetlerin akışı içinde yeralan, geçen dalgada da "Peygamberlik ve Peygamber" gerçeği yer alınıştı. Geçen bölümün sonunda anlattığımız gibi, suçluların yolu ile müminlerin yolunun açıklanması da ayetlerin akışında ele alınmıştı.
 
Bu mesajda, "ilâhlık gerçeği" birçok taraftan belirginleşmektedir. Kur'an ayetlerinin sunuluşu esnasında ayrıntılı bir şekilde açıklamadan önce bunu burada özetleyelim!
 
Bu gerçek, Resulullah (s.a.s)'ın gönlünde belirginleşmektedir. Çünkü O, içinde Rabbinden sunulmuş bir kanıt buluyordu. Ve ona pürüzsüz inanıyordu. Yalanlayanların yalanlaması onu sarsmıyordu. Bu yüzden kendisini tamamen Rabbine adıyordu. Onların sapıklığından ve kendisinin doğru yolda oluşundan emin olarak kavmine karşı kesin tavrını takınıyordu.
 
-De ki; "Sizin Allah dışında yalvardığınız ilâhlara tapmak bana yasaklandı." De ki; "Ben sizin keyfi arzularınıza uymam, uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum."
 
-De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile dayanıyorum, siz ise onu yalanladınız. Bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır."
 
"İlahlık gerçeği, yalanlayanlara karşı yüce Allah'ın süre tanımasında ve yalanlamaları durumunda -evrende yürürlükte olan sünneti uyarınca- azap etmede acele etmemek için maddi isteklerine karşılık vermeyişinde belirginleşmektedir. Kuşkusuz yüce Allah bu isteklerini yerine getirebilirdi. Ayrıca meydana gelmesini sabırsızlıkla istedikleri şey Resulullah (s.a.s)'ın yapabileceği bir şey olsaydı, bunu yapmaktan geri kalmayacaktı. Çünkü onlardan ve mesajını yalanlamalarından büyük sıkıntı duyuyordu. O halde onlara bu şekilde süre tanınmış olması yüce Allah'ın ilminin ve rahmetinin bir belirtisidir. Aynı şekilde ilâhlığının iyice açığa çıktığı bir alandır da.
 
De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap, benim yetkimde olsaydı, aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu." Allah, zalimleri herkesten iyi bilir."
 
"Bu gerçek", yüce Allah'ın gaybı bilmesinden ve bu bilgisinin varlık aleminde olup biten her şeyi kuşatmış olmasından da açığa çıkmaktadır. Hem de sadece Allah için olabilecek bir biçimde ve ancak O'nun tasvir edebileceği bir şekilde!
 
"Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne
varsa hepsi apaçık bir kitaptadır."
 
"Bu gerçek", yüce Allah'ın insanlar üzerindeki egemenliğinde ve uyku-uykusuzluk, ölüm-canlılık gibi dünya ve ahiretteki kullarının her türlü durumu üzerindeki tartışmasız hükümranlığında belirginleşmektedir:
- Sizi geceleyin öldüren ve gündüzleyin neler yaptığınızı bilen O'dur. Sonra, O sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O, yapmış olduklarınızı size haber verecektir.
 
-O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar.
 
-Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler. İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur.
 
Bu gerçek, herhangi bir korkuyla karşı karşıya kaldıkları zaman onu gidermesi için Allah'tan başkasını çağırmayışlarıyla bizzat yalanlayanların fıtratında belirginleşmektedir. Buna rağmen onlar yine de ortak koşmaktadırlar. Zararı gidermesi için yalvardıkları yüce Allah'ın, hiç kimsenin engel olamayacağı çeşitli azapları kendilerine tattırabileceğini unutuyorlar:
 
-De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız.
 
- De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz!"
 
De ki; "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünün acısını tattırmaya kadirdir. Ola ki anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musunuz?

56- De ki; "Sizin Allah dışında yalvardığınız ilâhlara tapmak bana yasaklandı. " De ki; "Ben sizin keyfi arzularınıza uymam; uyarsam sapıtmış, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum. "
 
57- De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile dayanıyorum, .siz ise onu yalanladınız. Bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik ,Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır. "
 
58- De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap benim yetkimde olsaydı, aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu. " Allah, zalimleri herkesten iyi bilir.
 
Bu dalga, birçok yönden insan gönlünü "ilâhlık gerçeği" ile yüzyüze getiren değişik melodilerde somutlaşan duygulandırıcı etkenleri bünyesinde toplamaktadır. Bu derin etkenler arasında, Rabbinin kendisine vahyettiğini duyurması, bunun dışında başka bir şey yapamayacağını belirtmesi, ondan başkasına uyamayacağını ve başkalarından ilham alamayacağını bildirmesi için peygamberimize yönelik şu tekrarlanan melodi yer almaktadır: "De ki... De ki... De ki..."
 
Yüce Allah Peygamberine, müşriklerin Allah'dan başka yalvardıkları, dolayısıyle Allah'a eş koştukları kimselere kulluk yapmaktan Rabbi tarafından alıkonduğunu belirtmesini emretmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.s) onların arzularına uymaktan alıkonmuştur. Kuşkusuz onlar Allah'dan başka dua ettiklerine, bir bilgiye ya da gerçeğe dayanmaksızın arzularına uyarak dua etmektedirler. Şayet Peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun) onların bu arzularına uyacak olursa, kuşkusuz sapıtacaktır, doğru yolu bulması mümkün olmayacaktır. Arzuları ne onu, ne de kendilerini sapıklıktan başka bir şeye yöneltmeyecektir.
 
Yüce Allah, Peygamberine (Allah'ın selâmı üzerine olsun) müşrikleri bu şekilde karşılamasını ve daha önce bu surede benzerini emrettiği gibi onlara karşı kesin tavırlı olmasını emretmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmuştu:
 
- De ki; "En büyük şahitlik kiminkidir?" De ki; "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an, gerek sizi, gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi, sizler Allah ile birlikte başka ilâhlar olduğuna mı şahadet ediyorsunuz?" De ki; "Ben buna şahadet etmem". De ki; "O tek bir ilâhdır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım." (En'am Suresi: 19)
 
Müşrikler, Resulullah'ı kendi dinlerine uymaya çağırıyorlardı. Onlar da onun dinine uyacaklardı. Şayet tanrılarına secde edecek olursa, onlar da onun ilahına secde edeceklerdi. Bütün bunlar olabilirmiş gibi! Şirk ile İslâm bir kalpte barınabilirmiş gibi! Ve sanki Allah'a kulluk, O'ndan başkasına kulluk yapmakla birlikte yerine gelebilecekmiş gibi! Oysa yüce Allah, kullarından kulluğu sadece kendisine özgü kılmalarını istemektedir. Herhangi bir şekilde ondan başkasına kullukla karıştırdıkları zaman, kendisine yönelik kulluklarını kabul etmeyeceğini belirtmektedir.
 
Her ne kadar Resulullah (s.a.s) Allah'dan başka dua edilen ve üstün tutulan herhangi bir şeye kulluk yapmaktan alıkonuluyorsa da, 56. ayette geçen ellezine (= kimseler) kelimesi üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Çünkü ellezine ( = kimseler) kelimesi, akıl sahibi canlılar için kullanılmaktadır. Şayet ayette putlar, heykeller ve benzeri şeyler kastedilmiş olsaydı "ellezine" (= kimseler) deyimi yerine, "Ma" (= şeyler) deyimi kullanılacaktı. O halde "ellezine" ( = kimseler) deyimiyle -put, heykel ve benzeri şeylerin yanında- başka bir türün kastedilmiş olması gerekmektedir. "Ellezine" (= kimseler) zamiri ile akıl sahibi bir tür ifade edilmiş olsa gerektir. Ayetin anlamında daha çok akıl sahipleri kastedildiğinden, çoğunlukla da akıl sahiplerinin sıfatıyla nitelendirilmiştir. Bu anlayış bir yandan realiteye, öte yandan burada anlatılan İslâmî terimlere uygun düşmektedir.
 
Realite açısından baktığımızda, müşriklerin sadece putları ve heykelleri Allah'a ortak koşmadıklarını görürüz. Bunların yanında cin, melek ve insanları da ortak koşuyorlardı. Onların fert ve toplum için kanun koyma yetkisini tanımaktan başka bir şekilde insanları Allah'a ortak koşmaları söz konusu değildi. Bu insanlar birtakım kurallar belirliyor, gelenekler meydana getiriyorlardı. Aralarındaki anlaşmazlıklarda gelenek ve görüşlerine göre hükümler koyuyorlardı.
 
Bu noktada sorunun İslâmî terimler açısından ele alınmasına geliyoruz. İslâm bunu şirk kabul eder. İnsanların insanlara ilişkin konularda hükümler koymasını ilâhlık, diğerlerinin onlara yaklaşımını da Allah'a eş koşma olarak nitelendirir. İslâm bunu da put ve heykellere secde edilmesini yasakladığı gibi yasaklamıştır. İslâm geleneğinde ikisi de birdir; Allah'a ortak koşmak, O'nun benzerinin olduğunu iddia etmektir.
 
Ardından ikinci mesaj yer almaktadır. Bu da birinci mesaja bağlı ve onun bütünleyicisi konumundadır.
 
- De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile dayanıyorum, siz ise onu yalanladınız. Bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en bayırlısıdır."
 
Bu da yüce Allah'ın peygamberine, içindeki derin ve net inancı, iç dünyasındaki açık kanıtı ve Rabbine; O'nun varlığına, birliğine ve kendisine yönelik vahyine ilişkin vicdanında yer eden derin duyguyu, Rabblerini yalanlayan müşriklerin yüzüne haykırmasını emretmesine ilişkindir. Bu da her peygamberin Rabbinden edindiği bilinçtir. Bu bilinci şu ifade veya benzeri ifadelerle dile getirmişlerdir.
 
Nuh (Allah'ın selâmı üzerine olsun) bu bilinci; "De ki; ey kavmim, Rabbimin katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş ancak bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin bana, hoşlanmadığınız halde zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz?" (Hud, 28) şeklinde ifade etmiştir.
 
Bu konuyla ilişkili olarak Salih (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle demektedir:
 
"De ki; ey kavmim eğer Rabbimden bir belgem olur ve bana rahmet eder de ben O'na baş kaldırırsam, söyleyin, Allah'a karşı bana kim yardım eder? Bana zararımı arttırmaktan başka bir şey yapamazsınız... "(Hud Suresi: 63)
 
Bu bilinci, İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle dile getirmektedir:
 
- Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?" (En'am Suresi: 80)
 
Yakup (Allah'ın selâmı üzerine olsun) da şöyle dile getirmektedir bu bilinci:
 
"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub, "Ben size Allah katından bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim? dedi." (Yusuf Suresi: 96)
 
Bu, yüce Allah'ın gönüllerinde bu gerçeği ortaya çıkardığı dostlarının kalplerinde beliren "ilâhlık gerçeği"dir. Onu içlerinde hazır buluyorlar. Bu açık gerçeği derinden hissediyorlar. Gönüllerinde bu gerçeğe olan kesin inanç coşmaktadır. Bu yüce Allah'ın peygamberine, yalanlayan müşriklerin yüzüne karşı haykırmasını emrettiği gerçektir. Bu müşrikler peygamberin Rabbinden getirdiği gerçeği doğrulamak için mucizeler istiyorlardı. Oysa peygamber bu gerçeği gönlünün derinliklerinde tam ve açık olarak hissediyordu.
 
De ki; "Ben Rabbimden gelen kesin bir delile dayanıyorum." Siz ise
onu yalanladınız.
Aynı şekilde onun Allah tarafından gönderildiğini doğrulamak için üzerlerine bir mucize ya da gökten bir azap indirmesini istiyorlardı. Oysa peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun), peygamberlik ve peygamber gerçeğini duyurmak ve bu gerçekle ilâhlık gerçeğini bütünüyle birbirinden ayırmakla emr olunmuştu. Bir de meydana gelmesini sabırsızlıkla istedikleri şeyin elinden gelmediğini, bunun sadece yüce Allah'ın yetkisinde olduğunu, çünkü kendisinin ilâh olmayıp, sadece bir peygamber olduğunu bildirmesi emredilmişti.
 
Bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap da benim yetkimde değildir. Egemenlik Allah'ın tekelindedir. O gerçeği açıklar ve O ayırd edici hükmü verenlerin en hayırlısıdır."
 
Kuşkusuz mucize meydana gelip onlar da yalanladılar mı, artık azaba uğramaları karara bağlanmış bir hükümdür. Karar verip hükmetme yetkisi de sadece Allah'a aittir. Çünkü gerçeği anlatıp haber veren yalnızca O'dur. Hakka çağman ile onu yalanlayan arasında hükmedecek de O'dur... Bu veya o konuda yarâttıklarından birinin herhangi bir yetkisi söz konusu değildir.
 
Bu şekilde peygamber, yüce Allah'ın kullarının üzerine indirdiği herhangi bir musibet olayında, bir müdahalesinin ve gücünün bulunmadığını belirterek, kendini soyutlamış oluyor. Çünkü bu olay, ilâhlığın alanına giren bir olaydır ve O'nun özelliklerindendir. O ise tebliğ etmek ve uyarmak için kendisine vahyedilen bir insandır, yoksa musibetler indirmek ve hüküm vermek peygamberin yetkisinde değildir. Gerçeği anlatıp haber veren yüce Allah olduğu gibi, bir konuyu karara bağlayıp hükmeden de O'dur. Bundan sonra yüce Allah'ın zatın ı ve özelliklerini kulların kişiliklerinden kesinlikle tenzih ve soyutlamadan başka bir şey söz konusu değildir.
 
Ardından yüce Allah peygamberine onların gönüllerine ve akıllarına hitap etmesini, bu işin Allah katından olduğuna ve O'nun özgür iradesine bağlı olduğuna ilişkin güçlü kanıtlara onları yöneltmesini emretmektedir. Şayet aralarında azap indirmek de olmak üzere mucizeler meydana getirmek işi, bir insan olarak onun yapabileceği bir şey olsaydı, bu kadar ısrarlı oluşlarına dayanamaz onlara karşılık verebilirdi. Ancak bu iş bütünüyle sadece Allah'ın elinde olduğu için onlara yumuşak davranıyor ve onlardan önce yaşamış kavimlere yaptığı gibi, yalanlamaları durumunda yok edici azabın geleceği hakkında mucizeleri indirmiyor:
 
De ki; "Eğer bir an önce gerçekleşmesini istediğiniz azap benim yetkimde olsaydı, aramızdaki mesele çoktan çözümlenmiş olurdu." Allah zalimleri herkesten iyi bilir.
 
Kuşkusuz sabırlı olmada, yumuşak davranmada ve süre tanımada insanın gücü sınırlıdır. Doğal olarak halım, güçlü ve ulu Allah'dan başkası, isyan, azgınlık ve büyüklenme karşısında insanlara yumuşak davranıp süre tanıyamaz.
 
Şüphesiz ulu Allah doğru söylüyor. Çünkü insan kimi zaman canı boğaza dayandıracak kadar can sıkıcı kimseler görür, sonra bakar ki, yüce Allah onlara mülkünden büyük bir genişlik bahşetmekte ve onları yedirip içirmektedir. Kimi zaman üzerlerine bol yağmurlar indirmektedir. Her şeyin kapısını açmıştır onlara. İnsan, müşrikler kendisine yüzünü gözünü tanınmaz hale sokacak kadar sert darbeler indirirken, Ebu Bekir'in (Allah'ın selâmı üzerine olsun) söylediğinden başka söyleyecek söz bulamıyor: "Ya Rabbim, ne kadar halimsin? Ya Rabbim, ne kadar halimsin?.. Kuşkusuz bu yalnızca yüce Allah'ın ilmidir. Bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş onları sonlarına yaklaştırmaktadır.
 
-Allah zalimleri herkesten iyi bilir.
 
Yüce Allah bilerek onlara süre tanımaktadır. Onları bir süre için bekletmesinin bir hikmeti vardır. İstediklerine karşılık verip ardından üzerlerine acıklı bir azap indirileceği halde, yavaştan almasının bir nedeni vardır.
 
GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR
 
Yüce Allah'ın zalimleri bilmesi münasebetiyle ve "ilâhlık gerçeği"nin açıklamasına yeniden dönülmesi esnasında bu gerçek, derin ve önemli bir alanda belirginleşmektedir. Gizli, gayb alanında ve yüce Allah'ın bu gaybı bütünüyle kuşatmış bilgisinde ortaya çıkmaktadır bu gerçek. Bu bilginin eşsiz bir tablosu çizilmektedir. Uzaktan bu bilginin boyutlarına ve ufuklarına işaret eden uzun menzilli oklar gönderilmektedir:
 
 
59- Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır, onu yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
 
Bu, yüce Allah'ın kapsamlı, her şeyi kuşatıcı ilminin bir tablosudur. Zaman ve mekanda, yerde ve gökte, karada ve denizde, yerin altında ve gök tabakalarında diri, ölü, kuru ve yaş hiçbir şey bu bilgiden kaçmaz.
 
Ancak bizim -insan olarak bilinen üslûbumuzla- söylediklerimiz nerede, Kur'an'ın bu olağanüstü ahengi nerede? Yalnızca ezbere söz söylemekten ibaret ifademiz nerede, şu derin olduğu kadar gönüllere ilham akıtan tasvir nerede?
 
İnsan hayalı, bu kısacık ayetin ötesine geçip bilinen ve bilinmeyen ufuklara, görünen ve görünmeyen aleme kanatlanıyor. Uçsuz bucaksız evrenin her köşesinde ve görünen evrenin sınırlarının ötesinde adım adım Allah'ın ilmini izliyor. Her vadide, her derede çeşitli tablo ve sahnelerle karşılaşırken insanın içi ürperiyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte mühürlü boyutları, ufukları ve derinliği bitmez tükenmez gaybın perdelerini kaldırıyor ya da kaldırmağa çalışıyor. Oysa bilinmezliklerin anahtarı yüce Allah'ın katındadır, O'ndan başkası bilemez.
 
Bütünüyle Allah'ın bilgisine açık karanın bilinmezliklerinde, denizin dipsiz derinliklerinde dolanıp duruyor insan hayalı. Yeryüzünün tüm ağaçlarından kopan sayısız yaprakları izliyor. Orada, burada ve şuracıkta kopan her yaprağı görmektedir yüce Allah. Yerin derinliklerinde gizlenmiş hiçbir tane Allah'ın gözünden kaçmaz. İçindeki hiçbir şeyin Allah'ın kuşatıcı bilgisinin dışında kalmadığı uçsuz bucaksız evrende yer alan yaş, kuru her şey onun kontrolündedir.
 
Bu, başları döndüren ve akılları şaşırtan bir gezintidir. Zamanın boyutlarına, mekânın ufuklarına, görülen ve görülmeyenin, bilinen ve bilinmeyenin derinliklerine yapılan bir gezintidir. Mesafesi oldukça uzun, alanı son derece geniştir bu gezintinin. Hayal, bu gezintiyi tüm boyutlarıyla düşünmekten aciz kalıyor. İşte böyle birkaç kelimede bu derece titiz, eksiksiz ve kapsamlı çizilmektedir bu tablo.
 
Dikkat edin, bu bir mucizedir!
 
Ne yönden bakarsak bakalım, şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.
 
Konusu açısından baktığımızda, bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını daha karşılaşır karşılaşmaz, duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesi böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu araştırdığı zaman, böylesine geniş ufuklara ulaşması mümkün değildir. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta; ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesine dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da. Kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.
 
İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş her tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği toprağın altına bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği, elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş, kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden ancak yüce yaratıcıdır.
 
İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gizlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden, mülkün sahibidir. Mülkünden hiçbir şey bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de büyük gibidir ve basit önemli biridir. Örtülü olanla, açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.
 
Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş, kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit üstün, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.
 
Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
 
Kur'an'da yer alan bu ve benzeri ayetler bile bu yüce kitabın kaynağını bilmek için yeterlidir.
 
İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.
 
"Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir."
 
Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmezlik"teki uzaklık ufuklar ve dipsizlik...
 
"Karada
ve denizde olanı bilir."
 
Görülen alemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri; aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen alemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik perdeli gayb alemine uygun düşmektedir.
 
"O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
 
Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi...
 
"Yerin karanlıklarında olan tane..."
 
Dipten yüzeye, gizlilikten ve sessizlikten, patlamaya ve serbestliğe doğuş ve gelişim hareketi...
 
"Yaş, kuru her şey
apaçık kitaptadır."
 
Kapsamlı bir genelleme... genel anlamda her canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.
 
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah'dan başka kim olabilir?
 
GAYB NEDİR?
 
Şimdi de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde biraz duralım:
 
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. O'ndan başka kimse bilemez onu."
 
"Gayb", "anahtarları" ve bunlara ilişkin "bilgi"nin yüce Allah'a özgü oluşu konusu üzerinde birkaç söz söylemek için duruyoruz. Bunun nedeni "gayb" olgusunun, İslâm inancının temel bir ilkesi ve imanın başlıca kuralıdır. Bir de "gayb" (görünmez) ve gaybiyet (görünmezlik) kelimesinin, materyalizmin ortaya çıkışından sonra son günlerde çokca savsaklanması ve "Bilim" ve "Bilimsellik" kelimelerine karşıt gibi gösterilmesinden ötürü üzerinde durmamız gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim, anahtarlarını Allah'dan başka kimsenin bilmediği, bir "gayb alemi"nin olduğunu bildirmektedir. Ayrıca insana bu konuda çok sınırlı bir bilginin verildiğini belirtmektedir. Bu az bilgi de insana, yüce Allah'ın bildiği insanın gücü ve ihtiyacı oranında verilmiştir. Buna göre insanlar yüce Allah'ın kendilerine verdiği bilginin ötesinde zandan başka hiçbir şey bilemezler. Zan ise, hakka göre hiçbir şey ifade etmemektedir. Ayrıca yüce Allah, bu evreni yarattığını, onu değişmez bir kanuna dayandırdığını, insan ilminin bu kanunların bir kısmını araştırıp kavrayabileceğini, gücü ve ihtiyacı oranında bu kanunlara göre hareket edebileceğini ve Rabbinin katından gelen şeyin gerçek olduğuna olan inancını arttıracak ve pekiştirecek şekilde iç ve dış dünyada bu kanunlardan bir kısmını ortaya çıkarabileceğini bildirmektedir. Ancak bu ortaya çıkarma olayı, insanın bilmediği "gayb" gerçeğine ilişkin yüce Allah'ın değişmez kanunlarının ihlâli anlamına gelmez. Çünkü bu hep "gayb" olarak kalacaktır. Ayrıca bu durum, yüce Allah'ın iradesinin serbestliğine ve her şeyin Allah'a özgü gaybi bir kader uyarınca meydana gelişi gerçeğine de ters düşmez. İslâm inancındaki ve bu inancın gerçeklerinden meydana gelen müslümanın düşüncesindeki uyuma denk bir şekilde yokdan var olup, varlıklar arasında görülür.
 
Çok yönlü birbirleriyle uyum içinde olan eksiksiz bu gerçeklerin tümü, -bu tefsire- elimizden geldiğince özet olarak bir açıklama yapmamızı gerektirmektedir. Ayrıca sözlerimiz bu tefsirde uyduğumuz metodun sınırlarının dışına çıkmamalıdır.
 
Yüce Allah, Kur'an'ın birçok yerinde müminleri "gayba" inanan kişiler olarak nitelendirmektedir. Böylece bu sıfatı imanın temellerinden biri saymaktadır:
 
"Elif-Lam-Mim. Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine (gayba) inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen bidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir." (Bakara Suresi: 1-5)
 
Allah'a inanmak da bizzat görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü insana göre, yüce Allah'ın zatı bir gaybtır. O'na inandıkları zaman görmeden inanıyorlar. Fiillerinin etkilerini görüyorlar sadece, yoksa ne zatını ne de yaptıklarının mahiyetini kavrıyorlar.
 
Ahiret gününe inanmak da aynı şekilde görülmeyene, gayba inanmaktır. Çünkü kıyamet, insana göre bir gaybtır. Ondan sonra meydana gelecek yeniden dirilme, hesap, mükâfat ve ceza Allah'ın anlattıklarını doğrulamak için müminlerin inandıkları birer gaybtır.
Ancak onu doğrulamakla imanın gerçekleşebileceği gayb olayı, Kur'an-ı Kerim'in müminlerin pratik durumunu ve kapsamlı inançlarını söz konusu ederken, anlattığı başka gerçekleri de içermektedir!
 
"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. "O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz. Ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır" dediler." (Bakara Suresi: 285)
 
Bu ayette peygamberin (Allah'ın selâmı üzerine olsun), aynı şekilde müminlerin hep birlikte Allah'a inandıklarını -ki bu bir gaybdır- Allah'ın peygamberine indirdiklerine inandıklarını görüyoruz. Yüce Allah, peygamberini, kendisine indirdiği kitapta gaybın bir kısmından haberdar etmektedir. Nitekim başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
 
"Görülmeyeni bilen Allah, görülmeyeni kimseye göstermez. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği bunun dışındadır." (Cin Suresi: 26-27)
 
Peygamberin ve müminlerin meleklere inanmaları da bir gaybdır. Çünkü insan gücü ve ihtiyacı oranında, yüce Allah'ın melekler hakkında bildirdiklerinden başka bir şey bilmez. (Bu cüzde "Melekler" konusuna bkz.)
 
Doğrulamayınca imanın varlığından söz edilemeyecek olan bir gayb daha kalıyor. O da, Allah'ın kaderidir! İman hadisinde sözü edildiği gibi, meydana gelmediği sürece bu konuda insan hiçbir şey bilemez.
 
"Kadere, iyilik ve kötülüğün O'ndan olduğuna..." (Buhari, Müslim)
 
Bununla beraber varlıklar aleminde insanı her yönden bir görülmezlik, bir gayb kuşatmıştır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek bir gaybtır. İnsan için, insan bünyesi gaybtır. Çevresindeki tüm evren gaybtır. Evrenin oluşumu, hareket çizgisi, tabiat ve hareketleri gaybtır. Hayatın meydana gelişi, hareket çizgisi, tabiatı ve hareketleri gaybtır. İnsanın bilmediğinde, aynı şekilde bildiğinde de hep bir gayb mevcuttur.
İnsan bir bilinmezlik denizinde yüzmektedir. Değil çevresindeki ve tüm evrenin yapısında olup bitenleri bilmek, çevresindeki evrende, her atomda, atomdaki her elektronda, her hücrede ve hücrenin her dokusunda olacakları bilmek, bizzat içinde bulunduğu durumu ve kendi içinde olup bitenleri bile bilemez.
 
Büsbütün gayb! Her taraf bilinmezlikle dolu! Kısa görüşlü zavallı insanın aklı, bilinmezlik denizinde yüzmektedir. İnsan, şu koca denizde bir belirti olarak şurada, burada beliren buzul adacıklarına sığınmaktadır yalnızca. Allah'ın yardımı olmasaydı, tüm evreni emrine verip bazı kanunlarını öğretmemiş olsaydı, hiçbir şey yapamayacaktı. Buna rağmen şükretmiyor insan. "Kullarımdan şükredenler çok azdır." (Sebe Suresi: 13) Hatta son zamanlarda insan, yüce Allah'ın evrensel kanunlardan bir kısmını kendisine göstermesinden ve kendisine verdiği az bilgiden dolayı büyüklenmektedir. Büyüklenmekte ve kimi zaman "insan tek başına ayaktadır" iddiasını ileri sürebilmektedir. İnsanın kendisine yardım edecek bir tanrıya ihtiyaç duymadığını söylemektedir. Evet insan büyüklenmekte ve "Bilim"in "Gayb"a (görülmeze), düşüncedeki "Bilimselliğin" de "Gaybiyet"e (görülmezliğe) karşıt olduğunu sanmakta ve "Bilim"le "Gayb"ın uyuşamayacağını iddia etmektedir. Aynen bilimsel mantıkla gayb mantığının uyuşamayacağını iddia ettiği gibi.

GAYBA GÖRE BİLİMİN KONUMU
 
"Gayb"a göre "bilim"in konumu nedir, buna bir göz atalım. İnsanın sınırlı bilgisi hakkında kesin hükmü bildiren, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın sözlerinin üzerinde düşündükten sonra, bizzat insanoğullarından kimi bilginlerin araştırmalarına ve söylediklerine bir bakalım:
 
"Size çok azı dışında bilgi verilmemiştir." (İsra Suresi: 85)
 
"Onlar zandan ve nefislerinin arzusundan başkasına uymazlar. Oysa Rabblerinden onlara hidayet gelmiştir." (Necm Suresi: 29)
 
Aşağıdaki ayet gaybın (görülmezliğin), bütünüyle Allah'ın bilgisince kuşatıldığını göstermektedir:
 
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası bilemez." (En'am Suresi: 59)
Bu ayet de, gaybı bilenin aynı zamanda her şeyi de gördüğünü belirtmektedir.
 
"Yoksa gaybın bilgisi onun katında mı ki görüyor? (Necm Suresi: 35)
Ne kastedildiği bizzat sorunun içindedir.
 
İnsanoğlunun bilginlerinin araştırma ve sözlerinden yola çıkarak `gayba" göre "bilim"in konumuna bir göz atalım. Ancak amacımız bu konuda yüce Allah'ın kesin sözünü, bunların dedikleriyle doğrulamak değildir. -Bir müminin yüce Allah'ın sözünü insanların sözleriyle tasdik etmeye kalkışması düşünülemez.- Fakat biz, bunlara "Bilim", "Gayb", "Bilimsellik", "Gaybilik" kavramlarını geveleyenleri doğruluğuna inandıkları insanların sözleriyle muhakeme etmek için göz atıyoruz. Böylece kendi çağlarında yaşayabilmek, çağın akılcılığından ve deneyimlerinin sonuçlarından geri kalmamak için, "kültür" ve "bilgi" edinmeleri gerektiğini öğrenmiş olurlar. Bizzat insanın araştırması, bilgi ve deneyimleri sonucu tek bilimsel gerçeğin "gayb" olduğunu anlarlar. Son deneyim ve sonuçlarının ışığında "Bilimselliğin" tamamıyla "Gaybilikle" eş anlamlı olduğunu görürler. "Gaybilik"in karşıtına gelince o da "bilgisizlik"tir. Onyedinci, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıllarda yaşanmış ve fakat yirminci yüzyılda yaşanmaması gereken bilgisizlik...
 
Amerikalı çağdaş bir bilgin, "bilim"in ulaştığı "gerçek"lerden özetle şöyle söz etmektedir:
 
"Bilimler deneyle saptanmış gerçeklerdir. Bununla beraber değerlendirmesinde, nitelendirme ve sonuçlandırmasında titizlikten uzak olduğu oranda insanın hayal ve kuruntularından etkilenir. Bilimsel sonuçlar bu sınırlar içinde kabul görmektedir. Oysa bu haliyle nitelendirme ve bilgi açısından sayıların alanıyla sınırlanmış oluyor. İhtimallerle başlayıp, ihtimallerle sonuçlanıyor. Hiçbir zaman kesinlik ifade etmemiş oluyor. Dolayısıyla bilimsel sonuçlar yaklaşık sonuçlardır. Her zaman için ölçü ve yaklaşımlarda bir çabanın ürünü, sonuçlarda olabilen muhtemel yanlışlıklara açıktır. Ekleme ya da çıkarma şeklinde değişime uğrayabilirler. Bu yüzden nihaî gerçekler değildirler. Tabiat kanunlarından birini ortaya çıkaran ya da bir teori ortaya atan bir bilginin şöyle dediğini görebiliyoruz: "Bu, şu ana kadar elde ettiğimiz sonuçlardır." Böylece ilerde olabilecek değişikliklere kapıyı açık bırakıyor."
 
Bu sözler, bilimin ulaştığı ve ulaşabileceği tüm sonuçların gerçek mahiyetini özetlemektedir. "İnsan" sınırlı yöntemleri, hatta öncesizlik ve sonrasızlığa oranla sınırlı olan varlığıyla, bu sonuçlara ulaşmaya çabaladığından, kaçınılmaz olarak varılan bu sonuçlar, insanın mührünü taşıyacaktır. Bunun sonucu olarak da kısa süreli olmak, yanlış ve doğruya ve iptal edilip değiştirilmeye açık olmak gibi insanınkine benzer özelliklere açık olacaktır.
 
Bununla beraber insanın herhangi bir sonuca varmak için başvurduğu yöntemler, deney ve karşılaştırmadır. İnsan önce deneye başvuruyor. Sonra da deneyle ulaştığı bu sonucu karşılaştırma yoluyla genelleştiriyor. Oysa bilim ve bilim adamlarının itiraflarıyla; karşılaştırma, tahmini sonuçlara ulaştıran bir yöntemdir. Hiçbir zaman kesin ve nihaî sonuçlara götürmesi düşünülemez. Diğer yöntem ise, -bu ise, deney ve üzerinde deney yapılan şeyden elde edilen sonucu her zaman ve koşuldaki benzerine uygulatma anlamında araştırmadır.- İnsan için o kadar kolay bir yöntem değildir. Sadece kesin sonuçlara ulaştıran yöntemlerden bir tanesidir. Allah'ın insanlara yönelik yol göstericiliği ve açıklaması Olmazsa, insanı kesin, gerçek ve tartışmasız sonuca ulaştıran bir yel olma vasfını koruyamaz. Bu nedenle, Allah'ın bildirdiklerinin dışında insanın tüm bilgisi, hiçbir zaman kesinlik kazanmayan zanna dayalı bir bilgi olarak kalacaktır.
 
Bununla beraber insan, ulaştığı bu zanna dayalı bilgilerinin ötesinde çepeçevre bir "gayb" atmosferiyle kuşatılmıştır.
 
Çevresindeki bu evren... Evet insan halâ çevresindeki bu evrenin kaynağı, oluşumu, mahiyeti, hareketleri; "zaman" ve mahiyeti, "mekân" ve onun "zaman"la olan ilgisi ve evrende yer alan her şeyin "zaman" ve "mekân"la olan ilişkisi hakkında varsayımlar ve kuramlar geliştirip durmaktadır.
 
Şayet evrende "fikir" ve genel anlamda "enerji"nin mahiyetinden farklı bir mahiyete sahipse, nedir hayat? Kaynağı nedir? Nasıl oluşmuştur? Ne tür bir mahiyete sahiptir? Hareket çizgisi nasıldır? Kendisini etkileyen unsurlar nelerdir? Şu `maddi' varlıkla ne tür bir ilişkisi vardır?
 
`İnsanın kendisi nedir? Onu `madde'den farklı kılan nedir? Geri kalan canlılardan ne gibi bir ayrıcalığa sahiptir? Şu yeryüzüne nasıl gelmiştir ve ona nasıl egemen olmuştur? Kendisine bir ayrıcalık kazandıran ve onun sayesinde başka şeyler üzerinde tasarruf yetkisine sahip olduğu `akıl' nedir? Öldükten ve yok olduktan sonra ne olacaktır?
 
Bizzat insanın bünyesinde her an olup biten analizler ve bileşimler neyin nesidir ve nasıl meydana geliyor?
 
Tüm bunlar `gayb'ın alanıdır. Bilim ise kenarında durmaktadır. Zan ve tercih yoluyla da olsa, kimi zaman içine dalacak gibi oluyor sadece. Her ne kadar ileri sürülen görüşler, varsayım ve ihtimallerden öteye geçmiyorsa...
 
Bu çağda çok azı dışında bilimin bizzat ilgilenmediği ilâhlık gerçeği, melek, cin ve Allah'dan başka kimsenin bilmediği yaratıklara ilişkin gerçekleri, ölüm, ahiret, hesap ve ceza konusundaki gerçekleri bir kenara bıraksak... Evet bir an için tüm bunları bir kenara bıraksak bile yakınımızdaki `gayb' yeterlidir. Bu gayb karşısında bilim, teslim olmuş bir tavır takınmaktadır. Demogojiyi bilgiye, büyüklenmeyi samimiyete yeğleyenlerden başkası bu tavrı takınmaktan kaçınmaz.
 
Bazı örnekler verelim:
 
1- Evrenin temel yapısı ve gidiş tarzı hakkında modern bilimin dediğine göre, evrenin yapısının temelini atom oluşturmaktadır. Ancak alemin yapısındaki en küçük birim atom değildir. O da protonlardan (pozitif elektriksel enerji), elektrondan (negatif elektriksel enerji) ve nötronlardan (yüksüz pozitif ve negatif elektriksel enerjiyi eşit miktarda içeren nötr tarafsız enerji) meydana gelmektedir. Atom parçalanınca elektrikler (elektronlar) dağılır. Ancak laboratuarda her zaman kesin ve uyumlu bir hareket sergilemezler. Kimi zaman ışık dalgaları kimi zaman da mermi gibi hareket ederler. Hareketleri önceden belirlenemez. Aksine hiçbir zaman kesin olmayan başka bir kanuna uyarlar. O da ihtimaller kanunudur. Atomun hareket tarzı budur. Parçalar şeklinde atomlardan meydana gelen gruplar da bu şekilde hareket ederler.
 
İngiliz doğa bilimci ve matematikçi Sir James Jains şöyle der:
 
"Eski bilim kesin ilkeler belirliyordu. Buna göre tabiatın bir tek yolu takip etmekten başka seçeneği yoktur. Bu da zamanın başlangıcından sonuna kadar sebep ve sonuç arasındaki sürekli zincirleme doğrultusunda hareket etmesi için önceden çizilmiş bir yoldur. Buna göre (A) durumundan sonra (B) durumunun gelmesi kaçınılmazdır. Modern bilimin ise, şu ana kadar söyleyebildiği tek şey, (A) durumundan sonra (B) durumunun ya da (C) durumunun veya (D) durumunun veyahut bunlardan başka bir durumunun meydana gelebileceğidir. Evet şunu söyleyebilir: (B) durumunun meydana gelmesi ihtimali (C) durumundan fazladır. (C) durumunun meydana gelmesi de (D) durumundan daha muhtemel-dir. İşte böyle. Hatta (B), (C) ve (D) durumlarından herbirinin diğerine oranla meydana gelebilme ihtimalini belirleyebilir ancak, hangisinin diğerini takip edeceğini kesin bir şekilde haber veremez. Çünkü her zaman ihtimallerden söz etmektedir. Ancak söylenmesi gerekene gelince o da oranlara bağlıdır. Bu oranların gerçek mahiyeti ne olursa olsun."
 
Şayet insan bilgisinin deneyimlerinin ulaştığı ve evren ve atomlarının içinde, eşiğinde durduğu nokta bu olmasaydı `gayb' ve insan bilgisine kapalı Allah'ın kaderi ne olacaktı?
 
Bu duruma radyum atomlarının ışınlanarak kurşun ve helyuma dönüşmesi örnek verilmektedir. Bu, tamamen bilinmez bir kadere, örtülü bir `gayb'a göre meydana gelmektedir. İnsan bilgisi bunun ötesine geçemiyor.
 
"Daha iyi açığa kavuşması için somut bir örnek verelim: Bilindiği gibi radyum atomları ve ondan başka ışınlama yeteneğine sahip elementler sırf zamanın geçmesiyle parçalanırlar. Geride kurşun ve helyum atomları kalır. Bu nedenle radyum kütlesi sürekli hacmini kaybeder ve zamanla yerini kurşun ve helyuma bırakır. Bu dengeli eksilmeye hükmeden genel kanunsa, son derece garip bir kanundur. Buna göre radyum atomları, sadece doğum olmadığı ve nüfusun tümü yaşlılıktan kaynaklanmayan tek bir ölümle yüzyüze kaldığı zaman insanların yok olması gibi eksilirler. Ya da aralarında hiç kimsenin kendi isteğiyle katılmadığı bir bölük askerin yok olacağı ateş hattına sürülmesi gibi yok olurlar. Kısacası bir radyum atomu üzerinde yaşlılığın hiçbir etkisi söz konusu değildir. Yani radyum atomu hayattan payını aldığı için ölmez. Aksine ölüm kendisine tesadüfen isabet ettiği için ölmüştür." (Sir James Jains böyle söylüyor. Deneyimlerin ve tabiatın açık vasfının doğurduğu bilimsel sonuçlar çıkarıyoruz sözlerinden. Ancak kullandığı "tesadüfen isabet etme" deyimi, bizi ilgilendirmez. Çünkü biz biliyoruz ki o, süresini doldurmuştur ve ölüm ona, Allah'ın takdiri ve hikmeti uyarınca gelmiştir. Ve yine biliyoruz ki; her ecel önceden tayin edilmiştir. Bu noktada bir radyum atomu ile herhangi bir canlı arasında hiçbir fark yoktur. İnsanlar da bu şekilde gözlere görünmeyen ecelin dolması sonucu ölürler.)
 
"Bu gerçeği açıklamak için somut bir örnek verecek olursak şöyle söyleriz: Diyelim ki odamızda 2000 tane radyum atomu vardır. Bilim bir sene sonra bunlardan kaç tanesinin aktif kalacağını söyleyemez. Olsa olsa geri kalanlara tercih edilebilecek ihtimalleri sıralayabilir, 2000 veya 1999 ya da 1998 gibi. Sayısının 1999 olması, olabilecek en yakın ihtimaldir. Yani en çok tercih edilen ihtimale göre, gelecek yıl içinde 2000 atomdan sadece bir tanesi yok olacaktır.
 
2000 atom içinde bu belli atomun hangi yöntemle seçildiğini kavrayamıyoruz. İşin başında bu atomun diğerlerinden daha çok bir çarpışmaya uğrayacağını ya da daha sıcak bir ortama girebileceğini yahut gelecek yıl içinde bu ikisinin dışında bir olayla karşılaşabileceğini varsayabiliriz. Ancak tüm bunlar hiçbir zaman doğru olmayacaktır. Çünkü şayet bir tek atomun çarpışmaya uğraması ya da sıcak bir ortama girmesi sonucu yok olması mümkün oluyorsa, geri kalan 1999 atomun da parçalanması mümkündür. O halde basınç ya da ısı uygulama sonucu, radyum atomunu parçalamak konusunda acele edebiliriz. Ancak doğa bilimcilerden her biri bunun mümkün olmadığını bildirmektedir. Aksine her yıl 2000 tane radyum atomunun içinde sadece bir tane atoma ölümün isabet ettiğine ve onu parçalanmaya zorladığına inanmaktadır." İşte 1903 yılında "Ruderford" ve "Sdey"nın ortaya attıkları kendiliğinden parçalanma teorisi budur.
 
O halde kendisinin ve başkasının isteği dışında, kendisinden ve başkasından bir bilgi olmaksızın atomun radyasyon yaymasını sağlayan görünmez kader bu değilse nedir?
 
Kuşkusuz bunları söyleyen adam, insanların göremediği ilâhi kaderi ispat etmek isteğinde değildir. Aksine bizzat insan bilgisinin vardığı sonuçların baskısından kaçma çabasındadır. Ancak `gayb' gerçeği onu, gördüğümüz gibi konuşmak zorunda bırakmaktadır.
 
2- Nasıl ki `gayb' gerçeği evrenin yapısının, temelinin ve hareketlerinin açıklanması konusunda bir zorunluluksa, aynı şekilde insan bilgisinin ulaştığı aynı güçle hayatın ortaya çıkışı ve hareketleri konusunda da bir zorunluluktur.
 
Almanya Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden biyolog ve botanikçi Russel Charles Ernest şöyle der:
 
"Cansızlar aleminden hayatın nasıl meydana geldiğine ilişkin birçok teoriler geliştirilmiştir. Kimi araştırmacılar hayatın proteinden ya da virüsden yahut proteinin büyük parçalarının biraraya gelmesinden meydana geldiği sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemini bölen boşluğu kapattığını düşünebilir. Ancak kabul etmek zorunda olduğumuz realite gösteriyor ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için harcanan tüm çabalar, beklenmeyen bir başarısızlık ve bozgunla sonuçlanmıştır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sonradan meydana gelen alemin, atomların ya da parçaların rastlantı sonucu biraraya gelmesinden oluştuğuna ilişkin doğrudan bir kanıt ileri süremez. Canlı hücrede gördüğümüz şekilde hayatın ortaya çıkışını, korunmasını ve yönlendirilmesini bu şekilde izah edemez. Kişi hayatın ortaya çıkmasına ilişkin bu yorumu kabul etmekte serbesttir. Bu onu ilgilendiren bir şeydir. Ancak bunu kabul ettiği zaman, Allah'ın varlığına, her şeyi yaratıp yönlendirdiğine inanmanın akla getirdiği zorlukların ve çaresizliklerin çok daha şiddetlisini yaşayacaktır.
 
Canlı hücrelerden herbirinin son derece karmaşık bir yapıya sahip olduğuna bu yüzden anlaşılmasının oldukça güç olduğuna inanıyorum. Yeryüzünde bulunan milyarlarca canlı hücre Allah'ın gücüne, düşünce ve mantığa dayalı bir şahitlik yapmaktadırlar. Bu yüzden ben Allah'ın varlığına bütün içtenliğimle inanıyorum."
 
Bu şahitlikten bizi ilgilendiren evrenin oluşumu ve hareketleri gibi hayat sırrının ve oluşumunun da Allah'ın bilgisince kuşatılmış gaybın kapsamına girdiği gerçeğidir. Bu konuda ihtimaller ileri sürmekten başka insanın elinden bir şey gelmez. Kuşkusuz ulu Allah doğru söylüyor. "Göklerin, yerin ve kendilerinin yaratılmasını onlara göstermedim." (Kehf Suresi: 51)
 
3- İnsana ulaşmak için daha geniş bir adım atıyoruz. Erkeğin bir atımlık menisinde yaklaşık olarak 60.000.000 (altmış milyon) sperm yer almaktadır. Hepsi de kadının rahmindeki yumurtalığa döllenmek için hızla atılırlar. Hangisinin ileriye geçip yumurtacıkta döllendiğini hiç kimse bilemez. İşte bu `gayb'dır. Ya da aralarında bu işte bir rol sahibi olan kadın ve erkekde olmak üzere hakkında insanların hiçbir şey bilmediği Allah'ın görünmez kaderidir. Sonra altmış milyon spermi geride bırakan tek sperm, birlikte döllenmiş hücreyi oluşturmak için yumurta ile birleşir. İşte cenin bundan meydana gelmektedir. Yumurtalıktaki kromozomların tümü, dişi olmakla beraber, sperm kromozomlarının bir kısmı erkek bir kısmı da dişidir. Yumurtalığa giren erkek ya da dişi kromozomların sayısı -erkek veya dişi olması bakımından- ceninin durumunu belirler. Bu da yüce Allah'ın görünmez kaderine göre meydana gelmektedir. Bu konuda insan herhangi bir bilgiye sahip olmadığı gibi hiçbir şekilde müdahalede bulunma gücüne de sahip değildir. Ceninin anne ve babası da farklı bir konuma sahip değildir.
 
"Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında her şey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir, yücelerin yücesi büyük Allah." (Ra'd Suresi: 8-9)
 
"Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine erkek çocuk verir. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir her şeye gücü yetendir." (Şura Suresi; 49-50)
 
"Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte bu Rabbiniz olan Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?" (Zümer Suresi: 6)
 
İşte bu, insan `bilgi'sinin kapısında durduğu ve yirminci yüzyılda karşı karşıya kaldığı `gayb' gerçeğidir. Oysa geçmiş asırlarda yaşayan bazı kimseler `gaybilik'in `bilimsellik'e aykırı olduğunu iddia ediyorlardı. Bilimsel mantıkla yaşamak isteyen toplumların, `gayb' mantığından kurtulmalarının gerektiğini söylüyorlardı. Ama işte bakınız bizzat insan bilgisi, yirminci yüzyıl bilim ne diyor: Ulaşılan tüm sonuçlar ihtimallerden ibarettir. Ortada kesin ve içinde kuşku bulunmayan tek gerçek "gayb"dır.
 
Gayb gerçeği hakkındaki bu kısa ve toplu değerlendirmemizi burada kesmeden önce İslâm inancında, İslâm düşüncesinde ve İslâm mantığında gayb gerçeğinin mahiyeti hakkında birkaç söz söylememiz yararlı olacaktır.
 
İslâm düşüncesini ve İslâm mantığını oluşturan İslâm inancının kaynağı olan Kur'an, ortada bir görülen bir de görülmeyen alemin varlığından söz etmektedir. O halde insanı kuşatan her şey, görülmezlikten ibaret değildir. Aynı şekilde insanın sürekli ilişki içinde olduğu evrensel kanunlar, büsbütün bilinmezlik değildir.
 
Kuşkusuz bu evrenin değişmez kanunları vardır. İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifeliği görevini yerine getirmek için, gücü ve ihtiyacı oranında kendisine gerekli olacak kadarını öğrenebilir bu kanunların. Kuşkusuz yüce Allah, insana evrensel kanunların bir kısmını öğrenmek ve halifelik görevini yerine getirmek, yeryüzünü imar etmek, hayatı ilerletmek, yeryüzünün zenginlik kaynaklarından, rızıklarından ve enerji kaynaklarından yararlanmak için bu kanunlar uyarınca, evrensel kanunları egemenliğine alma gücünü vermiştir.
 
Tüm genelliğiyle bu değişmez kanunların yanında, yüce Allah'ın serbest iradesi vardır. Her ne kadar bu kanunları kendisi koymuşsa da hiçbir zaman bu kanunlar O'nun dilemesini bağlayamaz. Uygulanan bu kanunların her defasında O'nun öngördüğü şekilde uygulandığı Allah'ın kaderi vardır. Dolayısıyla bu kanunlar, otomatik birer unsur değildirler. Allah'ın koyduğu kural uyarınca hareket etséler de, tüm hareketlerine Allah'ın kaderi egemendir. Her defasında bu kanunların kendisine uygun olarak hareket ettiği kaderde, hiç kimsenin hakkında kesin olarak bir şey bilemediği `gayb'ın kapsamındadır. Bu konuda insanların ileri sürdükleri tüm bilgiler, `zan' ve `ihtimaller'den ileri gidemez. Bu, aynı zamanda insan bilgisinin kabul ettiği bir husustur da.
 
Kuşkusuz, an gibi kısa bir zaman diliminde insan bünyesinde milyarlarca operasyon meydana gelmektedir. Kendi bünyesinde olup bitmesine rağmen tüm bunlar, insan için birer gaybdırlar. Aynı şekilde çevresindeki evrende de bunun gibi milyarlarca operasyon gerçekleşmektedir. Bunlar da tıpkı diğerleri gibi insanın, hakkında hiçbir şey bilmediği `gayb'ın kapsamına girmektedirler.
 
Bazısı insanlar tarafından bilinen ve yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek için düzenli ve bilimsel bir şekilde yararlandığı değişmez kanunların varlığına rağmen `gayb', insanın ve evrenin geçmişini, bugününü ve geleceğini kuşatmıştır.
 
Kuşkusuz insan, kendi isteğinin dışında ve ne zaman geleceğini bilmeden bu dünyaya. gelmektedir. Aynı şekilde kendi isteğinin dışında ve ne zaman gideceğini bilmeden gitmektedir. Bu durum her canlı için geçerlidir. Ne kadar bilirse bilsin, neler öğrenirse öğrensin, bu realiteden hiçbir şey değiştirmeyecektir.
 
"İslâm rasyonalizmi", `bilimsel gaybi' bir rasyonalizmdir. Çünkü `bilim' ve `realite'nin şahitliğiyle `gaybi'lik, `bilimsel'liğin ta kendisidir. Gayb gerçeğini inkâr etmeye gelince bu, bilgiçlik taslayanların içinde yüzdükleri bir bilgisizliktir.
 
Kuşkusuz "İslâm rasyonalizmi", anahtarlarını yüce Allah'dan başka kimsenin bilemediği gizli gayb'a inanmayı ve değişmez evrensel kanunların varlığını kabul etmeyi bünyesinde toplamıştır. İnsanın yeryüzündeki hayatı için lâzım olacak kadarını bilmek ve değişmez temelleri uyarınca ilişkide bulunmak mümkündür bu kanunlarla. Müslüman kendi sınırları içinde insan bilgisini görmezlikten gelmez. Aynı şekilde, ortada yüce Allah'ın dilediği kimseye dilediği kadarını öğretmesinin dışında hiç kimsenin bilemediği bir gayb aleminin olduğuna ilişkin realist gerçeği de kavramaktan geri durmaz.
 
Gayb'a iman, kişiyi, duyularının algıladığından başkasını algılayamayan hayvanlık derecesinden alıp, varlık aleminin, duyuların ya da duyu organlarının bir uzantısından başka bir şey olamayan teknolojik araçların algılayabildiği şu küçücük ve sınırlı mekandan çok daha büyük ve kapsamlı olduğunu algılayan insanlık düzeyine çıkartan bir merdiven konumundadır. Kuşkusuz bu, insanın, varlığın tümüne, kendi varlığı, varlığın bünyesindeki sınırsız güç kaynaklarına, evrenin algılanmasına ve evrenin ötesindeki güç ve planı kavramasına ilişkin düşüncesinde derin etkileri bulunan bir değişimdir. Nitekim bu değişimin, insanın yeryüzündeki hayatında da derin etkileri söz konusudur. Kuşkusuz küçük bir ortamda yaşayıp duyu organlarıyla algılayan, kocaman evrende yaşayıp her şeyi ortada ve gözleriyle gören, evrenin katmanları arasından ve derinlilerinden gelen sesleri ve ilhamları algılayan, kısa ve sınırlı ömründe aklının aldıklarının zaman ve mekân içinde çok daha boyutlu olduğunun bilincinde olan, görüleni ve görülmeyeni ile birlikte evrenin ötesinde evrenden çok daha büyük bir gerçeğin varlığından haberdar olan, evrenin bu gerçekten kaynaklandığını, varlığını ondan aldığını ve bu gerçeğin, gözlerin göremediği, akılların kavrayamadığı yüce ilâhlık makamı olduğunu bilen birisi gibi olamaz.
 
..."Gayb'e (görünmeyene) inanmak, insanın, hayvanlar alemi düzeyinin üstüne yükselmesi konusunda yol ayırımı konumundadır. Fakat günümüzün materyalistleri, bütün zamanların materyalistleri gibi insanı, duyu organlarının' algıladıkları dışında, hiçbir varlığın onaylanmadığı hayvanlık düzeyine indirmek istiyor ve bu kavrama körlüğüne `ilericilik' adını veriyorlar. Oysa bu yaklaşım, yüce Allah'ın, müminleri içine düşmekten koruduğu bir tersine gidiştir. Allah, müminleri bu tersine gidişten koruyarak, `görünmeyene inanmak' sıfatın ı onların ayırıcı niteliklerinden biri yapmıştır. Sayısız nimetlerine karşılık Allah'a hamd olsun. Ve yine tersine gidenler ile baş aşağı dönenlere yazıklar olsun."
 
`Gaybilik' ve `Bilimsellik'ten söz edenler bir de `tarihsel determinizm'den söz etmektedirler. Sanki tüm gelecekten eminmişler gibi. Oysa çağdaş bilim, "ihtimaller"den söz etmektedir, `kesin sonuçlar'dan değil.
 
`Kesin zorunluluk'lardan söz edenlerden biri de Marx'tı. Peki günümüzde Marx'ın haber verdiği `determinizm' nerede?
 
Marx, sanayileşmenin zirvesine ulaşması ve dolayısıyla kapitalizmin zirveye yerleşmesi, öte taraftan işçilerin gittikçe yoksullaşmaları sonucu kaçınılmaz olarak komünizmin İngiltere'de gerçekleşeceğini haber vermişti. Ancak komünizm sanayi bakımından en çok, geri kalmış uluslarda; Rusya Çin ve benzeri yerlerde kurulabildi. Fakat sanayileşmiş ileri ülkelerde hiçbir zaman gerçekleşemedi.
 
Lenin ve Stalin, Kapitalist dünya ile Komünist dünya arasında zorunlu bir savaştan haber vermişlerdi. Oysa halefleri Kruşçef `barış içinde yaşam' bayrağını yükseltmektedir.
 
Biz zorunluluklardan söz eden bütün kehanetleri uzun uzadıya anlatacak değiliz. Çünkü üzerinde ciddi ciddi tartışmaya değmezler.
 
Kuşkusuz ortada tartışmasız tek gerçek vardır, o da gayb gerçeğidir. Bundan sonrası ihtimallerden ibarettir. Meydana gelmesi zorunlu olan bir tek şey vardır, o da yüce Allah'ın hükmünü takdir ettiği şeyin meydana gelmesidir. Allah'ın kaderi de görülmez gaybdır. Bunların yanında bir de evrenin değişmez bir yasası vardır. İnsanın bu yasayı öğrenmesi ve yeryüzündeki halifelik görevinde onlardan yararlanması her zaman mümkündür. Ancak Allah'ın yürürlükteki kaderine ve bilinmez gaybına kapıyı her zaman açık tutmak şartıyla. İşte her şeyin temeli budur.
 
"Doğrusu bu Kur'an en doğru yola götürür." (İsra Suresi: 9)
 
Ayetlerin akışı, gaybın anahtarlarına ve evrenin her köşesinde olup bitenlere ilişkin yüce Allah'ın kapsamlı bilgisinden, insanların şahsında bu kapsamlı bilginin bir diğer alanına geçmektedir. Kuşatıcı bilgiden sonra ilâhi egemenliğin alanlarından birine geçmektedir.
 
 
 
 
60- Sizi geceleyin öldüren ve gündüzleyin neler yaptığını bilen O'dur. Sonra O sizi gündüzleyin diriltir, belirli hayat süreniz dolsun diye, sonra O'nun huzuruna döneceksiniz de O yapmış olduklarınızı size haber verecektir.
 
Geçen ayette `gayb'ın ufuklarını, boyutlarını ve derinliklerini çizen ve yüce Allah'ın bilgisinin sonsuzluğuna ve kapsayıcılığına işaret eden kelimeler gibi birkaç kelime daha. Tüm insanlığın hayatını Allah'ın yetkisine, bilgisine, gücü ve idaresine bırakan birkaç kelime daha. Bu kelimeler, insanların uyanıklıklarını, uykularını, ölümlerini, dirilişlerini, toplanıp hesaba çekilmelerini Allah'ın yetkisine vermektedir. Ancak Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının gözler önüne getirdiği her tabloda, her sahnede ve her harekette başvurduğu canlandırma, somutlaştırma, duyguları uyarıp harekete geçirmeye ilişkin olağanüstü yöntemine göre.
 
"Geceleyin sizi öldüren O'dur."...
 
O halde uyumaları bir tür ölümdür. Duyular hareketsiz hale geldiğinden, his dünyası tamamen durgunlaştığından, akıl sessizliğe büründüğünden ve uyanıklık durumu -kesilip- uykuya dönüştüğünden dolayı, uyku da bir çeşit ölümdür. Dış görünüşünü ve etkilerini görmelerine rağmen insanların hakkında ne söyleyeceklerini bilmedikleri bir sırdır. İnsanı çepeçevre kuşatan gayb şekillerinden biridir. işte insanlar, her türlü çabadan ve hareketten (hatta uyanıklıktan bile) soyutlanıyorlar. İşte onlar hayattan uzak, kopuk durumdadırlar. Her zaman oldukları gibi, şimdi de Allah'ın kontrolü altındadırlar. Onları yüce Allah'dan başka hiç kimse eksiksiz hayata ve uyanıklığa geri getiremez. Şu insan Allah'ın avucunda ne kadar da zayıftır.
 
"Gündüzleri ne yaptığınızı bilir"...
 
Tutmak ya da bırakmak üzere hareket eden tüm uzuvlarının kazandığı iyilik veya kötülük Allah katında bilinmektedir. Tüm insanlar, gerek hareket halinde gerekse hareketsizliklerinde hep gözetim altındadırlar. Sabahleyin uyandıktan sonra uzuvlarının kazandığı hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kaçmaz.
 
"Belirlenen süre dolsun diye gündüzleri sizi dirilten O'dur"...
 
Yani yüce Allah'ın belirlediği ecelinizin tamamlanması için düz vakti sizi uykunuzdan, hayattan kopukluğunuzdan uyandırır. İnsanlar, yüce Allah'ın takdir ettiği alan içerisinde hareket etmek zorundadır. Bunun dışında kaçabilecekleri bir yer, varabilecekleri bir son söz konusu değildir.
 
"...Sonra O'nun huzuruna döneceksiniz"...
 
İstirahatın bitiminden sonra yeniden gözetim altına girmektir bu.
 
"Sonra ne yaptığınızı bildirecektir"...
 
Bu, olup biten her şeyi kaydeden kütüğün gözler önüne serilmesidir. Ve bu, en ince noktasına kadar adaletin gerçekleşmesidir. Hiçbir şekilde verilen cezada zulüm söz konusu olmayacaktır.
Birkaç cümleden oluşan bir tek ayet, bunca tablo ve sahneyi, prensip ve gerçekleri, ilham ve gölgeleri içeren şeridi işte böyle kapsamaktadır. Peki kim yapabilir bunu? Şayet bu değilse, o halde nasıl olur olağanüstü mucizeler? Ancak, yalanlayanlar bundan habersizdirler. Peşinden korkunç bir azabın geldiği maddi mucizeler isteyip duruyorlar.
ECEL
Uluhiyet gerçeğine ilişkin diğer bir temas... Kulların üzerindeki kahredici güce, ihmal etmeyen sürekli gözetime, öne ya da geriye alınması mümkün olmayan yürürlükteki kadere, kaçıp kurtulma imkânı bulunmayan kaçınılmaz sona ve içinde gevşeklik ya da ihmale yer bulunmayan son hesaba ilişkin bir esinti
yer almaktadır. 
 
61- O, kulları üzerinde kesin egemendir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar.
 
yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur.
 
"O, kulları üzerinde kesin egemendir"...
 
O, üstün otorite sahibidir. Onlar da O'nun otoritesi ve hakimiyeti altındadırlar. Onlar, bu otoritenin kontrolünde yaşayan zayıf kimselerdir. Ne bir güçleri ne de yardımcıları söz konusudur. Kuldur onlar, üzerlerinde üstün bir otorite vardır. Bu üstün otoriteye boyun eğmek zorundadırlar.
 
İşte üstün ilâhlık makamına kulluk yapmak budur. Her ne kadar diledikleri gibi kullanmaları için kendilerine yeterince özgürlük, öğrenmeleri için bilme ve halifelik görevini yerine getirebilme yeteneği verilmişse de, insanların realiteleri bu gerçeği dile getirmektedir. İnsanın alıp verdiği her nefes bir kadere bağlıdır. Bünyelerinde meydana gelen her hareket, yüce Allah'ın içlerine yerleştirdiği kanun uyarınca meydana gelmesi bakımından Allah'ın otoritesine boyun eğmektedir. Bu otoriteye karşı çıkmaları mümkün değildir. Kuşkusuz bu kanun, her defasında, hatta bir nefes alış verişinde ve ufak bir harekette bile bir kader doğrultusunda hareket etmektedir.
 
"Size koruyucu melekler gönderir."
 
Ayet burada koruyucuların niteliğinden söz etmemektedir. Başka yerlerde bunların insanlardan kaynaklanan şeyleri kaydeden melekler oldukları belirtilmektedir. Ancak buradaki açık amaç, doğrudan gözetim gölgesini nefislerin üzerine düşürmektir. Nefislerde bir an bile kendi başlarına olmadıkları, başıboş olmadıkları duygusunu uyandırmaktır. Çünkü ortada her hareketi ve sesi kaydeden gözetici koruyucular vardır. İnsandan kaynaklanan her şeyi kaydederler, hiçbir şey gözlerinden kaçmaz bu koruyucuların. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesini, içindeki her kıvrımın her uzvun uyanmasını garantilemektedir.
 
"Sonunda birinize ölüm gelince, elçilerimiz, hiçbir görev kusuru yapmaksızın onun canını alırlar."
 
Aynı gerçeğin gölgesi bir başka şekilde belirmektedir. Alıp vereceği nefesleri sayılı olan her nefis, ne zaman geleceğini bilemediği bir ecele bağlıdır. (Ecel insana göre bir gaybdır ve insanın onu ortaya çıkarması mümkün değildir.)
 
Ancak ecel, yüce Allah'ın bilgisi dahilinde bir plana göre belirlenmiştir. Geriye ya da ileriye alınması mümkün değildir. İnsanın alıp verdiği nefesleri kaydetmek ve eceli gelince de camı almakla görevli hazır ve doğrudan doğruya insanın yakınında bulunan koruyucu, hiçbir zaman uyuklamaz, unutup ihmal etmez. Çünkü koruyuculardan bir koruyucu, meleklerden bir elçidir. Önceden belirlenen, vadedilen an geldiğinde nefis, her şeyden habersiz oyalandığı bir sırada, koruyucu görevini yerine getirir, elçi elçiliğini yapar. Bu düşünce, insan bünyesinin titremesine yeterli bir nedendir. Çünkü o, kendisini çepeçevre kuşatan görülmez kaderi algılamaktadır. Artık her an canının alınabileceğini ve her nefeste kaçınılmaz ecelin yaklaştığını bilmektedir. Sonra o canlar gerçek sahipleri olan Allah'a götürülürler.
 
Yakardıkları tanrıların dışında tek ve gerçek efendileri... Onları yoktan var eden ve yanılmaz, şaşmaz gözetimi altında dilediği kadar yaşamalarına izin veren gerçek efendileri O'dur. Hiç kimse tarafından hesaba çekilmeksizin haklarında hükmünü vermek için, dilediği zaman onları yanına döndürecektir. "İyi biliniz ki, egemenlik yalnız O'nun tekelindedir ve hesap görenlerin en çabuğudur."
 
Hükmeden sadece O'dur. O'dur tek başına hesaba çeken. Hükmederken ağır davranmaz, cezayı da ihmal etmez. Ayette yer alan `çabukluk' ifadesinin insan kalbine dokunan bir yanı vardır. Buna göre insan, hesap anında söz konusu olacak bir ihmale bile terk edilmemiştir.
 
Müslümanın hayata, ölüme, ölümden sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye ilişkin inancından kaynaklanan bu düşünce, yeryüzünde kullara ait işlerde yüce Allah'ın tek başına hükümran oluşuna ilişkin tüm tereddütleri gidermeyi garantilemektedir.
 
Ahirette gerçekleşecek hesap, ceza ve hüküm, insanların dünyada yaptıklarına göre olacaktır. Ortada neyin helal, neyin haram olduğunu belirleyen Allah'dan gelmiş bir şeriat olmadığı sürece, insanların dünya hayatında kazandıklarından dolayı hesaba çekilmeleri söz konusu olmayacaktır. Çünkü ahirette bu şeriatın esaslarına göre hesaba çekileceklerdir. Dünyada ve ahirette hakimiyet bu temele dayanılarak birlenebilir.
 
İnsanlar yeryüzünde Allah'ın şeriatının dışında bir yasayla hükmederlerse, ahirette neye göre hesaba çekileceklerdir? Acaba yeryüzünde hükmettikleri ve hükmüne başvurdukları insanların yasalarına göre mi hesaba çekileceklerdir? Yoksa, onunla hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları Allah'ın semavi şeriatına göre mi hesaba çekileceklerdir?
 
İnsanlar şunu iyice bilmek zorundadırlar, yüce Allah onları kendi şeriatına göre hesaba çekecektir, kulların yasasına göre değil. Şayet hayat düzenlerini, dinsel sembol ve kulluklarını olduğu kadar, toplumsal ilişkilerini Allah'ın şeriatına uygun bir şekilde düzenlemeyecek olurlarsa, Allah'ın huzurunda ilk bundan hesaba çekileceklerdir. O gün, yeryüzünde Allah'ı ilâh edinmeyip, O'nun dışında birçok rabbler edinmelerinden ötürü hesaba çekileceklerdir. O halde Allah'ın ilâhlığını inkâr etmekten -ya da ibadet ve sembolik kulluk davranışlarında O'nun şeriatına, sosyal, siyasî ve ekonomik düzen bakımından, uygulama ve ilişkilerinde O'ndan başkasının yasasına uymak suretiyle şirk koşmaktan- dolayı hesap vereceklerdir. Kuşkusuz yüce Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz bunun dışındaki günahları dilediğine bağışlar.
 
Sonra ilâhlık gerçeğini bilen ve zorluk anında gerçek ilâhına sığınan fıtratlarıyla, onları muhakeme etmektedir. Bu fıtratın korku ve sıkıntı anındaki durumu gözler önüne getirilmektedir. Kısa ve süratli, ancak net, kesin, duygulandırıcı ve etkin bir sahnede rahatlık ve güven ortamında, bu fıtrata karşı çıkışları da sergilenmektedir.
 
Kuşkusuz insanın ödünü koparacak korku ve sıkıntılı anlar her zaman toplanma ve hesaba çekilme gününe bırakılmış değildirler. Karanın ve denizin karanlıklarında aynı korkuyla karşılaşmaları her zaman mümkündür. Bu sıkıntılı anda Allah'dan başkasına yönelmezler. Zaten Allah'dan başkası da kurtaramaz onları bu sıkıntıdan. Ancak, kendilerini rahat ve güvencede hissettikleri an, tekrar içinde bulundukları şirke dönüyorlar.

63- De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız.
 
64- De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır. Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz!"
 
Kuşkusuz tehlikeyi düşünmek, korkuyu hatırlamak, isyancı nefisleri uysallaştırır, katı kalpleri yumuşatır. Kişiye zayıf ve çaresiz anını hatırlattığı gibi, genişlik rahmetini, kurtuluş nimetini de hatırlatır.
 
De ki; "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ki, O'na -Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız- diye açıktan ya da gizlice yalvarırsınız."
 
Darlığa düşen ya da darlığa düşenlerin sıkıntılı halini bilen herkesin bildiği bir deneyimdir bu. Karanın ve denizin karanlıkları çoktur. Karanlığın olabilmesi için gece olması şart değildir. Yolu kaybetmek bir karanlıktır, tehlike de öyle. Karada ve denizlerde insanları bekleyen gayb bir perdedir. Ne zaman insanlar karanın veya denizin karanlıklarından biriyle karşılaşacak olurlarsa, içlerinde Allah'dan başka bir şey hissetmezler. Yakararak O'na dua ederler ya da sessizce yalvarırlar. Bu durumda fıtrat, üzerine bulaşmış tozlardan arınıp derinliklerinde gizli gerçekle, biricik ilâhlık gerçeğiyle yüzyüze gelir. Hak olan Allah'a, ortak koşmadan yönelir. Çünkü bu anda şirk düşüncesinin saçmalığını, ortak koştuklarının işe yaramadığını anlar. Bu nedenle sıkıntıya düşenler birtakım sözler vermeye başlarlar.
 
Eğer bizi bu zor durumdan kurtarırsa kesinlikle şükredenlerden olacağız.
 
Yüce Allah işin gerçeğini onlara anlatması için peygamberine şöyle buyurmaktadır:
 
De ki; "Sizi bu zor durumdan ve bütün sıkıntılardan kurtaran Allah'dır."
 
Onun dışında yakarışlara karşılık verecek, sıkıntıları giderebilecek birisi söz konusu değildir.
 
Ardından iğrenç ve şaşırtıcı davranışlarını da hatırlatmasını emretmektedir:
 
"Sonra da O'na ortak koşuyorsunuz."
 
Burada ayet-i kerime onları, kurtulduktan sonra da başlarına gelebilecek Allah'ın azabıyla yüzyüze getirmektedir. Bu, bir defada olup biten bir şey değildir ki, düşündükleri gibi O'nun kontrolünden kurtulabilsinler.
 
 
65- De ki; "O, size üstünüzden ya da ayaklarınızın altından azap göndermeye veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünü, acısını tattırmaya kadirdir. Ola ki, anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musun?
 
Üstten gelip her tarafı kaplayan ya da dipten fışkıran azabı düşünmek, nefislere sağdan ya da soldan gelen azabı düşünmekten daha çok etki eder. Çünkü insan sağ taraftan ya da sol taraftan gelecek bir azabı savabileceği kuruntusuna kapılabilir, ancak tepesinde ya da ayaklarının dibinden gelecek bir azaba gelince, bu, her tarafı bürüyen kahredici ve sarsıcı bir azapdır. Karşı koymak, direnmek mümkün değildir. Bu duygulandırıcı ifade, insanın duygu ve düşüncesini sarsan böylesine güçlü etkenleri içermektedir. Bu ifade, aynı zamanda yüce Allah'ın dilediği zaman, dilediği gibi kullarına azap edebileceği gerçeğini de dile getirmektedir.
 
Yüce Allah'ın onunla dilediği zaman kullarını yakalayıp azaba uğratabildiği gücünün dahilindeki azap türlerine daha yavaş ve sürekli bir yenisi eklenmektedir. Bir anda işlerini bitirmiyor, tersine, gece-gündüz onlarla birliktedir bu azap. Onlarla oturuyor onlarla birlikte yaşıyor.
 
`Veya sizi birbirinize katıp, kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir.' Bu kalıcı, uzun ve sürekli bir azaptır. Onları gruplar ve topluluklar haline getirmekle, kendi elleriyle tattırmaktadır bunu; kendi kendileri yudumluyorlar azabı. Bu gruplar, kimisi kimisinden ayırd edilmeyecek, ayrılamayacak şekilde birbirlerine girmişlerdir. Sürekli bir çekişme ve didişme içindedirler. Bir düşmanlık ve çarpışmadır sürüp gidiyor. Şu grubun şunun başına getirdiği felâketler içinde yaşayıp gideceklerdir.
 
İnsanlık her ne zaman Allah'ın sisteminden sapmış, hayatın yönlendirilmesini insanların arzularına, çekişmelerine, ihtiras ve bilgisizliklerine, zaaf ve eksikliklerine bırakmışsa, uzun tarihinin birçok döneminde bu tür bir azapla hep karşı karşıya kalmıştır. Ne zaman ki insanlar, hayatları için düzen, sistem, şeriat ve kanun, değer ve ölçüleri kendi kendilerini belirleme alçaklığına düştülerse, o zaman bazısı bazısına kulluk yapmak zorunda kalmıştır. Kimisi koyduğu düzen, sistem, yasa ve kanunlara başkalarının boyun eğmesini istemiştir. Onlar da bundan kaçınıp, karşı çıkmışlar. Bu sefer de boyun eğmekten kaçınıp, karşı çıkanlara saldırmaya başlamışlar. Eğilimleri, arzuları, ihtirasları ve düşünceleri hep çatışır. Böylece kimisi diğerlerinin belâsını çeker. Bazısı geri kalanlara kin besler. Bazısı da başkalarını inkâr eder. Çünkü hep birlikte, tüm kulların emirlerine uyduğu yüce ma'budun koyduğu ölçüye başvurmuyorlar. O zaman hiç kimse boyun eğmekten kaçınıp büyüklenmeyecekti. Aynı şekilde boyun eğdiği zaman da içinde bir eziklik hissetmeyecekti.
 
Kuşkusuz yeryüzünde kopacak en büyük fitne, kullar arasında birilerinin çıkıp kullar üzerinde ilâhlık iddiasında bulunması, sonra da bu iddiayı pratiğe geçirmesidir. İşte bu, insanları birbirine girmiş gruplara dönüştüren fitnedir. Çünkü tek bir millet ya da birlik halinde bir toplum görüntüsünü verseler de gerçekte kimisi kimisine kulluk yapmaktadır. Allah'dan gelen bir şeriat'a bağlı olmadığından, kimisi diğerlerini ezmek üzere otoriteyi eline geçirmiştir. Geri kalanı da büyük bir kinle fırsatı kollamaktadır. Pusuda bekleyenlerle ellerindeki yetkiye dayanarak geri kalanları ezenler, her defasında birbirlerine birtakım acılar tattırmaktadırlar. Bunlar aslında çeşitli gruplara ayrılmışlardır ancak, bu ayrılıkları belirgin değildir. Birbirlerinden ayrılmamışlardır, kopmamışlardır.
 
Bütün yeryüzü bugün, ağır ancak sürekli bir azabın içinde yaşamaktadır. Bu durum bizi müslüman toplumun konumunu belirlemeye sevkediyor. En kısa zamanda etrafını saran cahiliyeden farklı bir konum edinmesi sonucuna götürüyor. Cahiliye, tek başına Allah'ın şeriatının hükmetmediği her kurum, her hüküm ve her toplumun ortak adıdır. Cahiliye toplumunda yüce Allah, ilâhlık ve egemenlikte birlenmez. Bu yüzden İslâm toplumunun çevresindeki cahiliye toplumundan ayrılması da bir zorunluluk haline gelmektedir. Çünkü İslâm topluluğu, cahiliye içinde kalmaya, onun sistemine, yasalarına, hükümlerine, ölçü ve değerlerine bağlanmayı tercih eden uluslardan farklı bir ümmeti oluşturmaktadır.
 
Aksi taktirde dünyanın her tarafındaki İslâm topluluğunun bu azaba uğramaktan kurtulması mümkün olmayacaktır.
 
Veya düşman gruplara ayırarak size birbirinizin hıncını, birbirinizin terörünün acısını tattırmaya kadirdir.
 
Yüce Allah'ın, onunla korundukları bir İslâm ülkesinin kurulmasına izin vereceği zamana kadar, hayat metodu bakımından cahiliyeden büsbütün ayrılmaları ve kendilerinin `İslâm ümmeti' olduklarını, çevrelerindeki herkesin ve her şeyin bağlısı bulundukları İslâm'a girmekten kaçınan cahiliyeden ve ona bağlı bulunanlardan ibaret olduğunu iyice bilmesi azaba uğramasını engeller. Ayrıca, inanç ve hayat metodu bakımından uluslarından tamamen ayrılmaları ardından, kendileriyle uluslarının arasını hak üzerine açmasını (kuşkusuz yüce Allah açanların en hayırlısıdır) yüce Allah'dan istemeleri zorunludur.
 
Bu ayrılığı gerçekleştirmediği zaman, bu denli net bir şekilde belirgin bir konum edinmediği sürece belirtilen azaba uğraması kaçınılmaz olacaktır. Onlar da toplum içindeki diğer gruplardan biri haline geleceklerdir. Diğer gruplara karışıp gideceklerdir. Bu durumda ne kendilerini açıklayabilirler, ne de çevrelerindeki diğer insanların onları anlama imkânları olabilir. O zaman da bu kalıcı ve sürekli azaba mahkûm olurlar. Allah'ın vaadettiği fethi görmeksizin.
 
Kuşkusuz müslüman topluluğun iyice belirginleşip farklı bir konum edinmesi, birtakım fedakârlıklar ve zorluklar çekmesine neden olacaktır. Ancak bu fedakârlıklar ve zorluklar diğer topluluklara karışması, iyice belirginleşmemesi, ulusuna ve çevresindeki cahiliye toplumuna karışıp erimesi sonucu uğrayacağı acılardan, korkunç azapdan daha şiddetli ve daha büyük olmayacaktır.
 
Allah'ın peygamberlerinin elleriyle gerçekleştirilen davet tarihine baktığımızda, Allah'ın fetih ve yardımının, peygamberlerinin ve beraberlerindeki müminlerin galip gelmesine ilişkin vaadinin, müslüman topluluk iyice belirginleşip inanç ve hayat metoduna -yani dine- dayanarak ulusundan ayrılmadan, inanç ve din bakımından cahiliyenin inanç ve dininden -yani hayat düzeninden- kopmadan önce, bir kerede gerçekleşemeyeceğini açık seçik göreceğiz. Burası bütün davet hareketlerinin ayrılış noktası ve yol ayrımıdır.
 
Bu davanın yolu birdir. Tüm peygamberlerin dönemlerinde yapılan neyse, yine o yapılacaktır. (Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.)
 
Ola ki anlarlar diye, ayetlerimizi çeşitli açılardan nasıl açıkladığımızı görüyor musun?
 
Yüce Allah'dan dileğimiz, bizi iyice anlasınlar diye ayetleri açıkladığı kimselerden kılmasıdır.
 
YOLLARIN AYRILIŞI
 
Bu, geçen mesajın sonunda yeralan ayrılığın bildirilmesine ilişkin bir gezintidir. Peygamberimizin kavmi, -gerçek olduğu halde- kendilerine getirdiği mesajı yalanlamışlardı. Bu yüzden, kavmi ile arasını ayırmış, tüm ilişkileri koparmıştı. Onlardan ayrılması ve üzerlerine vekil olamayacağını bildirmesi emredilmişti. Başlarına gelmesi kaçınılmaz olan kötü sonuçtan dolayı kendilerini terk ettiğini bildirmesi söylenmişti. Dini dillerine doladıklarını, oyun ve eğlenceye aldıklarını, dine karşı takınılması zorunlu tavrı takınmadıklarını görünce, onlardan yüz çevirmesi, toplantılarına katılmaması emredilmişti. Bununla beraber, onlara anlatması, sakındırması, tebliğ edip korkutması emredilmişti, ancak kendisiyle onların -kendi kavmi oldukları halde- farklı iki grup, belirgin iki ümmet olduklarını unutmadan. İslâm'da kavmin, ırkın, aşiretin ve ailenin önemi yoktur. İnsanları birbirine bağlayan ya da birbirinden koparan unsur dindir. İnsanları birlik haline getiren ya da farklı kılan, sahip oldukları inançtır. Dinin esası bulununca diğer tüm ilişkiler mevcut demektir. Ancak bu kulp koptuğu zaman tüm ilişkiler ve bağlar da kopar.
 
İşte ayetlerin akışında yer alan bu dalganın toplu bir değerlendirmesi.
 
 
66- Kur'an gerçek olduğu halde, senin kavmin onu yalanladı. Onlara de ki; "Ben sizin (akıbetinizi yönlendirmekle yükümlü) vekiliniz değilim. "
Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yönelik bu hitap, hem ona hem de onun ötesinde müminlere, gönüllerini güven duygusuyla dolduran bir güvence vermektedir. Kavmi yalanlasa da yalanlamasa da, ısrar etse de, gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalarını sağlamaktadır. Bu işte onların bir hükmü geçmez. Bu konuda gerçek sözü ancak yüce Allah söyleyebilir. Ve
O, bunun gerçek olduğunu bildiriyor. O halde, kavmin yalanlamasının hiçbir değeri, hiçbir ölçüsü söz konusu değildir.
 
Ardından yüce Allah, peygamberine kavminden uzaklaşmasını, onlardan el çekmesini, bu ayrılığı onlara bildirmesini ve onlara hiçbir şey yapamayacağını bildirmesini emretmektedir. Onların üzerine bekçi olarak dikilmediğini, tebliğ ettikten sonra üzerlerine vekil olmadığını, ayrıca kalplerinin doğru yolu bulmasından sorumlu olmadığını belirtmesini emretmektedir. Kuşkusuz bunlar peygamberin yapabileceği şeyler değildir. Yanındaki gerçeği duyurduktan sonra aralarındaki sorun bitmiştir. Onlarla kaçınılmaz sonlarını baş başa bırakır. Çünkü her haberin gelip dayanacağı belli bir süresi vardır. O zaman gelince, ne olacağını anlarlar.
 
 
67- Her haberin bir gerçekleşme zamanı vardır. İlerde anlayacaksınız.
 
Bu kısa tehditte gönülleri titreten bir etki söz konusudur.
 
Bu, gerçeğe güvenmenin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, batılın sonunda emin olmanın, belirlenen sürede yüce Allah'ın yalanlayanları yakalayacağına inanmanın, her haberin gerçekleşeceği bir zamanının olduğuna ve her yolculuğun bir sonunun olduğuna güvenmenin verdiği iç huzurun ifadesidir.
 
Kavimlerinin yalanlaması, aşiretlerinin kabalığı, ailelerinde çektikleri gariplik, işkence, şiddet, sıkıntı ve yalnızlık karşısında dava adamları, yüce Allah'a ne kadar da muhtaçtırlar. Kur'an'ın gönüllere akıttığı bu huzur ve güven duygusuna ne kadar da ihtiyaçları var.
 
Onlara bu şekilde tebliğ yaptıktan ve bu derece kesin yalanlamalarıyla karşılaştıktan sonra peygamber (Allah'ın selâmı üzerine olsun), -tebliğ ve hatırlatmak amacıyla da olsa- onlarla oturup kalkmamak zorundadır. Allah'ın ayetlerini ele alırken gereken saygıyı göstermediklerini, dinden söz ederken, ona yakışan ciddiyet ve edepden uzak olduklarını, sözleriyle ve davranışlarıyla dini oyun ve eğlence konusu yaptıklarını görünce, hemen oradan uzaklaşmalıdır. Ta ki -bu durumlarını sürdürdükleri halde- onlarla birlikte oturması, yaptıklarını onaylamak anlamına ya da dine karşı duyarlılığın azlığı anlamına gelmesin.
Çünkü bu konuda olduğu kadar başka hiçbir yasağın çiğnenmesine karşı müslüman, bu denli hassas değildir. Şayet şeytan ona unutturur da toplantılarına katılacak olursa, hatırlar hatırlamaz hemen kalkıp toplantılarını terk etmelidir.
 
 
68- Ayetlerimiz hakkında asılsız lâf ebeliğine dalanları gördüğünde (bu adamlar) başka bir söze geçinceye kadar yanlarından uzaklaş. Eğer şeytan sana yanlarından kalkmayı unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimler ile birlikte oturma.
 
Peygamberimize (Allah'ın selâmı üzerine olsun) yönelik bu emrin, ayetin sınırları içinde, onun ötesinde müslümanlara da yönelik olabilir. Bu durum Mekke'de oluyordu. Resulullah'ın görevinin tebliğle sınırlı olduğu bir sırada, Allah'ın istediği bir hikmetten dolayı savaşmakla görevlendirilmediği bir dönemde oluyordu. O dönemde mümkün oldukça müşriklerle bir çarpışmaya girmeme konusunda açık direktifler verilmişti. Resulullah'a yönelik, Allah'ın dinini dillerine doladıklarını, ayetlerini saygısızca söz konusu ettiklerini gördüğünde, müşriklerin toplantılarına katılmama, şayet şeytan unutturur da onlarla birlikte oturursa, Allah'ın emir ve yasağını hatırlar hatırlamaz en kısa zamanda toplantılarını terk etme emri bazı rivayetlere göre müslümanların da uymak zorunda oldukları bir emirdi. Zalim kavimden kasıt, müşriklerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de genellikle bu şekilde ifade edilmektedirler.
 
Ancak Medine'de bir İslâm devleti kurulduktan sonra, Peygamberimizin müşriklere karşı tutumu değişmişti. Hiç kimsenin Allah'ın ayetlerini diline dolamaya cesaret edememesi için, fitne ortadan kalkıp hakimiyet tamamen Allah'ın dininin oluncaya kadar cihad ve savaş geçerliydi artık.
 
Daha önce Resulullah ile müşrikler arasındaki kesin ayrılığı belirtip, sorumluluk ve sonucun farklılığını bildirdiği gibi, şimdi de müslümanlarla müşrikler arasındaki kesin ayrılığı tekrarlamaktadır ayetin akışı.
 
 
69- Gerçi günahlardan .sakınanlara onların hesabından hiçbir sorumluluk düşmez. Fakat söz konusu olan hatırlatmadır... Ola ki, sakınırlar.
 
Allah'dan sakınanlar ile müşrikler arasında ortak bir sorumluluk söz konusu değildir. Irkları kavimleri bir olsa da bunlar birbirinden ayrı ümmetlerdir. Çünkü Allah'ın ölçüsünde ve İslâm değerlendirmesinde ırk ve kavmin hiçbir değeri yoktur. Müttakiler bir ümmet, zalimler (yani müşrikler) de bir ümmettir. O halde, zalimlerin sorumluluğundan ve hesabından müttakilerin herhangi bir şekilde etkilenmeleri söz konusu değildir. Sadece kendileri gibi Allah'dan korkan kişiler olup kendilerine katılabilirler diye hatırlatmada bulunurlar. Yoksa inançta beraberlik olmadıktan sonra hiçbir şeyde beraberlik olamaz.
 
İşte Allah'ın dini ve söyledikleri... Dileyen başka türlü söyleyebilir. Ancak, söyleyeceğini söyledikten sonra bütünüyle Allah'ın dininden çıktığını da bilmelidir.
 
Ayetlerin akışı bu ayrılığı iyice belirtmek ve işbirliğin sınırlarını açıklamakla devam ediyor.
 
 
70- Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan ve dünya hayatına aldanan kimseleri bırak da Kur'an aracılığı ile şunu hatırlat ki, eğri davranışlarının, günahlarının tutsağı olan kimse ne Allah dışında bir yardım edici ve ne de bir aracı bulabilir. Eğer o bütün varını fidye olarak ortaya koysa kabul edilmez.
 
İşte bunlar kötü davranışlarının, günahlarının tutsağı olmuş kimselerdir. Kâfirliklerinden dolayı onları içecek olarak kaynar su ve acıklı bir azap beklemektedir.
 
Bazı konulara değinmek üzere ayetin üzerinde biraz duruyoruz.
 
1- Peygamberimiz (Allah'ın selâmı üzerine olsun) -bu emir her müslümanı da kapsamaktadır- dinlerini oyun ve eğlence konusu yapanları bir kenara bırakmakla emr olunmuştu. Dini oyun ve eğlenceye almak sözle olabildiği gibi, davranışla da mümkündür Dini inanç ve ibadet, ahlâk ve davranış, şeriat ve kanun olarak hayatı için bir temel edinmek suretiyle gereken saygı ve özeni göstermeyen... Tıpkı, inancın temellerinden biri olan `gayb' gerçeğinden söz ederken onu alaya alanlar gibi, bu dinin ilkelerinden ve şeriatından söz ederken alaycı ve hafife alıcı bir üslûp kullananlar... Dinin temel kurallarından biri olan `zekât'ı küçümseyenler... Yine bu dinin ilkelerinden olan utanma duygusunu, ahlâk ve namus anlayışını, tarım toplumlarının ya da feodalizmin veyahut burjuvazinin kokuşmuş gelenekleri diye nitelendirenler... İslâm'ın belirlediği şekliyle evlilik hayatını inkâr edip kötüleyenler... Yüce Allah'ın kadınların iffetlerini korumaları için öngördüğü güvenceleri, `kölelik' olarak nitelendirenler... En başta ve sonda, insanların pratik hayatlarında, siyasal, sosyal, ekonomik ve yasal olarak Allah'ın mutlak hakimiyetini inkâr edenler ve Allah'ın şeriatına bağlanmaksızın insanların bu özellikleri kullanabileceklerinden söz edenler... Evet bütün bunlar, ayetin kastettiği dinlerini oyun ve eğlenceye alan ve hatırlatma dışında müslümanların kesinlikle ayrılmaları ve ilişkilerini koparmaları emredilen kişilerdir. Bunlar zalim (yani müşrik) kimselerdir. İşledikleri kötülüklerden dolayı kendilerini tehlikeye atan kafirlerdir. Kâfir olmalarından ötürü kaynar su ve acıklı bir azaptır cezaları...
 
2- Peygamberimiz, (Allah'ın selâmı üzerine olsun) dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının aldattığı bu kişileri bir kenara bırakmakla emr olunduktan sonra, bu adamları, hak ettikleri bu sonuçtan kurtulmaları için hatırlatma ve uyarmakla emr olunmaktadır. -Bu emir tüm müslümanları kapsamaktadır. Allah'ın huzuruna vardıklarında O'ndan başka kendilerine yardım edecek birinin bulunamayacağını hiçbir şefaatçinin şefaatinin söz konusu olamayacağını, işlediklerinden ötürü yakalandıktan sonra kendilerini kurtarmak için fidye vermelerinin mümkün olamayacağını belirtmeleri de emredilmektedir.
 
"Allah'dan başka dost ve yardımcısı olmayan bir kimsenin kazandığından ötürü helâke sürüklenip atılmaması için Kur'an ile öğüt ver. O kimse bütün varını fidye olarak verse yine kabul olunmaz." Kur'an'ın bu ifadesinde, bir güzellik ve derinlik göze çarpmaktadır.
 
Herkes, işlediği kötülüklerden dolayı bir ceza olarak, sürüklenir. (Yani yakalanıp hesaba çekilir). Bu durumda Allah'dan başka bir dost ve şefaatçi söz konusu değildir. Kendisini kurtaracak, bağını çözecek bir fidye de kabul edilmeyecektir.
 
Dinlerini oyun ve eğlenceye alan dünya hayatının aldattığı kişilere gelince, onlar işlediklerinden dolayı rehin kalmışlardır ve ayette geçen cezayı hak etmişlerdir. Bu son onlar için belirlenmiştir:
"Kazandıkları günahlardan ötürü yok olanlar işte onlardır. Nankörlük ettiklerinden dolayı kaynar su ve acıklı azap onlar içindir."
Onlar işledikleri kötülüklerden dolayı hesaba çekilmişlerdir. İşte cezaları da budur: Boğazları ve karınları yakan kaynar su ve kâfirliklerinin sebep olduğu acıklı azap. Dinlerini alaya almaları kâfir oluşlarının kanıtıdır.
 
3- Yüce Allah'ın müşriklere ilişkin şu sözü: "Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan..."
 
Acaba dinleri bu mudur?
 
Bu hüküm, İslâm'a girdikten sonra dinlerini oyun ve eğlenceye alanlara uymaktadır. Böyleleri insanlar arasında görülmüş ve münafık olarak nitelendirilmişlerdi. Ancak bu durum Medine'de söz konusu olmuştu.
 
Acaba bu hüküm İslâm'a girmemiş müşriklere uygulanabilir mi? Çünkü ger-çek din İslâm'dır. İman eden etmeyen tüm insanların dinidir. Yüce Allah'ın din olarak nitelendirdiği ve son peygamberin gönderilmesinden sonra insanlardan kabul ettiği tek din olması nedeniyle, İslâmdan uzaklaşan kendi dininden uzaklaşmış olur.
 
"Dinlerini oyun-eğlence konusu yapan ve dünya bayatına aldanan kimseleri bırak..."
ayetinde yer, alan bu tamlamanın bir anlamı vardır.
 
Bu, -en iyisini Allah bilir.- İslâm'ın tüm insanların dini olduğuna ilişkin açıkladığımız konuya bir işarettir. Bu yüzden müşrik de olsa, İslâm'ı oyun ve eğlenceye alan kendi dinini oyun ve eğlenceye almış olur.
 
Müşriklerin kimler olduğunu belirtmeye bu noktada ihtiyaç duyuyoruz. Bunlar, ilahlığın özelliklerinden herhangi birini Allah'a ortak koşan kimselerdir. Bu ister Allah'la birlikte başka birinin ilâhlığına inanmak şeklinde olsun, ister kulluk davranışlarını Allah'la birlikte bir başkasına sunmak şeklinde olsun, ya da Allah'la birlikte bir başkasının egemenliğini ve yasasını kabul etmek anlamında olsun fark etmez. En başta da saydıklarımızdan birini kendisi için iddia ettiği halde müslüman isimleriyle isimlenenler gelmektedir. O halde dinimizin gerçeklerinden kuşku duymamalıyız.
 
4- Zalimlerle -yani müşriklerle- ve dinlerini oyun ve eğlenceye alan kimselerle birlikte bulunmanın sınırı: Bunun, sadece onlara Allah'ın dinini hatırlatmak ve uyarıda bulunmak amacına yönelik olduğundan söz etmiştik. Bunun dışında hiçbir şey söz konusu değildir. Bu da, Allah'ın ayetlerine daldıkları duyulana ya da daha önce anlattığımız veya benzeri bir davranışla Allah'ın dinini oyun ve eğlenceye aldıkları görülene kadardır.
 
Kurtubi, bu ayete ilişkin `el-Camili ahkâm el-Kur'an' adlı kitabında şunları söylemektedir:
 
"Bu ayet, yol gösterici imamların ve onlara uyanların yoldan çıkmış fasıklarla içli dışlı olabileceklerini ve korku nedeniyle görüşlerini doğrulamış gibi davranabileceklerini iddia edenlere Allah tarafından bir reddiyedir..."
 
Bize göre, `öğüt vermek, hatırlatmak ve yoldan çıkmışların bozuk ve sapık görüşlerini düzeltmek amacıyla onlara karışmayı ayet, açıkladığı sınırlar içinde müsaade etmektedir. Ancak, yoldan çıkmışlarla içli dışlı olmak, ortaya koydukları söz ve davranışları takiyye (korku) bahanesiyle sessizce karşılamak sakıncalıdır. Çünkü bu, -görünüşte- batılı kabul edip, hakkın aleyhine şahitlikte bulunmaktır. Burada insanların hak ile batılı birbirine karıştırması söz konusudur. Allah'ın dini ve onu yaşayanların basite alınması anlamı çıkmaktadır. Yasaklama ve ayrılık bu durum için geçerlidir.
 
Aynı şekilde Kurtubi aynı kitabında şunları da rivayet etmektedir: "İbn-i Huveyz Mindad şöyle der: İster mümin, ister kâfir olsun, Allah'ın ayetlerini dillerine dolayanların toplantıları terk edilir ve oradan uzaklaşılır. Yine şöyle der: Arkadaşlarımız, düşman toprağına girmeyi, kiliselerine gitmeyi, onlarla alış veriş yapmayı, kâfir ve bid'at ehlinin toplantılarına katılmayı yasakladılar. (Ömer (Allah ondan razı olsun) Kudüs'te kilisede namaz kılmıştır. Ancak o zaman Kudüs düşman toprağı değildi. Anlaşma ve zimmet ülkesiydi. Çünkü o günkü hristiyanlar anlaşmalı zimmilerdi.) Onların sevgilerine inanmamayı, sözlerini dinlememeyi ve onlarla tartışmaya girmemeyi emrettiler. Ehli bid'attan kimisi, Ebu İmran en-Nehai'ye; `Benden bir kelime dinle' deyince, Ebu imran yüzünü çevirip; `Hayır, yarım kelime bile dinlemeyeceğim' dedi. (Kur'an-ı Kerim'de "Bizi anmaktan kaçman ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenden yüz çevir." ayeti yer almaktadır. Necm suresi, 29) Benzeri bir rivayette Eyyüb es Sahtiyani'den nakledilir. "Fudeyl b.İyad şöyle dedi: Yüce Allah bid'atçıyı sevenin amellerini boşa çıkarır, İslâm'ı kalbinden alıp götürür. Kim kızını bir bid'atçıyla evlendirirse akrabalık bağını koparmış olur. Bid'at taraftarı biriyle oturan bilgiden yoksun kalır. Yüce Allah birinin bid'atçılara öfkelendiğini bilirse, o kişinin affedileceğini umarım. Ebu Abdullah el-Hakim Hz. Aişe'den -Allah ondan razı olsun- şöyle rivayet eder: Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) şöyle buyurdu: "Bir bid'atçıya saygı gösteren, İslâm'ın yıkılmasına yardımcı olmuştur."
 
Bütün bunlar, Allah'ın dininde olduğu halde, Allah'ın dininde olmayan yeni şeyler uyduran kimseler için geçerlidir. Aynı zamanda bütün bunlar hakimiyeti ele geçirmek suretiyle ilâhlığın özelliklerini iddia edenle, onun bu iddiasını onaylayanın işledikleri suçun yanında sözü bile edilemez. Bu, bir bid'atçının Allah'ın dininde olmayan bir şeyi uydurmasından çok, bir kâfirin küfrü ya da bir müşrikin Allah'a ortak koşmasıdır. Ancak ilk kuşak müslümanlar böyle bir durumla karşılaşmamışlardı. İslâm yeryüzüne egemen olduğu günden bu yana, müslüman olduğunu söylediği halde böyle bir iddiada bulunan birine rastlanmamıştı. Allah'ın koruduklarının dışında böyle bir durum, Fransız ihtilâlinden sonra insanların İslâm dairesinden çıkmaya başlamasından sonra söz konusu olabilmişti ancak. Bu nedenle meydana gelen bu duruma uygulanabilecek bir söz, ilk kuşak müslümanlardan işitilmemiştir. Durum, onların sözünü ettiği bu tür hükümlerin düzeyini çoktan aşmıştır.
 
HİDAYET, NAMAZ VE SÛR

İlâhlık gerçeği ve özelliklerine, şirke ve doğru yolu bulduktan sonra tekrar şirke dönmenin iğrençliğine, Allah'ın dininden dönenin geriye dönüş sahnesine, nereye gideceğini bilmeden bir çölde kalışına ve tek yol göstericiliğin yüce Allah'ın yol göstericiliği olduğunun belirtilmesine ilişkin bu mesaj... Evet bu mesaj, emir ve yaratma konusundaki yüce Allah'ın mutlak egemenliğine ve bu egemenliğin ortaya çıkışına ve tekliğine ilişkin yüce, derin ve ruhlara şifa veren bir gürlemeyle son bulmaktadır. "Sura üfürüldüğü", kabirlerde olanların dirildiği ve mülkün tek başına Allah'a ait olduğu ve sonuçta herkesin O'na varacağını kabul etmeyenlerin ikna olduğu gün, inkârcılar ve gerçeği örtbas edenler bile yüce Allah'ın otoritesini açıkça göreceklerdir.


 

71- De ki; "Allah'ı bırakıp bize ne yarar re ne de zarar dokunduramayan putlara mı yalvarırım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra tekrar geriye mi dönelim? Tıpkı arkadaşları tarafından `bize gel' diye doğru yola çağrıldığı halde, şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın bırakılan kimse gibi mi olalım? De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi. "
 
"De ki... Surede tekrarlanan vurgusu güçlü bir kelimedir. Bu işin bütünüyle Allah'a ait olduğu, peygamberin sadece bir uyarıcı ve bir tebliğci olduğu anlamını belirginleştiriyor. Ayrıca bu işin üstünlüğüne, yüceliğine ve dehşet verici oluşuna, peygamberinse, sadece bu görevi yerine getirmek üzere Rabbi tarafından seçilmiş biri olduğuna işaret etmektedir.
 
De ki; "Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar dokunduramayan putlara mı yalvaralım?

 
Onlara söyle ya Muhammed, Allah'dan başkasına dua edişlerini, yardım dileyişlerini, kendilerine bir yarar ya da zarar dokundurmaya güçleri yetmedikleri halde hayatlarının yönlendirilmesini Allah'dan başka kimselere teslim edişlerini açıkça anlat. Yalvardıkları bu şeylerin, put, heykel, taş, ağaç, ruh, melek. şeytan ya da insan olması fark etmez. Bunların hepsi yarar ya da zarar dokundurmak bakımından eşittirler. Yarar ve zarar noktasında son derece zayıftırlar. Çünkü meydana gelen her hareket Allah'ın belirlediği bir kader doğrultusunda meydana gelmektedir. Allah'ın izin vermediği hiçbir şey meydana gelemez. O'nun takdirinden ve olaylara ilişkin hükmünden başkası meydana gelemez.
 
Allah'dan başkasına dua edişlerini, kullukta bulunmalarını, O'ndan başkasından yardım dilemelerini ve boyun eğmelerini kınayarak anlat. Bu uygulamayı ve bu yönelişi kötüle. Bu, ister müşriklerin tanrılarına yönelik kulluklarına katılması halinde kendilerinin de O'nun rabbine yönelik ibadetlerine katılacaklarına ilişkin önerilerini reddetmek için söz konusu edilmiş olsun, ister daha baştan müşriklerin durumlarını kınamak ve Resulullah (Allah'ın selâmı üzerine olsun) ve müminler tarafından uygulanacak kesin ayrılık ve farklılığı açıklamak amacıyla olsun fark etmez. Çünkü gözetilen hedef, her iki durumda da birdir. İyice kökleşmiş kalıntılardan ve toplumun yaygın geleneğinden uzak kalabilmiş insan aklına aydınlık bir ortamda sunulduğunda reddedecektir bu iğrençliği kuşkusuz.
 
Yaptıklarının kötülüğünü somutlaştırmak ve iğrençliğini iyice belirgin hale getirmek için, yüce Allah'ın müslümanları onunla yalnızca kendisine ibadet etmeye, sadece kendisini ilâh edinmeye ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ona boyun eğmeye yönelttiği ilkelerin ışığında, bu inançları gözler önüne serilmektedir:
 
"De ki; Allah'ı bırakıp bize ne yarar ve ne de zarar dokunduramayan putlarını yalvaralım?
 
Bu, topuklar üzerinden geriye dönmektir. Arkaya dönüştür. Hem de ilerleme kaydettikten ve yüceldikten sonra...
 
Ardından şu belirgin, hareketli, duygulandırıcı ve etkin sahne yer almaktadır:
 
Tıpkı arkadaşları tarafından "bize gel" diye doğru yola çağrıldığı halde şeytanlar tarafından ayartılıp çöl ortasında şaşkın bırakılan kimse gibi mi olalım?
 
Tevhide inandıktan sonra Allah'a ortak koşmaya başlayan, kalbini bir tek ilaha kulluk yapmakla kullardan oluşan sayısız tanrılara kulluk yapmak arasında parçalayan kimsenin sapıklığını, şaşkınlığını anlatan hareketli ve gerçekleri olduğu gibi gözler önüne getiren bir sahnedir bu. Bu kişinin duyguları hidayetle sapıklık arasında bölünmüş durumdadır. Bu yüzden uçsuz bucaksız boşluğa yuvarlanıp gidiyor. İşte bu, "Yeryüzünde şeytanların aldattığı" yoldan çıkmış bu zavallı yaratığın sahnesidir. `İstehve' kelimesi bizzat taşıdığı anlamı tasvir etmektedir. Keşke bir tarafa yönelişinde de buna uymuş olsaydı. Sapıklık yolunda bile olsa bir tek hedef gözeten kişilerinki gibi bir yönelişi olabilseydi. Ancak öte tarafta doğru yolda bulunan arkadaşları yer almaktadır. Onu doğru yola çağırmakta, `bize gel' diye seslenmektedirler. O ise, bu çağrı ile aldatma arasında şaşkın bir durumdadır. Nereye yöneleceğini bilmiyor. İki gruptan hangisine uyacağını kestiremiyor.
 
Somutlaştırılan, hareket ettirilen psikolojik bir azaptır bu. İfade içinde bile nerdeyse duyumsanacak ya da dokunulabilecek kadar belirgindir.
 
Bu ayeti her okuduğumda, bu sahneyi ve içerdiği şaşkınlık, kararsızlık ve bir yerde duramama azabını düşünürdüm. Fakat sadece düşünürdüm. Ta ki, içinde bu konumun somutlaştığı ve bu azabın belirginleştiği gerçek durumları görene kadar. Allah'ın dinini tanıyıp tadına vardıktan sonra -bu tanımanın ve tatmanın düzeyi ne olursa olsun- dinden dönüp sahte tanrılara kul olan insanların korku ve ihtirasın baskısı altındaki durumlarını görüp böylesine acı bir felâketi yaşadıklarını anlayınca, bu durumun neyi ifade ettiğini ve bu ibarenin ne anlama geldiğini anlamış oldum.
 
Bu, canlı, olayları somutlaştıran, hareketli ve duygulandırıcı sahnenin gölgesi, gönülleri bu yok edici sonucun korkusuyla doldururken, kalıcı ve doğru yönelişe ilişkin kesin bir açıklama yer almaktadır:
 
De ki; "Doğru kılavuzluk Allah'ın kılavuzluğudur, bize alemlerin Rabbine teslim olmamız emredildi."
 
Kuşkusuz bu, uygun psikolojik koşullarda yer alan kesin ve net bir açıklamadır. Çünkü, sakin ve azgın bir portresi çizilen gönül ve bir türlü dinmeyen bu şaşkınlığın verdiği acı azap bu kesin açıklamayı rahatlık ve teslimiyetle kabullenmeye en yakın ortamdır...
 
Sonra bu kesin açıklamada bir gerçek yer almaktadır:
 
De ki; "Doğru kılavuzluk, Allah'ın kılavuzluğudur.
 
Doğru kılavuzluk sadece odur. Nitekim cümlenin açıklayıcı yapısı da bunu ifade etmektedir. Bu yüzden de ondan kuşku duyulmaz.
 
Kuşkusuz insanlık, bu yoldan ayrıldığı ya da bir kısmından saptığı, kendi düşünce ve sözlerinden, sistem ve kurumlarından, şeriat ve kanunlarından, değer ve ölçülerinden herhangi bir şeyi, bir `bilgi'ye ya da `kılavuza' yahut `aydınlatıcı bir kitaba' dayanmaksızın onun ilkelerinden birinin yerine koyduğu zaman ıssız çöllerde kaybolup gider.
 
Yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmede ve bu hayatı daha da ileri götürmede yararlanması için Allah tarafından insanoğluna, evrenin bazı kanunlarını bilme ve bazı enerji ve güç kaynaklarını ortaya çıkarma gücü bahşedilmiştir. Ancak yine bu insana, evrende yer alan mutlak gerçekleri derinliğine algılama ve aralarında kendi aklı ve ruhunun bilinmezliği hatta bedeninin görevi, bu görevin ötesinde kendisini bu şekilde, bu düzenlilik ve yönelişle çalışmaya yönelten nedenlere ilişkin bilinmezlik de olmak üzere her taraftan kendisini saran gaybın sırlarını kavrama yeteneği bahşedilmemiştir.
 
İşte bu yüzden `insanoğlu', kendi varlığı ve hayatına özgü inanç, ahlâk, ölçü, değer, sitem ve kurum, bu varlığa hükmedip pratik hayatını düzenleyen şeriat ve kanun noktasında her zaman yüce Allah'ın yol göstericiliğine muhtaçtır.
 
İnsan ne zaman Allah'ın hidayetine yönelmişse doğru yolu bulmuştur. Çünkü gerçek yol göstericilik Allah'ın yol göstericiliğidir. Ne zaman da bütünüyle uzaklaşır veya kimi noktalarda yoldan çıkarsa, kendi kendine uydurduğu bazı şeyleri onun yerine geçirmeye kalkışırsa sapıtır. Çünkü Allah'ın yol göstericiliğinden kaynaklanmayan bir şey sapıklıktır. Üçüncü bir şık söz konusu değildir. Zaten "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?"
 
İnsanlık bu sapmanın acısını çok çekmiştir, şu anda top yekûn çekmektedir de. Bu durum, Allah'ın hidayetinden uzaklaşıldığı zamanlarda insanlığın karşılaştığı bir tarihsel zorunluluktur. Tek ve tartışmasız `tarihsel zorunluluk' budur. Çünkü bu, Allah'ın buyruğudur, O'nun haber verdiği bir gerçektir. Yoksa bu, insanlığın Allah'ın yol göstericiliğinden uzaklaşmasından kaynaklanan mutsuzluğunun sürmesini isteyenlerin iddia ettikleri doğmalara benzemez. Bir insanın bu mutsuzluğu araştırmasına bile gerek yoktur. Yeryüzünün her tarafında gözle görülür, elle tutulur şekilde etrafını sarmıştır bu mutsuzluk. Her yerde aklı başında olan insanlar bu mutsuzluktan feryad etmektedir...
 
Bu yüzden ayetin akışı içinde aniden, tek başına Allah'a teslim olmanın, sadece ona kulluk yapmanın, ondan korkup sakınmanın zorunluluğu belirtilmektedir.
 
 
72- Ayrıca bize namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz " diye emredildi. Huzurunda toplanacağınız O'dur.
Söyle ey Muhammed, tek hidayetin Allah'ın hidayeti olduğunu bildir. Bu yüzden, `alemlerin Rabbine teslim olmakla emr olunduk' de. Çünkü tüm alemlerin teslim olduğu merci O'dur. Zaten alemlerin tümü O'na teslim olmuş durumdadır. O halde, bunca alem arasında göklerde ve yerlerde bulunan bütün alemlerin teslim olduğu evrensel rububiyete teslim olmaktan kaçınmakla insan tek başına ne yapabilir ki?
 
Burada alemler üzerindeki Rabblığın ifade edilmesi yerinde olmuştur. Çünkü bu, kabul etmekten başka seçenek bulunmayan bir gerçeği açıklamaktadır. Bu gerçek, içindeki görülen ve görülmeyen alemlerle tüm varlığın yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasalara teslim olduğudur. Kesinlikle bu yasaların dışına çıkamaz. İnsan da -organik oluşumu açısından- isteğinin dışında, bu evrensel yasalara teslim olmuş durumdadır. Bunların dışına çıkması mümkün değildir. Geriye, denenmesi için kendi isteğine bırakılan açıdan da, teslim olmasından başka bir şey kalmıyor. Bu nokta onun seçimine bağlıdır. Doğru yolu ya da sapıklığı seçmesine bağlıdır. Şayet organik yapısı gibi bu açıdan da Allah'ın koyduğu yasalara teslim olursa, yaşayışı doğrulur, varlığı ve davranışları, bedeni ve ruhu, dünyası ve ahireti bir ahenk oluşturur.
 
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ve onunla birlikte müslümanların teslim olmakla emr olundukları, bunun için de teslim olduklarını duyurmalarında, zaman içinde yüce Allah'ın kalbini evrensel yasaları algılamaya ve anında karşılık vermeye açtığı kimselerin yararlanacağı çok etkin ilhamlar yatmaktadır.
 
Alemlerin Rabbine teslim oluşun duyurulmasından sonra kulluğa ve bilince ilişkin yükümlükler yer almaktadır.
 
"Namazı kılınız ve Allah'dan korkunuz."
 
Alemlerinin Rabbinin rububiyetine, otoritesine, terbiye ve hükümranlığına teslim olmak esastır. İbadetler ve sembolik kulluk davranışları bundan sonra gelir. Ardından ruh terbiyesi yer alır. Bütün bunların teslimiyet esasına dayanması için... Üzerine bina kurulması için, bu temel sağlam olmadığı sürece tüm bunların yerine getirilmesi mümkün değildir.
 
Bölümün son mesajında, ayetlerin akışı akidenin temel esaslarından etkileyici bir gerçeği barındırmaktadır. Haşir (ahirette hesap vermek üzere toplanma), yaradılış, egemenlik, görüleni ve görülmeyeni bilme, hikmet ve her şeyden haberdarlık gerçekleri gibi. Bütün bunlar ilâhlığın başta gelen özellikleridir. Zaten surenin ana konusunu da bu oluşturmaktadır:
 
 
73- Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur. Her şey ' `Ol " dediği gün oluverir. Sözü gerçektir. Sur'a üflendiği gün, egemenlik O'nun tekelindedir. O gizli-açık her şeyi bilir, O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır.
 
"Varıp huzurunda toplanacağınız O'dur."
 
Kuşkusuz alemlerin Rabbine teslim olmak hem zorunlu, hem de gereklidir. Çünkü yaratıklar O'nun huzurunda toplanacaktır. O halde meydana gelmesi kesin olan toplanma gününde kendilerini kurtaracak şeye yönelmeleri, önünde sorumlu olarak dikilmeden önce, bugün tüm alemlerin teslim olduğu zata teslim olmaları daha iyidir. Böylece bu gerçeği (Allah'ın huzurunda toplanma gerçeğini) düşünmek, daha baştan teslim olmak duygusunu uyandırıyor. Nasıl olsa sonuçta teslim olmaktan kaçınmanın imkânı yoktur.
 
"Gökleri ve yeri gerçeğe dayalı olarak yaratan O'dur."
 
Bu da başka etkenleri barındıran diğer bir gerçektir. Buna göre kendisine teslim olmakla emr olundukları yüce Allah, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Yaratan, yarattığına sahip olan, egemen olan, hükmeden ve dilediği gibi tasarrufta bulunandır. O, gökleri ve yeri "hakk'a göre yaratmıştır. Bu yaratılışın dayanağı haktır. Bu ayet, felsefenin, özellikle de Eflatunculuk ve idealizmin evren hakkında söyledikleri "algılanan bu alem, aslında bir kuruntudan ibaretti ve gerçek bir varlığı söz konusu değildi" gibi saçma fikirlerini çürütüp bu tür düşünceleri düzelttiği gibi, evrenin yapısında ve hareketlerinde aslolanın `hak" olduğunu da bildirmektedir. İnsanların sığındıkları gerçek, varlığın fıtratında ve tabiatında gizli gerçeğe dayanmaktadır. Böylece ürpertici bir güç haline gelmektedir. Evrenin yapısında uzantısı bulunmayan batılın buna karşı koyması artık mümkün değildir. Batıl, yerden koparılmış, köksüz kötü bir ağaç gibidir. Köpük gibi atılır gider. Çünkü hak gibi evrenin yapısında bir temele dayanmamaktadır. Kuşkusuz bu, son derece önemli bir gerçektir, etkin olduğu kadar derindir de.
 
Bir müminin (kişisel olarak kendi sınırları içinde) sahip olduğu hakkın varlık aleminin yapısındaki büyük gerçeğe bağlı olduğunu düşünmesi, (nitekim bir ayette şöyle denmektedir: "Bu, Allah'ın hak olmasındandır." (Lokman Suresi: 30) Aynı zamanda varlık alemindeki gerçeğini de yüce Allah'ın zatındaki gerçeğe bağlı olduğunun bilincinde olması. Evet, bu gerçeği, bu ürpertici şekliyle kavrayan bir mümin, ne kadar büyüklenirse büyüklensin, ne kadar şişinirse şişinsin, istediği kadar azgınlaşsın, zorbalaşsın, istediği kadar işkence yapabilsin yine de batılı, varlık içinde sonradan beliren bir kabarcıktan öte bir şey olarak görmez. Ne bir kök ne de uzantısı söz konusudur. Pek yakında sönüp gidecektir. Bu, varlık içinde hiç olmamış gibi yok olacaktır.
 
Nitekim mümin olmayanların duyguları da bu gerçeği düşünmekten ürperiyor. Teslim olup tevbe ediyorlar.
 
Her şey "Ol" dediği gün oluverir."
 
İşte bu, her şeye gücü yeten otoritedir. Dilediği gibi yaratan, yoktan var eden, istediğini ortadan kaldırıp yerine başkasını getiren, dilediği gibi değişiklik yapan serbest iradedir. Bu gerçeğin burada sunulması, mümin gönüllerde inanç yapısının oturtulması operasyonunun bir parçası olmakla beraber, her şeyi hakk'a göre yaratan, birşeye `Ol' dediğinde hemen `oluveren' alemlerin Rabbine teslim olmaya çağırılanların gönüllerinde de duygulandırıcı etkiler bırakmaktadır.
 
"Sözü gerçektir."
 
İster her şeyi onunla yarattığı `Ol, der o da olu verir' sözü olsun, ya da sadece kendisine teslim olunmayı emrettiği sözü olsun veya kendisine teslim olduklarında insanlar için kanun koyduğu sözü olsun yahut geçmişten, şimdiki zamandan, gelecekten, yaratmadan, yoktan var etmeden, huzurunda toplanılacağı günden ve o gün gerçekleşecek cezadan haber veren sözü olsun fark etmez.
 
Bütün bu saydıklarımıza ilişkin sözleri gerçektir. O halde ne yarar ne de zarar dokundurmaya güçleri yetmeyen yaratıkları O'na ortak koşanlar ve nereden gelirse gelsin O'ndan başkasının sözüne, varlığına ilişkin yorumuna, hayat için koyduğu yasalara uyanların sadece O'na teslim olmaları çok daha iyidir.
 
Sur'a üflendiği gün egemenlik O'nun tekelindedir.
 
Bu günde, toplanma gününde.. Sur'a üfleneceği günde... Bu günde insanların mahiyetini bilmediği bir şekilde diriliş ve meydana gelme olayları gerçekleşecektir. Bunlar, yüce Allah'ın kendine özgü kıldığı `gayb'ın kapsamına girmektedirler. Sur'un kendisi de mahiyeti, hakikatı ve ölülerin karşılık vermesi açısından `gayb'ın sınırları içine girmektedir. Tercih edilen rivayetler bu konuda şöyle diyorlar: Bu, bir melek tarafından üflenen nurdan bir borudur. Kabirlerde olan herkes işitir ve dirilmeye başlar. Bu, ikinci üflemedir. Birincide ise, yüce Allah'ın dilediklerinin dışında göklerde ve yerde bulunan her şey yok olur. Nitekim Zümer suresinde yer alan bir ayette şöyle denmektedir: "Sur'a üflenince, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ve yerde bulunanların hepsi düşüp ölür. Sonra sur'a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışıp dururlar." (Sümer Suresi: 68)
 
Sur'a ilişkin bu nitelendirmeler ve üflemenin etleri hakkındaki haberlerden kesinlikle anlıyoruz ki, bu, insanların şu yeryüzünde ellerinde bulundurdukları ve düşündükleri şeylerden tamamen farklı bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden o da Allah'a özgü `gayb'ın kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın niteliklerinden ve etkilerinden bildirdiği kadarıyla bilebiliriz. Bu miktarı aşmamız söz konusu değildir. Bunun dışında söylenenlerin güvenirliği ve kesinliği söz konusu değildir ve artık söylenenler zandan öteye geçmez.
 
İşte içinde sur'a üfleneceği böyle bir günde -inkârcılar bile- açıkça gerçekleri göremeyen körler dahi son derece belirgin bir şekilde hükümranlığın tek başına Allah'a ait olduğunu, O'nun otoritesinden başka bir otoritenin, O'nun iradesinden başka bir iradenin söz konusu olmadığını göreceklerdir. O halde, dünyadayken kendi istekleriyle O'na teslim olmaktan kaçınanlar, Sur'a üflendiği günde mutlak otoritesine teslim olmak zorunda kalmadan önce, daha bu dünyadayken teslim olmaları çok daha yerinde bir davranış olur.
 
`O gizli-açık her şeyi bilir.'
 
Şu görülen evreni bildiği gibi perde gerisindeki gayb gerçeğini bilen, kulların hiçbir gizli işinden habersiz olmayan, hiçbir durumlarını gözden kaçırmayan yüce Allah'a teslim olmaları, O'na kul olup sakınmaları daha iyidir. Bizzat bu gerçek işte böyle hatırlatılıyor. Allah'a teslim olmayı kabul etmeyen yalanlayanlara karşı duygulandırıcı bir etken olarak sunuluyor.
 
"O hikmet sahibidir ve her şeyden haberdardır."
 
Yarattığı evrenin, dünya ve ahirette sahip olduğu kulların işlerini bir hikmete, bir bilgiye göre yönlendirir. O halde, O'nun direktiflerine ve şeriatına teslim olmaları, hikmetinin ve bilgisinin etkileriyle mutlu olmaları, yalnızca O'nun yol göstericiliğine yönelmeleri, ıssız çöllerden ve şaşkınlıktan kurtulup, hikmet ve bilginin gölgesine, hidayet ve basiretin himayesine sığınmaları daha yararlı olacaktır.
 
İşte bu gerçek, akıllara ve gönüllere ilhamlar akıtan etkenleri bu şekilde içermektedir...
 
HZ. NUH'DAN HZ. MUHAMMED (S.A.V)'E TEVHİD DAVASI
 
Bu ders uzunluğuyla beraber tek bir parçadan oluşmakta ve birbirine bağlı birkaç bölümden oluşan tek konuyu işlemektedir. Surenin ele aldığı başlıca konuya değinmektedir. Bu da, inanç binasını, ilâhlık ve kulluğun gerçek mahiyetlerini ve ikisinin arasındaki ilişkinin mahiyetini kapsamlı bir bilgiye dayandırmaktan ibaretti. Ancak konu, bu sefer surenin başından beri takip edilen üslûbun dışında bir üslûpla ele alınmaktadır. Konu işlenirken, hikâye tarzı bir anlatıma başvurulmakta, ardından bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bunun yanında surede de yoğun bir şekilde yer alan duygulandırıcı etkenlere de başvurulmaktadır. Bunlar arasında tüm çizgileri eksiksiz bir şekilde sunulan sahne yer almaktadır. Bütün bunlar, surenin önsözünde sözünü ettiğimiz peş peşe gelen uzun ve düzenli solukta işlenmektedir
 
Bir bütün olarak ders, Hz. Nuh'dan başlayıp, Peygamberimiz (s.a.v)'e kadar süren iman kafilesini sunmaktadır. Kafilenin başında da Allah'ın salih kullarından bir kul olan Hz. İbrahim (Allah'ın selâmı üzerine olsun) fıtratında belirdiği şekilde ilâhlık gerçeği sunulmaktadır. Böylece, çevresindeki cahiliye sapmaları ve düşünceleriyle çarpışırken, bir yandan da gerçek ilâhını araştıran ve onu kendi içinde bulan bozulmamış fıtratın gerçek olduğu kadar, insanı ürperten bir tablosu çizilmektedir. Fıtratın derinliklerinde beliren şekliyle gerçek ilâhına ilişkin doğru bir düşünceye kavuşmaktadır. Bu düşünce, gözle görülen ve algılanan kanıtlardan çok daha güçlü ve daha kalıcı olan iç dünyasının derinliklerinde yer alan kanıtlara dayanmaktadır. Ayetlerin akışı, gerçek Rabbine yönelişinden ve ona ilişkin gönlünde hissettiği kanıtla tatmin oluşundan sonra İbrahim Peygamberin (selâm üzerine olsun) durumunu söz konusu etmektedir:
 
-Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara de ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"
 
"Sizler Allah'ın hakkında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
 
Sonra ayetlerin akışı, asırlar boyu gelmiş geçmiş peygamberlerden oluşan şerefli kafilenin önderlik ettiği iman kervanıyla birlikte yoluna devam ediyor. Böylece, Allah'a ortak koşanların şirki, Rabblerinden gelen mesajı yalanlayanların yalanı ciddiyetten uzak bir saçmalık olarak beliriyor. Birbirinden kopmadan yoluna devam eden kervanın yanında darmadağın bir durum sergiliyor. Bu kervanın başı ile sonu birbiri ile bütünleşmiş ve tek bir ümmeti oluşturmuştur. Öncekilerin uyduğu yol göstericiliğe sonrakiler de uyuyor. Hem de zaman ve mekân farkını dikkate almadan, ırk ve ulus farklılığını ölçü edinmeden, soy ve renk ayırımına itibar etmeden... Çünkü, onları birbirine bağlayan ip, şu şerefli kafilenin taşıdığı biricik dindir.
 
Bu ulu kervanın sunulmasından sonra, yüce Allah'ın seçkin Peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) yönelik sözlerinde olağanüstü bir sahne de ortaya çıkmaktadır.
 
-İşte bu Allah'ın doğru yoludur, dilediği kullarını ona iletir. Eğer onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yapmış oldukları bütün iyilikler boşa giderdi.
 
-Bunlar kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şu adamlar bunları inkâr ederlerse onlara, kendilerini inkâr etmeyen başka bir topluluğun desteğini sağlarız.
 
-İşte onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların yolunu izle ve de ki; "Ben bu Kur'an'a karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, O bütün alemlere yönelik bir hatırlatmadan başka bir şey değildir."
 
Bu ulu kervan sunulduktan sonra, yüce Allah'ın bir peygamber göndermediğini ve herhangi bir insana hiçbir zaman kitap indirmediğini ileri sürenlere yönelik bir kınama yer almaktadır. Bunlar Allah'ı gereği gibi değerlendirememişler. Gerçekten de `yüce Allah'ın insanları, nefisleri, akılları ve ondan kaynaklanan arzuları, ihtirasları, zaaf ve kusurlarıyla baş başa bıraktığını söyleyebilen biri, Allah'ı gereği gibi tanıyamamış demektir. Böyle bir durum yüce Allah'ın ilâhlığına, Rabblığına, ilim ve hikmetine, adalet ve rahmetine yakışmaz. Yüce Allah'ın rahmeti, ilmi ve adaleti kullarına peygamber göndermeyi, peygamberlerinden kimisine kitap indirmeyi, böylece insanları yaratıcılarının yoluna yöneltmeye çalışmalarını, fıtratlarının üzerine çöken, hakka açılan pencerelerini tıkayan, içindeki alıcı ve verici aygıtlarını işlemez hale getiren tozlardan arındırmaya çalışmalarını gerektirmiştir. Bu arada Musa'ya (Allah'ın selâmı üzerine olsun) indirilen kitapla birlikte kendisinden önce gelmiş tüm kitapları doğrulayan şu kitap örnek verilmektedir.
 
Birbirine bağlı bölümlerden oluşan bu uzun ders, Allah'a iftira edenlerin davranışının, Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini ileri sürenlerin iddiasının ve Allah'ın indirdiği kitaba benzer bir kitap indirebileceğini söyleyenlerin, bu davranışlarının iğrençliğini gözler önüne sermekle son bulmaktadır. Bu tür iddiaları, İslâm çağrısıyla karşı karşıya kalanların kimisi ileri sürmüştü. Bazısı vahiy aldığını, bazısı da peygamber olduğunu iddia etmişti.
 
En sonunda müşriklere ilişkin insanın içini karartan bir sahne yer almaktadır.
 
Zalimleri ölümün pençesinde çırpınırken ve melekler ellerini uzatıp "Haydi verin canınızı, Allah hakkında söylemiş olduğunuz asılsız, yakışıksız sözlerden ve O'nun ayetlerine karşı kibirlenmelerinizden dolayı bugün onur kırıcı bir azaba çarptırılacaksınız" derlerken görmelisin!
 
Tıpkı ilk yarattığımızda olduğu gibi bize yine yalnız başınıza geldiniz, size vermiş olduğumuz her şeyi arkanızda bıraktınız, üzerinizde etkili ortaklarımız olduklarını sandığınız aracılarınızı yanınızda görmüyoruz, aranızdaki bütün bağlar kopuverdi, ortağımız sandığınız ilâhlar sizden uzaklaşıp kayıplara karıştı.
 
Bu, son derece sıkıntı verici, iç karartıcı ve korkunç bir sahnedir. Allah'a karşı büyüklenmenin, mesajından yüz çevirmenin, iftira edip yalanlamanın cezası olarak küçümseme, ayıplama ve azarlama öne çıkmaktadır sahnede.

TEVHİD VE İNSAN FITRATI
 
74- Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum.
 
75- Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.
 
76- Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem " dedi.
 
77- Arkasından ayı doğarken görünce "Rabbim budur dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum " dedi.
 
78- Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım. "
 
79- Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
 
Kur'an akışının bu ayetlerde gözler önüne getirdiği sahne, gözleri kamaştıran olağanüstü bir sahnedir. İlk aşamada, putlara ilişkin cahiliye düşüncelerini reddeden ve onlardan tiksinen fıtratın sahnesidir bu. Üzerindeki bu hurafeleri silkeleyince içten gelen coşkun bir istekle vicdanında bulduğu gerçek ilâhını arıyor. Bu düşünce henüz anlayışında ve belleğinde açıklığa kavuşmamıştır. Gizli bir coşkuyla parlayan her şeyle ilgi kurup bunun ilâhı olabileceğini düşünüyor. Fakat iyice araştırdıktan sonra bunların gelip geçici şeyler olduğunu anlıyor. Çünkü içinde gizli ilahlık gerçekliğini ve uluhiyet sıfatlarıyla bir benzerliklerini görememiştir. Sonra bu fıtrat içinde parlayan ve iyice belirginleşen bir gerçeğin farkına varıyor. Büyük bir sevinçle ve bu gerçeğin coşkusuyla dolup taşıyor. Daha önce kendi kavrama yeteneğiyle belirlediği, içindeki gerçeğe uygun gerçeğe ulaşmanın büyük coşkunluğuyla duyuruyor inancını. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) gönlünde belirginleşen bu sahne, olağanüstü ve göz kamaştırıcı bir sahnedir. Kur'an'ın akışı bu büyük deneyimi şu kısacık ayetlerde ifade edip geçiyor. Bu, fıtratın hak ve batıl karşısındaki tutumunun hikâyesidir. Müminin ilân ettiği ve bu konuda hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmediği inancın hikâyesidir. Bu konuda babaya, aileye, aşirete ve ulusa hoş görünmek gibi bir endişesi yoktur. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına ve kavmine karşı takındığı şu katı, kesin ve net tutum gibi.
 
Hani İbrahim, babası Azer'e dedi ki; "Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
 
Bu, İbrahim'in diliyle konuşan fıtratın kendisidir. Çünkü İbrahim henüz idrakiyle, kavrama yeteneğiyle ilâhını bulmamıştı. Ancak onun bozulmamış fıtratı daha baştan kavminin kullukta bulunduğu putların ilâh olabileceklerini reddetmişti. -Irak Keldanileri olan İbrahim'in kavmi, putlara kullukta bulundukları gibi gezegenlere, yıldızlara da taparlardı.- Çünkü kullukta bulunan, zorluk ve rahatlıkta kulların kendisine yöneldiği, insanları ve tüm canlıları yaratan ilahın... Evet İbrahim'in fıtratına göre bu ilahın taştan bir heykel ya da ağaçtan bir put olması mümkün değildi. Madem ki yaratan, yarattıklarının rızkını veren, her şeyi işiten ve karşılık veren bu heykeller değildir,-ki durumları da bunun açıkça göstermektedir.- O halde, kullukta bulunulmayı hak etmemişlerdir ve gerçek ilâh ile kulları arasında aracı şeklinde de olsa ilâh edinilemezler.
 
O halde daha ilk karşılaşmada İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratının hissettiği açık bir sapıklıktır bu. Ayrıca bu, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtratın eksiksiz bir örneğidir. Sonra bu, açık bir sapıklıkla yüzyüze geldiğinde onu reddedip tiksinen, sorun inancı ilgilendirince de gerçek sözü açıklayıp duyuran mükemmel fıtrata da bir örnek oluşturmaktadır.
 
"Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Ben gerçekten gerek senin ve gerekse kavminin açık bir sapıklık içinde olduğunuzu görüyorum."
 
Bunlar, İbrahim'in (selâm üzerine olsun) babasına söylediği sözler. Oysa İbrahim son derece yufka yürekli, halim, güzel ahlâklı, hoşgörülü ve yumuşak biridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu nitelikleri sıralanmaktadır. Ancak burada inanç söz konusudur. İnanç da babalık ve oğulluk bağlarının çok çok üstündedir. Yumuşaklık ve hoşgörü duygularının ötesinde bir olaydır. İbrahim de, yüce Allah'ın, soyundan müslümanların uymasını emrettiği bir önderdir. Hikâyenin burada anlatılması da insanlar için bir örnek, bir numune olması amacına yöneliktir.
 
Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) fıtratının arılığı ve gerçeği aramadaki içtenliği nedeniyle yüce Allah'ın kendisi için evrende gizli sırları ve varlık aleminde doğru yolu gösteren kanıtları ortaya çıkarmasını hakediyor.
 
Biz İbrahim'e göklerin ve yerin görkemli egemenlik mekanizmasını böylece gösteriyorduk ki, o kesin inançlılardan olsun.
 
Şu bozulmamış fıtrat ve açık basiret gibi, hakka karşı böylesine bir içtenlik ve bu derece şiddetle batıldan tiksinme üzerine İbrahim'e bu mülkün, göklerin ve yerin mülkünün gerçek mahiyetini gösterdik. Evrenin planında gizli sırlardan haberdar kıldık. Varlık sayfalarına serpiştirilmiş işaretleri ortaya çıkardık. O'nun kalbi ve fıtratı ile şu olağanüstü evrende yer alan imana yönelik mesajlarla doğru yolu gösteren kanıtları birbirine bağladık. Böylece O'nu, sahte tanrılara kulluk yapmayı reddetme aşamasından gerçek ilahı benimseme aşamasına yükselttik.
 
İşte fıtratın derin ve yalın yöntemi budur. Bu, birikintilerin yozlaştıramadığı bilinçtir. Evrendeki yüce Allah'ın harikulade sanatını düşünen basirettir bu. Görülen alemleri, içlerindeki sırları dile getirene kadar derinliğine incelemektir. Bu, O'nun uğruna çaba sarfetmenin mükâfatı olarak yüce Allah'ın doğru yolunu göstermesidir.
 
İşte İbrahim (selâm üzerine olsun) bu şekilde yoluna devam edip Allah'ı bulmuştur. Daha önce fıtratında ve vicdanında bulduktan sonra düşünce ve bilincinde de bulmuştur. Düşünce ve bilincinde bulduğu ilâhlık gerçeği fıtrat ve vicdanda yer eden gerçekle bir uyum arzetmiştir.
 
O halde İbrahim'in (selâm üzerine olsun) bozulmamış fıtratıyla zorlu bir yolculuğa çıkalım. Kuşkusuz bu, son derece korkulu bir yolculuktur, ilk başta rahat ve kolay görünse de. Fıtrî iman noktasından bilinçli iman noktasına uzanan bir yolculuktur bu. Bu, birtakım farzların ve hükümlerin yükümlülüğü gerektiren imandır. Bu noktada yüce Allah, halk kitlelerini sadece akılları ile başbaşa bırakmamıştır. Peygamberlerin getirdiği mesajlarla açıklama yönüne gitmiştir. İnsan fıtratını veya insan aklını değil de, peygamberliği insanlar için bir gerekçe kılmıştır. Hesaba çekilmenin ve cezalandırılmanın nedeni budur. Bu, yüce Allah'ın adaletinin, rahmetinin, insanlardan haberdar olmasının, onları bilmesinin gereğidir.
 
İbrahim'e gelince, o, İbrahim'dir. Rahmanın dostu, müslümanların babasıdır.
 
-Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi. Fakat yıldız batınca "Batanları sevmem" dedi.
 
Bu, İbrahim'in ruhunun bir portresidir. Babasının ve kavminin kullukta bulunduğu putlara karşı içinde bir kuşku hatta, kesin bir karşı çıkış belirmişti. İnanç sorunu fikrini meşgul etmiş, tüm dünyasını doldurmuştu. "Üzerine gece basınca" deyimi bu tabloyu daha bir somutlaştırmaktadır. Sanki gece sadece onu bürümektedir. Ve sanki onu çevresindeki insanlardan koparmaktadır. Ta ki, kendi ruhu, duyguları, düşünceleri, fikrini uğraştıran, hafızasını dolduran yeni ilgisiyle başbaşa kalabilsin...
 
Gece karanlık basınca bir yıldız gördü ve "Rabbim budur" dedi.
 
Daha önce de belirttiğimiz gibi İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi yıldızlara ve gezegenlere kullukta bulunurlardı. Bir bilinç ya da kavrama söz konusu olmaksızın, fıtratında bulduğu gerçek ilâhının bu putlardan bir put olmasını imkânsız görünce, kavminin kulluk yaparak yöneldiği bir şeyde gerçek ilâhını bulabileceğini düşünmüştü.
 
Ulusunun gezegenlere, yıldızlara kulluk yaparak yöneldiklerini ilk görmesi değildi bu. Yıldızları da ilk defa görüyor değildi. Ancak -o gece- yıldız, daha önce konuşmadığı bir dille konuşuyordu, fikrini meşgul eden, dünyasını dolduran problemin uyandırdığı duygulara benzer işaretler getiriyordu hatırına.
 
"Rabbim budur" dedi.
 
Çünkü yıldız, parlaklığı, çekiciliği ve yüksekliğiyle putlardan daha çok Rabb olmaya yakındır. Ama hayır... Yıldız O'nun zannını yalanlıyor.
 
"Fakat yıldız batınca, `Batanları sevmem' dedi."
 
Yıldız kayboluyor. Yaratıklara görünmez oluyor. O halde kim onları gözetecek, işlerini kim düzene koyacak, Rabb kaybolduktan sonra? Yok, bu Rabb olamaz. Çünkü Rabb kaybolamaz.
 
İşte fıtratın yakın ve yalın mantığı budur. Mantıksal önermelere, diyalektik varsayımlara danışmaz, rahatça, net ve doğrudan doğruya hareket eder. Çünkü insanlığın varlığı içten ve kesin bir şekilde bunu dile getirmektedir.
 
"Batanları sevmem"...
 
Fıtrat ile ilâhın arasındaki bağ, sevgi bağıdır. Aradaki ilişki, kalp ilişkisidir. Bu nedenle İbrahim'in (selâm üzerine olsun) fıtratı, batanları sevmiyor, onlardan ilâh edinmiyor. Çünkü fıtratın sevdiği ilâh, kaybolmaz, batmaz...
 
-Arkasından ayı doğarken görünce, "Rabbim budur" dedi. Fakat o da batınca "Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
 
Deneme bir daha tekrarlanıyor. Sanki İbrahim, daha önce hiç ayı görmemişti, ailesinin ve kavminin aya ibadet ettiğini bilmiyordu. Bu gece onun nazarında ay, yeni gördüğü bir şeydir.
 
"Rabbim budur" dedi.
 
Varlık alemine akıttığı aydınlığı, sevimli ışığıyla gökte belirginleşmesiyle... Fakat kayboluyor... Oysa Rabb -İbrahim'in fıtratı ve kalbiyle bildiği gibi- kaybolmaz, batmaz...
 
Bu noktada İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında ve fıtratında bulduğu gerçek ilahının yardımına muhtaç olduğunu anlıyor. Sevdiği ve fakat henüz idrakinde ve bilincinde bulmadığı Rabbinin... Şayet Rabbi ona doğru yolunu göstermeyecek olursa, O'na elini uzatmayacak olursa ve yolunu göstermeyecek olursa, sapıtıp yolunu yitireceğini anlıyor.
 
"Eğer Rabbim beni doğru yola iletmeseydi, kuşkusuz sapıklardan biri olurdum" dedi.
 
-Daha sonra güneşi doğarken görünce "Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. Fakat o da batınca "Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım."
 
-Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
 
Bu, gözle görülen cisimlerin en büyüğü, ışık ve sıcaklık bakımından en zorlusuyla geçirilen üçüncü bir denemedir. Güneş... Güneş her gün doğar ve batar.. Ancak bugün İbrahim'in gözüne yeni yaratılmış gibi görünmektedir. Çünkü İbrahim (selâm üzerine olsun) bugün eşyaya, ilâhından haberdar olan, ona güvenen, onunla tatmin olan, uzun bir şaşkınlık, kararsızlık ve çabadan sonra kalıcı bir temele varan benliğiyle bakmaktadır.
 
"Rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi.
 
Ancak o da kayboluyor.
 
İşte bu noktada arzu gerçekleşiyor, kıvılcım alevleniyor. Bozulmamış dosdoğru fıtrat ile gerçek Allah'ı arasında buluşma meydana geliyor. Gönül nurla dolup taşıyor, görülen evreni, insan aklını ve bilincini kaplıyor. Burada İbrahim (selâm üzerine olsun) ilâhını buluyor. O'nu fıtratında ve vicdanında bulduğu gibi bilincinde ve idrakinde de buluyor. İşte bu noktada gizli fıtrî algılama ile açık aklî düşünce arasında bir uygunluk gerçekleşiyor.
 
İbrahim (selâm üzerine olsun) burada ilâhını buluyor. Ancak, parlayan yıldızda, doğan ayda ya da yükselen güneşte değil. Gözlerin görebildiği, duyu organlarının algıladığı hiçbir şeyde bulmuyor. Gözlerin gördüğü, duyu organlarının algıladığı ve aklın kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak görüyor. O'nu gönlünde, fıtratında, aklında, bilincinde ve çevresindeki tüm varlıklarda görüyor. Gözlerin gördüğü duyu organlarının algıladığı ve akılların kavradığı her şeyin yaratıcısı olarak buluyor.
 
Bu durumda, kullukta bulundukları sahte ilâhlardan ötürü kendisiyle kavmi arasında içinde kesin bir ayrılığın farkına varıyor. Hiçbir ödün vermeksizin yönelişlerinden, hayat metodlarından ve yaşadıkları şirkten kesin bir şekilde uzaklaşıyor. -İbrahim'in kavmi, Allah'ı doğrudan doğruya inkâr etmiyordu, ancak bu sahte Rabbleri ortak koşuyorlardı- İbrahim de sadece ortaksız Allah'a yöneliyordu.
 
"Ey kavmim, ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz putlardan uzağım." Ben yüzümü, dosdoğru bir şekilde, gökleri ve yeri yoktan var edene yönelttim, ben O'na ortak koşanlardan değilim.
 
Bu, gökleri ve yeri yaratana yöneliştir. Şirke sapmayan tevhidi bir yöneliştir. Bu, kesin bir söz, pürüzsüz bir inanç ve son yöneliştir. Bundan sonra, vicdanda yer alan gerçeğe uygun düşen bu gerçeğin akılda iyice belirginleşmesinden sonra, kararsızlığa, tereddüte yer yoktur.
 
HZ. İBRAHİM'İN KAVMİYLE TARTIŞMASI
 
Bu göz kamaştırıcı, olağanüstü sahneyi bir kere daha seyrediyoruz. Tam manasıyla açığa kavuştuktan ve üzerine çökmüş karanlıktan kurtulduktan sonra, gönülde beliren ve kalbi bürüyen inanç sahnesi... İnsanın bünyesini tamamen doldurup geride hiçbir şey bırakmadığını seyrediyoruz. Kalbinde, aklında ve çevresindeki varlıklarda bulduğu yüce Rabbinden kaynaklanan güven duygusu akmaktadır içine. Bu sahne, ayetlerin akışında yer alan aşağıdaki bölüm= de bütün göz kamaştırıcılığı ile, bütün güzelliği ile belirginleşmektedir.
 
Kuşkusuz İbrahim (selâm üzerine olsun) vicdanında, aklında ve çevresindeki varlıklarda yüce Allah'ı görecek duruma gelmişti. Kalbi mutmain olmuş, fikri durulmuştu. Yüce Allah'ın elinden tutup yol boyunca adımlarını yönlendirdiğini hissediyordu. Şimdi de kendi ulusu gelmiş, onunla, vardığı kesin sonuç ve gönlünü açan tevhid konusunda tartışmağa kalkışıyor. O ise, ulusunu, kesin kararlılığı, derin inancı ve kendisini doğru yola ileten gerçek Rabbinin gizli açık görüşüyle karşılıyor.
 
 
80- Kavmi onunla tartışmaya girişti, bunun üzerine onlara dedi ki; "Allah beni doğru yola iletmişken sizler, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam. Meğer ki, Rabbim hakkımda bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?"
 
81- "Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
 
Fıtrat bozulmaya başladı mı sapıtır. Ardından bu sapıklığını giderek derinleştirir. Artık açı genişlemeye, başlangıç çizgisinden gittikçe uzaklaşmaya başlamıştır. Öyle ki, fıtratın bundan sonra doğru yola dönmesi son derece güçleşir. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) kavmi putlara, gezegenlere ve yıldızlara kullukta bulunuyor. İbrahim'in gönlünde gerçekleşen bu dehşet verici yolculuğu düşünüp değerlendirmiyorlardı. Bu olay onları sırf düşünüp incelemeye bile yöneltememiştir. Üstelik düşünce ve sapıklıklarındaki gözle görülür çaresizliklerine rağmen, gelip onunla tartışmaya ve inkâra kalkışıyorlar.
 
Ancak, Allah'ı gönlünde, aklında ve çevresindeki varlık aleminde bulan mümin İbrahim (selâm üzerine olsun) onları, büyük bir güven ve kararlılıkla tiksinerek karşılıyor.
 
Allah beni doğru yola eriştirmişken, O'nun hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?"
 
Elimden tutarken, basiretimi açarken, beni kendisine yöneltirken ve kendisini bana tanıtırken bulduğum Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Yüce Allah elimden tutmuş bana yol göstermiştir. O halde vardır. Bana göre bu, varlığının kanıtıdır. O'nu, çevremdeki evrende gördüğüm gibi vicdanımda ve bilincimde de gördüm. O halde, içimde bulduğum ve bunun için bir kanıta da ihtiyaç duymadığım bir şey hakkında benimle tartışmanızın bir anlamı yoktur. O'nun beni kendisine iletmesi yeterli bir kanıttır.
 
Ben O'na koştuğunuz ortaklardan korkmam.
 
Allah'ı bulan kişi nasıl korkabilir? Allah'ın gücünden başka tüm güçler ciddiye bile alınmayacağına, O'nun otoritesinden başka bir otoriteden korkulmayacağına göre, Allah'ı bulan kişi, neden ve niçin korkabilir ki?
 
Ancak, derin imanı ve içten teslimiyeti nedeniyle İbrahim (selâm üzerine olsun) Allah'ın serbest iradesine ve her şeyi kapsayan bilgisine dayanmadan kestirip atmıyor.
 
Meğer ki, Rabbim hakkında bir şey dilemiş olsun. Rabbimin bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Halâ düşünmüyor musunuz?
 
O, Allah'ın iradesine, korumasına ve gözetimine dayanarak hiçbir konuda kavminin sahte tanrılarından korkmadığını duyuruyor. Çünkü o, Allah'ın korumasına ve gözetimine sığınmıştır. O biliyor ki, Allah'ın dilediğinin dışında hiçbir şey başına gelmez. Allah'ın her şeyi kapsayan bilgisi onu da kapsamına almıştır.
 
-"Sizler Allah'ın haklarında size hiçbir kanıt indirmemiş olduğu putları O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin' bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?"
 
Bu, kendisine güvenen ve şu varlıkta yer alan gerçekleri kavrayan müminin mantığıdır. Korkması gereken biri varsa bu, İbrahim (selâm üzerine olsun) olmayacaktır. Korku duyması gereken, elini Allah'ın eline tutuşturan ve böylece yoluna devam eden mümin olmayacaktır. Bir müminin ne olursa olsun bu aciz tanrılardan korkması düşünülemez. Kimi zaman yeryüzünde zorba diktatörler şeklinde beliren bu tanrılar, yüce Allah'ın gücü karşısında kaale bile alınmayacak derecede zayıftırlar. Onlar, yüce Allah'ın kendilerine bir yetki ve güç vermediği canlı cansız şeyleri Allah'a ortak koşmaktan korkmadıkları halde, İbrahim (selâm üzerine olsun) bu çaresiz sahte tanrılardan korkar mı? O halde, iki gruptan hangisi daha güvencededir? Allah'a inanıp ortakları reddeden mi, yoksa hiçbir yetkisi ve gücü bulunmayan şeyleri Allah'a ortak koşan mı? Şayet az da olsa, bir bilgileri ve anlayışları varsa söylesinler bakalım, hangi grup kendini güvencede hissetmeyi hak etmiştir?
 
Burada cevap yüceler aleminden geliyor, yüce Allah bu soruna ilişkin hükmünü bildiriyor:
 
 
82- İman edenler ve bu imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya, güven işte onlar içindir, doğru yolda olanlar onlardır.
 
83- Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibi ve her şeyi bilendir.
 
İnananlar ve kendilerini bütünüyle Allah'a adayanlar, gerek kulluk, gerek boyun eğme ve gerekse yöneliş noktasında bu inançlarına şirki bulaştırmayanlar... İşte güvencede olma bunların hakkıdır, doğru yolda olanlar da bunlardır.
 
Bu bizim kesin kanıtımızdır, onu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimizin derecesini kat kat yükseltiriz.
 
Kuşkusuz bu, kendisiyle tartışmak ve kavminin ileri sürdüğü kanıtı çürütmek için, yüce Allah'ın İbrahim'e (selâm üzerine olsun) ilham ettiği bir kanıttır. Şu sahte tanrılarının, ona bir kötülük dokundurabileceğine ilişkin düşüncelerinin basitliği de ortaya çıkmış oluyor. Ayrıca, yüce Allah'ın varlığını ve evren üzerindeki güç ve otorite sahibi oluşunu tartışma konusu yapmadıkları, sadece bu tanrıları O'na ortak koştukları gayet açıktır. İbrahim (selâm üzerine olsun) O'na ortak koşanınsa, korkmayı daha çok hak ettiğini belirterek, onları karşıladığı zaman... Yüce Allah'ın kendisine verdiği, ilham ettiği bu kanıtla onları karşılayınca, ulusunun ileri sürdüğü kanıt çürüyüp kendi kanıtı geçerli oluyor. Böylece İbrahim (selâm üzerine olsun) inanç, kanıt ve konum bakımından kendi kavmine karşı üstünlük sağlamış oluyor.. İşte yüce Allah dilediği kimsenin derecesini böyle yükseltir. Bu konuda hikmeti ve bilgisi uyarınca tasarrufta bulunur.
 
Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilendir.
 
Bu bölümü bitirmeden önce, Peygamberimizin arkadaşlarının yaşadığı dönemin esintilerinden birini duymak istiyoruz. O dönemde Kur'an onlara, yeni yeni iniyordu, ruhları onu yavaş yavaş sindiriyordu. Onunla yaşıyor ve onun için yaşıyorlardı. Olağanüstü bir ciddiyet, dikkat ve sorumluluk duygusuyla ona yaklaşmış, işaretleri, ilhamları ve gerekleriyle içiçe yaşamışlardı. Bu durum karşısında ürpermekten kendimizi alamıyoruz, dehşetten dona kalıyoruz. Bu eşsiz insan topluluğunun durumunu ve çeyrek yüzyıl gibi kısa bir zamanda yüce Allah'ın bu toplulukla ne tür olağanüstülükler meydana getirdiğini kavrıyoruz.
 
İbn-i Cerir, Abdullah b. İdris'e dayandırarak şöyle rivayet eder: "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayeti nazil olunca, bu durum Peygamberin arkadaşlarına ağır geldi. `Hangimiz kendisine haksızlık etmez ki' dediler. Bunun üzerine Allah'ın elçisi, `Durum sizin sandığınız gibi değildir. Lokman'ın oğluna söyledikleri kastedilmektedir burada' buyurdu. "Allah'a ortak koşma, çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman Suresi: 13)
 
Yine İbn-i Cerir, İbn-i Müseyyeb'den şöyle rivayet eder: Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) "İman edenler ve imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar..." ayetini okuduğunda büyük bir korkuya kapıldı. Ardından Ubey b. Ka'b'a gidip, ey Eba Munzir, Allah'ın kitabından bir ayet okudum ki, buna göre kurtuluş imkânsızdır. Ubey b. Ka'b:
 
-Hangi ayettir bu? diye sordu. Bunun üzerine Ömer (Allah ondan razı olsun) ayeti okudu ve hangimiz kendisine zulüm etmez diye ekledi. Ubey b. Ka'b, `Allah seni affetsin, yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi: "Şirk büyük bir zulümdür." İmanlarına şirk karıştırmayanlar" demek isteniyor' dedi.
 
Yine İbn-i Cerir, Ebul Eş'ar'dan, o da babasından şöyle rivayet eder: Zeyd b. Sevhan Selman'a sordu: `Ey Ebu Abdullah, Allah'ın kitabından bir ayet beni çok etkiledi': "iman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlar..." Bunun üzerine Selman (Allah ondan razı olsun) `Burada kastedilen Allah'a ortak koşmaktır' dedi. Zeyd, `Bunu senden duymamış olsaydım hiçbir zaman sevinmeyecektim. Sanki sahip olduğum her şeyi kaybedip yeniden bulmuş gibi oldum' dedi.
 
Şu üç rivayet bu seçkin topluluğun Kur'an'ı nasıl algıladıklarını, ruhlarının üzerïnde ne kadar ciddi bir etki bıraktığını göstermektedir. Bunun doğrudan doğruya uygulamaya dönük emirler ve uyulması gereken prensipler olduğunu ve uyulması zorunlu olan hükümler olduğunu bildikleri zaman, nasıl karşıladıklarını göstermektedir. Aynı zamanda sınırlı güçleri ile yerine getirilmesi istenen yükümlülükler arasında büyük bir fark olduğunu sandıkları zaman, nasıl da dehşete kapıldıklarını gözler önüne sermektedir. Yaptıkları ile yükümlülük arasında büyük bir fark olduğu halde, işledikleri her türlü kusurdan ötürü hesaba çekilecekleri düşüncesinin, Allah ve peygamberinden hafifletici bir açıklama gelene kadar nasıl bir panik meydana getirdiğini de göstermektedir.
 
Bu, aynı zamanda göz kamaştırıcı ve olağanüstü bir sahnedir. Allah'ın kaderine perde olan bir aracı olmuş, O'nun iradesini pratik hayatta uygulayan ve O'nun dininin taşıyıcısı gönüllerin sahnesi...
 
TEVHİD KERVANI
 
Bundan sonra ayetlerin akışı, peygamberlerden Nuh, İbrahim ve son Peygamberin (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) oluşturduğu şerefli topluluğun öncülük ettiği ulu iman kafilesini sunmaya başlıyor. Ayetlerin akışı, birbirine bağlı olarak yol alan bu kafileyi -özellikle İbrahim ve onun soyundan peygamberleri- sunarken, değişik yerlerde göz önünde bulundurduğu tarihsel sıralamayı burada dikkate almıyor. Çünkü güdülen amaç, bir bütün olarak bizzat kafilenin kendisidir, yoksa tarihsel kronoloji değildir.

Fizilal Anasayfasına dönebilirsiniz!