Malper/Anasayfa

M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

 

Fizilalil Kuran

009 - Tevbe Suresi - 001-060

1- Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu.
 
2- "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız. Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz. "
 
3- Büyük hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm insanlara duyurulur ki; "Allah ve Peygamber'i ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"
 
4- Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki anlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.
 
5- Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekât verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir.
 
6- Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân-ı işitebilsin, sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur.
 
Bu âyetler, yirmisekizinci âyetin sonuna kadar olanlarla birlikte Medine'de ve genel olarak Arap Yarımadası'nda istikrarlı bir varlık kazanan İslâm toplumu ile Yarımada'da yaşayan ve İslâm'a girmeyi kabul etmemiş olan müşrikler arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek üzere inmişlerdir. Bu müşriklerden bazıları ile Peygamberimiz arasında antlaşma vardır. Fakat onlar Tebük'te Bizanslılar ile müslümanlar savaşa tutuşunca bu antlaşmayı bozdular. Bu kalleşliklerinin sebebi, Bizanslılar'ın İslâm'a ve müslümanlara ölümcül bir darbe indireceklerini ya da en azından onların nüfuzlarını kıracaklarını, güçlerini sarsıntıya uğratacaklarını beklemeleri idi. Yine bu müşrikler arasında Peygamberimiz ile antlaşması olmayanlar, fakat buna rağmen o güne kadar müslümanlara ilişmemiş olanlar vardı. Bir de Peygamberimiz ile aralarında -süreli ya da süresiz- antlaşma bulunan ve bu antlaşmalarının bütün şartlarına uyarak müslümanların hiç bir düşmanı ile işbirliği yapmamış olan müşrikler vardı. İşte gerek bu âyetler ve gerekse yirmisekizinci âyetin sonuna kadar ki devamları saydığımız bu müşrik grupların tümü ile müslüman toplum arasındaki nihaî ilişkileri belirlemek için inmişti. Gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse incelemekte olduğumuz âyetler grubuna ilişkin giriş yazısında oldukça ayrıntılı biçimde açıkladığımız gerekçelerin ışığı altında bu ilişkiler düzenlenmişti.
 
Bu âyetlerin üslubu ve ifadelerin mesajı bir genel bildiri ve yüksek sesli haykırma biçimi yansıtıyor. Böylelikle âyetlerin anlatım üslubu ve mesajın karakteri ile konuları ve konuyu kuşatan atmosfer arasında, sıkı bir uyum ortaya çıkıyor ki, bu Kur'ân'ın ifade tarzında her zaman gördüğümüz bir özelliktir.
 
Gerek bu bildirimi kuşatan tarihi şartlar hakkında gerek bu bildirme işleminin nasıl ve kim tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin birçok rivayetler vardır. Bu rivayetlerin en doğrusu, en akla yakını ve müslüman toplumun o günkü pratik hayatı ile en bağdaşır olanı İbn-i Cerir'in bu rivayetleri özetlerken ortaya koyduğu görüştür. Biz burada onun yorumları içinden pratik gerçeğe ilişkin görüşümüzü somutlaştıran sözleri seçeceğiz. Bu seçmeyi yaparken İbn-i Cerir'in onaylamadığımız ya da biribiri ile çelişir bulduğumuz sözlerini atlayacak, gündem dışı tutacağız. Çünkü bizim amacımız ne bu değişik rivayetleri ve ne de bu rivayetlere ilişkin İbn-i Cerir'in yorumlarını tartışma konusu yapmak değildir. Biz sadece bu belgelerin incelenmesi ile gerçekliğinin güç kazandığına inandığımız görüşü okuyucuların dikkatine sunmak istiyoruz:
 
İbn-i Cerir Taberi'nin bildirdiğine göre ünlü tefsir bilgini Mücahid "Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu" âyeti hakkında şöyle diyor:
 
"Antlaşmalılar" deyiminden maksat Müdlac kabilesi ile diğer antlaşmalı araplar ve tüm antlaşmalı müşriklerdir.
 
Peygamberimiz Tebük savaşını sona erdirince hacca gitmek istedi. Fakat sonra `Müşrikler Kâbe'ye gelip orayı çıplak biçimde ziyaret ediyorlar. Bu yüzden bu durum ortadan kalkmadıkça hacca gitmek istemiyorum' dedi.
 
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Onlar Zülmecaz başta olmak üzere bütün çarşı-pazarları ve bütün kalabalık yerleri dolaşarak antlaşmalı müşriklere antlaşmalarının dört ay daha yürürlükte kalacağını bildirdiler. Bu aylar hacc mevsimini izleyecek olan ardışık haram aylardır ki, Zilhicce'nin yirmisinde başlayıp Rebiulahir'in yirmisinde sona eriyorlardı. Bu sürenin sonunda hiç kimse ile arada antlaşma kalmayacaktı. Peygamberimiz o süreden sonra herkese savaş açacağını bildirdi, sadece iman edenler bu kararın dışında tutulacaklardı. Bunun üzerine halkın çoğu iman etti ve hiç biri başka yere göçetmedi."
 
Bu antlaşmanın mahiyeti, ilkesi, sona ermesi ve bu ilke ile sona ermenin amaçları hakkındaki tüm rivayetleri gözden geçirdikten sonra Taberi sözlerine şöyle devam ediyor:
 
"Bu konuda doğruya en yakın görüş, şöyle diyenin görüşüdür: Yüce Allah'ın, antlaşmalı müşriklere tanımış olduğu ve "Dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşınız" âyeti ile içinde müşriklere seyahat özgürlüğü sunduğu süre Peygamberimiz'e karşı İslâm'ın düşmanları ile işbirliği yapan ve antlaşmalarını süreleri dolmadan tek yanlı olarak bozan müşrikler için sözkonusudur. Buna karşılık antlaşmalarını bozmamış, Peygamberimiz'e karşı İslâm düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklere gelince yüce Allah "Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara süreleri sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" âyeti ile böylelerinin antlaşmalarını sürelerinin bitimine kadar geçerli tutmayı Peygamberimiz'e emretmiştir.
 
Yüce Allah'ın bu sûrede yeralan `Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz' âyetinin bu konuda söylediklerimizin tersini kanıtladığı ileri sürülebilir. Çünkü bu âyetin haram ayların bitiminden sonra müşrikleri öldürmeyi müslümanlara farz kıldığı iddia edilebilir. Fakat bu konudaki gerçek sanılanın tersinedir. Çünkü bu âyetin az ilerisinde yeralan başka bir âyet bu konudaki sözlerimizin doğru olduğunu, haram aylar sona erer-ermez Peygamberimiz ile arasında antlaşma olan ve olmayan her müşriki öldürmenin mubah olacağını sanmanın yanlış olduğunu kanıtlar. Sözünü ettiğimiz âyet şudur; `Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.'
 
İşte bu âyette sözü edilenler de müşriklerdir. Yüce Allah, Peygamber'e ve müminlere bunlar dürüst davrandıkça kendilerine karşı dürüst davranmalarını emrediyor, onlar ile yapılan antlaşmayı bozmamaları ve düşmanları ile işbirliği yapmaktan kaçınmaları gerektiğini buyuruyor.
 
Bütün bunlar bir yana, Peygamberimiz'den kaynaklanan elimizdeki belgelere göre Peygamberimiz, Hz. Ali'yi antlaşmalı müşriklerle ilişkileri kesme kararını açıklamak üzere Mekke'ye gönderdiğinde ona kendi adına `Kimin Peygamber'le bir antlaşması varsa bu antlaşma süresinin sonuna kadar geçerlidir' şeklinde yüksek sesli bir duyuru yapmasını emretmişti. Peygamberimiz'in bu direktifi bizim söylediklerimizin en açık delilidir.
 
Demek ki, yüce Allah, Peygamberimiz ile süreli bir antlaşma yapıp da bu antlaşmalarına bağlı kalan, onu çiğnemeye kalkışmayan müşriklerin antlaşmalarını bozmasını Peygamberimiz'e emretmedi. Yüce Allah'ın yukardaki âyetle tanıdığı dört aylık mühlet, antlaşmalarını bu mühletin verilişinden önce tek yanlı olarak bozanlar ile antlaşmaları süresiz olan müşriklerle ilgilidir. Yoksa Peygamberimiz'e antlaşmaları süreye bağlı olan ve antlaşmalarını çiğneyerek aleyhlerinde gerekçe hazırlamamış olan müşriklerin antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli tutması emredilmişti. Nitekim O, hacc mevsiminde Mekke'de toplanan araplara kendi adına açıklamak üzere gönderdiği özel elçisine bu yolda talimat vermişti."
 
Taberi, yine antlaşmalarla ilgili çeşitli rivayetleri değerlendiren başka bir yorumunda da şöyle diyor:
 
"Gerek bu belgeler ve gerekse benzerleri bu konuda bizim söylediklerimizin doğru olduğunu ve dört aylık mühletin anlattığımız müşrik gruplar için sözkonusu olduğunu gösterir. Antlaşmaları belirli sürelere bağlı olup da Peygamberimiz ve müminlerin eline bu antlaşmaları bozmak ve antlaşmalı tarafların düşmanlarını desteklemek için gerekçe vermemiş olan müşriklere gelince Peygamberimiz bunların antlaşmalarını süreleri sonuna kadar geçerli saymıştır. Çünkü yüce Allah'ın O'na verdiği emir bu yolda idi. Kur'ân'ın açık hükmü bunu gerektiriyordu ve elimizdeki Peygamber kaynaklı belgeler de bunun böyle olmasını gerektirir."
 
Eğer biz zayıf rivayetler ile daha sonraki yıllarda şiiler ile sünniler arasındaki siyasî çatışmaların bazı rivayetlere yansıtmış olabilecekleri yanıltıcı etkileri bir yana bırakacak olursak bu konuda diyebiliriz ki; Peygamberimiz o yıl Hz. Ebu Bekir'i hacc emiri olarak göndermişti. Çünkü müşrikler Kâbe'yi çıplak olarak ziyaret ettikleri için kendisi hacca gitmek istememişti. Bir süre sonra "Tevbe" sûresinin baş tarafındaki âyetler inince Hz. Ali'yi, Hz. Ebu Bekir'in arkasından bu âyetlerin içeriğini ilgililere duyursun diye Mekke'ye gönderdi. Hz. Ali, bu âyetlerin içerdiği tüm nihaî hükümleri hacc kalabalığına ilân etti. İlân ettiği bu hükümler arasında o yıldan sonra hiç bir müşrikin Kâbe'yi ziyaret edemeyeceği yasağı da vardı.
 
Tirmizi'nin tefsirinde yer verdiği bir belgeye göre Hz. Ali bu konuda şöyle diyor; "Berae (Tevbe) sûresi inince Peygamberimiz beni aşağıdaki dört maddeyi ilgililere duyurmak üzere Mekke'ye gönderdi:
 
1- Kâbe, çıplak olarak ziyaret edilmeyecek.
2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Mescid-i Haram'a yaklaşmayacak.
3- Peygamberimiz ile arasında antlaşma bulunanın antlaşması, süresinin sonuna kadar geçerli olacak.
4- Müslümanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek.
Bu belge, bu konuya ilişkin elimize kadar gelen belgelerin en doğrusu, en güveniliridir. Onun için bununla yetiniyoruz.
 
Şimdi de âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz. Önce okuyalım:
"Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır bu."
 
Bu yüksek titreşimli, yüce heybetli genel bildiri, o günkü müslümanlar ile Arap Yarımadası'nda yaşayan tüm müşrikler arasındaki ilişkilere ilişkin genel ilkeyi içeriyor. Çünkü bu âyette sözkonusu edilen "antlaşmalar" Peygamberimiz ile Arap Yarımadası'nda yaşayan müşrikler arasında yapılmıştı. Yüce Allah'ın ve Peygamber'in, müşrikler ile ilişki kestiklerinin ilân edilmesi her müslümanın tutumunu belirleyen, her müslümanın kalbinde derin ve sarsıcı titreşimler meydana getiren bir mesajdır. Öyle ki, bundan sonra hiç kimsede geri dönüş niyeti ve tereddüt eğilimi kalmaz.
 
Bu genel bildirinin arkasından bu bildiriyi açıklayan onun, özelliklerini ve ayrıntılarını belirten ifadeler geliyor. Okuyalım "Yeryüzünde dört ay daha serbestçe dolaşınız. Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve Allah'ın kâfirleri perişan edeceğini biliniz."
 
Bu âyet, yüce Allah'ın müşriklere tanıdığı mühletin süresini açıklıyor. Bu mühlet dört aydır. Bu hükmün kapsamına girenler bu süre zarfında güven içinde diledikleri yerlere giderler, ticaret yaparlar, hesaplarını tasfiye ederler ve durumlarını yeni şartlara uydururlar. Antlaşmalarının sağladığı güvenlik içinde olurlar, hiç kimse yakalarına yapışmaz. Hatta müslümanlar aleyhine sonuç vereceğini sandıkları ilk müsibet sırasında, Peygamberimiz ile müminlerin bir daha evlerine dönemeyecekleri, Bizanslılar'a esir olacakları ümidine kapıldıkları Tebük savaşı sırasında antlaşmalarını derhal bozan müşrikler bile bu mühletten özgürce yararlanacaklardı. Nitekim Medine'nin kargaşacıları ve münafıkları da aynı beklentiye kapılmışlardı.
 
Bu ne zaman oluyordu? İmzalanır-imzalanmaz bozulan antlaşmaların üzerinden uzun bir süre geçtikten, eğer müşriklerin ellerinden gelirse dinlerinden döndürünceye dek müslümanlar ile savaşı sürdürmeye kararlı olduklarını kesinlikle ortaya koyan uzun bir tecrübe dizisinden sonra bu mühlet veriliyor. Bu olay tarihin hangi çağında oluyor? İnsanlığın "orman kanunu"ndan başka hiç bir kanun tanımadığı, farklı toplumlar arasında savaşma gücünden ya da böyle bir gücün yoksunu olmaktan başka hiç ilişkinin geçerli olmadığı, gücü yeten tarafın hiç bir uyarıya, hiç bir ihtara başvurmaksızın ve imzaladığı antlaşmalara aldırış etmeksizin eline fırsat geçer-geçmez zayıf tarafın üzerine çullandığı bir çağda oluyor bu olay.
 
Ama İslâm, aynı İslâm'dır. O günden beri hiç değişmemiştir. Çünkü yüce Allah'ın sistemindeki kuralların ve ilkelerin zamanla ilgisi yoktur. Sebebine gelince bu sistemi geliştiren, evrimleştiren zaman değildir. Fakat insanlığı ekseni çevresinde ve çerçevesi dahilinde geliştirip evrimleştiren bu sistemdir. Üstelik bu sistem, kendi etkisi altında gelişen ve değişen pratiğini sürekli yenilenen, uygun araçlarla karşılar, bu pratikle atbaşı ilerlerken ona gelişme ve değişme yolunda adımlar attırır.
 
Yüce Allah, müşriklere mühlet verirken yanısıra objektif gerçek aracılığı ile onların kalplerini ürpertiyor, bu gerçek ile ilgili olarak onları uyarıyor, bu gerçeğe gözlerini açmalarını istiyor. Söz konusu gerçek şu: Onlar yeryüzünde dolaşmakla yüce Allah'ı kendilerini bulma konusunda güçsüz bırakamazlar. Aynı zamanda ne O'ndan ve ne de O'nun kendileri için tasarlayıp karara bağladığı kesin akıbetten kaçıp kurtulamazlar. Bu kesin akıbet yüce Allah'ın onları perişan edeceği, rezil edeceği ve horlanmaya mahkum edeceği gerçeğidir. Okuyoruz:
 
"Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı ve O'nun kâfirleri perişan edeceğini biliniz."
 
Nereye kaçacaklar, nereye sığınacaklar da yüce Allah'ı, kendilerini bulup dilediği yere getirme konusunda zor durumda bırakacaklar? Zira onlar yüce Allah'ın avucu içinde oldukları gibi yeryüzünün her yeri de O'nun avucu içindedir! Ve O, onları perişan etmeyi, aşağılığa mahkum etmeyi tasarlayıp karara bağlamıştır. O'nun iradesine hiç kimse karşı koyamaz.
 
Arkasından bu ilişki kesme kararının ne zaman açıklanacağı, müşriklere ne zaman tebliğ edileceği belirtiliyor. Amaç müşrikleri gerek bu ilişki kesme kararı ve gerekse bu kararın açıklanacağı zaman ile ilgili olarak dehşete düşürmektir. Okuyalım:
 
"Büyük Hacc günü Allah ve Peygamber tarafından tüm insanlara duyurulur ki; `Allah ve Peygamber'i ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"
 
"Hacc-ı ekber" günün belirlenmesi konusunda değişik rivayetler vardır. Acaba bugün arefe günü müdür, yoksa Kurban bayramı günü müdür? En doğrusu Kurban bayramı günü olmasıdır. Âyette geçen "ezan" kelimesi, "duyurma, ilân etme" anlamına gelir. Bu olay hacca gelen insanların önünde gerçekleşmiş, bu kalabalık karşısında yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in bütün müşrikleri ile ilke olarak ilişki kestikleri açıklamıştır. Bu bildirimin arkasından istisna hükmü geliyor. Bir sonraki âyette süreli antlaşmaların süreleri sonuna kadar geçerli sayılacakları belirtiliyor.
 
İlk önce genel ilkenin geniş kapsamlı bir ifade ile açıklanmasının hikmeti, gerekçesi açıktır. Çünkü nihaî ilişkilerin mahiyetini somut olarak anlatan hüküm budur. İstisna hükmü ise tanınan mühletin bitimi ile geçecek olan bazı durumlara özgüdür. Gerek bu sürenin tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde söylediğimiz gibi insanları tek Allah'ın kulları kabul eden kamp ile onları düzmece ilâhların kulları sayan kamp arasındaki kaçınılmaz ilişkilerin tabiatına geniş bir perspektiften bakanların kafalarında doğacak olan anlayış budur.
 
İlişki kesme ilânının hem yanıbaşında hidayete özendirici ve sapıklıktan sakındırıcı ifadeler ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:
 
"Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!"
 
İlişki kesme hükmünü duyuran âyette yeralan bu özendirici ve sakındırıcı ifadeler İslâm sisteminin karakteristik özelliğini gösterirler. Bu sistem her şeyden önce bir "hidayet", bir doğruyola iletme sistemidir. Bu sistem müşriklere mühlet verirken bunu sırf sürpriz bir baskın düzenlemeyi, güçlü gününde üzerlerine ansızın çullanmayı istemediği için yapmıyor. Bunun yanısıra bu mühleti vermekle müşriklerin düşünüp taşınmalarını ve en çıkar yolu seçmelerini amaçlıyor. Aynı zamanda onları müşriklikten vazgeçip yüce Allah'a yönelmeye özendiriyor, kendilerini bu çağrıya sırt çevirmekten sakındırıyor, onlara böyle bir sırt dönmenin yararsızlığı telkin ediliyor, böyle yaptıkları takdirde dünyadaki perişanlığın ötesinde ahirette acıklı azaba çarptırılacakları hatırlatılıyor, böylece kalplerinde sarsıcı bir ürperti meydana getirilmek isteniyor ve bu sarsıntı sayesinde fıtratın üzerinde çöreklenen toz tabakasının silkelenip atılacağı ve bunun sonucunda fıtratın kendisine gelen çağrıyı işitip ona olumlu cevap verebileceği bekleniyor!
 
Bütün bunlardan sonra bu ilişki kesme kararı müslüman saflara güven aşılayıcı niteliktedir. Bu kararla bir bölüm müslümanın kalblerindeki korkular, tereddütler, ürküntüler, çekingenlikler ve beklentiler gideriliyor. Çünkü bu konudaki karar yüce Allah'ın iradesinden kaynaklandığı gibi bu kararın akıbeti de başlangıçta belirlenmiştir.
 
Müşrikler ile ilişkilerin kesinlikle kesilmesine ve antlaşmalarının geçersiz sayılmasına ilişkin genel ilke belirlendikten sonra geçici durumlara özgü istisna hükmü geliyor. Bu geçici durumlardan sonra yine genel ilkeye dönülecektir. Okuyoruz:
 
"Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
 
Bu istisna hükmünün kimler hakkında geçerli olduğuna ilişkin görüşlerin en doğrusuna göre bunlar Bekiroğulları kabilesinin bir kesimi, yani Bekir b. Kenaneoğulları'nın Huzeyme b. Amiroğulları koludurlar. Bunlar Hudeybiye'de Kureyşliler ve yandaşları ile imzalanan antlaşmayı bozmamışlar ve Bekiroğulları kabilesinin, Huzaa kabilesine karşı giriştiği saldırıya katılmamışlardı. Bilindiği gibi Kureyş kabilesinin desteği ile gerçekleşen acı saldırı yüzünden Hudeybiye antlaşması bozulmuştu. Mekke fethi, Hudeybiye antlaşmasından iki yıl sonra gerçekleşti. Oysa bu antlaşma süresi on yıldı. İşte Bekiroğulları'nın bu kolu antlaşmasına bağlı kaldı, aynı zamanda müşrikliğini de sürdürdü. Bu yüzden bu âyette Peygamberimiz'e onlarla arasındaki antlaşmayı süresinin sonuna kadar geçerli sayması emredildi.
 
Muhammed b. Abbad b. Cafer'den gelen bir rivayet bu konudaki görüşümüzü destekliyor. Bu rivayete göre Sudey şöyle diyor; "Bunlar Kinaneoğulları'nın Beni Damur ve Beni Mudlic kabileleridir. Tefsir bilgini Mücahid bu konuda diyor ki; `Mudliçoğulları ile Huzaa kabilesinin müslümanlar ile antlaşmaları vardı. Yüce Allah, bununla ilgili olarak "Onlarla aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz" buyurmuştur. Yalnız elimizdeki bazı bilgilere göre Huzaa kabilesi, Mekke fethinden sonra İslâm'a girmişti. Oysa bu hüküm, müşrikliklerini sürdüren müşrikler hakkındadır. Nitekim bu sürenin yedinci âyeti olan şu âyeti açıklarken bu gerçeği belirteceğiz:
 
"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
 
Demek ki, Kenane soyuna bağlı bu iki kabile, Hudeybiye'de Mescid-i Haram'ın yanıbaşında müslümanlarla antlaşma yapıp da sonra antlaşmalarının tüm şartlarını yerine getiren ve müslümanların düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerdi. İşte bu âyetteki istisna hükmü ile kastedilen ilk ve son müşrik grup bunlardır. Nitekim ilk kuşağa mensup tefsir bilginleri de bu görüştedirler. Üstad Şeyh Reşid Rıza da bu görüşü benimsemiştir. Yalnız Muhammed İzzet Derveze'ye göre "Mescid-i Haram'ın yanıbaşında antlaştıklarınız" ifadesi ile kasdedilenler, ilk istisna âyetinde sözü edilenlerden başka bir gruptur. Onun bu görüşü ileri sürmesinin sebebi, müslümanlar ile müşrikler arasında sürekli antlaşmaların varlığının caiz olduğunu kanıtlama gayretinde oluşudur. Nitekim bu antlaşmaların sürekliliğini kanıtlayabilmek için yüce Allah'ın "Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız" şeklindeki buyruğuna sığınmaktadır.
 
İslâm antlaşmalarına bağlı kalan bu kimselere karşı sözünde durarak onlara -öbür tüm müşrik gruplar gibi- dört aylık süre tanımamış, bunun yerine antlaşmalarında belirtilen süreyi geçerli saymıştır. Çünkü onlar imzaladıkları antlaşmanın tüm maddelerine uymuş ve müslümanlara karşı hiç bir grubu desteklememişlerdi. Bu dürüstlükleri, kendilerine karşıda dürüstçe davranılmasını ve antlaşmalarının süresinin sonuna kadar geçerli sayılmasını gerektirmiştir. Her ne kadar İslâm toplumunun o günkü durumu Arap Yarımadası'nın tümü ile müşriklikten temizlenerek İslâm'ın güvenilir bir üssü haline getirilmesini gerektiriyor idi ise de onlara karşı bu söze bağlılık gösterilmiştir. Çünkü İslâm'ın Yarımada ile sınırdaş düşmanları bu dinin kendilerine yönelik tehlikesini farketmişler ve ilerde Tebük savaşından sözederken anlatacağımız gibi ona saldırmak için yığınak yapmaya başlamışlardı. Nitekim bir süre önce meydana gelen Mute olayı Bizanslılar'ın başlattığı bu hazırlığın uyarıcısı niteliğinde idi. Bunun yanısıra Bizanslılar, Yarımada'nın güneyinde Yemen'de eski İranlılar ile işbirliği anlaşmayı yapmışlardı. Antlaşmanın amacı bu yeni dine elbirliği ile karşı koymaktı.
 
Sonunda olaylar İbn-i Kayyum Cevzi'nin az yukarda söylediği gibi gelişerek yüce Allah'ın, istisna hükmünün kapsamına aldığı ve antlaşmalarının geçerli sayılmasını emrettiği müşrikler, antlaşmalarının süreleri dolmadan önce İslâm'a girdiler. Hatta bundan daha fazlası olmuş: Kendilerine yeryüzünü istedikleri gibi dolaşabilsinler diye dört aylık mühlet verilmiş olan antlaşmasını bozmuş ya da antlaşmasız müşrikler bu serbestlikten yararlanarak hiç bir yere gitmeye kalkışmayıp İslâm'a girmeyi tercih etmişlerdir.
 
Bu çağrının atacağı adımların temposunu kendi iradesi ile ayarlayan yüce Allah, bu son darbeyi indirmenin zamanının geldiğini, şartlarının oluştuğunu, zemininin hazırlandığını biliyordu. Buna göre bu adım, gerek görünür realite uyarınca gerekse yüce Allah'ın gizli, bilgimize kapalı plânı gereğince tam zamanında atılmış oluyordu. Nitekim de öyle oldu.
Şimdi de yüce Allah'ın antlaşmalarına bağlı kalan müşriklerin antlaşmalarına uyulması gerektiğini emreden şu buyruğu üzerinde biraz duralım: "Onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
Yüce Allah burada antlaşmalara uymayı kendinden korkmaya ve kötülükten sakınanları sevmesine bağlıyor. Böylece bu söze bağlılığı kendisine yönelik bir ibadet ve sevgisini kazandıracak bir "sakınma" olarak kabul ediyor. İşte İslâm ahlâkının temel dayanağı budur. Bu ahlâkın temel dayanağı çıkar ya da yarar olmadığı gibi zaman içinde sürekli değişen sosyal uzlaşma ve gelenek ilkeleri de değildir. Bu ahlâkın temel dayanağı yüce Allah'ın korkusu ve O'nun emrine ters düşmekten çekinilmesidir. Başka bir deyimle müslüman, yüce Allah'ın sevdiği ve hoşnut olduğu davranışı ahlâk edinir, o bu konuda yüce Allah'dan korkar ve O'nun hoşnutluğunu arar. İşte İslâm ahlâkının vicdanın derinliklerinde kök salmış kaynağı bu olduğu gibi egemenliği, yaptırım gücü de buradan gelir. Sonra bu ahlâk yolunda ilerlerken aynı zamanda kamunun yararını gerçekleştirir, halkın çıkarlarını güvenceye bağlar, sürtüşmelerin ve çelişkilerin en alt düzeye indiği bir toplum oluşturur, yüce Allah'a tırmandıran yolda insan vicdanına ileri adımlar attırır.
 
Buraya kadar incelediğimiz âyetlerde önce yüce Allah'ın ve Peygamber'inin antlaşmalı ve antlaşmasız tüm müşrikler ile ilişkilerini kestikleri belirtiliyor. Arkasından getirilen bir "istisna" hükmü ile müslümanlarla yaptıkları antlaşmaların tüm maddelerine uyan. ve onların düşmanları ile işbirliği yapmamış olan müşriklerin antlaşmalarına sürelerinin sonuna kadar uyulması gerektiği emrediliyor. Bunun da arkasından tanınan mühletin bitiminden sonra müslümanların takınacakları tavrın, yürürlüğe koyacakları yaptırımın ne olacağı açıklanıyor. Okuyalım:
 
"Haram aylar geçince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz, yakalayıp hapsediniz, bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
 
Buradaki "Haram aylar"ın hangi aylar olduğu tefsir bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu aylar üzerlerinde anlaşma sağlanmış olan klâsik "haram aylar"mıdır ki, bunlar Zilkaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. Eğer böyle ise "Hacc-ı Ekber" günü yapıla ilişki kesme açıklamasından sonraki mühlet Zilhicce ayının kalan günleri ile Muharrem ayından ibaret olur, bu da elli gün eder. Yoksa kavramın buradaki anlamı o yıl ki Kurban bayramını izleyen ve bitimine kadar savaşın yasak olduğu özel bir "mühlet"midir. Eğer öyle ise bu yıl ki Rebiulaher ayının sonuna kadar uzayan bir süredir. Yoksa ilk mühlet antlaşmalarını bozan müşrikler için sözkonusu iken, ikinci mühlet hiç bir antlaşması olmayan veya süresiz antlaşmalı müşrikler için mi geçerlidir?
 
Bize göre burada sözü edilen haram aylar, bilinen haram aylar değildir; bu sıfatla anılmalarının sebebi sırf bu sürede varolan savaşma yasağı yüzündendir; bu yasak müşriklere seyahat özgürlüğü tanımak amacı ile getirilmiştir ve geneldir. Sadece antlaşmaları süreye bağlanmış olan müşrikler bu yasağın kapsamı dışındadır; çünkü onların antlaşmaları, sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılmıştır. Bu kavramı böyle yorumlamak gerekir. Çünkü madem ki, yüce Allah, müşriklere "Dört ay boyunca yeryüzünde serbestçe seyahat ediniz" buyuruyor, bu dört ayın bu açıklamanın yapıldığı günden itibaren başlaması gerekir. Bu "ilân"ın, bu bildirimin özelliği ile bağdaşan yorum budur.
 
Yüce Allah, müslümanlara bu dört aylık sürenin bitiminden itibaren, müşrikleri ya buldukları yerde öldürmelerini ya esir almaları ya -eğer kapalı bir yere sığınmışlarsa- kuşatma altına almalarını ya da yollarını gözlemek üzere pusuya yatarak kaçmalarını ve gelip-geçişlerini önlemelerini emrediyor. Bunun tek istisnası antlaşmaları, sürelerinin sonuna kadar geçerli sayılan ve bu süre içinde her hangi bir yaptırım uygulamasından muaf tutulan müşriklerdir. Çünkü müşriklere daha önce gereken uyarı yapılmış, kendilerine yeterli süreyi kapsayan bir mühlet verilmişti. Buna göre ne öldürülmeleri bir gaddarlıktır ve ne de yakalanmaları sürpriz bir baskın sonucudur. Kendileri ile yapılan antlaşmalar bozulmuş ve karşılaşacakları akıbetten önceden haberdar edilmişlerdir.
 
Ayrıca onlara yöneltilen bu saldırı bir yoketme, bir öc alma saldırısı değildir. Amaç onları son kez uyarmak ve İslâm'a yönelmelerini sağlamaktır. Okuyoruz:
 
"Eğer tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir."
 
Düşünelim ki, müslümanlar ile müşriklerin arasındaki ilişkilerin yirmiiki yıllık bir geçmişi vardı. Bu süre içinde müslümanlar, müşriklere çağrı yapar, açıklamada bulunurken müşriklerden çeşitli eziyetler, dinlerinden döndürme girişimleri, savaş girişimleri ve yeni devletlerini yıkmaya yönelik ortak komplolar görmüşlerdi. Buna rağmen gerek Peygamber'den, gerek bu dinden ve gerekse bu dinin bağlılarından hep müsamaha görmüşlerdi. Bu süre oldukça uzun bir tarihti. Bütün bunlara rağmen İslâm, onlara kollarını açıyordu. Yüce Allah eziyetlere uğrayan, dinlerinden dönsünler diye işkenceler altında inletilen; savaşlara, sürgünlere ve öldürülmelere maruz bırakılan müslümanlara ve Peygamberimiz'e eğer müşrikler tevbe edip yüce Allah'a dönerlerse, bu dine teslim olduklarını, onun görevlerini yerine getirmeye yöneldiklerini, kısacası bu dine girdiklerini kanıtlayacak biçimde onun farzlarını yapmaya başlarlar ise kendilerine ilişmemeyi, onları cezalandırma işlemini durdurmayı emrediyordu. Çünkü yüce Allah, ne kadar günah işlemiş olursa olsun, tevbe eden hiç kimseyi reddetmez. "O bağışlayıcıdır ve merhametlidir."
 
Sözlerimizin burasında bu âyetin aşağıdaki cümlesi hakkında gerek tefsir kitaplarının ve gerekse fıkıh kitaplarının dalmış oldukları tartışmalara girmek istemiyoruz:
 
"Eğer onlar tevbe eder de namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları salıveriniz."
 
Bu şartlar, onları yerine getirmeyenlerin kâfirlikle damgalanmalarına yolaçacak şartlar mıdır? Bu şartları yerine getirmeyenler ne zaman kâfirlikle damgalanır? İslâm'ın diğer bilinen şartlarını bir yana bırakarak sırf bunları yerine getireceğini söyleyen bir tevbekârın tevbesi yeterli olur mu?
 
Âyetin bu cümlesinde bu sorulardan herhangi birine cevap verme amacı güdüldüğünü sanmıyoruz. Âyetin cümlesi sadece o gün Arap Yarımadası'nda barınan müşriklerin hayatlarındaki pratik bir uygulamayı karşılıyor. Bu pratik uygulamaya göre eğer bir müşrik tevbe edip geçmiş tutumundan ayrılarak namaz kılmaya ve oruç tutmaya koyulursa bu tutum değişikliği İslâm'ı tümüyle kabul ettiği, onu her yönü ile benimsediği anlamına gelirdi. Âyette tevbe etme, namaz kılma ve zekât verme şartları vurgulanıyor. Çünkü o günlerde müslüman olmayı kafasına koymayan, İslâm'ın bütün şartlarını onaylamayan ve tam anlamı ile bu dine bağlanmaya karar vermeyen hiç bir müşrik bu şartları yerine getirmeye yanaşmazdı. Bu şartları yerine getiren müşrikin diğer İslâm şartlarını da onayladığı anlaşılırdı. Sözkonusu şartların başında yüce Allah'ın birliğine ve Peygamberimiz'in peygamber olduğuna inanmak, yani "Allah'dan başka ilâh olmadığını" ve "Muhammed'in, O'nun elçisi olduğu"nu dile getiren "şehadet" cümlesini samimiyetle seslendirmek gelirdi.
 
Demek ki, bu âyette yeralan bu cümlenin amacı İslâm hukukuna (fıkha) ilişkin bir hüküm ortaya koymak değil, özel eklentileri olan bir pratiği uygulamaya koymaktır.
 
Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm dört ay sonrası için müşriklere topyekün savaş ilân etmiş olmasına rağmen onlara yönelik hoşgörüsünü, ciddiliğini ve gerçekçiliğini sürdürüyor. Bir defa yukarda söylediğimiz gibi onlara yok etme amaçlı bir savaş ilân etmiyor. Bunun yerine onlara karşı mümkün olduğu takdirde doğruyola gelmelerine yönelik yeni bir kampanya başlatıyor. Hatırlanacağı gibi İslâm'la çatışan, İslâm'a karşı düşmanlığını ortaya koyan her hangi bir cahiliye grubuna üye olmayan tek tek müşriklere şu güvenceler veriliyordu: Böyleleri İslâm yurduna güvenlik içinde girebileceklerdi. Yüce Allah'ın emri ile Peygamberimiz bunlara bu yolda dokunulmazlık sağlayacak, böylece Allah'ın mesajını rahatça dinleme, bu çağrının içeriğini tam anlamı ile öğrenme imkânına kavuşturulacaklardı. Arkasından da can güvenliği içinde olacakları bir yere ulaşana dek korunacaklardı. Üstelik bütün güvencelerden yararlanırken müşrikliklerini sürdürebileceklerdi. Okuyoruz:
 
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân'ı işitebilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur"
 
Bu âyet şunu kanıtlar: İslâm, her insan kalbinin hidayete ermesine, sevaba ermesine düşkündür; İslâm yurdunda güvenlik içinde konuk olmak isteyen müşriklere güven içinde konuk olma imkânı vermek gerekir. Çünkü bu durumda İslâm onların savaşa girişmelerinden, biraraya gelerek kendisine karşı komplo kurmalarından emin olur. O halde onlara Kur'ân'ı dinleme ve bu dini öğrenme fırsatı vermekte hiç bir zarar yoktur. Belki bu yolla kalpleri açılır, ilâhî mesajı alır ve bu çağrıya olumlu karşılık verir. Ama olumlu karşılık vermeyecekleri durumlarda bile yüce Allah onları İslâm yurdu sınırları dışına çıkardıktan sonra canlarının güvencede olacağı bir yere ulaştırılmalarını emrediyor, gerekli sayıyor.
 
Müşrikleri İslâm yurdunda güven içinde konuk etmeye ilişkin bu hüküm İslâm sisteminin yüce bir doruğunu oluşturur. Fakat İslâm'da bu tür doruklar sayıca çoktur, bakışlarımızı yükseklere dikince gözlerimizin önünden ardarda geçerler. İşte bu da, İslâm'ın ve müslümanların düşmanı olan müşriklere can güvenliği sağlama zorunluğu da bu doruklardan biridir. Müslümanlara uzun yıllar boyunca çeşitli eziyetler çektirmiş, onları dinlerinden dönmeye zorlamış ve istedikleri olmayınca ellerinden gelen düşmanlığı yapmış olan müşrikleri İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir yere ulaştırmak konusunda gösterilen bu titizlik göz kamaştırıcı bir alicenaplıktır!
Bu sistem düşmanlarını yoketmeyi amaçlayan bir sistem değil, onları doğruyola erdirmeyi arzulayan bir sistemdir. İslâm için güvenilir bir üs meydana getirmeyi ön plâna aldığında bile bu ilkesini savsaklamadığını görüyoruz.
 
Kimileri var ki, İslâm'ın cihad ilkesinden sözederken onu insan fertlerine zorla inanç kabul ettirme aracı olarak nitelerler. Kimileri de var ki, bu suçlamanın ağır yükü altında ezilerek dipleri konusunda savunmacı bir tutum benimserler. Bu suçlamayı savabilmek için İslâm'ın sırf bağlarını yerel sınırları içinde savunmak için savaşa başvurduğunu söylerler. Şimdi hem ötekilerin ve hem de berikilerin bu yüce direktifin somutlaştırdığı yüce doruğa bakışlarını dikmeye ihtiyaçları vardır. Âyeti tekrar okuyalım:
 
"Eğer puta tapanlardan biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'an'ı işite bilsin; sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur."
 
Bu din bilmeyenlerin bilgi eksikliğini giderme ve can güvenliği isteyenlere can güvenliği sağlama dinidir. Bu alicenaplığı kendisine karşı kılıç çeken, savaş açan ve inatla karşı çıkan azılı düşmanlarından bile esirgemez. Fakat bu din, fertler ile yüce Allah'ın sözünü işitme imkânı arasına giren, insanlar ile yüce Allah'ın indirdiği mesajları öğrenme olanağı arasına giren ve böylece insanlar ile doğruyola erme fırsatı arasına giren bunların yanısıra bireyler ile kula kulluktan kurtuluş devrimi arasına, insanlar ile onların yüce Allah'a sığınma tercihleri arasına giren maddî güçleri devirmek için kılıçla savaşma yoluna başvurur. Bu maddî güçler yıkılınca, bu engeller ortadan kaldırılınca tek tek insanlar onun koruyucu kanatları altında inanç güvenliğine kavuşurlar. İslâm onlara bilgi verir, onları korkutmaz; onlara can güvenliği sağlar, onları öldürmez. Sonra onları sınırları dışında güvenli bir yere ulaştırıncaya dek güvenceli koruması altında uğurlar. Bütün bunları, bu konukları yüce Allah'ın sistemini reddettikleri halde yapar!
 
Günümüzün dünyasında kul yapısı bazı rejimler, sistemler ve yönetimler vardır. Bunlar muhaliflerine ne can güvenliği, ne mal güvenliği ne namus güvenliği tanımazlar; muhaliflerinin bütün temel insan haklarını pervasızca çiğnerler. Sonra da bu acı uygulamalara tanık olan bazı kimseler, yüce Allah'ın sistemine karşı girişilen haksız suçlamaları gidermek için binbir dereden su getirirler, bu gayretkeşliği gösterirken bu sistemin çehresini tanınmaz hale getirmeye kalkışırlar, onu gerek zamanımızda gerekse bütün zamanlar için kılıca ve makinalı tüfek namlularına sözle karşı koymaya razı olan komik bir tutumun kucağına atarlar!

7- Mescid i Haram'ın, Kabe'nin yanında antlaşma yaptıklarınız dışındaki müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever.
 
8- Allah'ın ve Peygamber'in onlara karşı nasıl taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
 
9- Allah'ın ayetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
 
10- Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler.
 
11- Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekatı verirlerse sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere ayetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.
 
12- Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da dininize dil uzatırlarsa kafirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.
 
Bundan önceki âyet grubunda müslüman toplum ile Yarımada'da yaşayan müşrikler arasında nihaî ilişki belirtilmişti. Bu nihaî ilişki müşriklerin tümü ile yapılmış antlaşmaların ve barış sözleşmelerinin sona erdirilmesi anlamına geliyordu. Kimine dört aylık mühlet verildi, kiminin ise antlaşmaları sürelerinin sonuna kadar tanındı. Bu hükümlerden sonra müşriklere şu iki şıktan birini tercih etmek kalıyordu: Ya tevbe edecekler ve namaz kılıp zekât verecekler, başka bir deyimle İslâm'a girecekler ve bu dinin farzlarını yerine getirecekler ya da öldürülecekler, kuşatılacaklar, esir edilecekler veya yolları gözlenecekti.
 
Antlaşmaya dayalı ilişkiler bu şekilde sona erdirilince elimizdeki âyetler grubunda ilk önce müşriklerin Allah ve Peygamberimiz üzerinde her hangi bir taahhütlerinin olmasının caiz olmadığı, doğru olmadığı, hatta düşünülecek bir şey olmadığı olumsuzlama, hayret belirtme ifadeli bir soru yolu ile anlatılıyor. Böyle birşey yüce Allah'ın "Müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir?" şeklindeki buyruğu ile özü itibari ile reddediliyor, prensip itibarı ile uzak bir ihtimal olarak tanımlanıyordu.
 
Bu âyetler grubunun başında yeralan bu olumsuzluk belirtici ifade bir örnek âyet grubunun hemen arkasından geldiği için o gruptaki âyetlerde sözleşmelerinin bütün şartlarına uyan ve müslümanlara karşı hiç bir grup ile işbirliği yapmamış olan antlaşmalı müşriklere tanınan mühletin geriye alındığı, yürürlükten kaldırıldığı sanılabilir, bu âyetlerin hemen başında yeralan bu reddedici ifade böyle bir yanlış anlamaya yolaçabilir. Buna meydan vermemek için yüce Allah'ın "Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" buyruğu ile sözkonusu hüküm bir kez daha vurgulanıyor. Fakat pekiştirici buyrukta yeni bir açıklama yeralıyor. Bilindiği gibi daha önceki emir antlaşmalarına bağlı kalan müşriklerin antlaşmalarını geçerli saymaya ilişkin mutlak bir nitelik taşıyordu. Fakàt bu âyette sözkonusu mutlaklığa kayıt getiriliyor; müşriklerin antlaşmalarını geçerli sayma şartının onların geçmişteki sözlerine bağlılıklarına olduğu kadar ilerdeki, yani antlaşma sürelerinin gelecek günlerindeki söz sağlamlığına da bağlı olacağı belirtiliyor. Bu da açıkça gösteriyor ki Kur'ân-ı Kerim, müslümanlar ile müşrikler arasındaki bu nihaî ilişkileri hükme bağlarken olağan-üstü bir özen gösteriyor, dolaylı anlamlarla yetinmeyerek her noktayı kesin ifadelerin sağlamlığına bağlıyor.
 
Daha önce gerek sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse bu bölümün girişinde belirttiğimiz gibi o günün müslüman toplumunda bu son derece önemli ve kesin adıma karşı çeşitli reaksiyonlar, çekingeler ve bakış açıları vardı. Bu yüzden elimizde âyetler grubunda müslümanlardaki çekingenlikleri, kuşkuları ve ürküntüleri giderecek telkinlere yer veriliyor. Bu telkinlerde müşriklerin, müslümanlara karşı taşıdıkları duygular ve niyetler açıklanıyor. Onların müslümanlarla bağladıkları hiç bir taahhüdü tutmadıkları, onlara karşı hiç bir sorumluluk duymadıkları, hiç bir vicdanî endişe taşımadıkları, hiç bir antlaşmalarına bağlı kalmayacakları, hiç bir sözlerine aldırış etmeyecekleri, ellerinden gelince hiç bir saldırıdan geri kalmayacakları belirtiliyor. Buna göre onlar müslümanların dinine girmedikçe, onlarla aynı inancı paylaşmadıkça antlaşmalarına, barış sözleşmelerine güvenmek mümkün değildir.
 
"Müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir?"
 
Müşrikler, katışıksız bir kulluk sunma anlamında Allah'a inanmadıkları gibi Peygamber'in peygamberliğini de kabul etmezler. Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in bunlara karşı nasıl taahhüdü olabilir? Onların inkârlarının ve inanmazlıklarının hedefi ne kendileri gibi bir insan ve ne de kendileri gibi insanların eseri olan bir yeryüzü sistemidir. Onların inkârcılıkların hedefi yaratıcıları ve rızıklarının sağlayıcı olan yüce Allah'tır. Onlar bu inkârcılıkları ile daha baştan yüce Allah'a ve Peygamber'e düşmanlık ilân ediyorlar. Buna göre yüce Allah'ın ve Peygamber'in onlara karşı taahhüdü taşıyabilecekleri nasıl düşünülebilir?
 
Bu olumsuzluk ifade edici, tuhaflık belirtici sorunun gündeme getirdiği mesele budur. Bu mesele antlaşmanın özüne ilişkin bir meseledir. Yoksa antlaşma olgusunun herhangi bir belirli durumuna, her hangi bir türüne ilişkin değildir.
 
Bu olumsuzluk ifade edici soru zihinlerde şöyle bir tereddüt uyandırabilir: Ortada müslümanlar ile müşrikler arasında yapılmış birçok somut anlaşma vardı. Yüce Allah, bu antlaşmaların bir bölümüne bağlı kalınmasını emretmişti. Müslüman devletin Medine'de kurulduğu günden beri birçok antlaşmalar yapılmıştı. Bu antlaşmaların kimi yahudiler ile kimisi de müşrikler ile imzalanmıştı. Bu arada Hicret'in altıncı yılında Hudeybiye barışı yapılmıştı. Daha önceki sûrelerde yeralan Kur'ân âyetleri ihanet tehlikesi karşısında bu antlaşmaların bozulmasına izin vermekle birlikte temelde bu antlaşmaların yapılabileceklerini belirtiyordu. Eğer müşriklerle antlaşma yapmanın altındaki ilke bu olumsuzluk ifadesi sorunun içeriği ise o zaman müşrikler ile antlaşma yapmayı ilke olan tuhaf gören bu son âyetten önceki antlaşmalar nasıl mübah sayılmış, nasıl gerçekleşebilmiştir?
 
Gerek bu sûrenin ve gerekse "Enfal" sûresinin tanıtma yazılarında ortaya koymaya çalıştığımız İslâm'ın hareket yöntemine ilişkin doğru kavramanın ışığı altında düşündüğümüz takdirde bazı zihinlerde uyanmış olabilecek olan bu tereddüt anlamsız kalır. Sebebine gelince sözkonusu eski antlaşmalar o günün pratik şartlarını denk yöntemler ile karşılamak amacı ile yapılmıştı. Fakat bu konuya ilişkin nihaî hüküm, yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in müşrikler karşısında taahhüt altında olamayacakları yolundadır.
 
Daha baştan yeryüzünden müşrikliğin kökünü kazımayı ve tek Allah'a bağlılığı sağlamayı hedef edinmiş olan İslâmî hareketin yolu boyunca benimsediği bazı geçici hükümler olmuştur. Ama İslâm, sözünü ettiğimiz nihaî hedefini daha ilk günden açıklamış, bu konuda hiç kimseyi aldatmamıştır. İlk zamanlarda pratik şartlar, kendisine karşı barışçı bir tutum takınan müşriklere ilişmeyerek tüm enerjisini saldırganlar üzerine yoğunlaştırmasını, kendisi ile iyi geçinmek isteyenler ile belirli bir süre için iyi geçinmesini, kendisi ile antlaşma yapmak isteyenler ile belirli bir aşamada antlaşma imzalamasını gerektirmiştir. Ama İslâm bu dönemlerde hiç bir zaman nihaî ve son amacını gözardı etmemiştir. Aynı zamanda şu gerçekleri de gözardı etmemiştir: Kimi müşriklerin kendisi ile sürdürdükleri iyi komşuluk ilişkileri ve antlaşmalar o müşrikler açısından da geçici ilişkilerdir; onlar bir gün mutlaka İslâm'a saldıracaklar, mutlaka onunla savaşa tutuşacaklardır; asıl amacının ne olduğunu bilip dururken onu asla rahat bırakmayacaklardır; onun için ne oranda savaş hazırlığı yaparlarsa, ona karşı koymak için ne kadar önlem almışlarsa kendilerini onun karşısında o oranda güvencede kabul edeceklerdir. Yüce Allah, bu konuda daha başlangıçta müslümanları uyarmak amacı ile "Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler" buyurmuştur. (Bakara, 217) Bu söz hiç bir döneme ve hiç bir sosyal ortama özgü olmayan zaman-üstü (ebedi) bir söz olduğu oranda hiç sosyal şarta ve hiç bir geçici duruma bağlı olmayan gerçek bir sözdür.
 
Bu âyette ilke olarak müşrikler ile arada antlaşmaların olması tuhaf karşılanıyor, ama buna rağmen yüce Allah antlaşmalarının hiç bir şartını çiğnememiş ve müslümanlara karşı hiç bir saldırgan grubu desteklememiş olan antlaşmalı müşriklerin antlaşmalarını sürelerinin sonuna kadar geçerli saymaya izin vermiştir. Yalnız bu süre içinde müslümanların bu antlaşmalara uymaları için karşı tarafın da onlara bağlılıklarını sürdürmelerini şart koşmuştur. Âyet bir daha ve tam olarak okuyalım:
 
"Mescid-i Haram'ın, Kâbe'nin yanıbaşında antlaşma yaptıklarınız dışında müşriklere karşı Allah'ın ve Peygamber'in nasıl taahhüdü olabilir? Onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranınız. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever."
 
Bu âyette "Mescid-i Haram'ın yanıbaşında kendileri ile antlaşma yapıldığı" belirtilen müşrikler "Yalnız antlaşma şartlarını eksiksiz biçimde yerine getiren ve size karşı hiç kimseyi desteklemeyen müşriklere gelince onlar ile aranızdaki antlaşmalara sürelerinin sonuna kadar uyunuz. Hiç şüphesiz Allah kötülükten sakınanları sever" âyetinde sözü edilenlerden başka bir grup değildir. Oysa bazı yeni tefsirciler bu deyimi öyle anlamışlardır. Tersine bunlar aynı grupturlar. İlk âyette bu gruptan ilişki kesme hükmünün genelliği ve mutlaklığı yüzünden sözedilmiştir. Amaç, bu grubu o genel hükmün dışına çıkarmaktır. İkinci âyette müşrikler ile antlaşma yapmanın ilke olarak tuhaflığını belirtme münasebeti ile sözedilmiştir. Çünkü bu genel hükmün ilk hükmü yürürlükten kaldırdığının sanılacağından çekinilmiştir. Gerek o âyette ve gerekse bu âyette "Allah korkusu"ndan ve O'nun kendisinden korkanları sevmesinden aynı ifadeler ile sözedilmesinin gerekçesi de işlenen konunun aynı olduğunu vurgulamaktır. Ayrıca ikinci âyet, birinci âyetteki şartların tamamlayıcı niteliğindedir. Sebebine gelince ilk âyette sözkonusu müşriklerin antlaşmalarına geçmişte bağlı olmaları şart koşulmuşken ikinci âyette antlaşmalarına gelecekte bağlı kalmaları şartı koşulmaktadır. Daha önce söylediğimiz gibi burada kelime seçimine ilişkin son derece büyük bir özenle karşılaşıyoruz. Bu özenin büyüklüğünü farkedebilmek için, açık ve belirgin biçimde görüldüğü gibi, aynı konuyu işleyen bu iki ifade yanyana getirip öyle okumak gerekir.
 
Bir sonraki âyette antlaşma ilkesi tarihî ve objektif sebeplere dayanılarak tuhaf gösteriliyor. Oysa incelemiş olduğumuz âyette bu tuhaf bulma inanç sisteminden kaynaklanan sebeplere bağlanmıştır. Bir sonraki âyette öteki ve beriki sebepler biraraya getiriliyor. Okuyoruz:
 
"Allah'ın ve Peygamber'in onlara karşı nasıl taahhüdü olabilir ki, eğer size karşı üstün gelebilseler ne and ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalbleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür! Onlar bir mümine karşı ne and ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler."
 
Yüce Allah'ın ve Peygamber'in müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilir? Onlar ancak güçsüz dönemlerinde, sizi yenemeyecekleri zamanlarda sizinle antlaşma yaparlar. Eğer size karşı üstün konuma gelseler, sizi yenebilecek olsalar ellerinden gelen her şeyi yaparlar. O durumda aranızdaki hiç bir antlaşmayı umursamazlar, size karşı hiç bir yükümlülük gözetmezler, size yapacakları kötülüğe ilişkin olarak hiç bir çekingenlik duymazlar, hiç bir kınamaya aldırış etmezler.
 
Onlar hiç bir antlaşmayı gözetmezler. Size öldürücü darbeler indirirken hiç bir sınır tanımazlar. Toplumda gelenekleşmiş ve aşanlarının kınanmasına yolaçan sınırları bile çiğnemekten çekinmezler. Size karşı besledikleri kin o kadar aşırıdır ki, ellerinden gelse, size öldürücü darbeler indirirken her türlü sınırı aşarlar. aranızdaki antlaşmalar ne olursa olsun farketmez. Çünkü size karşı her hangi bir kötülüğü işlemelerini engelleyen faktör, onlar ile aranızdaki antlaşmalar değildir. Onları size kötülük yapmaktan alıkoyan faktör, size güçlerinin yetmemesi, sizi yenmeyi gözlerinin kesmemesidir! Eğer onlar karşısında güçlü olduğunuz bu günlerde size yumuşak sözler söyleyerek, antlaşmalarına bağlıymış gibi görünerek dilleri ile hoşnutluğunuzu kazanıyorlarsa buna aldanmamalısınız. Çünkü kalpleri sizin için kaynayan bir kin kazanı gibidir, bu kalbler antlaşmalara bağlı kalmaya razı değildir. İçlerinde size bağlılığın, size yönelik sevginin zerresi bile yoktur. Âyeti tekrarlıyoruz:
 
"Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!"
 
İşte size karşı besledikleri kinin, aranızdaki antlaşmalara uymayı içlerine sindirememelerinin, ellerinden gelse size öldürücü darbelerini indirmeye koşarken hiç bir çekingenlik duymamalarının, hiç bir kınamaya aldırış etmemelerinin asıl sebebi budur. Yani yüce Allah'ın dininden sapmış olmaları, O'nun doğru yolundan çıkmış olmalarıdır. Çünkü onlar kendilerine gelmiş olan yüce Allah'ın âyetlerine birkaç paralık dünya menfaatini tercih etmişlerdir; bu menfaatlere sımsıkı sarılırlar, onları ellerinden kaçıracaklar diye ödleri kopar. Öteden beri İslâm'a yanaşmamalarının sebebi, eğer müslüman olurlarsa bu yüzden bazı menfaatlerini yitirecekler ya da bazı servetlerini feda etmek zorunda kalacaklar diye korkmalarıdır. Yüce Allah'ın âyetlerini birkaç para karşılığında sattıkları için insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. Hem kendilerini ve hem de başkalarını bu yoldan alıkoydular. Aşağıda belirtileceği gibi onlar "küfür önderleri"dirler. Bu yaptıkları ise kötü bir davranıştır. Bu davranışlarının kötü olduğunu bizzat yüce Allah belirtiyor. Okuyoruz:
 
"Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!"
 
Sonra onlar bu kinlerini sizin şahsınıza karşı beslemiyorlar, size karşı çevirdikleri bu iğrenç entrikaların hedefi sadece sizin kişilikleriniz değildir. Onlar bu kini her mümine karşı beslerler, her müslümana karşı aynı iğrenç plânı uygularlar. Çünkü onların kinlerinin ve intikam duygularının hedefi taşıdığınız bu sıfattır, yani "mümin"liğinizdir. Tarih boyunca bu dinin samimi bağlılarının düşmanlarında bu özellik hep görüle gelmiştir. Nitekim Firavun'un en ağır işkence, kıyım ve öldürme tehditlerine aldırış etmeyerek Hz. Musa'nın yolunu seçen büyücüler, Firavun'a karşı bu gerçeği şöyle haykırmışlardı:
 
"Sen ancak Rabbimiz'in âyetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öc alıyorsun." (A'raf, 126)
 
Peygamberimiz de aynı gerçeği yüce Allah'ın direktifi ile yahudi ve hıristiyanlara, kitap ehline karşı şöyle dile getirmişti:
 
"Ey kitap ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi sadece Allah'a inanmamızdır." (Maide, 59)
 
Ayrıca yüce Allah, o günün bir kısım müminlerini ateşe atarak diri diri yakan "Eshab-ı Uhdud"un iğrenç cinayetlerini aynı gerekçeye bağlayarak şöyle açıklıyor:
 
"Onlar sırf aziz ve hamid olan Allah'a inanıyorlar diye onlardan intikam alıyorlardı." (Buruç, 8)
 
Demek ki, iman kâfirler için intikam gerekçesidir. Bundan dolayı onlar her mümine karşı kin beslerler, bu yüzden müminlerle yaptıkları hiç bir antlaşmayı umursamazlar, hiç bir kötülüğün yolaçacağı kınamaya aldırış etmezler. Bir sonraki âyeti okuyalım:
 
"Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler."
 
Saldırganlık sıfatı onların kişiliklerinde derin köklere sahiptir. Bu sıfatın kişiliklerindeki başlangıç noktası imanın kendisine karşı besledikleri nefret duygusu ve bu imandan kaçmalarıdır. Bu saldırganlıkları son aşamada imana karşı dikilmeleri eyleminde somut olarak belirir. Bu karşıt tutumlarının sonucu olarak müminler karşısında hep fırsat kollar, onlar ile aralarındaki hiç bir antlaşmayı, hiç bir barışçı ilişkiyi gözetmezler. Yeter ki, müminlere karşı üstünlük kurmuş olsunlar, onların güçlerinden ve darbelerinden zarar görmeyecek konuma gelsinler. O zaman yapabilecekleri her kötülüğü yaparlar. Bu kötülükleri yaparken hiç bir antlaşmayı umursamazlar, hiç bir çekingenlik duymazlar ve cinayetlerine yönelik hiç bir kınamaya aldırış etmezler. Çünkü artık rahat ve korkusuzdurlar!
 
Daha sonraki âyetlerde, yüce Allah, müminlerin müşriklerin bu tutumlarına nasıl bir karşılık vereceklerini şöyle açıklıyor.
 
"Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız. Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da dininize dil uzatırlarsa kâfirlerinin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler."
 
Müslümanlar fırsat kollayan düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bu düşmanlar beklenmedik darbeler indirmekten geri kalmazlar. Böyle yaparken acımasız ve insafsızdırlar. Onları durduracak tek şey güçsüzlükleridir. Ne yapılmış antlaşmalar ne gözetilmesi gerekli sorumluluklar onları frenleyebilir. Ne kınamalardan çekinirler ve ne de ilişkileri sürdürme endişesi taşırlar. Âyetteki bu ifadenin arkasında uzun bir tarih vardır. Bu tarih, bize gösterilen doğrultunun ana çizgi olduğunu gösterir. Bu ana çizgide ancak olağan-dışı durumlarda ve gelip geçici nitelikte sapmalar görülür; arkasından tekrar dönülerek ana doğrultunun çığrına girilir.
 
Bu uzun tarihî deneyim, yaşanan pratik olaylardan oluşmuştur. Bu uzun deneyimi, insanları kula kulluktan kurtararak tek Allah'a kul olma düzeyine çıkaran ilâhî sistem ile kula kulluğu yasallaştıran cahiliye sistemleri arasındaki kaçınılmaz savaşın karakteristik özelliğine eklemek gerekir. İşte bu deneyim birikimi ve bu kaçınılmaz savaş bilinci, İslâmî hareket yöntemini, yüce Allah'ın direktifi ile, şu kesin ve açık tutumla karşı karşıya getirir. Okuyoruz:
"Eğer tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse onlar sizin din kardeşleriniz olurlar. Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız.
 
Eğer onlar ile antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da. dininize dil uzatırlarsa kâfirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler."
 
Sözkonusu müşriklerin önünde iki şık vardır:
 
1) Ya müslümanların benimsedikleri sistemi benimserler, eski müşrikliklerinden ve taşkınlıklarından tevbe ederek vazgeçerler. O zaman gerek İslâm ve gerekse müslümanlar bu saldırgan müşriklerden gördükleri bütün taşkınlıklara göz yumarlar, arada inanç esasına dayanan bir bağ kurulur; yeni müslümanlar, eski müslümanların kardeşleri olurlar; geçmiş, bütün acı hatıraları ile hem realite dünyasından ve hem de kalblerden silinir.
 
"Biz bilgili kimselere âyetlerimizi ayrıntılı biçimde açıklarız."
 
2) Ya da bu müşrikler verdikleri sözlerden dönerek, yeminlerini bozarak müslümanların dinine dil uzatırlar. Bu durumda onlar ne yemini ve ne de antlaşmasını gözetmeyen bir küfür elebaşısıdır, birer azılı kâfirdir. O zaman onlarla vuruşmak, savaşmak gerekir. Belki böylelikle doğru yola dönerler. Nitekim daha önce bu konuda şöyle demiştik:
 
İslâm kampının gücü ve savaş alanında üstünlük sağlaması birçok kalbleri doğruyola iletebilir, onlara galip gelen gerçeği gösterip onu tanımalarını sağlayabilir. Bu durumda anlarlar ki, o gerçek olduğù için galip gelmiştir; arkasında yüce Allah'ın gücü vardır; Peygamberimiz, kendilerine "Allah ve Peygamber'i kesinlikle galip gelecektir" şeklinde bir mesaj iletmişti ya, bu mesaj doğrudur. Bu bilinç ve bu anlayış onları tevbe etmeye ve doğru yola. iletir. Üstelik bu tevbe ve doğruyola koyulma zorla ve baskı altında gerçekleşmez, tersine galip gerçeği açıkça gördükten sonra kalplerde meydana gelecek olan zorlamasız bir onaylama ile gerçekleşir. Bunun böyle olduğunun birçok örnekleri hem geçmişte hem de günümüzde sık sık görülmüştür.
 
ZAMANI KUŞATAN HÜKÜMLER
 
İmdi, bu âyetlerin uygulama alanı neresidir? Bu âyetler hangi tarihî ve coğrafî alanda geçerlidir? Bu geçerlilik alanı sadece o sınırlı dönemin Arap Yarımadası'nda yaşayan halka mı özgüdür, yoksa bu alanın her dönemi ve her coğrafya parçasını kapsayan başka boyutları var mıdır?
 
Bu âyetler Arap Yarımadası'ndaki İslâm kampı ile müşrik kamplar arasındaki pratik realiteye karşılık veriyordu. Buna göre bu âyetlerde dile gelen hükümlerin sözkonusu pratik realiteyi kasdettiği, bu âyetlerde sözü edilen müşriklerin o günün müşrik arapları olduğu kuşkusuzdur.
 
Bu gerçekten doğrudur. Fakat acaba, bu ayetlerin uygulama alanı sadece bu kadarla mı sınırlıdır?
 
Bu soruya cevap verebilmek için tarih boyunca müşriklerin, müslümanlara karşı takındıkları tutumu gözlemeliyiz. O zaman bu âyetlerin uygulama alanı meydana çıkar ve biz de tarihin akışı içinde müşriklerin tutumunu açıkça görebiliriz:
 
Önce Arap Yarımadası'nı ele alalım. Her halde Peygamberimiz'in hayatında yeralan ve bilgisi bize ulaşmış olaylar bu konuda yeterli belge oluştururlar. Sırf bu Tefsir eserimizin bu cüzünde yeralan tarihi açıklamalar müşriklerinin bu dine karşı nasıl bir tutum takındıklarını, bu çağrının Mekke'de ortaya çıktığı ilk günden bu âyetlerin damgalarını bastıkları döneme kadar müşrik araplar ile İslâm arasında ne gibi maceralar yaşandığını açıkça ortaya koyar kanısındayız.
 
Gerçi İslâm ile yahudiler ve hıristiyanlar arasındaki savaşın süresi, İslâm ile müşrikler arasındaki savaşın süresinden daha uzundur. Fakat bu gerçek, müşriklerin müslümanlar karşısında takına geldikleri tutumun, her zaman için, sûrenin bu kesitinde yeralan aşağıdaki âyetlerin anlattıkları gibi olduğu realitesi ile çelişmez:
 
"Allah'ın ve Peygamberin müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Dilleri ile sizi hoşnut etmeye çalışırlar, ama kalpleri sözleri ile çelişiktir. Onların çoğunun karakteri bozuktur.
 
Allah'ın âyetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alı koydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür!
 
Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler."
 
Gerek müşriklerin, gerek yahudiler ile hıristiyanların ve gerekse ehl-i kitab'ın müslümanlara karşı takındıkları tutum hep bu olmuştur. Yahudiler ile hıristiyanların tutumundan bu sûrenin ikinci kesitinde yeri geldiğinde sözedeceğiz. Müşriklere gelince onların insanlık tarihi boyunca müslümanlara karşı takındıkları tutum, bu âyetlerin anlattıkları her zaman çakışa gelmiştir.
 
Bilindiği gibi İslâm'ın mesaj akışı Peygamberimiz ile başlamaz, Peygamberimiz'in misyonu bu mesaj akışının bitiş noktasını oluşturur. Tarih boyunca müşriklerin her Peygamber'e ve her ilâhi misyona karşı takınmış oldukları tutum, genel anlamda müşrikliğin yüce Allah'ın dini karşısındaki tutumunu yansıtır. Meseleye böylesine geniş bir perspektiften bakınca aradaki savaşın boyutları genişlik kazanır, takınılan tutum bütün çıplaklığı ile ortaya çıkar ve bu ölümsüz âyetlerin bize anlattıkları, istisnasız bütün insanlık tarihini kapsayan bir genel geçerlilik kazanır.
 
Müşrikler Hz. Nuh'a, Hz. Hud'a, Hz. Salih'e, Hz. İbrahim'e, Hz. Şuayb'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya -selâm üzerlerine olsun- ve bu peygamberlerin dönemlerindeki müminlere neler yaptılar? Sonra yine müşrikler Peygamberimiz'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve dönemindeki müminlere neler yaptılar. Yaptıkları şu: Ne zaman üstünlük kazandılar ise, ne zaman bu peygamberleri ve çevrelerindeki müminleri egemenlikleri altına alabildilerse "onlara karşı ne bir and ve ne de bir vicdani yükümlülük gözetmemişlerdir."
 
Müşrikler, Moğollar eli ile gerçekleşen "ikinci dönem" şirk saldırısı, müşriklik saldırganlığının ikinci dalgası sırasında müslümanlara neler yaptılar? Sonra yine müşrikler ve Allah tanımazlar (ateist komünistler) günümüzde, bin dört yüz yıl sonra, dünyanın her tarafında müslümanlara neler yapıyorlar. Ne yapacaklar? Yukarıda okuduğumuz ölümsüz ve gerçekçi âyetlerin belirttikleri gibi müslümanlara karşı hiç bir and ve hiç bir vicdani yükümlülük gözetmiyorlar.
 
Putperest Moğollar, müslümanları yenilgiye uğratarak Bağdat'a girdiklerinde son derece kanlı facialar yaşandı. Bu faciaların belgeleri tarihin kara sayfaları tarafından tescil edildi. Biz burada İbn-i Kesir tarafından kaleme alınan "el-Bidaye vennihaye" adlı eserde yeralan hicri altıyüz ellialtı yılının olaylarına ilişkin belgelerin kısa bir özetini sunmakla yetiniyoruz. (İbn Kesir, "el-Bidaye vennihaye" c.13)
 
"Moğollar Bağdat'a girdiler. Ele geçirebildikleri bütün erkekleri, kadınları, çocukları, yaşlıları, gençleri öldürdüler. Şehir halkının bir çoğu kuyulara, ağıllara, mezbeleliklere sığındılar. Günlerce bu şekilde saklandılar, meydana çıkmadılar. Halkın bir kısmı hanlarda toplanıp kapıları üzerlerine kitlemişti. Fakat Moğollar bu kapıları ya kırarak ya da yakarak o hanlara girdiler. İçerdeki halk onlardan kaçıp damlara çıkıyor, fakat onlar bu zavallıların üzerine dam silindirlerini yuvarlayarak öldürüyorlardı. Öyle ki sokaklarda dereler gibi kan akıyordu. -İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun- Mescidlerde, camilerde ve kervansaraylarda da aynı facialar yaşanıyordu.
 
Moğolların elinden sadece yahudiler ile hıristiyanlardan oluşan gayri müslim azınlıklar ile bu azınlıklara ve bir de rafizi (alevi) vezir İbn-i Alkamî'nin evine sığınanlar canlarını kurtarabilmişlerdi. (Çünkü şehrin gayri müslim azınlıklarını oluşturan yahudiler ile hıristiyanlar İslâm'ın ve müslüman!arın varlığına son verebilmek sevdası ile Moğollar ile işbirliği yapmış, halifelik merkezini istilâ etmeleri konusunda onlarla gizli yazışmalar yapmışlardı. Ayrıca onlara şehrin savunma bakımından zayıf olan noktaları hakkında bilgi sızdırmışlar. Bunların yanısıra bu dramatik facianın gerçekleşmesine fiilen katılmışlar ve putperest Moğollar'ı sevinç gösterilen ile karşılamışlardı. Amaçları onların eli ile müslümanların, yani kendilerine zimmilik (güvenli vatandaşlık) statüsü tanımış olan, başka yerlerden kaçıp gelerek korumalarına sığındıkları müslümanların varlıklarına son vermekti!) Ayrıca bazı tüccarlar da bol rüşvetler karşılığında "emanname (güvenlik belgesi)" alabilmiş, böylece canlarını ve mallarını kurtarabilmişlerdi. Bu saldırı öncesine kadar en şenlikli şehir olan Bağdat saldırı sonrasında neredeyse tamamen yıkıntıya dönüştü. Nüfusu son derece azalmıştı. Şehirde kalabilen bir avuç insan da korkunun, açlığın, perişanlığın ve kıtlığın pençesinde kıvranıyordu.
 
Bu olayda Bağdat'da ne kadar müslüman öldürüldüğü hakkında halk arasında çeşitli rakamlar ileri sürüldü. Kimi sekizyüzbin kişinin, kimi birmilyon kişinin öldürüldüğünü söylerken kimi de bu facianın kurbanlarının sayısının ikimilyona ulaştığını öne sürüyordu. -İnna lillâhî veinna ileyhi raciun, lâhevle velâkuvvete illâ billâhil aliyyil azim!-
 
Moğollar, Bağdat'a Muharrem ayının sonlarında girmişlerdi. Kırk gün boyunca kılıçlar şehrin halkını biçmeye devam etti. Halife Mutasim billah, Sefer ayının dördüncü gününe rastlayan bir çarşamba günü öldürüldü. Mezarı belirsizdir. Öldürüldüğü gün kırkaltı yaşını dört ay aşmıştı. Halifeliği onbeş yıl, sekiz ay ve birkaç gün sürmüştü. Yirmibeş yaşındaki büyük oğlu Ebu Abbas Ahmed kendisi ile birlikte öldürülmüştü. Bir süre sonra yirmiüç yaşındaki ortanca oğlu Ebu Fadl Abdurrahman da öldürülmüş, en küçük oğlu Mubarek ise esir alınmıştı. Ayrıca Fatıma, Hatice ve Meryem adlarındaki üç kız kardeşi de esir alınmıştı.
 
Bunlar dışında sözünü ettiğimiz vezir Alkamî'nin düşmanı olan "Dar-ul hilâfet (Halifelik sarayı)" öğretim üyesi Muhyiddin Yusuf b. Şeyh Ebu Ferec b. Cevzi, oğulları Abdullah, Abdurrahman ve Abdülkerim ile birlikte öldürüldüler. Devletin ileri gelen yetkilileri de teker teker öldürüldüler. Bunların arasında saray ikinci katibi Mucahidüddin Aybek, Şahabuddin Süleyman Şah ile sarayın ileri gelenlerinden ve şehrin başta gelen yöneticilerinden oluşmuş bir grup vardı. Abbasoğullarından göze kestirilen bir kişi halifelik sarayından salınan bir haberle çağrılıyor, sonra adam çocukları ve eşleri ile birlikte evinden alınarak "Hilâl" mezarlığına götürülüyor ve burada her kesin gözleri önünde koyun boğazlar gibi boğazlanıyor, bu arada Moğolların hoşuna giden kızları ve cariyeleri esir alıyordu. Bu arada şeyhler şeyhi ve Halife'nin edep dersi hocası Sadruddin Ali b. Neyyar da öldürüldü. Onun yanısıra birçok katipler, imamlar ve hafızlar da öldürüldü. Bunun sonucunda Bağdat'da çok sayıda mescid kapandı, vakit ve cuma namazları aylarca kılınamadı.
 
Kırk günün sonunda bu mukadder facia noktalandığında Bağdat, "tavanı temelleri üzerine çökmüş" bir yapının enkazını andırıyordu. Şehirde bir avuç kılıç artığı dışında insan kalmamıştı. Sokaklara yığılan cesetler, kuleler oluşturuyordu. Yağan yağmurlar bu cesetleri tanınmaz hale getirmişti. Şehri çürük leş kokusu sarmıştı, hava dayanılmaz derecede ağırlaşmıştı. Bu yüzden şiddetli bir veba salgını başgösterdi. Öyle ki, bu veba hava yolu ile dağılarak Şam dolaylarındaki bazı yörelere kadar yayılmıştı. Havanın ağırlaşması ve rüzgârın bozulması sebebi ile birçok insan öldü. Pahalılık, kıtlık, veba, kırım, kılıç-mızrak darbeleri ve taun hep birlikte halkın başına çöreklenmişti. -İnna lillahi ve inna ileyhi raciun!-
 
Bağdat'ta "eman (güvenlik)" ilân edildiğinde facianın başından beri dehlizlerde, mezbeleliklerde, mezarlarda saklanmış olan insanlar dışarı çıktılar. Tıpkı mezarları deşilmiş de dışarıya çıkarılmış ölüler gibi idiler. Biribirlerinin yüzlerini unutmuşlardı. Baba evlâdını, kardeş kardeşini tanıyamıyordu. Bu zavallıları da veba yakalayıverdi ve bu yüzden son nefeslerini vererek daha önce canlarını vermiş olan hemşehrilerine katıldılar..."
 
Okuduğumuz bu tüyler ürpertici satırlar, müslümanlara karşı üstünlük kuran müşriklerin "hiç bir and, hiç bir vicdanî sorumluluk gözetmediklerini" gösteren bir tarihî belgesel tablosudur. Acaba bu tablo, sırf o dönemin moğollarına özgü ve tarihin karanlıklara gömülmüş, uzak geçmişinde kalan istisnaî, kuraldışı bir tablo mudur?
 
Hayır, asla! Yakın tarihin dramatik manzaraları, hiç de bu tarihî tablodan farklı değildir. Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılışı sırasında putperest "hindu''ların müslümanlara karşı işlemiş oldukları cinayetler, vaktiyle moğolların Bağdat müslümanlarına reva gördükleri cinayetlerden hiç de daha az iğrenç, daha az tüyler ürpertici değildir.
 
O sırada bir takım müslümanlar, hindulardan gelen vahşi ve barbarca saldırılar karşısında can korkusuna düşerek Hindistan'dan Pakistan'a göçetmek zorunda kalmışlardı. Fakat yola çıktıkları zaman sayıları sekiz milyonu bulan bu zavallılardan Pakistan sınırına ulaşabilenler sadece üç milyon kişi olabilmişti. Diğer beşmilyon müslüman yolda telef olmuş, toplu-kırıma uğratılmıştı. Bu korkunç trajedi şöyle gerçekleşti. Hind devleti tarafından kimlikleri iyi bilinen ve baza ileri gelen hükümet adamları tarafından yönlendirilen, hindulardan oluşmuş bir takım çeteler, bir takım putperest ölüm mangaları sözünü ettiğimiz göçmenlerin yolunu keserek onları yol boyunca ekin biçer gibi biçiverdi, arkasından moğolların Bağdat müslümanlarına karşı takındıkları vahşeti hiç de aratmayacak bir canavarlıkla ölü vücutları kesip doğradıktan sonra kuşlara ve vahşi hayvanlara yem olarak bıraktılar!
 
Bunun dışında bir başka plânlı trajedi de bir trenin yolcularına uygulanmıştı. Bu trenin yolcuları Hindistan'ın çeşitli eyâletlerinden ayrılarak Pakistan'a gitmek üzere yola çıkan müslüman devlet memurları idi. İki devlet arasında varılan bir antlaşmaya göre isteyen müslüman devlet memurları Pakistan'a gidebileceklerdi. İşte bu antlaşmadan yararlanarak Hindistan devletinin çeşitli kademelerinde görev yapan ve artık Pakistan'da çalışmak isteyen memurların sayısı elli bin idi. Tren Hindistan-Pakistan sınırında, Hayber geçidindeki bir tünele işte bu elli bin memurla girmiş, fakat tünelin öbür ucundan sadece doğranıp öteye-beriye saçılmış cesetleri ile çıkabilmişti! Devletin üst makamları tarafından eğitilip yönlendirilmiş putperest hindu çeteleri treni tünelden geçerken durdurmuşlar ve içindeki elli bin müslüman devlet memurunu doğrayıp leş ve kan yığınlarına dönüştürmeden yoluna devam etmesine izin vermemişlerdi! Yüce Allah "Allah'ın ve Peygamber'inin müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ve ne de yükümlülük gözetirler" buyururken ne kadar doğru söylüyor! Bu toplu-kırımlar değişik biçimde sürekli tekrarlanıyor.
 
Peki moğolların Komünist Çin'de ve Komünist Rusya'daki izdaşları (halifeleri) ülkelerinde yaşayan müslümanlara karşı ne yaptılar? Ne yapacaklar? İktidara geldiklerinden beri geçen çeyrek yüzyıl içinde yirmialtı milyon müslümanı yokettiler. Görüldüğü gibi her yıla yaklaşık olarak bir milyon müslüman düşüyor. Üstelik toplu-kırım uygulamaları hâlâ devam ediyor. Tüyler ürpertici cehennemî işkenceler de işin cabası!
 
Nitekim içinde bulunduğumuz yıl, Çin-Türkistan'ında, Komünist Çin'in bu müslüman eyaletinde moğolların tarihteki cinayetlerini bile gölgede bırakan şöyle facia meydana geldi. Müslüman bir lider yakalanıp getirildi, kendisi için cadde ortasında kazılan bir kuyuya kondu. Arkasından yörenin müslümanları çeşitli işkence ve baskılar altında büyük abdest pisliklerini kaplara doldurup oraya getirmeye zorladılar. (Devlet bu insan pisliklerini, halka verdiği yiyecekler karşılığında gübre olarak kullanmak üzere topluyordu). Sonra da toplanan bu pislikler kuyunun dibindeki müslüman liderin üzerine boşaltılıyordu. Bu işkence üç gün devam etti. Zavallı adam pislik birikintisi içinde can çekişe çekişe son nefesini vermek zorunda bırakıldı!
 
Yugoslavya'daki komünist rejim de müslümanlara karşı benzer cinayetler işlediler. Bu cinayetlerin bilânçosu olarak komünist rejimin orada iktidara geliş tarihi olan ikinci dünya savaşının bitiminden günümüze kadar bir milyon müslüman yokedildi. Bu yoketmeler ve vahşi işkenceler orada hâlâ devam ediyor. Bunların bazı iğrenç örnekleri şöyle: Erkek ve kadın müslümanlar canlı pastırma sucuk üreten kıyma makinalarına atılıyor ve makinanın öbür tarafından et ve kan hamuru olarak çıkıyorlar!
 
Yugoslavya'da olup biten bu cinayetlerin benzerleri bütün komünist ve putperest ülkelerde de aynen cereyan ediyor. Şimdi, yani şu yaşadığımız yıllarda bütün bu trajik vahşetler yüce Allah'ın yukarda okuduğumuz "Allah'ın ve Peygamber'in müşriklere karşı nasıl taahhüdü olabilsin ki, eğer onlar size karşı üstün gelseler ne and ne de yükümlülük gözetirler" ve "Onlar bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler" âyetlerinin pratik doğrulayıcıları olarak ortaya çıkıyor.
 
Bu tutum sadece Arap Yarımadası'nda görülen gelip-geçici bir uygulama olmadığı gibi sadece Bağdat istilâsı sırasında görülen, moğollara özgü bir uygulama değildir. Tersine bu sürekli, normal ve kaçınılmaz bir tutumdur. Nerede tek Allah'a kul olma ilkesine inanan müminler ile Allah'tan başkasının ilâhlığına inanan müşrikler ya da Allah tanımazlar (ateistler) varsa -her zaman ve her yerde- karşımıza çıkar.
 
Bundan dolayı yukarda okuduğumuz âyetler her ne kadar Arap Yarımadası'nda yaşanmış pratik bir realiteyi karşılamak için indilerse de, her ne kadar Yarımada müşrikleri ile ilişkileri düzenleyen aktüel hükümler getirdiler ise de içerikleri ile zaman ve mekân bakımından daha geniş boyutları kucaklarlar. Çünkü bu âyetler, sürekli olarak her zaman ve her yerde karşımıza çıkan benzer durumları karşılamaktadırlar. Mesele, bu hükümlerin Arap Yarımadası'nda uygulandıkları durumların benzerleri ortaya çıktığında bu hükümleri uygulayacak yaptırım gücünün olup olmaması ile ilgilidir, yoksa hükmün özü ya da değişen çağlara rağmen hep değişmez kalan karşıt tutumun mahiyeti ile ilgili değildir.

YEMİNLERİNİ BOZANLARLA VE MÜŞRİKLERLE SAVAŞIN
 
13- Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mümin iseniz asıl Allah'dan korkmalısınız.
 
14- Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de müminlerin kalb yaralarını iyileştirsin, su serpsin.
 
15- Kalblerindeki kini gidersin. Allah dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir.
 
16- Yoksa Allah içinizdeki cihad edenleri ve Allah'dan, Peygamber'den, müminlerden başka hiç kimseyi sırdaş edinmeyenleri belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı sandınız? Allah yaptığınız her işten haberdardır.
 
Bir önceki bölümde yüce Allah'ın ve Peygamberimiz'in müşriklere karşı taahhüd altında olabilecekleri düşüncesinin ilke olarak tuhaflığı belirtildi; Yarımada'da yaşayan müşrikler ya müslüman olma ya da savaşla muhatap olma seçenekleri ile karşı karşıya getirildi. Yalnız sığınma isteğinde bulunacak müşrikler bu hükmün dışında tutuldu, onlara Allah'ın sözünü, yani Kur'ân'ı işitebilmeleri amacı ile sığınma imkânının sağlanması ve arkasından İslâm yurdu dışındaki güvenlikli bir yere kadar koruma altında uğurlanmaları emredildi; arkasından sözkonusu tuhaf bulmanın gerekçesi açıklanarak bunun müminlere karşı 'üstünlük kuran müşriklerin hiç bir and, hiç bir antlaşma gözetmeyen kalleşliklerinden kaynaklandığı vurgulandı.
 
Şimdi ise bu bölümde müslümanların vicdanlarında, daha önce belirtmeye çalıştığımız çeşitli düzeylerde yereden bu kesin adımı atmaya ilişkin tereddütler, korkular gündeme getiriliyor; topyekün savaş yoluna başvurmaksızın geride kalan müşriklerin müslüman olmalarını dileyen arzular ve bahaneler işleniyor; müslümanların canlara ve çıkarlara yönelik endişeler altında daha kolay yöntemlere başvurmaya dönük eğilimleri irdeleniyor.
 
Okuduğumuz âyetler bu duyguları, bu endişeleri ve bu bahaneleri, müslümanların acı hatıralarını tazeleyerek, bu acı hatıralar aracılığı ile kalplerini coşturarak karşılamaya çalışıyor. Bunun için eski-yeni bazı acı olayların anıları belleklerde canlandırılıyor. Bu olayların başlıcaları şunlardır: Müşrikler, müslümanlar ile yaptıkları birçok antlaşmaları bozmuşlar, içtikleri birçok antlara yan çizmişlerdi. Yine müşrikler "Hicret" olayından önce Peygamberimiz'i Mekke dışına çıkarmaya kalkışmışlardır. Medine'de ilk saldırıyı onlar başlatmışlardır. Müşrikler ile karşılaşmaktan korkmuş olabilecekleri ihtimali gündeme getirilerek eğer müminseler öncelikle yüce Allah'tan korkması gerektiği belirtilmekte, böylece utanma ve gurur duyguları kamçılanıyor.
 
Sonra müşrikler ile savaşmaya şu gerekçelere dayanılarak özendiriliyorlar: Belki de yüce Allah, müşrikleri onların eli ile azaba çarptıracaktır. Bu durumda müminler, yüce Allah'ın müminlerin ve kendisinin düşmanlarını azaba çarptırması sırasında ilâhî gücün perdesi oluyorlar. Yüce Allah, bu perdenin arkasından ortak düşmanlarını perişan ediyor, kahrediyor, bu yolla onlar tarafından işkenceye uğratılan müslümanların yüreklerine su serpiyor."
 
Sonra da bazı müslümanların içlerinden geçen bahanelere değiniliyor. Bu bahaneler, sapık inançlarına bağlılığı sürdüren müşriklerin vuruşmasız ve savaşsız olarak müslüman olmalarına dair beslenen ümitler ile ilgilidir. Bu bahanelere şöyle karşı konuyor: Bu adamların müslüman olmaları, İslâm cephesinin zafer kazanması ve müşriklerin yenik düşmesi durumunda, daha güçlü bir ihtimal haline gelir. O gün yüce Allah'ın tevbe etmeyi alınlarına yazdığı bazı müşrikler zafer kazanmış, üstünlüğünü kabul ettirmiş ve düşmanlarına diz çöktürmüş bir İslâm'a girebilir. Gerçekçi beklenti budur.
 
Âyetlerin sonunda müslümanların dikkatleri yüce Allah'ın şu köklü kanuna çekiliyor: Yüce Allah, mümin toplumları bu tür yükümlülükler ile sınavdan geçirir, böyle bağlı oldukları inanç sisteminin gerçekliğini meydana çıkarır. Ayrıca yüce Allah'ın kanunu ne değişir ve ne de doğrultusundan sapar.
 
Şimdi de bu âyetleri ayrıntılı biçimde incelemeye geçiyoruz:
 
"Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacakmısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mümin iseniz asıl Allah'dan korkmalısınız."
 
Müşrikler ile müslümanların ortak tarihleri, baştan sona kadar müşriklerin yeminlerini bozma ve antlaşmalarına yançizme örnekleri ile doludur. Bunun en yakın tarihli örneği Peygamberimiz ile Hudeybiye'de imzalamış oldukları antlaşmayı bozmalarıdır. Peygamberimiz bu antlaşmanın müzakereleri sırasında kimi seçkin sahabileri tarafından taviz olarak sayılan bazı şartları yüce Allah'ın direktifi ve ilhamı ile kabul etmişti. Kendisi bu antlaşmaya en titiz bir biçimde bağlı kalmasına rağmen müşrikler imzalarına bağlı kalmadılar, sadece iki yıl sonra ellerine geçen ilk fırsatta antlaşmayı çiğnediler.
 
Ayrıca vaktiyle Peygamberimiz'i Mekke'den sürgün etmeye kalkışanlar da onlardı. Hicretten önce aralarında verdikleri son karara göre Peygamberimiz'i öldüreceklerdi. Bütün bu olaylar "Beyt-ül Haram"da oluyordu. Müşriklerin adam öldürenlere bile can ve mal dokunulmazlığı tanıdıkları Beyt-ül Haram'da yani. Öyle ki, bu müşriklerden biri burada kardeşinin ya da babasının katili ile karşılaşıyor ve kötü niyetle el süremiyordu. Ama sıra Peygamberimiz'e, yani hidayet, iman ve tek Allah'a kul olmayı benimseme çağrısının seslendiricisine gelince O'na karşı bu dokunulmazlığı gözetmeye yanaşmıyorlardı. Önce O'nu Mekke'den sürmeye kalkıştılar. Sonra hayatına kasdeden bir komplo kurdular, O'nu Beyt-ül Haram sınırları içinde öldürmeyi gizlice kararlaştırdılar. Bu kararı verirken, aralarındaki sabırsız intikamcılar için geçerli saydıkları vicdanî sorumlulukların ve kınamaların hiç birini umursamadılar.
 
Tıpkı bunlar gibi Medine döneminde müslümanlarla vuruşmayı, savaşmayı ilk düşünen taraf da onlar olmuştu. Karşılamaya çıktıkları bir ticaret kervanının kurtuluşundan sonra Ebu Cehil'in komutası altında ısrarla müslümanlar ile savaşmaya girişenler onlardı. Bunların yanısıra Uhud'da ve Hendek'te müslümanlara yönelik savaşların başlatıcıları olmuşlardı. Sonra Huneyn'de biraraya gelerek müslümanlara saldırmışlardı.
 
Bütün bunlar ya taze olaylar ya da canlı hatıralardı. Gerek bu olaylar ve gerekse bu hatıralar yüce Allah'ın "Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar" âyetinde bize anlattığı koyu ısrarı kanıtladıkları gibi aynı zamanda yüce Allah dışında başka ilâhlara tapan kamp ile sırf yüce Allah'a kulluk sunan kamp arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olabileceğine de ışık tutar.
 
Okuduğumuz âyetler bu uzun hatıralar, olaylar ve tutumlar şeridini gözler önüne sererek müslümanların kalplerine derin mesajlı dokunuşların çarpıcı titreşimlerini salarken onlara ansızın şöyle sesleniyor:
 
"Yoksa onlardan korkuyor musunuz?"
 
Çünkü bu durumda müminlerin, müşrikler ile savaşmaktan geri durmalarının tek sebebi korku, yılgınlık ve çekingenlik duygusu olabilir.
 
Sorunun hemen arkasından, bu sorudan bile duyguları daha kamçılayıcı, kalpleri daha coşturucu mesajı olan bir uyarı geliyor. Okuyalım:
 
"Oysa eğer mümin iseniz, asıl Allah'dan korkmalısınız."
 
Mümin hiç bir "kul"dan korkmaz. Çünkü o, sadece yüce Allah'dan korkar. Eğer o müslümanlar müşriklerden korkuyorlarsa bilmelidirler ki, asıl yüce Allah'dan korkmalıdırlar; O, onlar için en öncelikli korku merciidir. Müminlerin kalplerinde O'ndan başka hiç kimsenin yeri olmamalıdır. Müminlerin duyguları bu hatıralarla, olaylarla ve realitelerle harekete geçiriliyor. Onlar müşriklerin, Peygamberlerini hedef alan suikast komplolarını hatırlıyorlar. Onların her ellerine fırsat geçtiğinde, her açık gedik yakalayışlarında müminler ile yapılmış antlaşmaları çiğnemeleri ve kalleşlik yapmaları gözlerinin önünden geçiyor. Her zaman şımarıkça ve pervasızca savaşı ve saldırıyı başlatan taraf olduklarını belleklerinde canlandırıyorlar. Bu duyarlı psikolojik ortamda öfkeleri kabarıyor. işte bu yoğun öfke ortamında yüce Allah, onları savaşmaya teşvik ediyor:
 
"Onlarla savayız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de müminlerin kalp yaralarını iyileştirsin, yüreklerine su serpsin."
 
Onlarla savaşınız ki, yüce Allah'ın onları hedef alan gücünün perdesi ve dileğinin aracı olasınız. Yüce Allah, onları sizin elinizle azaba çarptırsın, güçlü olduklarının sarhoşluğunu yaşarlarken kendilerine bozgunun perişanlığını tattırsın. Onlara karşı size zafer kazandırarak işkencelerinin ve sürgünlerinin acılarını tatmış olan nice müminlerin yürek yaralarını iyileştirsin. Gerçeğin kesin zaferi, eğrinin bozgunu ve eğrilik yanlılarının perişanlığı sayesinde vaktiyle acı çeken müslümanların bastırılmış kinlerini dindirsin.
 
Sırf bu kadar da değil. Müminlerin, müşriklere yönelik savaşlarından beklenen bir başka hayır, bu yolla elde edilecek bir başka ödül daha vardır. Okuyoruz:
 
"Allah dilediği kimselerin tevbelerini kabul eder."
 
Müslümanların zafer kazanmaları bazı müşrikleri imana getirebilir, gözlerini hidayete açar. Çünkü onlar müslümanların zafere erdiklerini görünce insan gücü dışındaki bir gücün desteğini gördüklerini anlarlar, içine düştükleri durumda imanın somut izlerini görürler -ki, işin aslı gerçekten böyledir- O zaman mücahid müslümanlar yaptıkları cihadın ödülüne kavuşurlar, kendi elleri ile sapıkların doğruyola ermesinin sevabına ererler, İslâm'da bu doğruyolu bulmuş tövbekârlar sayesinde gücün taze güç katmış olur. Devam ediyoruz:
 
"Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir."
 
Görünürdeki sebeplerin arkasında saklı duran sonuçları bilir; davranışların ve hareketlerin sonuçları önceden planlar.
 
İslâm'ın gücünün ortaya çıkması ve pekişmesi, güçsüz ya da gücünü ve nüfuzunu kanıtlamamış bir İslâm'dan uzak duran birçok kalbe heves aşılar. Müslüman toplum, ilk darbeyi vuracak güçte, caydırıcı ve yüksek prestijli olabildiği takdirde İslâm çağrısı, önündeki yolu yarı yarıya kısaltmış olur.
 
Üstelik müslüman toplumu, benzersiz Kur'ân yöntemi ile eğitip yetiştiren yüce Allah, Mekke'de ezilmiş ve kuşatma altında, çileli bir hayat yaşayan bir avuç müslümanlara sadece bir tek şey vaadetti. Cenneti. Yine onlara bir tek şey emretmişti. Sabretmeyi. Müslümanlar sabırlı davranarak sadece cenneti isteyince, bunun ötesinde düşmanlarını yenme isteğini seslendirmeye kalkışmayınca yüce Allah kendilerine zafer nasip etti. Arkasından onları zafer kazanmaya özendirmeye başladı, zaferle yürek acılarının ateşine su serpti. Çünkü artık düşmanı yenmek ve zafer kazanmak müslümanların kendi için değil, yüce Allah'ın dini ve mesajı içindi; müslümanlar sadece O'nun gücüne perde oluşturuyorlardı.
 
Sonra müslümanların müşriklere topyekün savaş ilân edecekleri, müşrikler ile yaptıkları tüm antlaşmaları sona erdirecekleri, tek saf halinde müşriklerin karşısına dikilecekleri bir aşamaya gelindi. Bu aşamaya gelinmesi ve bu aşamanın gerektirdiği tavrın takınılması kaçınılmazdı. Çünkü bu yolla niyetlerin ve gizli duyguların açığa çıkarılması gerekiyordu. Bu inanç sistemine samimi olarak sarılmayanların arkasında gizlendikleri perde ortadan kaldırılmalıydı. Müşrikler ticarî amaçlı ilişkiler kuranların, onlarla akrabalık ve şahsî çıkar esasına dayalı dostluk sürdürenlerin ileri sürdükleri mazeretler bertaraf edilmeliydi. Bu perdelerin ve bu mazeretlerin aradan kaldırılması, genel bir ilişki kesme kararının açıklanması kaçınılmazdı. Böylece kalplerinde gizli niyetler barındıranlar; yüce Allah'ın, Peygamber'in ve müminlerin dışında sırdaş edinenler; farklı kamplar arasındaki netleşmemiş, belirsiz ilişkilerin bulanıklığından yararlanarak müşrikler ile şahsi çıkara dayalı samimiyetler kuranlar açığa çıkmalı idi. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
 
"Yoksa Allah, içinizdeki cihad edenleri ve Allah'dan, Peygamber'den, müminlerden başka hiç kimseyi sırdaş edinmeyenleri belirlemeden sizi kendi halinize bırakacak mı sandınız? Allah yaptığınız her işten haberdardır."
 
İslâm toplumunda -her toplumda olduğu gibi- dalavereciliği beceren, kale surlarından içeri sızabilen, ileri sürülebilecek özürleri ustalıklar kullanan, toplumun gerisinde dolap çeviren kamu yararına da olsa çıkar sağlamak amacı ile düşmanları ile ilişki kuran, bunu yaparken ilişkilerin kayganlığını, kamplar arasındaki sınır duvarlarında gedikleri bulunmasını fırsat bilen bir grup vardı. Sınır çizgisi netleşip ilân edilince bu grubun yolu kesildi, kullandıkları giriş kanalları ve sızma yolları gözler önüne serildi.
 
Hiç kuşkusuz perdelerin yırtılması, gizli-kapaklı ilişkilerin açığa çıkması, sızma yollarının bilinmesi, bunun sonucunda samimi mücadelecilerin seçilmesi, kaypak dalaverecilerin belirlenmesi bu toplumun ve bu inanç sisteminin yararınadır. O zaman herkes bu iki grubu gerçek mahiyetleri ile tanıma fırsatını bulur. Gerçi yüce Allah, onları önceden bilir. Tekrar okuyalım:
 
"Allah, yaptığınız her işten haberdardır."
 
Fakat yüce Allah, insanları özlerini yansıtan davranışları ve tutumları ile hesaba çeker Böylece yüce Allah'ın sınavdan geçirmeye ilişkin kanunu da işlemiş olur. Bu yolla gizli niyetler açığa çıkar, saflar belirginleşir-netleşir ve kalpler arınır. Yalnız bu yolla gerçekleşen sınav, sıkıntılar, yükümlülükler, çileler ve belâlar aracılığı ile geçirilen sınavlar düzeyinde eğitici olmaz.
 
 
 
ALLAH'IN MESCİDLERİ VE HİCRET EDENLER
 
17- Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri tanıklık ettikleri halde Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez. Onların bütün yaptıkları boşunadır. Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır.
 
18- Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe inananlar, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirebilir. Bu kimselerin doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.
 
19- Hacılara su sağlamayı ve Kâbe'yi onarıp şenlendirmeyi, ahiret gününe inanmakla ve Allah yolunda cihad etmekle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir değildirler. Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.
 
20- İman edip Medine'ye hicret edenlerin ve malları, canları ile Allah yolunda cihad edenlerin Allah katındaki dereceleri en üstündür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.
 
21- Rabb'leri onları kendi öz bağışı olan bir rahmetle, hoşnutluk ve bitmez-tükenmez nimetlerle dolu cennetler ile müjdeler.
 
22- Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Hiç şüphesiz büyük ödül Allah katındadır.
 
Bu ilişki kesme kararı ilân edildikten sonra müşrikler ile savaşmaya yanaşmayanların ileri sürebilecekleri bir gerekçe, bir mazeret kalmadı. Ayrıca müşriklerin Beytullah'ı ziyaret etmekten ve oranın bakımını ve onarımını üstlenmekten uzak tutuldukları da kesinlik kazandı. Müşrikler cahiliye döneminde Beytullah'ı hem ziyaret edebiliyor, hem de bu kutsal yapının bakımını ve onarımını yürütüyorlardı. Okuduğumuz âyetlerde yüce Allah'ın evlerinin bakımında, yapımında, onarımında ve gözetiminde müşriklerin hakları ve katkıları olabileceği tuhaf görülerek reddediliyor. Bu sadece yüce Allah'a inananların, O'nun buyurduğu farz görevleri yerine getirenlerin hakkıdır. Cahiliye döneminde müşriklerin, Kâbe'yi onarmış, buranın bakımını üstlenmiş olmaları ve ziyaretçilerinin su ihtiyaçlarını karşılamış olmaları bu kuralı değiştiremez. Okuduğumuz âyetler İslâm'ın bu kuralını henüz iyice kavrayamamış kimi müslümanların vicdanlarını rahatsız eden bazı saplantılarına karşılık vermektedir.
 
Şimdi de okuduğumuz âyetleri tek tek ele alalım:
 
"Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri tanıklık ettikleri halde, Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez."
 
Bu, aslında temelinden tuhaf bir iştir ve hiç bir haklı gerekçesi yoktur. Çünkü nesnelerin doğasına (eşyanın tabiatına) aykırıdır. Sebebine gelince Allah'ın evleri sırf yüce Allah'a özgüdürler, buralarda sadece O'nun adı anılabilir, O'nunla birlikte başkasının adı anılamaz bu evlerde. Buna göre Allah'ın birliği (tevhid) inancı ile kalplerini onarıp şenlendirmeyenler, Allah'a ortak koşanlar, hayatlarının pratiği ile kâfirliklerine bizzat tanıklık edenler, bu gerçeği inkâr edemeyecek, tersine onu onaylamaktan başka bir şey yapamayacak olanlar bu evleri nasıl onarıp şenlendirebilirler? Âyeti okumaya devam ediyoruz:
 
"Onların bütün yaptıkları boşunadır."
 
Onların bütün yaptıkları kökten geçersizdir. Bu geçersiz ve boşuna işlerinden biri de tek dayanağı yüce Allah'ın birliği (tevhid) ilkesi olan Beytullah'ı onarımını, bakımını ve şenlik tutulmasını yürütmeleridir. Şimdi de âyetin son cümlesini okuyalım:
 
"Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır."
 
Bunun sebebi, apaçık ve kesin kâfirlik birikimleridir.
 
İbadet, inancın dışa vurmuş ifadesi, somut yansımasıdır. Buna göre inanç bozuk olunca ibadet de bozuk olur. Kalpler sağlıklı imanla, pratiğe yansıyan somut ameller, hem ameli ve hem de ibadeti sırf Allah rızası amacına yöneltmekle onarılıp şenlendirilmedikçe kutsal yerleri ziyaret etmek, mescidlerin yapımını, onarımını ve gözetimini üstlenmek anlam taşımaz. Okuyoruz:
 
"Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve ahiret gününe inananlar, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlar onarıp şenlendirebilirler."
 
Kalpte imanın ve dışa yansıyan somut amelin varolması gerektiği belirtildikten sonra sırf yüce Allah'dan korkulmasının, başka hiç kimseden korkulmamasının vurgulanması gereksiz yere gündeme getirilmiyor. Çünkü sırf yüce Allah'a samimiyetle bağlanmak gerekli bir şarttır; bilinçte ve davranışlarda müşrikliğin her türlü izinden ve lekesinden arınmak vazgeçilmez bir şarttır. Oysa yüce Allah dışında bir başkasından korkmak bir müşriklik türüdür. Âyet, bu tehlikeye burada bile bile dikkatleri çekiyor. Amaç hem inancı ve hem de ameli arındırıp saflaştırmaktır. İşte o zaman müminler, yüce Allah'ın mescidlerini yapmaya,onarmaya ve gözetmeye hak kazanırlar, yüce Allah'dan hidayet dilemeyi hakederler. Âyetin sonunu okuyalım:
 
"Bu kimselerin doğru yolu bulanlardan olmaları umulur."
 
Kalp yönelir, vücudun organları ise amel işler. Sonra da yüce Allah, bu yönelişe ve amele denk gelecek hidayeti, amaca ermeyi ve başarıyı bağışlar.
 
Yüce Allah'ın evlerini inşa etmeyi, onarmayı ve şenlendirmeyi haketmenin kuralı bu olduğu gibi ibadetleri ve kutsal ziyaretleri değerlendirirken başvurulacak olan kriter de budur. Yüce Allah bu kuralı, bu kriteri hem müslümanlara hem de müşriklere açıklıyor. Evet, müşrikler cahiliye döneminde Kâbe'nin onarımını ve bakımını yürütüyorlar, gelen ziyaretçilerin su ihtiyacını karşılıyorlardı. Fakat inançları sırf yüce Allah'a yönelik değil. Ayrıca ne gerekli amelleri yapıyorlar ve ne de cihad amacı taşıyorlar. Buna göre onları -sırf Beytullah'ın onarımını ve gözetimini yürütüyorlar, konuk ziyaretçilere hizmet sunuyorlar diye şartlarına uygun biçimde iman edip Allah yolunda, O'nun sözünü yüceltmek uğrunda cihad edenler ile bir tutmak doğru değildir. Okuyoruz:
 
"Hacılara (ziyaretçilere) su sağlamayı ve Kâbe'yi onarıp şenlik tutmayı, Allah'a ve ahiret gününe inanmakla ve O'nun yolunda cihad etmekle bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah katında bir değildirler."
 
Ölçü, yüce Allah'ın ölçüsüdür; geçerli değerlendirme O'nun yaptığı değerlendirmedir. Âyetin sonunu okuyalım:
 
"Allah, zalimler güruhunu doğru yola iletmez."
 
Yani yüce Allah, gerçek dini benimsemeyen ve inançlarını müşriklikten arındırmayan kimseleri doğru yola iletmez. Bu kimseler istedikleri kadar Beytullah'ı (Allah'ın evini) onarıp şenlik tutsunlar, ziyaretçi konuklarının su ihtiyacını karşılasınlar, önemli değildir.
 
Bu ilkenin vurgulanışı, yurtlarından ayrılmak zorunda kalan, mücahid müminlerin üstün derecesini, kendilerini bekleyen ilâhî rahmeti ve hoşnutluğu, onlar için hazırlanan sürekli nimetleri ve büyük mutluluğu belirterek noktalanıyor. Okuyoruz:
 
"İman edip Medine'ye hicret edenlerin ve malları, canları ile Allah yolunda cihad edenlerin Allah katındaki dereceleri en üstündür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.
 
Rabb'leri onları kendi öz bağışı olan bir rahmetle, hoşnutlukla ve bitmez tükenmez nimetlerle dolu cennetler ile müjdeler.
 
Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Hiç şüphesiz büyük ödül Allah katındadır."
 
Âyetteki "Allah katındaki dereceleri en üstündür" ifadesinde "karşılaştırmalı" üstünlük değil, "mutlak" üstünlük sözkonusudur. Başka bir "deyimle bu ifade öbürlerinin (müşriklerin) derecesi daha aşağıdır" anlamında değildir. Çünkü "öbürler" "Bütün yaptıkları boşunadır, onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır" hükmünün kapsamı içindedirler. Buna göre onlar ile yurtlarından ayrılmak zorunda kalan, mücahid müminler arasında ne derece ve ne de elde edecekleri nimet konusunda göreceli üstünlük sözkonusu değildir.
 
Daha sonraki âyetlerde müslüman toplumu oluşturan fertlerin kalplerindeki duygular arındırılarak, sırf yüce Allah'a ve O'nun dinine yöneltiliyor. Müminler, bu duygularını akrabalık, çıkar ve dünya hazzı bağlarından soyutlamaya çağrılıyor. İnsana cazip gelen bütün hazlar ve hayatın bütün bağlılıkları hep biraraya getirilerek terazinin bir kefesine konuyor. Öbür kefeye ise Allah, Peygamber ve Allah yolunda cihad etme sevgisi yerleştiriliyor. Arkasından müminler, bu iki kefeden birini seçmek üzere serbest bırakılıyor. Okuyoruz.
 
 
ANNEDEN, BABADAN VE CANDAN İMTİHAN
 
23- Ey müminler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği, müminliğe tercih ediyorlarsa sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse onlar zalimlerin ta kendileridirler.
 
24- De ki; "Eğer babalarınızı, evlâtlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım-akrabanızı, kazandığınız malları, bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden evleri, konakları Allah'dan, Peygamber'den ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok seviyorsanız Allah emrini gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya kadar bekleyiniz. Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez. "
 
Bu inanç sistemi, içine girdiği kalbi başka bir şeyle paylaşmaya katlanamaz. Kalp, ya sırf ona ait olur, ya da ona hiç baştan yer vermez. Bu âyetlerin vermek istedikleri mesaj müslümanın ailesinden, akrabalarından, eşinden, çocuklarından, malından, çalışmasından, dünya nimetlerinden ve meşru hazlardan kopması, ya da dünyanın bütün güzel şeylerinden el-etek çekerek yalnızlık köşesine kapanması değildir. Hayır, asla bu inanç sisteminin tek istediği şey, insan kalbinin sırf kendisine bağlı olması, sevgisine başka bir şeyi ortak etmemesi, egemen ve buyurucu konumda olması, hareket ettirici ve itici bir rol oynamasıdır. İnanç sistemine bu rol tanındıktan sonra müslüman, hayatın bütün güzelliklerinden yararlanabilir, bütün çekici hazlarından payını alabilir, bunun hiç bir sakıncası yoktur. Yalnız müslüman bütün bu güzellikleri ve hazları, inancının gerekleri ile çatıştıkları anda tümü ile silkeleyip atmaya hazır olmalıdır.
 
Bu iki yolun ayırım noktası şuradadır: Acaba egemenlik bu inanç sisteminde mi, yoksa dünya hazlarında mı olacak? Söz önceliği bu inanç sisteminin mi, yoksa şu dünya nimetlerinin birinin mi olacak? Müslüman, kalbinin inancına sımsıkı bağlı olduğundan emin olduktan sonra çocuklarından, kardeşlerinden, eşinden, akrabalarından yararlanabilir; mallar, ticarethaneler, evler edinebilir; israfa kaçmaksızın ve gurura kapılmaksızın yüce Allah'ın yarattığı güzelliklerden ve çekici hazlardan payını alabilir. Bunun hiç bir zararı, hiç bir sakıncası yoktur. Hatta o takdirde bu yararlanma İslâmca hoş görülen bir "müstahap''tır. Çünkü bu yararlanma bir tür şükürdür, bu nimetleri kulları onlardan yararlansın diye bağışlayan yüce Allah'ın cömertliğini bir anlamda onaylamadır; O'nun rızık vericiliğini, nimet bağışlayıcılığını, karşılıksız sunuculuğunu hatırlatan bir fırsattır.
 
Şimdi âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz:
 
"Ey müminler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği, müminliğe tercih ediyorlarsa sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz."
 
Böylece kalp ve inanç bağı kopuk olunca kan ve soy bağları da kopuyor. Yüce Allah'da birleşen yakınlığın dostluğu geçerli olmayınca aile birliğinden kaynaklanan yakınlığın dostluğu da geçerliliğini yitiriyor. Demek ki, öncelikli dostluk yüce Allah'a yöneliktir. Bütün insanlık bu ortak dostlukta kaynaşır. Bu dostluk olmayınca ondan sonra başka dostluk kalmaz. İp kesilmiştir, halka kopmuştur. Okuyoruz:
 
"Kim böylelerini dost edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir."
 
Buradaki "zalimler" "müşrikler" anlamındadır. Demek ki, kâfirliği müminliğe tercih eden aile bireyleri ve akrabalarla dostluk ilişkileri sürdürmek, imanla bağdaşmaz bir müşrikliktir.
 
Bir sonraki âyet bu ilkeyi belirlemekle yetinmiyor. Bunun yerine bütün insanlar arası ilişki, bütün dünyalık nimet ve tüm haz türlerini ayrıntılı biçimde gözler önüne sererek hepsini terazinin bir kefesine ve bu inançla onun gereklerini öbür kefesine koyuyor. Âyette sözü edilen babalar, evlâtlar, eşler, akrabalar, kan, soy, akrabalık ve eş ilişkileri; mallar, ticarî ilişkiler insan fıtratındaki arzu ve istekleri; gönül açıcı evler, konaklar, köşkler, hayatın nimet ve hazlarını temsil ediyor. Terazinin öbür kefesinde ise Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve Allah yolunda cihad etme aşkı var. Bütün gerekleri ve sıkıntıları ile cihad. Beraberinde getirdiği bütün yorgunlukları ve argınlıkları ile cihad. Yolaçtığı bütün baskı ve mahrumiyetleri ile cihad. Birlikte taşıdığı bütün acıları ve fedakârlıkları ile cihad. Ucunda karşılaşılacak yaralanmaları ve şehit düşmeleri ile cihad. Bütün bunlardan sonra "Allah yolunda girişilmiş" cihaddır. Şöhretten; dillere düşmekten, ortalıkta boy göstermekten; pohpohlanmaktan, övünmekten, caka satmaktan, kendini beğenmişlikten; yeryüzü halkının saygısından, insanlar arasında parmakla gösterilmekten, törenlere ve gösterilere konu olmaktan arınmış bir cihaddır. Yoksa sahibine ne ödül kazandırır ve ne de sevap. Şimdi âyeti okuyoruz:
 
"Dedi ki; `Eğer babalarınızı, evlâtlarınızı, kardeşlerinizi, eşlerinizi, hısım akrabalârınızı, kazandığınız malları, bozulmasından korktuğunuz ticareti ve hoşunuza giden evleri, konakları Allah'tan, Peygamber'den ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok seviyorsanız, Allah emrini, gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya kadar bekleyiniz."
 
Haberiniz olsun bu iş zordur. Haberiniz olsun, bu son derece büyük ve önemli bir iştir. Fakat bu odur, sözünü ettiğimiz iştir. Aksi halde:
 
"Allah, emrini gerçekleştirinceye, yapacağını yapıncaya kadar bekleyiniz."
 
Yoksa fasıkların, doğru yoldan çıkmışların akıbetine uğrarsınız:
 
"Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez."
 
Bu arınmışlık, bu ortak tanımaz bağlılık sadece müslüman fertlerden istenmiyor. Müslüman toplumdan, İslâm devletinden de ayni şey isteniyor. Buna göre ne müslüman toplum ve ne de İslâm devleti inanç sisteminin ve Allah yolunda cihad etmenin üzerine çıkan hiçbir ilişkiye, hiçbir çıkara önem vermemeli, itibar etmemelidir.
 
Yüce Allah, bu yükümlülüğü müminlerin omuzlarına bindirirken fıtratlarının bu yükü taşıyabileceğini biliyordu. Çünkü "Yüce Allah, hiçbir kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez." Yüce Allah'ın, müminlerin fıtratlarının mayasına bu yüksek düzeyli fedakârlık ve katlanabilme enerjisini katmış olması, O'nun kullarına yönelik bir rahmetidir. İnsan fıtratının mayasında bu fedakârlıktan duyulan yüce hazzın bilinci vardır, insan fıtratı bu hazzı, yeryüzünün tüm hazlarına değişmez. Bu haz Yüce Allah ile ilişki halinde olmanın hazzıdır, yüce Allah'ın hoşnutluğunu ummanın hazzıdır, zayıflığı ve başkalarının ayakları altında itilip kakılmayı aşmanın hazzıdır, etin ve kanın ağırlığından kurtularak ışıklı ve aydınlık ufuklara tırmanmanın hazzıdır. Eğer insan fıtratı yerçekiminin baskısı altında kalırsa bakışlarını yüce ufuklara dikince bu baskıdan kurtulup yükselişe geçmenin özlemli umudunu tazelemiş olur.
 
Daha sonraki iki âyette duygular ve anılar canlandırılıyor. Müslümanların yakın zamanlarda yaşadıkları bir dizi olay gözler önüne getiriliyor. İnsan gücü ve savaş araç-gereci bakımından yetersiz oldukları bazı savaşlarda yüce Allah'ın kendilerine yardım ettiği vurgulanıyor. Ayrıca kendilerine "Huneyn" savaşı hatırlatılıyor. O gün müslümanlar sayıca kalabalık olmalarına rağmen ilk aşamada bozguna uğramışlar, fakat sonra yüce Allah onlara kendi gücü ile yardım etmişti. O gün Mekke'yi fetheden İslâm ordusuna sadece iki bin yeni müslüman olmuş, acemi asker katılmıştı. Yine o gün müslümanlar sayıca kalabalık oluşlarına, savaş araç-gereçlerinin bolluğuna güvenerek bir süre için Allah'a bağlılıklarını gevşetmişlerdi. Bunun üzerine savaşın ilk aşamasındaki bozgun başlarına geldi. Amaç, yüce Allah'a bağlılığın, O'nunla ilişkileri sağlam tutmanın, zaferi hazırlayan asıl faktör olduğunu; sayı ve araç-gereç bolluğunun ortadan kalktığı; mal, kardeş ve evlât desteğinden yoksun kaldıkları zamanlarda bu faktörün yanı başlarında olmakta devam edeceği gerçeğini müminlere uygulamalı bir ders vererek öğretmekti.

25- Gerçekten Allah size birçok yerde, birçok olayda olduğu gibi Huneyn savaşı günü de yardım etti. Hani o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalıklık size hiçbir yarar sağlamamıştı; yeryüzü, onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız.
 
26- Bu bozgunun arkasından Allah, Peygamberinin ve müminlerin kalblerine güven duygusu indirdi ve görmediğiniz ordular göndererek kâfirleri azaba çarptırdı. Kâfirlerin görecekleri karşılık budur.
27- Bundan sonra Allah dilediği kimselerin tevbelerini kabul eder. Allah affedicidir, merhametlidir.
 
Müslümanlar yüce Allah'ın desteği ile birçok savaş alanında başarı kazandıklarını unutmuş değillerdi. Yakın zamanlarda meydana gelen bu olayların hatırası henüz belleklerindeki tazeliğini koruyordu. Onun için bu gerçeğe sadece değinivermek yeterli idi.
 
Fakat "Huneyn" olayına gelince bu olay Mekke fethinin hemen arkasından, Hicretin sekizinci yılının Şevval ayında meydana gelmişti. O günlerde Peygamber'imiz-salât ve selâm üzerine olsun. Mekke'yi fethetmiş, bu fethin önüne çıkardığı problemleri çözmüş, şehrin halkı tümü ile müslüman olduğu için Peygamberi'miz tarafından serbest bırakılmışlardı. Tam o sırada şöyle bir olay oldu: "Hevazin" kabilesi, şefleri Malik b. Auf Nadrî'nin komutasında müslümanlarla savaşmak üzere yığınak yapmıştı. Sakıf kabilesinin tümü, Çeşmeoğulları, Saad. b. Bekroğulları, Hilâloğulları'nın az sayıdaki Evza kolu ile Avf b. Amır ve Beni Amr b. Amiroğulları'nın bir bölümünde Hevazın kabilesine katılmıştı. Bu kabileler kadınları, çocukları, koyunlar ve develeri ile birlikte, neleri var neleri yoksa hepsini yanlarına alarak yola çıkmışlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz de onları karşılamak üzere yola çıktı. Yanında Mekke'yi fethetmek üzere gelen, muhacirler ile ensardan oluşmuş on bin kişilik bir İslâm ordusu vardı. Ayrıca bazı arap kabilelerinin savaşçıları ile İslâm'a yeni girmiş, Mekkeliler'den meydana gelen iki bin kişilik bir acemi birliği olan İslâm ordusunun saflarında yeralmıştı. Peygamberimiz işte bu birliklerin başında düşman üzerine yürüdü.
 
İki ordu, Mekke ile Taif arasındaki "Huneyn" adlı vadide karşılaştı. Bu karşılaşma günün ilk saatlerinde, sabahın alaca karanlığında meydana geldi. Müslümanlar vadiye indiler. Oysa Hevazın kabilesi orada pusuya yatmıştı. Adamlar Müslümanların kendilerini farketmediklerini anlayınca baskına geçtiler. Birden bire oklarını yağdırarak, kılıçlarını sıyırarak komutanlarının emri uyarınca tek bir asker disiplini içinde saldırıya giriştiler. Bunun üzerine- yüce Allah'ın buyurduğu gibi- müslümanlar panik içinde geriye dönüp kaçmaya başladılar.
 
Fakat Peygamberimiz direnişini sürdürdü. Boz bir katıra binmişti. Hayvanı ısrarla düşman güçlerinin üzerine sürüyordu. Bunun üzerine amcası Abbas sağ özengiye, Ebu Süfyan b. Haris sol özengiye asılmışlar, hayvanın koşarak ilerlemesine engel olmaya çalışıyorlardı. Peygamberimiz bir yandan da adını haykırarak kaçmakta olan müslümanları geri dönmeye çağırıyor; yüksek sesle "Ey Allah'ın kulları, bana Allah'ın elçisine katılınız" diyor, zaman zaman da "Ben Allah'ın Peygamberiyim, bu yalan değil, ben Abdülmuttalip oğluyum" diye haykırıyordu.
 
Sahabilerden yaklaşık olarak yüz kişi- kimi tarihçilere göre seksen kişi- Peygamberimizin yanında kalarak O'nunla omuz omuza savaşmayı sürdürmüşlerdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Abbas, Abbas'ın oğulları Hz. Ali ve Hz. Fadıl, Hz. Ebu Süfyan, Hz. Eymen B. Umm-i Eymen, Hz. Usamet- Zeyd- Allah hepsinden razı olsun- bunlar direnenlerin başlıcaları idi.
 
Bir ara Peygamberimiz, gür sesli amcası Abbas'a avazının çıktığı kadar "Ey o ağacın altında biraraya gelenler" diye haykırmasını emretti. Bu çağrıda adı geçen ağaç "Rıdvan Biatı"nın, altında gerçekleştirildiği ağaçtı. Bu ağacın altında biraraya gelen, muhacirlerden ve Ensar'dan oluşmuş müslümanlar savaş alanlarında kaçmayacaklarına dair Peygamberi'mize söz vermişlerdi. Peygamberimiz'in emri üzerine, amcası Abbas "Ey Samure ağacının altında toplananlar" ve kimi kez de "Ey Bakâra suresinde kendilerinden sözedilenler" diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Bu çağrılar üzerine müslümanlardan "Emret, emret, buyur şeklinde cevaplar gelmeye başladı. Arkasından müslümanlar kaçışlarını durdurup Peygamberimizin yanına dönmeye koyuldular. Öyle ki, binek hayvanlarını geri döndürmeyi başaramayan bazı kimseler zırhlarını kuşanarak hayvanın sırtından iniyorlar ve hayvanlarını salıvererek yalnız başlarına Peygamberimiz'in yanına koşuyorlardı.
 
Geri dönenler önemli sayıda bir grup oluşturunca Peygamberimiz kendilerine ciddi bir şekilde saldırıya geçmelerini emretti. Bu sıkı saldırı sonunda düşman güçleri bozguna uğratıldı. Kaçanlar izlenerek ya öldürüldü ya da esir alındı. Öyle ki, geride kalan müslümanlar savaş alanına dönüşlerini tamamladığında Peygamberimiz'in önüne getirilmiş, şaşkınlık içindeki esirlerle karşılaştılar.
 
Bu savaşta müslümanlar, kısa tarihlerinde ilk defa oniki bin kişilik bir orduyu biraraya getirebildiler.
 
Bu sayı çokluğu şımarmalarına yolaçtı. Bu yüzden zafere ulaşmanın başta gelen sebebini gözardı ettiler. Bu sonucun da yüce Allah, savaşın ilk aşamasında başlarına bozgun getirerek tekrar O'na yönelmelerini sağladı. Arkasından Peygamberimiz'in yanından ayrılmayarak direnmeye devam eden, O'nun etrafında sımsıkı kenetlenen bir avuçluk mümin grubun çabaları ile bozgunu zafere dönüştürdü.
 
Âyette bu savaş sahnesini hem somut tabloları ile ve hem de duygusal reaksiyonları ile gözlerimizin önüne getiriyor. Okuyalım:
 
"Hani o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık hiçbir işinize yaramamıştı; yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanızı dönüp kaçmıştınız."
 
Burada önce sayı çokluğundan hoşlanma, bununla böbürlenme reaksiyonu, arkasından ruh bozgunu sarsıntısı; bütün yeryüzünün ağırlığı altında kalınmış, ağır basıncına uğramışcasına bir sıkıntı, bir ruh darlığı reaksiyonu, derken somut bir bozgun hareketi ve en sonunda da geriye dönüp kaçma eylemi ile karşı karşıyayız. Peki sonra?!
 
"Bu bozgunun arkasından Allah, Peygamberi'nin ve müminlerin kalplerine güven duygusu indirdi."
 
Bu güven duygusu sanki kaftan gibi, iniyor ve yuvalarından dışarıya fırlayacak gibi çırpınan kalpleri yuvalarına oturtuyor ve kaynaşan duyguların durdurulmalarını sağlıyor. Okumaya devam ediyoruz:
 
"Ve görmediğiniz ordular gönderdi."
 
Bu orduların ne olduklarını, hangi özellikleri taşıyan askerlerden oluştuklarını bilmiyoruz. Çünkü "Rabb'inin ordularını kendisi dışında hiç kimse bilmez." (Müdessir. 31) Âyetin devamını okuyalım:
 
"Kâfirleri azaba çarptırdı."
 
Ölümle, tutsaklıkla, silâh ve teçhizatlarını müslümanlara kaptırmakla, bozguna uğramakla. Şimdi de âyetin sonunu tekrarlayalım:
 
"Bundan sonra Allah, dilediği kimselerin tövbelerini kabul eder. Allah affedicidir, merhametlidir."
 
Yanlış iş yaptıktan sonra tevbe eden kimseler için af kapısı her zaman açıktır.
 
Yüce Allah ile bağları gevşetmenin ve O'nun dışında, başka bir güce güvenmenin sonuçlarını göstermek amacı ile bu âyetlerde müminlere hatırlatılan "Huneyn" savaşı bize bir başka gerçeği, her inanç sisteminin dayandığı güçlerin neler olduğu gerçeğini, dolaylı olarak açıklamaktadır. Sayı çokluğu hiçbir şey değildir. Önemli olan inaçlarına sımsıkı bağlı, kararlı, fedakâr ve bilinçli azanlıktır. Hatta sayı çokluğu kimi zaman bozguna sebep olur. Çünkü taraftarı oldukları inanç sisteminin özünü kavramaksızın akıntıya kapılarak bilinçsizce bu kalabalığa katılan bazı kimselerin zor anlarda ayakları titremeye başlar, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılırlar. Arkasından da taraftarların saflarına kargaşa ve bozgun havasını yayarlar. Üstelik sayı çokluğu, inanç sisteminin bağlılarını aldatır, yüce Allah ile aralarındaki bağı gevşetme umursamazlığına kapılmalarına yolaçar, görüntüdeki kalabalıkla oyalanarak hayatta zafere ulaşmanın sırrını gözardı etmelerine sebep olur.
Her inanç sistemi seçkin kadroları eli ile ortaya çıkıp varlığını sürdürmüştür. Yoksa "sönüp giden köpükler" ve "rüzgârların savurduğu ot kırıntıları, eli ile hiçbir inanç sistemi ne ortaya çıkabilir ve ne de ayakta durabilir." (Ra'd, 17 Kehf, 45)
Âyetlerin akışı, bu noktaya geldiğinde ve müslümanların vicdanlarını yakın tarihin hatıraları ile kamçıladığında müşriklere ilişkin son sözü söylüyor, onlar hakkında kıyamet gününe dek geçerliliğini sürdürecek nihai hükmü veriyor.
 
 
28- Ey müminler. Allah'a ortak koşanlar birer somut pisliktirler. Bundan dolayı bu yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer (ziyaretçi sayısının azalması yüzünden) yoksul düşeceğinizden korkuyorsanız, biliniz ki, Allah eğer dilerse yakında kendi lûtfu ile sizi zengin edecektir. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
"Müşrikler (Allah'a ortak koşanlar) birer somut pisliktirler." Bu ifade müşriklerin ruhlarının pisliğini somutlaştırıyor, bu pisliği onların mahiyetleri ve özleri olarak sunuyor. Onlar tüm varlıkları ve özleri ile insan duygularının tiksindikleri temizlerin uzak durmaya özen gösterecekleri bir pisliktirler. Sözkonusu olan pislik "maddi" bir pislik değil, "manevi" bir pisliktir. Çünkü onların vücutları organizmaları öz olarak pislik değildir. Burada Kur'ân gerçekleri somutlaştırarak ifade etme örneklerinden biri ile karşı karşıyayız.
Evet;
 
"Müşrikler somut pisliktirler. Bundan dolayı bu yıldan sonra bir daha Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar."
 
Müşriklerin Mescid-i Haram'da bulunmalarının yasaklık gerekçesi, bu hükmün amacı budur. Bu gerekçe ile onların Mescid-i Haram'a yaklaşmaları bile yasaklanıyor. Sebep onların pis ve oranın temiz olmasıdır.
 
Fakat Mekke halkının dört gözle beklediği ekonomik kazanç sezonu, Yarımada'da yaşayanların çoğunluğunun hayat damarı olan ticaret fırsatı, sosyal hayatın neredeyse temel ekseni olan güneye ve kuzeye yönelik kış ve yaz seferleri, bütün bu faaliyetler, müşriklere Kâbe'yi ziyaret etmenin yasaklanması ve onlara karşı topyekün savaş ilân edilmesi dolayısıyla durma ve ortadan kalma akıbetine uğrayacaklardır.
 
Evet, öyle. Fakat burada inanç sistemi sözkonusudur. Yüce Allah, kalplerin tümü ile bu inanç sistemine bağlanmalarını, onun dışında hiçbir ihtimali umursamamalarını istiyor.
 
Bundan sonrasına gelince yüce Allah, rızık meselesini bizzat üstleniyor, müslümanların geçimini bilinen ve alışıla gelen yollar dışında başka yollardan sağlayacağını garanti ediyor. Okuyalım:
 
"Eğer (ziyaretçi sayısının azalması yüzünden) yoksul düşeceğinizden korkuyorsanız, biliniz ki, Allah eğer dilerse sizi yakında kendi lûtfu ile zengin edecektir."
 
Yüce Allah dileyince bilinen sebepleri ortadan kaldırarak onların yerine başka sebepler getirir. O dilerse bir kapıyı kapatır, fakat yerine birden çok kapı açar. Çünkü; "Hiç şüphesiz Allah; herşeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
 
Herşeyi bilgiye, gerekçeye, ön tasarıya ve hesaba dayalı olarak plânlayıp yürürlüğe koyar.
 
Kur'ân yöntemi, Mekke fethinden sonra ortaya çıkan ve çeşitli kesimleri arasında, inanç düzeyi bakımından, henüz uyum sağlayamamış olan o günkü İslâm toplumunda fonksiyonunu yürütüyordu.
 
Biz bu kesitte yeralan âyetlerde bu toplumun görüntüsünü gölgeleyen bazı gedikleri gördüğümüz gibi, Kur'ân yönteminin bu gedikleri kapatmaya yönelik işlevini, benzersiz Kur'ân yönteminin bu ümmeti eğitmek için harcadığı yoğun ve uzun soluklu çabayı da gözlüyoruz.
 
Kur'ân-ı Kerim'in bu ümmeti tırmandırmaya çalıştığı doruk yüce Allah'a bağlanma, O'nun dinine sıkı sıkı sarılma doruğudur; inanç esasına dayalı olarak tüm akrabalık bağlarını, tüm dünya, dünya hazlarının bağlarını kesme doruğudur. Bu amaç, Kur'ân yönteminin kafalara aşıladığı bilincin ışığı altında adım adım gerçekleşiyordu. Bu bilinç sayesinde tüm insanlığı tek Allah'a kul yapan ilâhi sistem ile insanları biribirine kul yapan cahiliye sistemi arasındaki çelişik farklılıkların özü kavranabiliyordu. Bunlar biribirleri ile bağdaşması mümkün olmayan, barış içinde birarada yaşamaları düşünülemeyecek karşıt sistemlerdi.
 
İnsan bu dinin tabiatına ve özü ile cahiliye sisteminin tabiatına ve özüne ilişkin bu kaçınılmaz bilince ermedikçe ne insanlar arasındaki ilişkileri ve ne de müslüman blok ile öbür karşıt bloklar arasındaki ilişkileri belirleyen İslâmî hükümleri gerektiği gibi değerlendiremez.
 
MÜSLÜMANLARLA EHLİ KİTAP ARASINDAKİ HUKUK
 
Bilindiği gibi sûrenin ilk kesitinde müslüman toplum ile Arap yarımadasında yaşayan müşrikler arasındaki ilişkilerin belirlenmesi amaçlanmıştı. Şimdi bu ikinci kesitte ise müslüman toplum ile yahudi ve hıristiyanlar, yani kitap ehli arasındaki ilişkiler belirlenmek isteniyor.
 
Yalnız birinci kesitte yeralan âyetler, sözleri ve özleri ile, O günün Arap yarımadasında yaşanan somut pratiğe karşılık veriyordu, orada yaşayan müşriklerden sözediyor, doğrudan doğruya onlarla ilgili olan sıfatları, olayları ve olguları gündeme getirirken şimdiki inceleme konumuz olan ikinci kesitin yahudi ve hıristiyanlardan (kitap ehlinden) sözeden âyetleri sözleri ve özleri bakımından genel-geçerlidirler. Yanî gerek Yarımada'da yaşayanları ve gerekse dünyanın başka yerlerinde oturanları ile tüm yahudi ve hıristiyanları kapsarlar.
 
İnceleyeceğimiz âyetler kesitinde yeralan nihaî hükümler, müslüman toplum ile yahudi ve hıristiyanlar arasında geçerli olan o güne kadarki ilişkilerin dayandığı kurallarda köklü değişiklikler öngörüyor. Bu hüküm özellikle hıristiyanlar için daha çok geçerlidir. Çünkü o güne kadar yahudilere ilişkin bir takım olaylar yaşanmıştı, ama o ana kadar hıristiyanlar ile müslümanlar arasında hiçbir olay meydana gelmemişti.
 
Bu yeni hükümlerde öngörülen en belirgin değişiklik, yüce Allah'ın dininden sapmış olan yahudi ve hıristiyanlar ile, bunlar müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile "cizye" verinceye dek savaşılmasına ilişkin kesin emirdir. Onlardan gelecek barış ve antlaşma önerileri ancak bu şartı, yani gönüllü olarak cizye verme şartını yerine getirmelerinden sonra kabul edilecekti. Bu durumda onlar için anlaşmalı zimmi (güvenli yurttaş) hukuku gerçekleşir, müslümanlarla arasında barış ilişkisi kurulurdu. Ama eğer onlar İslâmî, inanç sistemi olarak onaylayıp benimserler ise o zaman müslümanlar arasına katılırlardı.
 
Yahudiler ile hıristiyanlar (kitap ehli) İslâm dinini kabul etmeye zorlanamazdı. Bu durumlarda geçerli olan kabul "Dinde zorlama yoktur" hükmü idi. Fakat "cizye" verdikçe ve bu esasa dayalı olarak İslâm toplumu ile aralarında antlaşma yapılmadıkça dinlerinde serbestte bırakılamazlardı.
 
İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyanlar arası ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu son değişikliğin özünü iyi kavrayabilmek için bir yandan yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz karakterine ışık tutan bir bilince öte yandan da İslâm'ın hareket yönteminin karakteristik özelliğine, bu yöntemin farklı aşamalarına, yine bu yöntemin değişken insan pratiği ile uyumlu olarak yenilenen araçlarına ilişkin bir bilince sahip olmak gerekir.
 
Daha önce de vurguladığımız gibi yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki ilişkilerin "kaçınılmaz" özelliği, özel durumları ve geçici şartlar dışında bu iki kutup arasında barış içinde birarada yaşamanın mümkün olmayışıdır. Bu ilişkinin dayandığı temel kural şudur: İslâm'ın, insanı kula kulluktan kurtarıp tek Allah'ın kulluğuna yüceltme amacına ilişkin genel bildirisinin önüne yeryüzünde hiçbir maddi engel, hiçbir devlet gücü, hiçbir rejim otoritesi ve hiçbir sosyal pratik dikilmemelidir. Çünkü yüce Allah'ın sistemi, insanı kula kulluk boyunduruğundan kurtarıp tek Allah'a kul olmanın özgürlüğüne kavuşturmak için- ki İslâm'ın evrensel bildirisinin içeriği de budur- egemenlik yetkisine sahip olmak isterken cahiliye sistemleri, varlıklarını koruyabilmek için yüce Allah'ın sistemine dayanan akımı yeryüzünden silmek, bu hareketin varlığına tamamen son vermek isterler.
 
İslâmî hareket yönteminin özelliği, değişik aşamalarda kullanacağı yenilenen araçlarla bu evrensel sosyal pratiğe ya denklik ya da üstünlük sağlayıcı uygulamalarla karşı koymaktır. İşte İslâm toplumu ile cahiliye toplumları arasındaki ilişkilere ilişkin gerek geçici ve gerekse nihai hükümler sözkonusu aşamalarda kullanılacak uygun araçları oluştururlar.
 
Sûrenin bu kesitinde yeralan âyetler, bu ilişkilerin özelliğini belirleyebilmek için önce yahudiler ile hıristiyanların inanç sisteminin mahiyetini belirliyorlar; bu amaçla bu inanç sisteminin "müşriklik" "kâfirlik" ve "eğriyol (batıl)" olduğunu vurguluyorlar. Ayrıca bu âyetler, bu hükme dayanak olan realiteleri, olguları gözönüne seriyorlar. Bu realitelere hem yahudiler ile hıristiyanların "daha önceki kâfirler"in sapık düşüncelerine benzeyen inanç sistemlerinde hem de pratik hayatlarındaki davranış ve uygulamalarından alınmış örnekler gösterilmektedir.
 
İnceleyeceğimiz âyetler, bu konuda, şu gerçekleri belirliyorlar:
 
1- Yahudiler ile hıristiyanlar yüce Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar
 
2- Her iki grup da yüce Allah'ın ve Peygamber'inin haram ilân ettiği şeyleri haram saymazlar.
 
3- Bu grupların her ikisi de dine inanmazlar.
 
4- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve hıristiyanlar "İsa, Allah'ın oğludur" diyorlar. Bunlar bu sözleri ile kendilerindeki önceki dönemlerin kâfirleri ile, ya putperest eski Yunanlılar'la, Romalılar'la, Hindular'la, Firavunlar döneminin Mısırlıları ile ya da diğer kâfir milletler ile benzeşiyorlar, onlarla ayni görüşü paylaşmış oluyorlar. (İleride hıristiyanlarca savunulan üçlü ilâh (teslis) inancının ve gerek hıristiyanlarca gerek Yahudilerce ileri sürülen Allah'ın oğlu olduğu iddiasının aslında eski putperest inançlardan alındığını, yahudiliğin ve hıristiyanlığın özünden kaynaklanmadığını ayrıntılı biçimde anlatacağız.)
 
5- Hıristiyanlar, nasıl Hz. İsa'yı ilâh edindilerse, tıpkı bunun gibi yahudiler ile birlikte hahamlarını papazlarını ve rahiplerini -Allah dışında- ilâh edindiler. Onlar sapıklıkları ile kendilerine verilen Allah'ı bir bilme ve sadece O bir Allah'a inanma emrine ters düştüler. Ve bu nitelikleri ile ' müşriktirler."
 
6- Kitap ehlinin bu her iki kesimi de yüce Allah'ın dini ile sürekli savaş halindedirler. "Yüce Allah'ın nurunu ağızlarının soluğu ile söndürmek isterler." (Saff, 8)
 
7- Onların papazlarının, rahiplerinin ve hahamlarının çoğu halkın malını eğri yollar kullanarak yerler, yolsuzluk yaparlar ve insanların Allah yoluna girmelerine engel olurlar.
 
İşte kitap ehli ile yüce Allah'ın dinine inanan ve O'nun sistemine bağlı olan müslümanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bu nihaî hükümler, onların bu nitelikleri ve inançlarının özüne ilişkin bu belirlemeler gözönünde bulundurularak alınmıştır.
 
İlk bakışta kitap ehlinin inançlarının özüne ilişkin bu belirlemelerin sürpriz, hatta Kur'ân'ın bu konu ile ilgili daha önceki belirlemelerine aykırı olduğu sanılabilir. Nitekim müsteşrikler, misyonerliğin öncüleri ve onların çömezleri böyle demeye can atarlar. Onlara göre Peygamberimiz- salât ve selâm üzerine olsun- yahudilere ve hıristiyanlara karşı kendini güçlü ve üstün görünce onlara ilişkin sözlerini ve hükümlerini değiştirmiştir.
 
Yalnız Kur'ân'ın gerek Mekke dönemindeki ve gerekse Medine dönemindeki yahudilere ve hıristiyanlara ilişkin değerlendirmeleri objektif bir bakışla gözden geçirildiği takdirde İslâm'ın, bu grupların geleneksel inançları ile ilgili görüşünün özü itibarı ile hiçbir değişiklik göstermediği açıkça görülür. İslâm, ilk günlerinden itibaren yahudiler ile hıristiyanların inançlarının sapık olduğunu, eğri (batıl) olduğunu, bu inançları savunanların yüce Allah'ın gerçek dini karşısında "müşrik" ve "kâfir" olduklarını, hatta kendilerine inmiş olan gerçek mesajı ve gerçek dininden vaktiyle kendilerine verilmiş olan payı bile inkâr ettiklerini sürekli biçimde vurgulamıştır.
 
Değişiklik ise sadece onlar ile kurulan ilişkilerin yönteminde meydana gelmiştir. Daha önce bir çok kez vurguladığımız gibi, bu ilişkilerin yöntemini sürekli biçimde değişen pratik şartlarla, özel durumlar belirlemiştir. Yoksa bu ilişkilere dayanak oluşturan temel realiteye- ki bu yahudiler ile hıristiyanların inançlarının mahiyetidir- ilişkin bakış açısı yüce Allah'ın hükmünde, ilk günden beri, hep değişmez kalmıştır.
 
Şimdi aşağıda Kur'an-ı Kerim'in kitap ehline ve savundukları inançlara ilişkin belirlemelerinden bazı örnekler sunacağız. Arkasından da onların İslâm ve müslümanlar karşısında takınmış oldukları pratik tutumları gözden geçireceğiz. Zaten onlarla ilişkileri belirleyen bu nihaî hükümlere vardıran sebep, İslâm'a ve müslümanlara karşı takınmış oldukları bu tutumlardır.
 
Mekke'de ne yahudilerin ve ne de hıristiyanların sayıca ya da prestij bakımından toplumsal ağırlığı olan örgütlü cemaatleri yoktu. Sadece yahudiliğe ve hıristiyanlığa bağlı tek-tük kişiler vardı. Kur'an-ı Kerim'den aldığımız bilgilere göre bu bağımsız "fert"ler İslâm'a yönelik yeni çağrıyı sevinçle, onayla ve kabul ile karşılayarak İslâm'a girdiler. İslâm'ın ve Peygamberimiz'in, ellerindeki kutsal kitabı onaylayan bir gerçek olduğuna tanıklık ettiler. Bu yahudi ve hıristiyan fertler mutlaka tek Allah (tevhid) ilkesine bağlılıklarını sürdüren ve yüce Allah tarafından indirilmiş kutsal kitapların bazı orijinal kalıntılarının metinlerini okuma imkânını bulmuş kimseler olmalıdır. İşte aşağıda örneklerini okuyacağımız âyetler bu tür kimseler hakkında indi:
 
"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna inanırlar.
 
Bu Kur'ân onlara okunduğunda `O'na inandık, O Rabbi'miz tarafından gönderilmiş bir gerçektir, biz zaten daha önce de müslümandık' derler." (Kasas, 52-53)
 
"De ki; `Siz bu Kur'ân'a ister inanınız, ister inanmayınız o daha önce kendilerine bilgi verilmiş olanlara okunduğunda o kimseler çeneleri üzerine secdeye kapanırlar.
"Ve `Rabbimiz'in şanı yücedir, O'nun verdiği söz kesinlikle yerine gelecektir' derler.
 
Ağlayarak çeneleri üzerine secdeye kapanırlar, Kur'ân onların ürpertili saygısını arttırır. (isra, 107-109)
 
"De ki; `Hiç düşündünüz mü? Eğer bu Kur'ân Allah tarafından gönderilmiş olduğu halde onu inkâr ediyorsanız İsrailoğulları'ndan biri bunun benzerine tanıklık edip inândığı halde siz burun kıvırarak ona inanmaya yanaşmamış iseniz durumunuz nice olur? Allah zalimler güruhunu doğruyola iletmez." (Ahkaf, 10)
 
"İşte sana. böyle bir kitap indirdik. Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Şu müşriklerden de ona inananlar vardır. Kâfirlerden başka hiç kimse bizim âyetlerimizi inkâr etmez. (Ankebut, 47)
 
"Allah, size ayrıntılı açıklamalar içeren kitabı indirmişken ben onun dışında bir hakeme mi başvurayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, Kur'ân gerçeğe dayalı olarak Allah tarafından indirildiğini bilirler. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." (En'am, 114)
 
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilen bu Kur'an karşısında sevinç duyarlar. Fakat İslâm'a karşı komplo kuran gruplara bağlı kimi kişiler onun bazı âyetlerini inkâr ederler. Onlara de ki; `Bana yalnız Allah'a kulluk etmem, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben O'na çağırırım, dönüşüm de O'nadır." (Ra'd, 36)
 
Bu olumlu karşılama ve "onaylama" tutumu Medine'deki bazı bağımsız fertler tarafından da tekrarlandı. Kur'ân-ı Kerim, onların bu tür bazı olumlu tutumları hakkında Medine'de inen surelerde bize bilgi vermiştir. Bu âyetlerin bazılarında bu olumlu tutumu takınan fertlerin hıristiyanlar arasından çıktıkları belirtilmiştir. Çünkü Medine yahudileri, İslâm'ın kendileri için tehlike oluşturduğunu sezdikleri andan itibaren, bu dine karşı Mekke'deki bağımsız fertlerininkinden farklı bir tutum takınmışlardır. Şimdi de bu tür âyetlere birkaç örnek veriyoruz:
 
"Kuşkusuz kitap ehlinden Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olan mesaja, Allah korkusu içinde, inananlar; Allah'ın âyetlerini birkaç paraya satmayanlar vardır. Bunlar Rabb'leri katında ödüllerini alacaklar. Hiç şüphesiz Allah'ın hesaplaşması pek çabuktur." (Al-i İmran, 199)
 
"İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah'a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların `Biz hıristiyanız' diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hıristiyanlar arasında Allah'a bağlı bilginler ve din adamları vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.
 
Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu olarak gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediklerini görürsün: `Ey Rabb'imiz, inandık, bizi de gerçeğe şahid olanlar arasında yaz!
 
"Rabb'imizin bizi iyi kulları arasına katacağını umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?'
 
"Allah, onları bu sözlerinden dolay, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler ile ödüllendirdi. Bu iyi kulların mükâfatıdır." (Maide, 82-85)
 
Fakat bu az sayıdaki bağımsız fertlerin tutumu, Arap yarımadasında yaşayan ezici ehl-i kitap çoğunluğunun- özellikle yahudi kanadının- tutumunu temsil etmez. Kitap ehli, ezici çoğunluğu ile, İslâm'ın varlıklarına yönelik bir tehlike kaynağı olduğunu anladıkları andan itibaren Medine'de bu dine karşı sinsi bir savaş başlatmışlar ve Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde bize anlattığı gibi bu savaşta her türlü araç ve yöntemi kullanmışlardır.
 
Bunun yanısıra bunlar doğallıkla, İslâm'a girmeyi de reddettiler. Kendi kitaplarının Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen haberlerini kabul etmeye yanaşmadıkları gibi Kur'ân-ı Kerim'in ellerindeki bu kitaplarda bulunan gerçek ilâhi mesaj kalıntılarını onaylamasını da umursamamışlardır. Oysa sözünü ettiğimiz saflığını yitirmemiş bağımsız fertler bu gerçekleri kabul ediyorlar, onaylıyorlar, onları kendi dinlerine mensup inkârcıların yüzdelerine karşı açık açık dile getiriyorlardı. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'in Mekke'de inen bölümünün onların bu inkârcılığını dile getirmeye, tescil etmeye, savundukları inancın sapık, bozuk ve eğri niteliğini, çeşitli sürelerde, ortaya koymaya yöneldiğini görüyoruz. Fakat unutmamak gerekir ki, Kur'ân'ın Mekke bölümü de onların inançlarının bozukluğunu belirtmeyi asla ihmal etmemiştir. Şimdi bunun örneklerini okuyalım:
 
"İsa açık belgelerle gelince `Ben size hikmet dolu kitapla ve anlaşmazlığa düştüğünüz bazı meseleleri açıklayayım diye geldim. Allah'tan korkunuz ve bana itaat ediniz."
 
`Allah, benim de sizin de Rabb'inizdir, o halde O'na kulluk ediniz, dosdoğru yol budur'
 
Fakat hıristiyanların ve yahudilerin aralarından çıkan partiler uzlaşmazlığa düştüler. Kendilerini bekleyen acı günün azabından dolayı vay gele zalimlerin başına!' (Zuhruf- 63-65)
"Hani onlara denmişti ki; "Şu kasabada oturunuz, orada ne isterseniz yiyiniz, kasabanın kapısından girerken başlarınızı eğerek `Bağışla bizi' deyiniz ki, günahlarınızı affedelim ve iyilik edenlerin mükâfatını attıralım."
 
Fakat yahudilerin zalimleri o sözü kendilerine söylenmeyen başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zalimliklerinden ötürü o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik.
 
Onlara deniz kıyısındaki kasabanın halkının yaptığını sor. Hani onlar cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Çünkü cumartesi yasağına uydukları gün onlara akın akın balık geliyordu, fakat cumartesi yasağını çiğnedikleri gün onlara için balık gelmiyordu, Öteden beri fasık oldukları için biz onları böylece sınavdan geçiriyorduk." (Araf 161-163)
 
"Hani Rabbin açıkça bildirdi ki, işkencelerin en ağırını tattıracak zorbaları Kıyamet gününe kadar yahudilerin başlarına musallat edecektir. Hiç kuşkusuz Rabbim çabuk cezalandırandır ve yine O, hiç kuşkusuz bağışlayıcı ve merhametlidir. (Araf-169)
 
Kur'an-ı Kerim'in Medine'de inen bölümü ise kitap ehlinin savundukları sapık inanç hakkında son sözü söylüyor. Onların bu dine ve bağlılarına karşı giriştikleri savaşda kullandıkları en iğrenç yolları ve en sinsi yöntemleri anlatır. Biz bu açıklamaları Ali-i İmran, Nisa sûrelerinde ve diğer Medine inişli sûrelerde uzun bölümler halinde okuyabilirsiniz. Yalnız onlara ilişkin en son söz Tevbe sûresinde söylenmiştir. Aşağıda Kur'an-ı Kerim'in bu çok sayıdaki açıklamalarına birkaç örnek vermekle yetineceğiz:
 
"Şimdi siz onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlar arasında öyle bir grup var ki, Allah'ın kelâmını işitirler ve anlamına akılları yattıktan sonra onu bile bile değiştirirlerdi.
 
Onlar müminler ile karşılaştıklarında "inandık" derler. Fakat biribirleri ile başbaşa kaldıkları zaman "Rabbiniz katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi Allah'ın size açıkladıklarını onlara anlatıyorsunuz? Bunun yanlış olduğuna aklınız ermiyor mu?" derler.
 
"Acaba onlar bilmiyorlar mı ki, Allah onların gizli tuttukları ve açığa vurdukları herşeyi bilir."
 
"Onların içinde bir de ümmiler (okuma-yazma bilmeyenler) vardır ki, kitabı bilmezler. Bütün bildikleri bir takım asılsız kuruntulardır. Onlar sırf zanlara (saplantılara) kapılmışlardır."
 
"Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra karşılığında bir kaç para elde etmek amacı ile "Bu Allah katından geldi" diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından ötürü vay gele başlarına! Kazandıkları paradan ötürü de vay gele başlarına!"
 
"Andolsun ki, Musa'ya kitabı verdik ve arkasından ardarda çok sayıda peygamber gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık deliller verdik ve kendisini Ruhul Kuds ile destekledik. Ne zaman herhangi bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdi ise büyüklük kompleksine kapılarak kimini öldürüp kimini yalanlamadınız mı?"
 
"Yahudiler "Kalblerimiz kılıflıdır" dediler. Hayır, yalnız kâfir olduklarından dolayı Allah onları lânetledi. Onların pek azı iman eder."
 
"Onlara Allah katından elleri altındaki Tevratı onaylayan bir kitap (Kur'ân) gelince ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu hak kitap kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."
 
"Onlar, Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir."
 
"Onlara "Allah'ın indirdiğine inanınız" denildiği zaman "Biz sadece bize indirilene inanırız" derler ve ellerindeki Tevrat'ı doğrulayıcı hak bir kitap olduğu halde Tevrat'tan ötesine inanmazlar. Onlara de ki; "Madem ki; inanıyor idiniz, niye daha önce Allah'ın peygamberini öldürdünüz" Bakara, 75-91()
 
"De ki: `Ey kitap ehli, Allah neler yaptığınızı, görüp dururken niye O'nun âyetlerini inkâr ediyorsunuz?'
 
De ki; `Ey kitap ehli, niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek inananları o yoldan döndürmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan kesinlikle habersiz değildir." (Al-i İmran, 98-99)
 
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musunnz? Bunlar puta ve Tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler için `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur' derler."
 
"Bunlar Allah'ın lânetine uğramış kimselerdir. Allah birine lânet ederse ona yardım edecek hiç kimse bulamazsın."
 
"Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)dır' diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; `Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabb'iniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allan ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.
 
`Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise onların arasındaki kâfirlerin başlarına acıklı bir azap gelecektir."
 
Onlar Allah'a tevbe etseler, O'ndan af dileseler olmaz mı? Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
 
Meryemoğlu Mesih (İsa) sadece bir peygamberdir. O'ndan önce de birçok peygamber gelip geçmiştir. Annesi de özü-sözü doğru bir kadındı. Her ikisi de (öbür insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak biz onlara âyetlerimizi nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak onlar bu âyetleri nasıl çarpıtıyorlar!"
 
Gerek bunlar ve gerekse bunların benzeri olan Kur'an âyetleri- ki bunlar hem Mekke ve hem de Medine inişli Kur'ân bölümlerinde sayıca çokturlar- gözden geçirildikleri takdirde açıkça görülür ki, kitap ehlinin yüce Allah'ın doğru dininden sapmış oldukları biçimindeki yaklaşıma, incelemekte olduğumuz sûrenin âyetleri herhangi bir değişiklik eklememiştir. Onların kâfirlikle, sapıklıkla, yoldan çıkmışlıkla ve müşriklikle damgalanmaları yeni bir yaklaşıma yer verilmemektedir. Şunu da hiç unutmamak gerekir ki, Kur'an-ı Kerim, doğru yoldan çıkmamış ve orijinal saflığını yitirmemiş yahudi ve hıristiyanların doğru yolda olduklarını ve bozulmamış kaldıklarını sürekli biçimde tescil etmektedir. Nitekim yüce Allah, bu bozulmamış yahudi ve hıristiyanların haklarını teslim etmek üzere şöyle buyuruyor:

"Musa'nın soydaşlarından insanları hakka ileten ve hakka uygun, adil hükümler veren bir grup vardı." (A'raf, 159)
 
"Kitap ehlinden öylesi var ki, eğer yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, öylesi de var ki, eğer kendisine bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur' dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler." (Al-i İmran, 75)
 
"Nerede olsalar onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Yalnız Allah'ın ipine ve insanlar ile yaptıkları antlaşmalara bağlı kalanlar müstesna. Onlar Allah'ın gazabına uğradılar, alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah'a başkaldırmış ve ölçüleri çiğnemişlerdir.
 
Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah'ın âyetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.
 
Bunlar Allah'a ve Ahiret gününe inanırlar, iyiliğe emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.
 
Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah kötülükten sakınanların kimler olduğunu bilir." (Al-i İmran, 112-115)
 
Bu konuda gerçekten değişikliğe uğrayan taraf, kitap ehline karşı takınılacak tutumu düzenleyen hükümlerdir. Bu hükümler dönemden döneme, aşamadan aşamaya, olaydan olaya değişmiştir. Bu değişiklikler, kitap ehlinin müslümanlara karşı takındıkları politikaların, davranışların ve tutumların ışığı altında bu dinin gerçekçi hareket yöntemi uyarınca meydana gelmiştir. Bu ilke uyarınca zaman gelmiş, müslümanlara şöyle buyurulmuştur.
 
"Zalimleri dışında kalan kitap ehli ile mutlaka en güzel sözleri kullanarak tartışınız. Onlara `hem bize hem de size indirilen kitaba inandık, bizim ve sizin ilâhımız birdir, biz O'na teslim olanlarız' deyiniz."
(Ankebut, 46)
 
"Onlara deyiniz ki; "Biz Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inanırız. onlar arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız."
 
"Eğer onlar sizin inandıklarınızın aynisine inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O işitendir, bilendir." (Bakara, 136)
 
"Deki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim." (Al-i İmran, 64)
 
"Kitap ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyiniz, yaptıklarını hoş görünüz. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir." (Bakara, 109)
 
Sonra yüce Allah, müminler aracılığı ile gerçekleştirdiği iradesini yürürlüğe koydu. Bunun sonucunda olaylar oldu, hükümler değişti ve İslâm'ın gerçekçi ve yapıcı hareket yöntemi yolunda ilerledi. Sonunda bu surede yeralan nihaî hükümler yukarda gördüğünüz şekilde ortaya çıktı.
 
Dediğimiz gibi bu dinin, kitap ehlinin inanç sistemine, bu sistemin bozuk olduğuna, Allah'a ortak koşma ve kâfirlik temeline dayandığına ilişkin bakış açısı hiç değişmemiştir. Değişiklik, kitap ehli ile ilişkilerin kuralında görülmüştür. Bu kural değişikliğini, sürenin bu kesitinin giriş kısmında anlattığımız prensip yönlendirmektedir. O yazımızın bu prensipten sözeden paragrafını tekrarlıyoruz:
 
"İslâm toplumu ile yahudi ve hıristiyan arası ilişkileri düzenleyen kurallarda öngörülen bu son değişikliğin özünü iyi kavrayabilmek için bir yandan yüce Allah'ın sistemi ile cahiliye sistemleri arasındaki ilişkilerin kaçınılmaz karakterine ışık tutan bir bilince, öteyandan da İslâm'ın hareket yönteminin karakteristik özelliğine, bu yöntemin farklı aşamalarına, yine bu yöntemin değişken insan pratiği ile uyumlu olarak yenilenen araçlarına ilişkin bir bilimce sahip olmak gerekir."
 
Şimdi de müslüman toplum ile yahudiler ve hıristiyanlar, yani kitap ehli arasındaki durumu kısaca gözden geçireceğiz. Bu gözden geçirmeyi hem değişmez objektif kriterler ve pratik tarihi gelişmeler açısından yapacağız. Çünkü bu suredeki nihaî hükümlere yolaçan temel faktörler bunlardır.
 
Müslüman toplum ile yahudiler ve hıristiyanlar arasındaki temel ilişkilerin tabiatını şu iki kriterin ışığı altında değerlendirmeliyiz.
 
1- Yüce Allah'ın bu konuya ilişkin açıklaması: Bu açıklamaları değerlendirirken onların ne sağdan ne soldan ne önden ve ne de arkadan gelebilecek olan yanılma ihtimallerine açık olmayan nihaî gerçekler olduklarını, yüce Allah tarafından ortaya kondukları için insanların içtihatlarının ve akıl yürütmelerinin içerebilecekleri hatalardan arınmış olduklarını gözönünde bulundurmalıyız.
 
2- Bu değerlendirmeyi yaparken dayanacağımız bir başka kaynak, yüce Allah'ın bu konudaki açıklamalarını doğrulayan tarihi gelişmelerdir.
 
Yüce Allah, kitap ehlinin müslümanlara karşı takındığı tutumu Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde açıklıyor. Kimi yerlerde sırf kitap ehlinden sözederken kimi yerlerde de kitap ehli ile müşrik kâfirleri aynı kategoriye koyarak gündeme getiriyor. Bunun gerekçesi şudur: Çünkü sözkonusu durumlarda ehli kitaptan olan kâfirler ile müşrik kâfirler arasında amaç birliği vardır. Kimi âyetlerde de İslâm'a ve müslümanlara yönelik amaç ve strateji ortaklığını ortaya koyan pratik tutumlar gözler önüne serilir. Bu gerçekleri açıklayan âyetler öylesine açık ve öylesine kesin ifadelidirler ki, bizim ayrıca onları açıklamaya kalkışmamıza gerek yoktur. Şimdi bu âyetlerin bazı örneklerini birlikte okuyalım:
 
-Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lûtuf sahibidir." (Bakara sûresi: 105)
 
"Kitap ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler." (Bakara sûresi: 109)
 
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
 
"Kitap ehlinden bir grup, size yoldan çıkarma sevdasına kapıldı." (Al-i İmran, 69)
 
"Kitap ehlinden bir grup dedi ki; `müminlere inen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler.
 
Aslında kendi dininize uyanlardan başkasına sakın inanmayız." (İmran 72-73) "Ey müminler, eğer kendilerine kitap verilenlerin bir grubuna uyarsanız, bunlar sizi iman ettikten sonra geriye döndürüp kâfir yaparlar." (Al-i İmran, 100)
 
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.
 
Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir." (Nisa, 44-45)
 
"Şu kendilerine kitaptan bir pay verdiklerimizi görmüyor musun? Bunlar puta ve tağut'a (şeytana) inanırlar ve kâfirler hakkında `Bunların yolu müminlerin yolundan daha doğrudur derler." (Nisa, 51)
 
Sırf bu örnek âyetler bile kitap ehlinin, müslümanlara karşı hangi tutumu takındıkları son derece açık bir biçimde ortaya koyuyor. Bu âyetlerin bize açıkladıklarına göre yahudiler ile hıristiyanlar, müslümanları inançlarından döndürüp tekrar kâfir yapma sevdasındadırlar. Bunu gerçeğin ne olduğunu açıkça ortaya çıktıktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü yapıyorlar. Onların aralarında belirlenmiş, kesin tutumları, müslümanları yahudi ya da hıristiyan yapma amacına dönük ödünsüz bir ısrardır. Bu amaçları gerçekleşmedikçe müslümanlardan hoşnut olmaları, onlarla barışçı ilişkilerine girmeleri mümkün değildir. Bu amaçlarının gerçekleşebilmesi için müslümanların inançlarını kesinlikle terketmeleri gerekir. Çünkü onlar puta tapar müşriklerin yolunun, müslümanların yolundan daha doğru olduğuna tanıklık ediyorlar.
 
Şimdi de müşriklerin, müslümanlara yönelik nihaî amaçlarını açıklayan bir kaç âyeti birlikte okuyalım:
 
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." (Bakara, 217)
 
"Çünkü müşrikler isterler ki, silâhlarınızı ve teçhizatınızı aklınızdan çıkarırsınız da ansızın üzerinize baskın düzenlesinler." (Nisa, 102)
 
"Müşrikler sizi ele geçirseler size düşman kesilirler, size kötü amaçla el ve dil uzatırlar, kâfir olmanızı isterler." (Mumtehine, 2)
 
"Müşrikler, eğer size karşı üstün gelseler ne and ne de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 8)
 
"Müşrikler, bir mümine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler." (Tevbe, 10)

 
Müşriklerin tutumlarına ilişkin bu âyetleri gözden geçirdiğimizde görürüz ki, onların müslümanlara yönelik tutumları yahudiler ile hıristiyanların müslümanlar karşısındaki tutumlarının tıpatıp aynisidir, hatta bu ortak tutumu açıklayan sözleri bile aşağı yukarı biribirinin tıpkısıdır. Bu da kitap ehli ile müşriklerin müslümanlar karşısında ortak bir tutum takındıklarını kesinlikle kanıtlar.
 
Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken bir nokta da şudur: Gerek kitap ehli hakkında ve gerekse müşrikler hakkındaki âyetlerde sözkonusu tutumların kesinliği ve sürekliliği vurgulanıyor. Bu tutumların geçici olmadığı, tersine devamlılık ifade ettiği kesin bir dille belirtiliyor. Meselâ müşriklerin tutumları açıklanırken şöyle buyuruluyor:
 
"Müşrikler, yapabilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler."
 
Bunun yanısıra kitap ehlinin müslümanlara yönelik tutumu açıklanırken de şöyle buyuruluyor:
 
"Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. (Bakara, 120)
 
Bu gerçeği gözönünde bulundurduğumuzda okuduğumuz âyetleri herhangi bir yoruma tabi tutma gereğini tutmaksızın bu âyetlerin gelip geçici bir özelliğe değinmediklerini, tersine kitap ehli ve müşrikler ile aradaki ilişkilerin sürekli ve köklü tabiatını belirlediklerini açıkça anlarız.
 
Bunun yanısıra eğer yahudiler ile hıristiyanların tutumlarında somut örneğini bulan bu ilişkilerin tarihi akışına göz gezdirirsek okuduğumuz âyetlerin, incelediğimiz bu gerçekçi ilâhi açıklamaların ne anlama geldiklerini kolayca kavrarız. Bu âyetlerde değişmez ve sürekli bir yapısal karakteristiğin vurgulandığına, gelip geçici bir durumun tanıtılmadığına kesinlikle karar veririz.
 
Yalnız durumları farklı olan bazı yahudi ve hristiyan fertler ile kimi küçük yahudi ve hristiyan gruplar vardır. Bunlara hem Kur'ân'ın bazı âyetleri arasında hem de tarihin somut olayları içinde rastlıyoruz. Bunlar İslâm'a ve müslümanlara sempati duymuşlar, gerek Peygamberimiz'in ve gerekse bu dinin doğruluğuna inanmışlar, arkasından bu dini benimseyerek müslüman toplumun saflarına katılmışlardır.
 
Fakat bu durumlar yukarda değindiğimiz gibi birer istisna niteliğindedirler. Bu kişisel ya da sınırlı küçük gruplara ilişkin tutumların ötesine geçtiğimizde görebildiğimiz tek realite, inatçı düşmanlıktan, ardı-arkası gelmez entrikalardan yüzyıllar boyunca hiç ateşi sönmeyen amasız bir savaştan oluşmuş bir tarih birikimidir.
 
Meselâ yahudileri ele alalım. Kur'ân-f Kerim'in birçok sûresi bunların olumsuz tutumlarını, kirli marifetlerini, hilelerini, entrikalarını ve müslümanlara yöneltilmiş savaşlarını anlatan âyetlerle doludur. Âyetlerde anlatılan bu olumsuz tutumların somut kanıtları, pratik olaylar halinde, tarihin sayfalarına da yansımıştır. Bu olumsuz tutum İslâm'ın. Medine'de yahudilerle karşılaştığı ilk günden itibaren kendisini göstermeye başlamış ve şu ana kadar varlığını kesintisiz bir biçimde sürdürmüştür.
 
Elinizdeki tefsir kitabının sayfaları, bu uzun tarihin olaylarını anlatmanın yeri değildir. Fakat biz burada tarih boyunca yahudilerin İslâm'a ve müslümanlara yönelttikleri amansız savaşın birkaç kilometre taşına değinmeden geçemeyeceğiz.
 
Yahudiler, semavi bir dinin mensupları olarak gerçek bir Peygamber olduklarını bildikleri Peygamberlerimiz'i ve yine gerçek olduğunu bildikleri dinini düşünülebilecek en olumsuz bir tutumla karşılamışlardır.
 
Onlar gerek Peygamberimiz'i ve gerekse dinini Medine'de entrikalarla, yalanlarla, müslümanlar arasına ektikleri fitne ve kuşku tohumları ile karşıladılar. Bu amaçla ustası oldukları bütün kaypak ve hilekâr yöntemleri kullandılar. Gerçek bir Peygamber olduğunu bildikleri halde Peygamberimiz'in Peygamberliği hakkında kuşku uyandırmaya çalıştılar. Münafıklara kanat gerdiler, ortalığa yaydıkları kuşkularla, asılsız söylentilerle onları desteklediler. Gerek kıble değişimi olayı sırasında gerek Peygamberimiz'in eşi Hz. Ayşe'nin uğradığı iftira olayı sırasında ve gerekse ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları kötülükler, takındıkları olumsuz tutumlar bu alçak hilekârlıklarının sadece birer örneğini oluşturur. İşte Bakara sûresinin, Al-i İmran sûresinin, Nisa sûresinin, Tevbe sûresinin ve daha birçok surenin yahudilere ilişkin âyetleri hep onların bu iğrenç faaliyetlerini gözler önüne sererek müslümanları uyarmak için inmiştir. Şimdi bu âyetlerin bir bölümünü birlikte okuyalım:
 
"Onlara Allah katından elleri altındaki Tevrat'ı onaylayan bir kitap (Kur'an) gelince- ki, daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak istedikleri halde öteden beri bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir."
 
"Onlar Allah'ın kendi bağışı olarak dilediği kuluna vahiy indirmesini çekemeyerek O'nun indirdiği kitabı inkâr etmekle benliklerini ne kötü şey karşılığında sattılar da katmerli gazaba uğradılar! Kâfirleri alçaltıcı bir azap beklemektedir." (Bakara sûresi: 89-90)
 
"Onlara Allah katından ellerindeki kitabı onaylayıcı bir Peygamber gelince, kendilerine kitap verilenler bir kesimi, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar." (Bakara, 101)
 
"İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler. Onlara de ki; `Doğu da batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 142)
 
"Ey kitap ehli, niye göz göre göre Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz? Ey kitap ehli, niye gerçeğin üzerine batılı örtüyor ve bile bile gerçeği saklıyorsunuz?" (AI-i İmran, 70-71)
 
"Kitap ehlinin bir kanadı dedi ki; `Müminlere indirilen mesaja günün başlangıcında inanınız, fakat günün sonunda onu reddediniz, böylece belki onlar da inançlarından dönerler." (Al-i İmran, 72)
 
"Onların içinde öyleleri var ki, kutsal kitabı, kelimeleri ağız boşluklarında dalgalandırarak okurlar, böylece okuduklarının Allah'ın kitabından olduğunu sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler." (Al-i İmran, 78)
 
"Kitap ehli, senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler. Onlar vaktiyle Musa'dan bundan daha büyüğünü isteyerek `Bize Allah'ı açıkça göster' demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar..." (Nisa, 153)
 
"Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmek ister." (Tevbe, 32
)
 
Bunun yanısıra tarih yahudilerin, yaptıkları antlaşmaları ârdarda bozduklarının ve müslümanlara karşı kalleşçe davrandıklarının şahididir. Beni Kaynuka, Beni Nadr, Beni
Kurayda ve Hayber olayları onların bu kalleşliklerinin sonucudur. Yine tarih, Ahzap savaşında yahudilerin, müşrikleri birleştirip müslümanlara saldırtmasının da şahididir. Yahudilerin bu olaydaki rolü meşhurdur.
 
Yahudiler, o tarihten itibaren İslâm'a yönelik komplolarını hep sürdürmüşlerdir. Onlar Hz. Osman'ın öldürülmesi ve arkasından İslâm birliğinin büyük oranda sarsılması ile sonuçlanan büyük kargaşanın çıkarılmasında başrolü oynamışlardır. Onlar Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki acı olayların da çıban bayı, başta gelen kışkırtıcı unsurunu oluşturmuşlardır. Bunların yanısıra hadislerin, İslâm tarihinin, ilmî ve tarihî belgeleri nakleden rivayet zincirlerinin ve tefsir araştırmalarının arasına asılsız uydurmalar karıştırma kampanyasının da baş aktörleridirler. Moğollar'ın Bağdat'a saldırarak İslâmî halifelik rejimini yıkmalarının arkasında da yahudilerin kirli parmağı vardır.
 
Yakın tarihte ise yahudi, yeryüzünün her tarafında müslümanların başına çöken felâketin arkasındır. Modern İslâmî dirilişin öncülerini ezen her komplonun arkasında yahudiler vardır. İslâm dünyasının her tarafında bu komploları yürüten kukla rejimlerin baş koruyucusu yahudilerdir!
 
İşte yahudilerin, İslâm karşısındaki sürekli tutumları budur. Kitap ehlinin öbür kanadını oluşturan hıristiyanların tutumuna gelince bu da ısrarlı düşmanlık ve sürekli saldırganlık açısından yahudilerden hiç de aşağı kalmaz.
 
Bizanslılar ile eski İranlılar (persler) arasında yüzyıllarca süren derin bir düşmanlık vardı. Fakat Arap Yarımadası'nda İslâm ortaya çıkınca kilise, bu gerçek dini kendi eli ile uydurup adına "Hıristiyanlık" dediği düzmece dini için tehlike olarak gördü. Bu düzmece din, klâsik putperestliğin tortularından, kilisenin saçma doğmalarından, Hz. İsa'nın çarpıtma girişimlerinden kurtulabilmiş kimi sözlerinin kalıntılarından ve bu inanç sisteminin tarihinden oluşmuş bir karmaşa idi. İşte İslâm'ın ortaya çıkışı ile gerek Bizanslılar'ın ve gerekse eski İranlılar'ın o eski, tarihî çatışmalarını, o köklü ve kanlı düşmanlıklarını unutarak bu yeni dine karşı ortaklaşa cephe aldıklarını görürüz.
 
Bizanslılar, yandaşları Gassaniler ile birlikte kuzeyde askerî yığınak yapmaya giriştiler. Amaçları bu yeni dinin kökünü kazımaktı. Bu hazırlıklardan bir süre önce Bizanslılarca atanan Basra valisine Peygamberimiz tarafından elçi olarak gönderilen Haris b. Umeyr Ezdi'yi öldürmüşlerdi. Müslümanlar yabancı elçilere güvenlik sağladıkları halde hıristiyanlar Peygamberimiz'in elçisini kalleşçe öldürmüşlerdi. Bu olay üzerine Peygamberimiz Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebu Talip ve Abdullah b. Revahe'nin ortak komutasındaki bir orduyu Bizanslılar üzerine gönderdi. Her üçü de savaşta şehit olan bu komutanların yönetimindeki ordu "Muta"da Bizanslılar ile karşılaştı. Müslüman savaşçılar, karşılarında büyük bir Bizans ordusu buldular. Tarihçilerin verdikleri gibi bu ordu yüzbin kişisi Bizanslı ve yüzbin kişisi Bizanslılar'ın Şam dolaylarındaki hıristiyan arap kabilelerden olmak üzere toplam olarak ikiyüzbin kişiden oluşuyordu. İslâm ordusunun mevcudu ise üç bin savaşçıyı geçmiyordu. Bu savaş Hicri sekizinci yılın Cemaziyülevvel ayında meydana gelmişti.
 
Sonra bu sûrenin ağırlıklı konusunu oluşturan Tebük savaşı meydana geldi. -İnşaallah ileride yeri gelince bu savaşı ayrıntılı biçimde anlatacağız.- Sonra Usame b. Zeyd komutasında Bizanslılar ile karşılaşan ordunun oluşturduğu olayla karşılaşıyoruz. Bu orduyu Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ölümüne yakın günlerde sefere hazırlamıştı. Ölümünden sonra onu raşid halife Hz. Ebu Bekir sefere gönderdi. Şam dolayları üzerine yürüyen bu ordu, oralarda bu yeni dini ortadan kaldırmak amacı ile askerî yığınak yapan Bizans güçleri ile karşılaştı.
 
Daha sonra neler oldu? Müslümanların zaferi ile sonuçlanmış olan Yermük savaşından itibaren hıristiyanların kïn dolu kazanı, günden güne hararetini artırarak kaynamaya devam etti. Yermük zaferi Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarındaki Roma İmparatorluğu'na ait müstemlekeleri kurtarmanın başlangıç noktasını, ilk adımını oluşturdu. Bütün bu fetihler zincirinin sonunda ise Endülüs'te sağlam bir İslâm üssünün temelinin atılması mümkün oldu.
 
"Haçlı savaşları" -ki tarihe bu adla geçmişlerdir. hıristiyan kilisesinin İslâm'a karşı giriştiği tek savaş zinciri değildi. Hıristiyanlığın İslâm'a karşı giriştiği savaşların tarihi çok daha eskilere dayanır Bu savaşlar aslında Bizanslıların eski İranlılar ile aralarındaki tarihi düşmanlığı unutmaya karar vermeleri ile başladı. Bu tarihten itibaren hıristiyanların, eski İranlıları Arap yarımadasının güneyinde müslamanlara karşı desteklediklerini görürüz. Bu hıristiyan saldırganlığı daha sonra "Muta" ve müslümanların kesin zaferi ile sonuçlanan "Yermük" savaşları ile devam etti. Daha sonraki yıllarda Endülüs'te vahşetinin ve acımasızlığının doruğuna ulaştı. Hıristiyanlar, İslâm'ın Avrupa'daki bu üssüne saldırıp orayı ele geçirdiklerinde milyonlarca müslümanlara karşı tarihte o güne kadar bir başka benzeri görülmemiş bir işkence ve soykırımı vahşetinin soğukkanlı uygulamasını gerçekleştirdiler. Ayni acımasız saldırganlık doğudaki haçlı savaşlarında da sahneye kondu. Bu tüyler ürpertici saldırganlık hiçbir endişe ve hiçbir vicdani sorumluluk tanımadı, müslümanlara karşı hiçbir antlaşma ve hiçbir insanı yükümlülük gözetmedi.
 
Nitekim hıristiyan bir Fransız yazar olan Güstave le Bonne "Arap uygarlığı" adlı eserinin bir yerinde bu konuda şöyle diyor:
 
"İngiliz komutan Rıcardos'un ilk işi zorluk çıkarmaksızın teslim alan üç bin müslüman esiri İslâm ordusunun karargâhı önünde öldürmek oldu. Oysa bu esirlere teslim olurlarken canlarına dokunmayacağına dair söz vermişti. Sonra ipin ucunu iyice kaçırarak yoğun öldürme ve yağmalama eylemlerine girişti. Bu durum Kudüs hıristiyanlarına karşı iyi davranmış, onlara hiçbir zarar dokundurmamış ve eline esir düşmüş olan Philip ile Arslan yürekli Ricard'a hastalıkları sırasında yiyecek ve ilâç yardımı yapmış olan soylu Selâhaddin- Eyyûbî'yi çok öfkelendirmişti."
 
Başka bir hıristiyan yazar olan Gerogıa da aynı konuda şunları söylüyor:
 
"Haçlılar, Kudüs'e son derece çirkin işler yaparak girmişlerdi. Bir kısım hıristiyan ziyaretçiler ele geçirdikleri köylerdeki insanları öldürüyorlardı. Acımasızlıkta o kadar ileri gittiler ki, insanların karınlarını deşerek bağırsaklarda para aramaya giriştiler!
 
Oysa Selâhaddin-i Eyyûbî, Kudüs'ü geri alınca hristiyanlara can güvenliği verdi, yaptığı bütün antlaşmalara bağlı kaldı. Müslümanlar, düşmanlarına karşı iyi davrandılar, altlarına merhamet döşeği serdiler. Hatta Sultan'ın kardeşi olan adıl Melik esirlerden bin köleyi serbest bıraktı. Ermeni cemaate hiç ilişmedi. Kilisenin haçını ve süs eşyasını alıp götürmek üzere Patrik'e izin verdi. Kraliçenin ve prenseslerin hocalarını ziyaret etmeleri serbest kılındı."
 
"Haçlı Savaşları"nın tarih boyunca uzayan uzun çizgisini gözden geçirmeye elinizdeki tefsir kitabının sayfaları yetmez. Biz sadece şu kadarını söylemekle yetiniyoruz: Bu savaşlar hiçbir zaman hızlarını ve etkilerini yitirmediler. Hıristiyanlar bu savaşların içerdiği saldırganlık ruhunu ve yıkım geleneğini hep sürdürmüşlerdir. Yakın yıllarda Zengibar'da olup bitenleri hatırlamamız yeterlidir. Orada müslümanlar soy kırımına uğradılar. On iki bin kişisi öldürüldü ve önce bir adaya sürülmüş olan geriye kalan dört bir kişisi denize döküldü. Hatırlayacağımız diğer bir olay Kıbrıs müslümanların başına gelen faciadır. Üstad Ali, Ali Mansur tarafından kaleme alınan "İslâm Şeriatı ve Milletlerarası Genel Hukuk" adlı eserden. Bu adanın müslüman kesimine besin maddeleri sokulmadı, su verilmedi, böylece orada kalabilen müslümanların açlıktan ve susuzluktan ölmeleri plânlandı. Bu vahşet onlara çeşitli öldürme, toplu kıyım ve sürgün eylemlerine ek olarak reva görülmüştü. Bunların yanısıra Habeşlilerin gerek Eritre'de ve gerekse Habeşistan'ın (Etopya'nın) ortasında yaşayan müslümanlara karşı işledikleri vahşilikleri hatırlamalıyız. Ayrıca Kenya'da yüz bin müslümana karşı işlenen cinayetleri düşüncemizde canlandıralım. Somalı kökenli olan bù müslümanların Somali'deki soydaşlarına katılma yönündeki isteklerinin nasıl acımasızca bastırıldığını araştıralım. Son olarak da güney Sudan'da yaşayan hıristiyanların müslüman komşularına karşı ne gibi zulümler yapma girişiminde olduklarını öğrenelim.
 
Hıristiyanların, müslümanlara nasıl bir gözle baktıklarını öğrenmek için Avrupalı bir yazarın 1944 yılında yayınladığı bir kitaptan aşağıdaki parağrafı okumamız yeterlidir.
 
"Biz Avrupalılar şimdiye kadar çeşitli milletlerden korktuk. Fakat tecrübelerimiz sonunda bu korkularımızın gerekçesiz olduğunu gördük. Eskiden "yahudi" tehlikesinden, "sarı ırk" tehlikesinden ve "Komünizm" tehlikesinden korkardık. Fakat bu bütün korkuların hayalimizde canlandırdığımız gibi olmadıklarını belirledik. Yahudilerin dostlarımız olduklarını gördük. Buna göre onlara yöneltilen her tür baskı inatçı bir saldırganlıktır. Sonra komünistlerin de müttefiklerimiz olduklarını yaşayarak gördük. "Sarı ırk"tan milletlere gelince onlara karşı duran büyük demokratik devletler vardır. Fakat önümüzdeki gerçek tehlike İslâm düzeninde, onun yayılma ve boyun eğdirme gücünde, onun dinamizminde gizlidir. Avrupa sömürgeciliğinin yolunu kesen tek set, İslâmdır."
 
Hıristiyanlık dünyasının İslâm'a karşı açtığı ve günümüzde de yürüttüğü bu vahşi savaşın tarihini gözler önüne sermek için daha çok ayrıntıya girmeyi uygun görmüyoruz. Bu tefsirin daha önceki cildlerinde; bu konuya ilişkin birçok âyeti incelerken bu uzùn savaşın tabiatından, problemlerinden ve çıkmazlarından birçok kere sözetmiştik. Şimdi burada yaptığımız bu kısa özetleme ile yetinerek daha ayrıntılı bilgi edinme isteklerini yakın yıllarda yayınlanmış diğer kaynaklara havale ediyoruz.
 
Eğer bu hızlandırılmış gözden geçirmenin sonuçları değerlendirme süzgecinden geçirirsek ve bu sonuçlara daha önce İslâm'ın evrensel kurtuluş bildirisinin özelliği hakkındaki açıklamalarımızı eklersek ve son olarak bu evrensel bildiriyi taşıyan ve onu tüm dünyaya yaymak için yola çıkan İslâm'ı hareketi ezmek amacını herşeyin üstünde tutan milletlerarası cahiliye kutbunun duyarlığını gözönünde bulundurursak açıkça görürüz ki; bu surede yeralan nihai hükümler, tüm bu gerçeklerin toplamının doğal gereği olarak ortaya çıkmışlardır, bunlar belirli bir zamanla ya da belli bir durumla sınırlanmış hükümler değildirler; Aynı zamanda bu hükümler kendilerinden geçici hükümleri hukuki anlamda yürürlükten kaldırmazlar, yani bu geçici hükümlerin inişleri sırasında varolan sosyal ve siyasi şartların benzerleri ile tekrar karşılaşıldığı takdirde bu hükümler uygulanabilir. Biz bu durumlarda ve her zaman İslâm'ın stratejisi ile, İslâm'ın uygulanmaya dönük yöntemi ile karşı karşıyayız. Bu strateji insan pratiğini değişik aşamalarda, yenilenen yöntemlerde gerçekçi biçimde karşılar.
 
Bu surede yeralan nihaî hükümlerin o günün Arap yarımadasında varolan özel bir duruma karşılık oldukları doğrudur. Gerçekten bu hükümler Tebük savaşında somutlaşan İslâmi stratejinin hukukî alt-yapısını oluşturmuşlardır. Tebük savaşı, İslâm'ı ve müslümanları ortadan kaldırmak amacı ile Yarımada'nın kuzey sınırlarında müttefikleri ile birlikte askeri yığınak yapan Bizans güçlerini göğüslemek için plânlanmıştı. -Sözkonusu savaş, bu surenin ana eksenini oluşturur.- Fakat kitap ehlinin, müslümanlara karşı takındıkları tutum sadece belirli bir tarihi aşamanın ürünü değildi, tersine sürekli ve kalıcı bir realitenin ürünü idi. Tıpkı bunun gibi kitap ehlinin İslâm'a ve müslümanlara açtıkları savaş da sadece belirli bir tarihî dönemin ürünü değildi, tersine bu savaş şimdiye kadar hep sürdüğü gibi bundan böyle de hep sürüp gidecektir. Sona ermesinin tek şartı müslümanların dinlerinden tamamen çıkmalarıdır! Bu savaş çeşitli yöntemlerle geçmiş ve gelecek tüm tarih çağları boyunca tüm amansız, ısrarlı ve inatçı temposu ile sürmüş ve sürecektir. Bundan dolayı bu surede yeralan nihaî hükümler köklü, zaman ve yer şartları ile sınırlı olmayan, geniş kapsamlı hükümlerdir. Fakat bu hükümleri uygulamak İslâm stratejisinin, İslâm'ın uygulama yönteminin çerçevesi içinde gerçekleştirilebilir. Fakat bu hükümlerin kendileri hakkında ileri-geri konuşmadan önce sadece adları "müslüman" olan bu günkü müslüman kuşakların karamsarlık aşılayıcı pratiklerini, zayıflıklarını ve hayâl kırıklıklarını yüce Allah'ın güçlü, sağlam dinine yansıtmadan yüklemeden önce bu stratejiyi, bu uygulama yöntemini iyi kavramak gerekir.
 
İslâm fıkhının (hukukunun) hükümleri eskiden de, şimdi de, her zaman da İslâm yöntemi uyarınca gerçekleşecek hareketin ürünüdür. Kur'ân'ın ayetleri ancak bu gerçeğin eşliğinde, ışığı altında kavranabilir. Kur'an-ın ayetlerine boşlukta asılı kalıplarmış gibi bakmakla onları İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik biçiminde algılamak arasında dağlar kadar fark vardır. Fakat "İslâm yöntemine göre gerçekleşecek bir hareketlilik" şartını kesinlikle akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü sözkonusu olan "hareket" mutlak anlamlı, sistem dışı bir hareket değildir. O zaman "sosyal pratik" temel faktör olarak kabul edilir. Bu sosyal pratiği meydana getiren hareket (eylem) ne olursa olsun, farketmez olur. Fakat bu sosyal pratik islami sistemin, İslâmi yöntemin ürünü olduğu takdirde fıkıh hükümlerinin temel unsuru olur.
 
Bu kuralın ışığında kitap ehli ile müslüman toplum arasında öngörülen bu nihaî hükümleri görmek kolaylaşır. Bu kurallar İslâm'ın hareketli, pratiğe dönük, aksiyoner ve geniş kapsamlı yöntemi uyarınca pratik alanında canlı biçimde hareket ederler.
 
HARAMI HELAL SAYANLARLA SAVAŞ
 
Şimdilik bu zihinleri hazırlayıcı kısa açıklama ile yetinerek bu bilginin ışığı altında sûrenin bu kesitini oluşturan âyetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.

29 - Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dinî benimsemeyen yahudi ve hıristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız.
 
Bu ve bundan sonraki âyetler, zihinleri Tebük savaşına hazırlıyorlar, Bizanslılar ile yandaşları olan müşrik araplara, yani Gassanilere yöneliktirler. Çünkü burada âyetlerdè yeralan sıfatların, kendileri ile bu savaşta karşılaşılacak olan kavmin taşıdığı sıfatlar olduklarını, bu âyetlerde varolan sıfatları ile pratik bir durumun gözler önüne serildiği izlenimi alıyoruz. Bu tür yerlerde âyetlerin akışı, Kur'ân-ı Kerim'in okuyucularına hep bu izlenimi verir. Çünkü bu sıfatlar burada kitap ehli ile savaşmanın ön şartları olarak gündeme getirilmiyorlar. Bunun yerine bu sıfatlar bu kavimlerin inançlarında ve pratik hayatlarında varolan olgular olarak anılıyor, bu sıfatlar o kavimlerde savaşmaya yönelik ilâhi emrin gerekçeleri ve itici faktörleri olarak sayılıyor. Buna göre hangi toplumun inancı ve pratik hayatı âyette sözü edilen kavimlerin inançları ve hayat tarzları gibi olursa buradaki hüküm onlar için de aynen geçerli olur.
 
Âyette bu sıfatlar şöyle belirleniyor.
 
1- Bu kavimler, Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar.
 
2- Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar. 3- Gerçek dinî benimsemezler.
 
Daha sonraki âyetlerde ise bu kavimlerin nasıl Allah'a ve Ahiret gününe inanmadıkları, nasıl Allah'ın ve din haram kıldığı şeyleri. haram saymadıkları ve nasıl gerçek dinî benimsememiş kabul edildikleri açıklanıyor. Bu hükümler şu gerekçelere dayanıyorlar:
 
1- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve hıristiyanlar "Mesih (İsa), Allah'ın oğludur" diyorlar. Onların bu sözleri kendilerinden önce gelip-geçen puta tapıcı kâfirlerin sözlerine benziyor. Buna göre gerek yahudiler ve gerekse hristiyanlar, eski putperest kavimler ile benzer inancı paylaşıyorlar ki, böyle bir inancın sahipleri Allah'a ve Ahiret gününe inanmamış sayılır- Böyle bir inancı savunanların nasıl Ahiret gününe inanmadıklarını mantık açısından yeri gelince anlatacağız.
 
2- Onlar, yüce Allah'ın dışında hahamlarını, rahiplerini ve Hz. İsa'yı ilâh edinmişlerdir. Bu inanç gerçek dine ters düşer, gerçek dinle bağdaşmaz. Gerçek dinin şartı, tek Allah'a inanmak, O'na hiç birşeyi ortak koşmamaktır. Buna göre bu inançları ile gerçek dinî benimsememiş olan müşriklerdir.
 
3- Onlar yüce Allah'ın nurunu (ışığını) ağızlarının soluğu ile söndürmek istiyorlar. Çünkü yüce Allah'ın dini ile savaş halindedirler. Oysa Allah'a ve Ahiret gününe inanan, gerçek dini benimsemiş olan hiç kimsenin Allah'ın dini ile savaşa girmesi asla düşünülemez.
 
4- Onların çoğu hahamları ve rahipleri yolsuzluk yapanlar, yani halkın mallarını gayri meşru biçimde yerler. Buna göre onlar yüce Allah'ın ve Peygamberleri'nin haram kıldığı şeyleri haram saymıyorlar demektir. Buradaki "Peygamberler"den maksat yahudiler ile hıristiyanların kendi Peygamberler'i olabileceği gibi bizim Peygamberimiz de olabilir.
 
Kilise konsülleri Hz. İsa'nın getirdiği dini tahrif ederek Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu ve "üçlü ilâh (teslis)" doğmasının geçerliliğini ortaya attıkları günden günümüze kadar geçen tarih süreci içinde bu sıfatlar hem Şam yöresi hırıstiyanları ve Bizanslılar için ve hem de diğer hıristiyanlar için geçerli olmuştur.
 
-Gerçi çeşitli hıristiyana mezhepleri arasında birçok inanç farklılıkları vardır, ama hepsi "Üçlü ilâh (teslis)" doğmasında buluşurlar.
 
Buna göre bu âyette dile getirilen emir geneldir, hıristiyan arapların ve hıristiyan Bizanslıların taşıdıkları bu sıfatları üzerlerinde bulunduran tüm kitap ehli ile aradaki ilişkilerin nasıl düzenlenmesi gerektiğini belirten mutlak bir kuraldır. Peygamberleri'mizin belirli bazı fertleri ve zümreleri savaş dışı tutmaya yönelik emri bu ilâhi buyruğun genellik karakteri ile çelişmez. Bilindiği gibi Peygamberimiz, müslüman savaşçılara, savaş sırasında çocuklara, yaşlılara, eli silâh tutmayan güçsüzlere ve manastır köşelerine kapanmış keşislere ilişmemelerini emretmiştir. Çünkü bunlar savaşçı değillerdi ve İslâm hangi dinden olurlarsa olsunlar, savaşçı olmayanlara saldırmayı yasaklamıştı.
 
Fakat dikkat etmek gerekir ki, bu kişiler ve zümreler müslümanlara fiilen saldırmıyorlar gerekçesi ile Peygamberimiz tarafından savaş-dışı tutulmuyorlardı. Fakat saldırgan olmayı sağlayan özelliklerden aslında yoksun oldukları için savaş hedefleri dışında tutulmuşlardır. O halde "bu âyette sadece fiilen saldırıda bulunan hitap ehli kasdedilmiştir" diyerek aslında genel-geçerli olan bu ilâhi emre sınırlama getirmek yersizdir. -Nitekim İslâm'a yöneltilen saldırganlık suçlamasını savmaya kalkışan ruhi bozguna uğramış bazı müslümanlar böyle diyorlar- "saldırganlık" eylemi işin başında vardır. Bu da yüce Allah'ın ortaksız "ilâhlığına yönelik saldırganlıktır, buna bağlı olarak insanları yüce Allah'tan başkasına kul etmek suretiyle kulları da saldırı yöneltilmektedir. İslâm yüce Allah'ın ilâlılığını ve yeryüzünde yaşayan tüm insanların onurunu, saygın konumunu savunmak amacı ile harekete geçince cahiliye sistemlerinin direnişi, savaşı ve saldırısı ile yüzyüze gelmekten kurtulamaz. Nesnelerin doğası ile karşılaşmaktan kurtuluş yoktur.
 
Bu âyet müslümanlara "Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan" kitap ehli ile savaşmayı emrediyor. "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ya da "İsa, Allah'ın oğludur" diyenlerin Allah'a inandıklarını söylemek mümkün değildir. "Allah Meryemoğlu İsa'dır" veya "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" ya da "Allah, İsa'nın kılığında görünmüştür, İsa'nın kişiliğinde ete ve kemiğe bürünmüştür diyenler ve aralarındaki bir sürü görüş ayrılığına rağmen bu tür doğmaları ortaya atan kilise konsüllerinin çeşitli hurafelerini benimseyenler de bu kategoriye girerler. Bunların yanısıra "ne günah işlersek işleyelim, cehennem ateşi bize birkaç sayılı gün dışında dokunmaz, çünkü biz Allah'ın evlâtları, sevdikleriyiz O'nun tarafından seçilmiş bir halk topluluğuyuz" diyenlerin de Allah'a inandıkları söylenemez. Bunlara ek olarak "İsa ile bütünleşmekle, kutsal yemekten yemekle bütün günahların bağışlanacağını, bunun dışında başka bir bağışlanma yolunun olmadığını" iddia edenlerin, gerek ötekilerin ve gerekse berikilerin, Ahiret gününe inanan kimseler oldukları da söylenemez.
 
Bu âyet sözünü ettiğimiz kitap ehlini "Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar" diye tanımlıyor. Buradaki "Peygamber"den ister yahudilere ve hristiyanlara gönderilen Peygamberler kasdedilmiş olsun, isterse bizim Peygamberimiz kasdedilmiş olsun işin özü değişmez çünkü bunun arkasından gelen âyetler bu ifadeyi "onlar halkın malını eğri yollarla, gayri meşru yöntemlerle yerler" şeklinde açıklamıştır. İnsanların mallarını gayri meşru yollarla yemek her Peygamber'lik misyonu ve her Peygamber tarafından yasaklanmış bir eylemdir insanların mallarını gayri meşru biçimde yeme eyleminin faize dayalı alış-verişler, faizi içeren ekonomik ilişkilerdir. Oysa kilise yetkililerinin para ya da mal karşılığında "Bağışlama belgesi" satmaları aslında bir tür faize dayalı alış-veriştir! Bu da insanları Allah'ın dininden alıkoymaktan, kuvvet kullanarak bu dinin yolunu kesmekten, müminleri dinlerinden döndürme çabasından başka nedir ki? Bu davranış insanları yüce Allah'tan başkasına kul etmek, onları yüce Allah'ın indirmediği hükümlere ve yasalara boyun eğmek zorunda bırakmak değil de nedir? Bütün bu eylemler "Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar" hükmünün kapsamına girer, o günün kitap ehli nasıl ki, bu niteliklerin tümünü taşıyor idi ise, bu günün kitap ehlide bu nitelikleri tümü ile taşımaktadır.
 
Okuduğumuz yahudiler ile hıristiyanlara yönelik bir başka tanımlayıcı cümlesi "onlar gerçek dini din edinmezler" cümlesidir. Bu cümlenin ne demek istediği şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan açıkça bellidir. Sebebine gelince yüce Allah ile birlikte bir başkasının ilâh olduğuna inanmak "gerçek din" değildir. İnsanlar arası ilişkileri yüce Allah'ın şeriatı dışında bir başka hukuk sistemine göre düzenlemek, yüce Allah dışındaki başka bir kaynaktan hüküm almak, yüce Allah'ın otoritesi dışındaki başka bir otoriteye boyun eğmek de "gerçek din" değildir. Oysa bütün bu nitelikleri hem o günün kitap ehli ve em de günümüzün kitap ehli taşımaktadırlar.
 
Kitap ehli ile savaşmaya son vermek için âyetin koştuğu şart bu adamların müslüman olmaları değildir. Çünkü "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 256) Onlarla savaşmaktan el çekmenin şartı "müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye vermeleri"dir. Bu şartın hikmeti nedir? Niye bu şart, savaşın önüne geçemeyeceği, bulunduğu yerde savaş eylemini noktalayan bir amaç sayılmıştır? Kitap ehli, sözü edilen sıfatları sebebi ile inanç ve davranış plânında yüce Allah'ın dinine yöneltilmiş somut bir savaştırlar; Ayrıca- incelediğimiz âyetlerde anlatıldığı gibi- onların inançlarında ve pratik hayatlarında somutlaşan cahiliye sistemi ile ilâhi sistem arasında varolan çatışmanın ve bağdaşmazlığın doğal sonucu olarak da kitap ehli müslüman toplumu hedef almış somut bir savaştır. Nitekim yaşanan tarihin realitesi bu çatışmanın özünü, bu bağdaşmazlığın karekterini ortaya koymuş, bu iki sistemin barış içinde bir arada yaşayamayacağını kanıtlamıştır. Çünkü kitap ehli yüce Allah'ın dininin yoluna fiilen dikilmiş, islâm tarihinin gerek bu âyetin inişinden önceki kısa döneminde ve gerekse bu âyetin inişinden itibaren günümüze kadar süren uzun yüzyıllar boyunca bu dine ve bağlılarına karşı kesintisiz bir savaş sürdürmüştür.
 
İslâm- yeryüzünün tek gerçek dini olması sıfatı ile önüne dikilen maddi engelleri kaldırmak ve insanı gerçek dinin dışındaki düzmece dinlerin boyunduruklarından kurtarmak amacı ile mutlaka harekete geçmelidir. Yalnız herkese inancını seçme özgürlüğü tanıması şarttır. Hiç kimse ne kendisi tarafından inanç değiştirmeye zorlanacak ve sözünü ettiğimiz maddi güçlerin baskısı altında kalan kişiler herhangi bir inancın zoraki bağlıları olarak görüleceklerdir.
 
Durum böyle olunca hem o maddi engelleri kaldırmayı ve hem de islâmı zorla benimsetmeye kalkışmamayı sağlama bağlamanın pratik yolu gerçek dinin dışındaki temellere dayanan otoritelerin nüfuzunu kırarak teslim almalarını sağlamak ve fiilen cizye vergisi vermelerini kendilerine kabul ettirerek bu teslim oluşlarını açığa vurmalarını somutlaştırmaktır.
 
O zaman insanlığı kurtarma amacı gerçekleşmiş olur. O zaman aklı yatan her kişiye hak dini seçme özgürlüğü garantiye bağlanmış olur. Eğer adamın aklı yatmazsa eski dine bağlı kalmaya devam ederek cizye vergisi verir. Ondan bu cizye vergisini almanın birkaç amacı var. Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
 
1- Adam cizye vermekle islâmi otoriteye teslim olduğunu, yüce Allah'ın gerçek dinine yönelik çağrıyı maddi güç kullanarak karşı koymayacağını ilân etmiş olur.
 
2- Adam canının, malının, ırzının ve diğer dokunulmaz temel insan haklarının savunulması için yapılacak masraflara katkıda bulunmuş olur. İslâm, cizye vererek müslümanların koruyucu kanatları altına giren gayri müslim vatandaşlarının bu haklarını ve dokunulmazlıklarını korumayı üzerine alır. Gerek dışardan ve gerekse içerden gelebilecek olan saldırılara karşı müslüman mücahidler eliyle bu hakları ve dokunulmazlıkları savunur.
 
3- Adam, çalışamayacak durumdaki vatandaşların geçimini ve bakımını güvenceye bağlayan islâmi devlet hazinesinin gelir fonlarına katkıda bulunmuş olur. Çünkü devlet hazinesinin bu sosyal yardım görevi, gayri müslim vatandaşları da kapsamına alır, onlar ile zekât vermekle görevli müslümanlar arasında ayının yapmaz.
 
Şimdi bu konuda şu tür fıkhi tartışmalara dalmak istemiyoruz. Cizye kimlerden alınır, kimlerden alınmaz? Bu verginin miktarı, oranı nedir? Nasıl ve nerelerde harcanır? Bu tartışmalara girmek istemiyoruz. Çünkü bu mesele, tümü ile, bu gün karşımızda olan, çözmek zorunda olduğumuz bir gündelik mesele değildir. Oysa bu mesele hakkında fetva vermiş olan, görüş belirtmek için ilmi çalışma yapmış olan fıkıh bilginlerinin zamanında bu konu pratik ve günceldi.
 
Günümüzde ise bu mesele "pratik" ve "gündelik bir mesele değil "tarihi" bir meseledir. Çünkü günümüzde müslümanlar "cihad" etmiyorlar. Sebebine gelince günümüzde müslümanlar yokturlar, ortalıkta görünmüyorlar. Buna göre günümüzün çözüm bekleyen asıl meselesi, islâmı ve müslümanları "var hale getirme", "ortaya çıkarma" meselesidir.
 
Daha önce birçok kere söylediğimiz gibi islâm sistemi gerçekçi ve ciddi bir sistemdir. Boşlukta asılı duran meseleleri tartışmaktan hoşlanmaz, pratik dünyada uygulanmayan fıkhi tartışmalara dönüştürülmeyi reddeder- çünkü pratik dünyada yüce Allah'ın şeriatına göre yönetilen, gündelik hayatını islâm fıkhına göre yönlendiren bir müslüman toplum yoktur- Bu sistem gerek kendilerini ve gerekse insanları fiilen varolmayan bu tür meselelerin tartışmaları ile oyalayanları küçümser onları "Eğer şöyle şöyle olsa acaba hükmü ne olur?" diyen konuşan "acabacılar" olarak adlandırır.
 
Günümüze işe başlama noktası, insanların islâm mesajı ile karşılaştıkları ilk günkü başlama noktasıdır. Herşeyden önce yeryüzünün herhangi bir yöresinde bu gerçek dini benimseyen, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in, O'nun peygamberi olduğuna tanıklık eden bir grup insan olacak sonra bu insanlar sırf o Allah'a bağlanacaklar; O'nun egemenliğini, otoritesini ve yasa koyma yetkisini ortaksız olarak kabul edecekler; bu kabullerini pratik hayatta uygulayacaklar. Arkasından bu evrensel çağrının sancağını ellerine alarak tüm insanlığı kurtarmak amacı ile yeryüzünde harekete geçecekler. İşte o zaman- ve ancak o zaman- islâm toplumu ile diğer toplumlar arasındaki ilişkilere ilişkin Kur'ân âyetleri ve islâm hükümleri uygulama alanına kavuşacaklardır. İşte o zaman- ve yalnız o zaman- bu tür meselelerin tartışmalarına dalmak, bu meseleleri hükümlere bağlamaya çalışmak, islâmın fiilen karşılaştığı pratik durumlar için kanunlar koymak yerinde olur. Yoksa teorik bir dünyada boşuna nefes tüketmiş oluruz.
 
Gerçi biz- ilke ve prensip bazında- bu âyetin tefsirine daldık. Fakat biz, bu âyet inanç sistemi meselesi ile yakından ilgili olduğu için onu açıklama çabasına giriştik. bu sınırda dururuz. Bu sınırı aşarak ayrıntılı fıkıh tartışmalarına dalmayız. Çünkü islâm sisteminin ciddiliğine, gerçekçiliğine, pratiğe dönüklüğüne ve yukarda değindiğimiz türden maskaralıklardan uzak oluşuna saygı duyuyoruz.
 
 
 
KAHROLSUN YAHUDİ VE HIRİSTİYANLAR
 
30- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur"dediler. Bunlar, onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?
 
Yüce Allah, müslümanlara kitap ehli ile "kendi elleri ile, boyun eğerek cizye verene dek" savaşmayı emrettiği günlerde Medine'deki islâm toplumunun daha önce gerek bu sûrenin tanıtma yazısında ve gerekse sûrenin ilk kesitini oluşturan âyetlerin girişinde anlatmaya çalıştığımız- bir takım özel şartları vardı. Bu özel şartlar bu emri pekiştirmeyi, vurgulamayı, bu emri kaçınılmaz kılan sebepleri ve faktörleri aydınlatmayı, bu emir karşısında bazı vicdanlarda doğan kuşkuları ve iç engelleri bertaraf etmeyi gerektiriyorlardı. Özellikle bu emre itaat etmenin Şam dolaylarındaki Bizans orduları ile karşılaşmayı zorunlu kıldığı o günlerde bu gereklilik daha güçlü bir biçimde ağırlığını hissettiriyordu.
 
Sebebine gelince Bizanslılar, İslâm'dan önce, arapları yıldırmışlardı, uzun yıllardan beri Yarımada'nın kuzey kesimini egemenlikleri altında tutuyorlardı. arap kabileleri arasında kuklaları vardı ve nüfuzları altındaki Gassaniler yönetimi yörede iktidarda idi.
 
Aslında bu savaş, (Tebük savaşı) müslümanların Bizanslılara karşı girişecekleri ilk savaş değildi. Yüce Allah arapları islâm dini ile onurlandırdıktan sonra onları Bizanslılara ve Farslılara karşı koyarak şerefli bir ümmete dönüştürmüştü. Oysa islâm öncesi arapları, Bizanslılar'la ve Farslılar'la çatışmaya cesaret etmeyi düşünemeyecek derecede dağınık ve yılgın kabilelerden ibarettiler. O dönemin arapları bütün kahramanlıklarını biribirini yemekte, yağmacılıkta, kan dâvalarında, soygunlarda ve yol kesiciliklerde gösteriyorlardı!
 
Fakat Bizans korkusunun kalıntıları halâ bazı vicdanlarda varlığını pişmemiş, soylu islâm potasında henüz yeterince kazanmamış gönüllerde bu fobinin tortuları daha da etkili idi. Üstelik müslümanlar ile Bizanslılar arasındaki en son çatışma olan "Mute" savaşı müslümanların lehine sonuçlanmamıştı. O savaşta Bizanslılar, kuklaları olan hıristiyan araplarla birlikte iki yüz bin kişi olarak tahmin edilen büyük bir orduyu cepheye sürmüşlerdi.
 
Gerek o dönemdeki islâm toplumunun bileşiminden ve gerekse Bizans fobisinin, onlarla karşılaşma ürküntüsünün ruhlardaki kalıntılarından kaynaklanan bütün bu özel şartlara bir de savaşın kendisinin spesifik şartlarını eklemek gerekir.- İlerde anlatacağımız bazı spesifik şartlar yüzünden bu savaşa "zorluk savaşı" adı verilmişti.- Bütün bunların dışında müslümanların vicdanlarında Bizanslılar ile hıristiyan araplardan oluşmuş kuklalarının "kitap ehli" olmalarının doğurduğu kuşkular vardı. Bütün bu özel şartlar daha geniş açıklamalar yapılmasını, daha vurgulayıcı telkinlere girişilmesini gerektirmişti. Amaç bu ilâhi emrin kaçınılmazlığını zihinlere işlemek, ruhlardaki kuşkuları ve iç-engelleri bertaraf etmek, bu kaçınılmazlığın sebeplerini ve etkenlerini belirginliğe kavuşturmaktır.
 
Bu âyette sözkonusu "kitap ehli"nin inançlarının sapık olduğu açıklanıyor, onlar tarafından savunulan bu sapık inançla gerek müşrik arapların ve gerekse puta tapıcı eski Romalıların ve diğer putperest milletlerin sapık inançları arasındaki sıkı benzerliğe dikkat çekiliyor; kutsal kitaplarının önerdiği doğru inanca bağlı kalmadıkları, buna göre onların "kitap ehli" olmalarının hiçbir anlam taşımadığı, sebebine gelince kutsal kitaplarının öğrettiği doğru inancın dayandığı temel ilkeye ters düştükleri vurgulanıyor. Bu âyette yahudilerden sözedilmesi ve onların "Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki sapık sözlerinin gündeme getirilmesi ilginçtir. Çünkü âyetlerin asıl amacı müslümanları, Bizanslılar ile onların yandaşları olan hıristiyan araplar ile karşılaşmaya hazırlamak, yöneltmektir. Görüşümüze göre burada yahudilere değinilmesi şu iki sebepten ileri geliyor:
 
1- Okuduğumuz âyetin ifadesi geneldir, ehli kitapla, bunlar "Müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye verene dek" savaşılmasına ilişkin emir geneldir. Bu yüzden bir bölüm olarak kitap ehline ilişkin bu genel emrin dayandığı inanç temelinin açıklanması gerekli görülmüş ve bu bütünlük zihinlere yerleşsin diye kitap ehlinin iki kanadından birini oluşturan yahudilere hıristiyanların yanı başında yer verilmiştir.
 
2- Yahudiler Medine'den Şam dolaylarına göçetmişlerdi. Bu göçler, Peygamberimizin- salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelişinden itibaren başlayıp yıllarca süren trajik yahudi-müslüman atışmalarının sonucunda meydana gelmişti. Bu acı çatışmaların arkasından Beni Kaynuka ve Beni Nadr adlı yahudi kabileleri Beni Kuray'da adındaki yahudi kabilesinin bir bölümü Şam dolaylarına sürülmüştü. Bu o demektir ki, yahudiler o günlerde İslâm'ın, Şam dolaylarına varacak yolu üzerinde bulunuyorlardı. Bu yüzden onlarda bu ilâhi emrin kapsamına alınmışlar, bu açıklamanın içeriğine katılmışlardır.
 
Hıristiyanların "Mesîh (İsa), Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri meşhurdur, herkesin bildiği birşeydir. Hz. İsa'nın getirdiği gerçek dinin Saint Paul tarafından tahrif edildiği ve arkasından- ilerde anlatacağımız üzere- bu "tahrif" eyleminin Kilise konsülleri tarafından doruğa çıkarıldığı günden beri hıristiyanlar bu sapık inancı savuna gelmişlerdir. Fakat yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözleri yaygın değildir, günümüzde bileni yoktur. Elimizdeki tedvin edilmiş yahudi kitaplarında "Azra" başlıklı bir bölüm yeralır. Bu başlıklardaki "Azra"dan maksat "Uzeyr"dır. Bu kitaplarda Uzeyr, Tevratın yazımı sırasında emeği geçmiş uzman bir katip olarak ve kalbini "Rabb'in şeriatini aramaya adamış biri sıfatı ile övülür.
 
Fakat Kur'ân'da bu sözün yahudilerin ağzından nakledilmesi, en azından yahudilerin bir bölümünün- özellikle Medine'li yahudilerin- bu asılsız inancı savunduklarının, bu saplantının aralarında yaygın olduğunun kesin delilidir. Kur'anı Kerim, yahudilerle ve hıristiyanlarla fiilen yüzyüze geliyor, onlarla pratik düzeyde karşılaşıyordu. Eğer onların sözlerini naklederken aslı olmayan bir sözü kendilerine mal etmiş olsa bu durum, Peygamberimizin açıkladığı ilâhi mesajlarını yalanlamaları için bir gerekçe oluşturur ve bu kozu en geniş çapta kullanmaktan geri kalmazlardı.
 
Merhum Şeyh Reşid Rıza, "Menar" adlı tefsir kitabının onuncu cildinde (385-386. sayfalarında) "Azra'nın yahudi tarihindeki konumuna ilişkin yararlı bir özet yapmış ve bu özet bilgiye yine yararlı olan bir değerlendirme eklemiştir. Yahudilerin bu konudaki inançlarını kısaca açıklayabilmek için bu özetin ve değerlendirmenin birkaç paragrafını aynen aşağıya alıyoruz:
 
"1903 baskılı Yahudi Ansiklopedisinde verilen bilgiye göre `Azra'nın dönemi, milli yahudi tarihinin çiçek açan ve gül kokuları saçan ilkbahar dönemidir. Eğer yahudi şeriatını getiren kişi Musa olmasaydı, (Talmud 21. Bab) Azra bu şeriatın yayıcısı (asıl metne göre `yüklenicisi' ya da `taşıyıcısı') sayılmaya lâyıktı çünkü bu şeriat sonraları unutuldu (İngilizce tercümesine göre "şeriat taşıyıcısı" deyimi, "şeriat yayıcısı" deyimine göre daha uygundur.), fakat Azra onu yeniden ortaya koydu, ihya etti. Eğer yahudilerin mucizeleri onun zamanında da göreceklerdi. Bu ansiklopedinin belirttiğine göre O, şeriata ilişkin kitapları Asur alfabesi ile yazdı. Kuşkulandığı kelimelerin üzerlerine işaret koyardı. Yahudi tarihinin başlangıcı onun zamanına dayanır.
 
Dr. George Poust, "Kitab-ı Mukaddes sözlüğü" adlı eserinde bu konuda şöyle der; `Azra (Aun) bir yahudi kahini ve ünlü bir kitaptır. Kral "Artahaşaşta" döneminde uzun süre Babil'de kaldı. Bu kral hükümdarlığının yedinci yılında Azra'nın oldukça çok sayıda yahudiyi alıp Urşelim'e (Kudüs'e) götürmesine izin verdi. Dört ay süren bu yolculuk yaklaşık olarak M.Ö. 457 yılında gerçekleşti.
 
Yahudi geleneğinde Azra, Musa ile İlya'nın tuttukları yerle karşılaştırılabilecek bir yer işgal eder. Onun büyük akademi kurduğunu, kutsal kitabın bölümlerini biraraya getirdiğini, eski İbrani alfabesinin yerine Keldani alfabesini geçirdiğini; "günler" "Azra" ve "Nahmıya" bölümlerini kaleme aldığını söylerler.
 
"Azra" bölümünün 4: 6-8: 19. ve 7: 1-8 sayfaları Keldanicedir. Yahudi halkı sürgün dönüşünde Keldanice'yi, İbranice'den daha kolay anlıyordu!
 
Ben derim ki; Yahudi tarihçiler de dahil olmak üzere bütün dünya tarihçilerinin ortak görüşlerine göre Hz. Musa'nın yazıp "emanetler sandukasına" ya da bu sandukanın yan tarafına koymuş olduğu Tevrat, Hz. Süleyman döneminden önce kayboldu; Hz. Süleyman, hükümdarlık döneminde bu sandukayı açtığında içinde sadece üzerlerinde "on öğüt"ün yazılı olduğu iki levha vardı (Bu konu ile ilgili olarak Kur'ân'da şöyle buyuruluyor: "Talut'un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandukanın gelmesidir. Bu sandukada Rabb'inizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Harun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır." -Bakara süresi, 248). Nitekim bunun böyle olduğunu "ilk krallar" bölümünde de görebilirsin. Sözü edilen Azra, Tevratı ve diğer kutsal metinleri sürgün dönüşünde Keldani alfabesi ile yahudi halkının büyük oranda unutulmuş olduğu İbranice ile karışık bir Keldanice ile yazmıştır. Yahudi tarihçiler "Azra, Tevrat'ı Allah'dan gelen vahiy ile ya da ilham ile eski orijinali gibi yazdı" derler. Onların bu iddialarını kendilerinden başka hiç bir tarihçi onaylamıyor. Bu görüşe karşı birçok itirazlar yapılmıştır. Bunlar bu konuya ilişkin kitaplarda, hatta telif eserlerde yeralmıştır. Katoliklere ait "Akılların Hazinesi" adlı kitap gibi. Aslı Fransızca olan bu kitabın on birinci ve on ikinci bölümleri, Tevrat'ın beş bölümünün Hz. Musa'dan kalma olduğuna yönelik çeşitli itirazlara ayrılmıştır.
 
Nitekim "Azra" bölümünde (4 f. 14 sayı 21) kutsal kitabın bütün bölümlerinin Nabukadnezzar döneminde ateşte yakıldığı yazılıdır. Bu yüzden O `Ateş, şeriatını ortadan kaldırdı, artık hiç kimse neler yaptığını öğrenme imkânı bulamayacak' diye yazdı (Biz de deriz ki, en doğrusunu Kur'ân söylüyor: Kur'ân'da belirtildiğine göre geride sadece bazı kalıntılar vardır) Buna ek olarak Azra'nın ateşte yakılmış olan kutsal kitap bölümlerini, Ruh-ul Kudüs'ün vahyi ile yeniden yazdığı ve bu işte kendisine zamanının beş katibinin yardımcı olduğu belirtilir. Bundan dolayı Tartulyanus'un, aziz İrinaus'un, aziz İronimos'un, aziz Yuhanna Zehebi'nin, aziz Basilius'un ve diğer bazı azizlerin Azra'yı, yahudilerce bilinen kutsal kitap bölümlerini yeniden düzenleyen adam olarak andıklarını görürsün."
 
Reşid Rıza sözlerine devam ederek şöyle diyor:
 
"Bu açıklamayı burada noktalıyoruz. Bu açıklamadan biz şu iki maksadı güdüyoruz:
 
1- Bütün kitap ehli (yahudiler) dinlerinin dayanağı ve kutsal kitaplarının aslı konusunda her şeylerini sözü geçen Uzeyr'e borçludurlar.
 
2- Bu dayanak unutkanlığın yıpratıcılığına uğramış, direkleri sallantılı bir dayanaktır. Bunu özgür düşünceli Batılı bilginler ortaya koymuşlardır (Elinizdeki tefsir kitabında "Özgür düşünceli bilginler" gibi deyimlerin Şeyh Muhammed Abduh'un ve öğrencilerinin ekolünde ne anlama geldiklerine ilişkin bir uyan yapmamız gerekir, Bu ekol tümü ile saf İslâm düşünce sistemine yabancı, Batılı sistemlerin ve düşüncelerin etkisi altında kalınıştır. Bu ekolün taraftarları sözünü ettiğimiz etkilenmenin sonucu olarak Özgür düşünceyi destekleyerek hristiyan kilisesine karşı çıkan yazarlar ile Batı demokrasisi ve özgürlükten yana olan yazarlara ve bunun yanısıra Batılı sosyal kurumlara sıcak bakarlar. Yine bu etkilenmenin doğal sonucu olarak kendi deyimleri ile "Bu düşüncelerin ve kurumların yararlı olanlarının" alınması gerektiğini savunurlar. Bu yaklaşım, Lord Crommer ve benzeri gibi hristiyan pek hoşlandıkları tehlikeli bir kaymadır! Mesele, daha derin, daha kapsamlı bir bakış açısına, İslàm sistemi ile yetinen bağımsız bir perspektife muhtaçtır.) Nitekim Ansiklopedi Britannic'de Azra'nın hayatı anlatılırken gerek kendi adını taşıyan bölümde ve gerekse "Nahmiya" bölümünde onun şeriatı yazıya geçiren kişi olduğu belirtildiği hatırlatıldıktan sonra şöyle deniyor; `Diğer bazı yeni rivayetlere göre Azra, yahudiler için sadece ateşte yakılmış olan şeriat metinlerini yeniden kaleme almamıştı, ortadan kaybolan bütün İbranice bölümleri yeniden yazıya geçirmişti, bu arada yetmiş tane yasal olmayan bölümü yeniden ortaya çıkarmıştı (Ebu Kureyf)'. Azra'ya art biyografinin yazarı sözlerini şöyle sürdürür; `Adı geçen Azra'ya ilişkin masallar, bazı tarihçiler tarafından kendilerinden kaynaklanarak yazıldığına, yazılarını kaleme alırken başka bir yazara dayanmadıklarına göre çağımızın yazarları, bu masalın sözkonusu rivayetçiler tarafından düzülmüş bir uydurma olduğu kanısındadırlar.' (Bak Ansiklopedi Britannica, 1929 tarihli on dördüncü baskı, C. 9,5.14)
 
Kısacası, yahudiler adı geçen Azra'yı eskiden olduğu gibi günümüzde de kutsal bir kişi sayıyorlar. Hatta bazıları O'nu "Allah'ın oğlu" lakabını takmışlardır. Ona takılan bu lakap, acaba Hz. Musa. Hz. Davud ve diğer uluları için kullandıkları saygınlık belirtici anlamda mıdır, yoksa az aşağıda yer vereceğimiz filozofu "Filo'nun açıklamalarındaki anlamda mıdır, bilmiyoruz. Bu yahudi filozofu hıristiyanlık inancının kaynağını oluşturan putperest Hind felsefesine yakın düşünceleri olan bir kişidir. (Bizim görüşümüze göre bu tereddütlü ifade, bu kuşku yersizdir. Çünkü okuduğumuz Kur'ân âyeti, yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" biçimindeki sözleri, hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerinin bir benzeridir ve her ikisi de eski putperest kâfirlerin benzer sözleri ile aynı anlama gelmektedir. Bu anlam, söyleyenini gerçek dinden çıkararak kâfirler ve müşrikler arasına katan "yüce Allah'a evlâd yakıştırma" sapıklığıdır.) Tefsir bilginlerinin ortak görüşlerine göre bu sözü söyleyenler yahudilerin bir bölümüdür, hepsi değildir.
 
Bu sözü söyleyenler Medineli yahudilerin bir bölümüdür. Bunlar hakkında yüce Allah "Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri bağlansın..." buyurmuştur. (Maide, 64) Ayrıca yine Kur'ân-ı Kerim'e göre onlar, yüce Allah'ın `Kimdir o ki, Allah'a karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da bu borcu ona kat kat fazlası ile öder.' buyruğuna (Bakara, 245) "Allah fakir, biz ise zenginiz.' biçiminde alayca bir karşılık vermiş olan kimselerdir. (Al-i İmran, 181) Belki de bu sözü onlardan önce söylemiş olan Yahudiler olmuştur da onlara ilişkin bilgi bize gelmemiştir.
 
İbn-i İshak'ın, İbn-i Cerir'in, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in ve İbn-i Murdeveyhin bildirdiklerine göre Abdullah b. Abbas şöyle diyor; `Selâm b. Müşküm, Numan b. Evfa, Ebu Enes, Sas b. Kays ve Malik b. Sayf adlı Medineli yahudiler bir gün peygamberimize gelerek "sana nasıl uyalım, sen bizim kıblemizi bıraktın, ayrıca Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu onaylamıyorsun" dediler.
 
"İsa, Allah'ın oğludur" diyen bazı hıristiyanların yahudi kökenli oldukları bilinmektedir. Nitekim Hz. İsa'nın çağdaşı olan yahudi filozofu Filo "Allah'ın oğlu vardır. O O'nun somut sözüdür, varlıkları onun aracılığı ile yaratmıştır" diyor. Buna göre Peygamberimizin döneminden önce yaşamış bazı yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demiş olmaları uzak bir ihtimal değildir."
 
Kur'ân-ı Kerim'in neden yahudilerin bu sözünü, âyetlerin akışının bu noktasında naklettiği bu açıklama sayesinde ortaya çıkıyor. Amaç, kitap ehlinin bir bölümünün inanç bozukluklarının içyüzünü belirtmektir. Bu bozuk inançla ne yüce Allah'a inanmaları ve ne de gerçek dini benimsemeleri bağdaşmaz. İşte kitap ehli ile savaşma hükmüne dayanak oluşturan onlara ilişkin temel nitelik budur. Fakat onlarla savaşmanın amacı kendilerini müslümanlığı kabul etmeye zorlamak değildir, İslâm'ın önüne dikilmelerine yolaçan nüfuzlarını kırmak ve İslâm'ın otoritesine boyun eğmelerini sağlamaktır. Onlar İslâm'a boyun eğsinler ki, tek tek insanlar iradelerini sınırlayan baskıların etkisinden kurtularak ne o tarafın ve ne de bu tarafın zorlamaları altında kalmaksızın gerçek dini özgür iradesi ile seçebilsinler.
 
Hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" ve "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" şeklindeki sözleri -dediğimiz gibi- yaygındır, çoğu kimse tarafından bilinir. Bütün hıristiyan mezhepleri bu görüşleri paylaşır. Saint Paul'un, diğer semavi dinler gibi aslında Allah'ın birliği ilkesine dayanan Hz. İsa'nın mesajını tahrif ettiği günden beri bu saçma inançlar hıristiyanlarca savunula gelmiştir. Sonraları kutsal kilise konsülleri, bu tahrif işlemini doruğa erdirmiş ve Allah'ın birliği ilkesini kökünden ortadan kaldırmışlardır.
 
Burada da Şeyh Muhammed Reşid Rıza'nın "Menar" adlı tefsirinden hıristiyan inancına ilişkin özet niteliğindeki yararlı bir bölümü nakletmekle yetineceğiz. Yazar "Teslis, Trinite" başlığı altında şunları yazıyor:
 
"Trinite `(teslis)' hıristiyanlar arasında İlâh'ın, baba, oğul ve kutsal ruh adlarını taşıyan üç unsurun birlikteliğinden oluştuğunu ifade eden bir terimdir. Bu doğma katolik kilisesi ile doğu-ortodoks kilisesinin ve çok az bir bölümü dışında protestan kilisesinin ortak doğmalarındandır. Bu doğmanın bağlıları, onun kutsal kitabın metinlerine uygun olduğu görüşündedirler. İlâhiyat bu doğmaya eski kilise konsüllerinin öğretilerinden ve ünlü kilise sahiplerinin kitaplarından alınmış bir takım açıklamalar eklerler. Bu açıklamalar ikinci unsurun nasıl doğduğundan, üçüncü unsurun nasıl sızarak meydana çıktığından, bu üç unsur arasındaki ilişkinin türünden ve üç unsurun nitelikleri ile lâkaplarından sözederler.
 
Kutsal kitapta Trinite (teslis) teriminin bulunmamasına, eski Ahitte (Tevrat'ta) bu doğmayı açıkça ifade eden bir kanıta rastlanmamasına rağmen eski hıristiyan yazarlar ilâhın birleşik bir varlığa sahip olduğuna işaret eden çok sayıda kutsal metni iktibas edip delil olarak göstermişlerdir. Fakat değişik biçimde yorumlanmaya elverişli olan bu metinler Teslis doğmasının kesin delilleri olarak gösterilemezler, olsa olsa Yeni Ahitte (İncil'de) yeraldığına inandıkları açık ve kesin vahye sembolik atıflarda bulunan birer işaret olarak kabul edilebilirler. Bu doğmayı isbatlamak amacı ile yeni Ahitten bu konuda iki büyük metin grubu iktibas edilmiştir. Bu metinlerden birinde baba, oğul ve kutsal ruh birarada anılmaktadır. Öbüründe ise bu unsur ayrı ayrı zikredilmekte, bunun yanısıra bazı kendilerine özgü nitelikleri ile aralarındaki ilişkileri içermektedir.
 
İlâh'ın hangi unsurlardan oluştuğu konusundaki tartışmalar daha "Peygamber dönemi"nde başladı. Bu tartışmalar çoğunlukla heylânı ve agnostik felsefecilerin öğretilerinden kaynaklandı. Antakya patriği Teofilos, ikinci yüzyılda eski Yunanca "Tiryas" terimini kullandı. Sonraları Tartulyanus, bu sözcüğün anlam dışı olan ve teslim anlamına gelen "Trinatas" sözcüğünü kullanan ilk hıristiyan yetkili oldu. İznik konsülüne yakın günlerde bu doğma, özellikle doğuda sürekli tartışma konusu olmuştu. Kilise, bu konudaki birçok görüşün uydurma (eratikit) olduğuna karar vermiştir. Bu uydurma damgası yiyen görüşler arasında Hz. İsa'nın sadece bir insan olduğuna inanan Abyunîlerin görüşü; Baba'nın, Oğul'un ve kutsal ruhun Allah'ın kendini insanlara açıklamasına yarayan değişik kalıplar olduklarına inanan Sabililerin görüşü; Oğul'un Baba gibi ezeli olmadığına, onun evrenden önce yaratıldığına, buna göre Baba'dan daha aşağı düzeyde ve ona boyun eğmiş olduğuna inanan Aryusîlerin görüşü ve kutsal ruhun İlâhî oluşturan unsurlardan biri olduğunu reddeden Makedonyalıların görüşü de vardı.
 
Bu konudaki kilise öğretisini ise 325 yılında toplanan İznik konsülü ile 381 yılında toplanan Kostantınıyyel (İstanbul) konsülleri belirlemişti. Bu konsüllerin kararlarına göre oğul ve kutsal ruh, İlâh'ı oluşturmada Baba'ya eşit konumdadırlar. Oğul, ezelde Baba'dan doğmuş ve kutsal ruh da Baba'dan dışarı sızmıştır. 589 yılında toplanan Tuleytula konsülü ise kutsal ruhun, Baba'nın yanısıra Oğul'dan da dışa sızmış olduğunu kararlaştırdı. Lâtin kilisesi tümüyle bu ek açıklamayı kabul ederek ona bağlandı. Fakat Yunan kilisesi ilk başlarda bu eklemeye karşı çıkmayıp suskun kalmayı tercih etmesine rağmen sonradan ona karşı delil göstererek bunun bir uydurma olduğunu ileri sürdü
 
"Oğul'dan da.." ifadesi, hâlâ Yunan kilisesi ile Katolik kilisesinin birleşmelerini önleyen en büyük engellerden biridir. Lûter'ciler ile reformcu kiliselerin kitapları Katolik kilisesinin teslis ile ilgili doğmasını değiştirmeksizin, olduğu gibi onaylamışlardır
 
Bununla birlikte on üçüncü yüzyıldan itibaren çok sayıda ilâhiyatçı ve susıniyaniler, Germenler, muvahhitler ve genelciler gibi bir çok yeni hıristiyan cemaat kutsal kitaba ve mantığa aykırı olduğu gerekçesi ile bu doğmaya karşı çıktılar. Sevid Teyrak ise Teslis terimini Mesih (İsa) unsurunu ifade edecek şekilde yorumlamış, onun teslis ile bilindiğini söylemiştir. Fakat bu teslis, unsurların teslisi değil, bir tek unsurun teslisi idi. Onun görüşüne göre Mesih'in doğasındaki ilâhi unsur. Baba'dır; Mesih'in ilâhi unsuru ile birleşen ruhani unsur Oğul'dur ve O'ndan dışarı sızan ilâhı unsurda kutsal ruhtur. Akılcılık (rasyonalizm) akımından Lûter'ci ve reformcu kilisileri etkilemesi ile Alman ilâhiyatçıları arasında bir süre Teslis doğmasını zayıflatmıştır
 
Kant'a göre Baba, oğul ve kutsal ruh, İlâh'ın üç temel sıfatını temsil ederler. Bu sıfatlar güçlülük, bilgelik ve sevgi sıfatlarıdır. Ya da bu üç unsur yaratma, koruma ve denetim altında bulundurmadan oluşan üç yüce etkinliği temsil ederler. Higgıns ve Schanlıg, Teslis doğmasını hayâli bir temele oturtmaya girişmişlerdir. Son dönem Allan İlahiyatçıları da onların yolunu izleyerek Teslis doğmasını hayalilik ve ilâhilik temellerine dayanan yollarla savunmaya girişmişlerdir. Vahye dayanan bazı teologlarda yaptıkları incelemeler sonunda İznik ve Kostantanıyye (İstanbul) konsüllerinde belirlenen kilise görüşünü onaylamıyorlar. Son günlerde özellikle Sabililerin görüşlerini savunan birçok kimseler ortaya çıkmıştır."
 
Bu kısa ve yararlı açıklamadan anlaşılıyor ki, resmi kiliselere bağlı bütün hıristiyan mezhepler ve gruplar yüce Allah'ın birliği, hiç birşeyin O'nun benzeri olmadığı ve O'nun varlığından hiç kimsenin dışarıya sızmadığı ilkelerine dayanan gerçek (hak) dine bağlı değildirler.
 
Çoğu kere "Aryusiler" diye anılan hıristiyanların yüce Allah'ın birliği ilkesini onaylayan "muvahhitler" olduğu söylenir. Bu terimi bu şekilde kullanmak yanıltıcıdır. Çünkü sözü edilen "Aryusîler" yüce Allah'ın gerçek dinin öngördüğü anlamda Allah'ın birliğini dile getirmiyorlar, bunun yerine işin içine başka hatlar karıştırılıyorlar! Sebebine gelince bu adamlar Hz. İsa'nın yüce Allah gibi ezeli bir varlık olmadığını söylüyorlar ki: bu doğrudur. Fakat bunun yanısıra Hz. İsa'nın "oğul" olduğunu ve henüz evren yokken "Baba"dan yaratılmış olduğunu ileri sürüyorlar ki, bu saplantılar, asla gerçek anlamda yüce Allah'ın birliği ilkesinin (tevhidin) kapsamına girmezler.
 
Yüce Allah "İsa, Allah'ın oğludur", "İsa, Allah'dır" ve "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür" diyenlerin kâfir olduklarına ilişkin hükmünü açıklamıştır. Buna göre ayni inanç sisteminde hem "küfür" hem de "iman" sıfatları biraraya gelemeyeceği gibi bu iki sıfat ayni kalpte de biraraya gelemez. Çünkü bunlar biribirleri ile taban tabana zıt olgulardır.
 
Kur'an-ı Kerim'in gerek yahudilerin "Uzeyr, Allah'ın oğludur" ve gerekse hıristiyanların "İsa, Allah'ın oğludur" şeklindeki sözlerine ilişkin değerlendirmesinde yahudiler ile hıristiyanların bu sözlerinin, daha önceki dönemlerde yaşamış kâfirlerin sözlerine inançlarına ve düşüncelerine benzediklerini belirliyor. Okuyoruz.
 
"Bunlar onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar."
 
"Bu ifade, herşeyden önce bu sözlerin doğrudan doğruya onların ağızlarından çıktıklarını, yoksa başkalarının onlara dayandırdıkları bir yakıştırma olmadıklarını kanıtlıyor. Bu anlamı vermek için "ağızları ile" deyimi kullanılıyor, Kur'an-ı Kerim'in bilinen ifade yöntemi uyarınca objektif ve somut bir tablo gözler önüne seriliyor. Sebebine gelince adamların sözlerimin ağızlarından çıktığı belli birşeydir. Fakat burada "ağız" sözcüğünün kullanılmış olması boşuna, ya da gereksiz bir uzatma değildir. Yüce Allah'ı bu tür eylemlerden tenzih ederiz. Bu Kur'an'ın, tasvir ağırlıklı ifade yönteminin gereğidir. Bu ïfade sözün tablosunu gözler önünde canlandırıyor, ona işitiliyormuş, hatta görülüyormuş gibi bir "gerçek"likle donatıyor.
 
Üstelik bu şekli ile bu ifade tabloyu gözler önünde canlandırma ve somutlaştırma fonksiyonun yanında başka bir açıklayıcı anlam daha taşıyor. O anlam da şudur: Bu sözün objektif dünyada, gerçekler âleminde hiçbir aslı, hiçbir dayanağı yoktur. Bu sadece ağızların gevelediği bir söz dizisidir; arkasında ne "gerçek" ve ne de "kavram kalıbı" vardır.
 
Sonra Kur'an'ın kaynağının ilâhiliğine delil oluşturan vecizlik niteliğinin bir başka yönüne geliyoruz. Bu ilginç özellik, yüce Allah'ın şu sözünde dikkatimizi çekiyor:
"Böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar.
 
Klâsik tefsir bilginleri âyetin bu kısmını şöyle açıklamışlardır; "Bu ilâhi ifadenin anlamı, `Yahudilerin ve hıristiyanların yüce Allah'a oğul yakıştıran sözleri, müşrik arapların, O'na kız çocuğu yakıştıran sözlerinin bir benzeridir şeklindedir." Bu açıklama doğrudur. Fakat bu ilâhı cümlenin içeriği, daha geniş boyutludur. Bu ileri boyut yakın yıllarda farkedilebildi; ancak Hind, eski Mısır ve eski Yunan putperestlerinin inançlarına ilişkin bilimsel bulgular ortaya çıktıktan sonra anlaşılabildi. Bu araştırmalar sayesinde kitap ehlinin özellikle hıristiyanların tahrifata uğramış inançlarının kaynağına inildi. Sözkonusu putperest inançlarda yeralan kimi saplantıların önce aziz "Saint Paul" eli ile, arkasından da sözde kutsal kilise konsülleri aracılığı ile hıristiyan doğmalarına sızdıkları belirlendi
 
Eski Mısır inancında Oziris, İzis ve Ouris'den oluşan üçlü ilâh (teslis) dogması Firavunlar dönemi putperestliğinin temelini meydana getiriyordu, bu üçlü ilâh dogmasında Oziris Baba'yı ve Ouris' "Oğul"u temsil ediyordu.
 
Hz. İsa'dan yıllarca önce İskenderiye'de okutulan teoloji (ilâhiyat) derslerinde "kelimenin (sözün), ikinci ilâh" olduğu ve "Allah'ın ilk oğlu" ünvanını taşıdığı öğretiliyordu.
 
Hind putperestleri de üç unsurdan, ya da üç "durum"dan oluşmuş bir ilâh kavramına inanırlardı. Onlara göre asıl ilâh bu üç unsurda ya da üç halde tecelli ederdi. "Brahma" ilâhın yaratma ve yoktan varetme durumundaki, "Vişnu" koruma ve gözetme durumundaki, "Sifa" ise yoketme ve ortadan kaldırma durumundaki yansımaları (tecellileri) idi. Bu sapık inanca göre "Vişnu", "Brahma"da yoğunlaşan ilâhlıktan sızmış ve dönüşüme uğramış "oğul"du.
 
Asurlar da "kelime"nin (sözün) kutsallığına inanırlar, ona "Merduh" adını verirlerdi. İnançlarına göre bu merduh ilâhın ilk oğlu idi!
 
Eski Yunanlılar üç unsurlu ilâh kavramına inanırlardı. Nitekim bu üçlü ilâh doğmasının belirtisi olarak kâhinleri ilâhlara kurban keserken kesilecek hayvanın üzerine üç kere kutsal su serperler, üç kere buhurdanlıktan buhur alıp etrafa saçarlar ve yine üç kere kesim yerinde toplanan halkın üzerine kutsal su serperlerdi. İşte kilise bu putperest törenleri, arka plânlarındaki inançlarla birlikte alarak hıristiyanlığa katmış, böylece eski kâfirlerin görüşlerini taklit etmiştir.
 
İşte Kur'ân-ı Kerim'in indiği günlerde bilinmeyen bu eski putperest inançlar "Onlar böyle demekle daha önceki kâfirlere özeniyorlar" âyeti ile birlikte gözden geçirildiklerinde kutsal kitabımızın vecizliğinin bir örneğidir.
 
Bu örnek bize Kur'an'ın ilahi kaynaktan geldiğini ve bu yüce kitabın "Alim ve Habir olan Allah" tarafından gönderildiğinin yinelenerek duyurulmasıdır.
 
Bu açıklama ve tesbitden sonra yüce Allah, Kitap ehlinin, kâfirlik ve müşriklik içerikli sapıklıklarının özüne ilişkin sözlerini şöyle noktalıyor.
 
"Allah kahretsin onları! Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?"
 
Evet, evet... Allah kahretsin onları, canlarını alsın? Nasıl bu apaçık, bu yalın gerçeği bırakarak ne akılla ve ne de vicdanların sağduyusu ile bağdaşmayan bu karmaşık, bu içinden çıkılmaz putperest düzmecelerine sapıyorlar?
 
SOMUTLAŞAN SAPIKLIK
 
Bir sonraki ayette Kitap ehlinin sapıklıklarının bir başka aşamasına, bir diğer belirtisine geçiliyor. Bu defa ele alınacak olan sapıklık sadece sözlere ve inançlara yansıyan bir sapıklık değil, bozuk inanç sistemlerine dayanan pratikte somutlaşmış bir sapıklıktır. Önce ayeti okuyalım.

31- Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.
 
Okuduğumuz ayet, surenin bu kesitinin doğrusal bir uzantısıdır. Bilindiği gibi surenin bu kesitinde müslümanların vicdanlarında beliren şu tür kuşkular giderilmeye çalışılıyordu; "Bu adamlar, yani yahudiler ile hristiyanlar, Kitap ehlidirler. Buna göre onlar, Allah'ın dinine bağlıdırlar."
 
Bu kuşkulara karşılık, bu surede şu gerçeklere dikkat çekiliyor: Bu adamlar, yüce Allah'ın dinine bağlı değildirler. Bu gerçeği inançlarından sonra pratik hayatları da kanıtlıyor. Onlara tek olarak yüce Allah'a kulluk etmeleri emredildi. Oysa onlar yüce Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler. Tıpkı Meryemoğlu İsa'yı ilah edindikleri gibi. Bu tutumları ise yüce Allah'a ortak koşmaktır, şirktir. Yüce Allah onların bu ortak koşma yakıştırmalarından münezzehtir. Buna göre onlar davranış ve pratik hayat düzeyinde gerçek dini din edinmedikleri gibi inanç ve düşünce düzeyinde de Allah'a inanmış değildirler.
 
Kitap ehlinin hahamlarını ve rahiplerini nasıl ilah edindiklerini anlatmadan önce Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayetin açıklamasına ilişkin sağlam kaynaklı sözlerine başvurmak istiyoruz. Çünkü kesin çözüm O'nun sözlerindedir.
 
Bu ayette geçen "Ahbar" terimi, "Hebr" ya da "Hıbr" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim "Kitap ehlinin bilginleri" -daha çok yahudi bilginleri- anlamına gelir. Yine bu ayette yeralan "Ruhban" terimi ise "rahip" sözcüğünün çoğuludur. Bu terim, "Kendini ibadete adamış, dünyadan el-etek çekmiş kişi" anlamına gelir. Rahipler normal olarak evlenmezler, başkaca bir iş tutmazlar, geçim peşinde koşmazlar.
 
"Durr-ül Mensur" adlı kitabın bir yerinde şöyle deniyor: Tirmizi'nin, İbn-i Munzır'ın, İbn-i Ebu Hatem'in, Ebu Şeyh'in, İbn-i Murdeveyh'in, Beyhaki'nin ve diğer hadis dergilerinin bildirdiklerine göre, sahabilerden Adiyy b. Hatem şöyle diyor; "Bir gün Peygamberimizin yanına gitmiştim. O sırada Tevbe suresinin `Onlar Allah dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayetini okuyordu. Ayeti bitirince bana dönerek şöyle buyurdu:
 
"Gerçi onlar hahamlarına ve rahiplerine tapınıyorlar, ibadet etmiyorlar. Fakat bu din adamları kendilerine bir şeyi helal kılınca o şeyi helal sayıyorlar, buna karşılık din adamları bir şeyi yasaklayınca onu haram kabul ediyorlar."
 
İbn-i Kesir tefsirinde de şöyle deniyor: İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve İbn-i Cerir değişik kanallara dayanarak bize bu belgeyi naklediyorlar: Adiyy b. Hatem, Peygamberimizin davetini alınca, çağrısını işitince Şam'a kaçtı. Bu zat cahiliye döneminde hristiyan olmuştu. Bir ara kız kardeşi kabilesinden birkaç kişi ile birlikte müslümanlara esir düşmüş, fakat Peygamberimiz kadını bağışlayarak, serbest bırakmıştı. Kadın kardeşinin yanına dönünce onu müslüman olmaya ve Peygamberimize gidip kendisi ile görüşmeye teşvik etmişti. Bunun üzerine Medine'ye geldi. -Bu zat o sırada Tay kabilesinin şefi idi, babası da cömertliği ile ün salmış bir kişi olan Hatem Tai idi.- Peygamberimizin huzuruna vardığında boynunda gümüş bir haç vardı. O sırada Peygamberimiz `Onlar Allah'ın dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edindiler' cümlesi ile başlayan ayeti okuyordu. Ayet bitince bizzat kendi ifadesine göre Peygamberimize `Onlar, hahamlarına ve rahiplerine tapmıyorlar, kulluk etmiyorlar' dedi. Onun bu sözlerine Peygamberimiz şu karşılığı verdi:
"Evet, ama din adamları onlara helal şeyleri yasakladılar ve haram şeyleri serbest ettiler. Onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular. Bu tutum, onların, din adamlarına kulluk etmeleri anlamına gelir."
 
Tefsir bilgini Sudey, bu ayeti açıklarken şöyle der; `Onlar yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak din adamlarının hükümlerine başvurdular. Bundan dolayı yüce Allah bu ayetin devamında `Oysa onlara sadece tek ilaha kulluk etmeleri emredilmişti' buyuruyor. Yani o tek ilah bir şeyi haram kılınca, o şey haram sayılacak, O'nun helal ilan ettiği şeyler helal bilinecek, koyduğu yasaya uyulacak ve verdiği hüküm yürürlüğe konacaktır."
 
Tefsir bilgini Alusi de bu ayeti şöyle açıklıyor; "Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre bu ayetteki ilah edinmekten maksat, Kitap ehlinin din adamlarını evrenin ilahları saydıkları, böyle bir inanç taşıdıkları değildir; buradaki ilah edinmekten maksat, onların din adamlarının kişisel emirlerine ve yasaklarına uymalarıdır."
 
Gerek bu açık anlamlı ayetten, gerekse Peygamberimizin -son söz niteliğindeki- yorumundan ve gerekse eski-yeni tefsir bilginlerinin sistemine, bu dine ilişkin son derece önemli gerçekler öğreniyoruz. Bu gerçeklere, aşağıda kısaca değinmek istiyoruz:
 
1-
İbadet, yasal hükümlerde Kur'an'ın ayetlerin ve Peygamberimizin bu ayetlere ilişkin açıklamalarına uymak demektir. Yahudiler ile hristiyanlar, hahamları ile rahiplerinin ilah olduklarına inanmak, onlara ibadet amaçlı hareketler sunmak anlamında bu din adamlarını ilah edinmiş değillerdi. Buna rağmen yüce Allah, bu ayette onların müşrik olduklarına, bir sonraki ayette de kâfir olduklarına hükmetmiştir. Bu hükmün tek gerekçesi, onların din adamlarını yasa koyma mercii olarak kabul etmeleri, koydukları yasalara uymaları, boyun eğmeleridir. İlahi hükmün tek sebebi budur. Ayrıca, inançta ve ibadetlerde Allah'tan başkasını ilah edinmiş olmak şart değildir. Sırf bu tutum, sahibini Allah'a ortak koşmuş duruma düşürür. Sırf bu sapıklık, sahibini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
 
2-
Bu ayet hahamlarına yasa koyma yetkisi tanıyan, onlarca konmuş yasalara uyan ve itaat eden yahudiler ile Hz. İsa'ya ilahlık yakıştıran ve ona ibadet amaçlı davranışlar sunan hristiyanları aynı derecede müşrik sayıyor, aralarında hiçbir fark görmüyor. Yani her iki tutum da sahiplerini Allah'a ortak koşmuş saydırma açısından eşit ağırlıklı suçlardır. Her iki sapıklık da sahiplerini mü'minlerin safından çıkarıp, kâfirlerin saflarına katmak için yeterlidir.
 
3-
İnsanın Allah'a ortak koşan bir müşrik sayılması için yasa koyma yetkisini Allah dışındaki bir mercii, meselâ kullara tanıması yeterlidir. Bu sapıklığın yanısıra sözkonusu kulun ya da kulların ilah olduğuna inanması, onu ya da onlara ibadet amaçlı hareketler sunması şart değildir. Az önceki iki paragrafımız bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Biz burada bu gerçeği bir kere daha vurgulamak istedik.
 
Gerçi bu ayetlerin içerdikleri gerçeklerin ilk amacı, o günkü islâm toplumuna egemen olan olumsuz şartlara karşı koymaktır, o günkü müslümanların kalplerindeki Bizanslılarla savaşmaya ilişkin tereddütleri ve fobileri silmektir, "Bizanslılar madem ki Kitap ehlidirler, o halde müzmindirler" şeklindeki ön yargının doğurduğu kuşku bulutlarını dağıtmaktır. Fakat bu gerçekler bu konudaki temel işlevlerinin yanısıra genel-geçerlidirler ve bu nitelikleri ile genel anlamda "dinin özü"nün ne olduğunu belirleme hususunda bize ışık tutarlar.
 
Gerçek din "islâm"dır. Yüce Allah tüm insanlar için bu dini seçmiştir, bunun dışındaki bir dini hiç kimsele,r kabul etmez. Müslüman olabilmek için yüce Allah'ın ortaksız ilahlığına inandıktan ve ibadet nitelikli eylemleri sırf O'na sunduktan sonra, yasal hükümlerde de sırf O'na uymak şarttır. Eğer insanlar O'nun yasaları dışında başka yasalara uyarlarsa, yahudiler ve hristiyanlara ilişkin hükmün kapsamına girerler. Yani Allah'a inanmamış "müşrikler" sayılırlar. İstedikleri kadar "Biz müminiz desinler" faydasızdır. Çünkü yüce Allah'ın dışındaki bir merciin, meselâ bazı kulların koydukları yasalara uymaları bu damgayı yemeleri için yeterlidir. Böyle durumlarda insanların bu damgayı yemekten kurtulabilmeleri için kullar tarafından kendilerine empoze edilen yasalara karşı çıkmaları, onlara baskı altında uymak zorunda kaldıklarını kanıtlayan protesto nitelikli bir reaksiyon göstermeleri, yüce Allah'a yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını, onları bertaraf etmeye güçleri yetmediği için dişlerini sıktıklarını ortaya koymaları gerekir.
 
Günümüzde "din" kavramının sınırları, insanların kafalarında, alabildiğine daralmıştır. Günümüzün insanları dini sadece vicdanda hapsedilmiş bir inanç ve birtakım ibadet amaçlı eylemler saymaktadırlar. İşte yahudilerin burada kınanan tutumu da böyle idi. Onlar bu anlayışları yüzünden okuduğumuz ayete ve Peygamberimizin bu ayete ilişkin yorumuna göre Allah'a inanmamış, O'na ortak koşmuş, O'nun sadece tek ilaha kulluk etmelerini buyuran emrine ters düşmüş sayılmışlar, ayrıca Allah'ı bir yana bırakarak hahamlarını ilah edinmekle suçlanmışlardır.
 
Dinin başta gelen anlamı "deynunet" yani boyun eğmek, teslim olmak ve uymaktır. Bu tutum da ibadet amaçlı eylemlerin sunuluşunda olduğu kadar yasalara uymada da ortaya çıkar, somutluk kazanır. Bu mesele yüce Allah'dan başkalarının koyduğu yasalara uyanların sergiledikleri pişkinlikle ve cıvıklıkla bağdaşmayacak derecede ciddidir. Böyle kimselerin sırf yüce Allah'ın ilahlığına inanıyorlar ve ibadetlerini sırf yüce Allah'a sunuyorlar diye kendilerini yüce Allah'a inanmış, müslümanlar saymaları en hafif deyimi ile kaba bir vurdumduymazlık, bir kaypaklık örneğidir. Yüce Allah'dan kaynaklanmayan yasaların egemen olduğu toplumlarda yaşayanlar eğer bu ortak suçun sorumluluğundan gerçekten kurtulmak istiyorlarsa, yüce Allah'ın otoritesine yönelik bu küstahlıkları onaylamadıklarını kesinlikle kanıtlayacak, protesto nitelikli bir tavır ortaya koymalıdırlar.
 
Bu cıvıklık, bu kaypaklık yaşadığımız tarih döneminde bu dinin karşılaştığı en büyük tehlikedir. Düşmanların bu dine yönelttikleri en öldürücü silah budur. Dinimizin bu düşmanları, yüce Allah'ın müşriklikle, gerçek dini din edinmemekle ve "Allah'ı bir yana bırakarak başka ilahlar edinmekle" suçladığı rejimlerin ve insanların günümüzdeki benzerlerine, zamanımızdaki izdaşlarına "islâm" yaftasını yakıştırmak için can atıyorlar. Madem ki, bu dinin düşmanları bu tür rejimlere ve kişilere islâm yaftası yakıştırmaya bu denli özen gösteriyorlar, o halde bu tür yanıltıcı yaftaları yere düşürmek, bu tür maskeleri indirerek arkalarında gizlenen müşrikliği, kâfirliği ve yüce Allah dışında ilah edinme sapıklığını gözler önüne sermek de bu dinin taraftarlarının görevidir. Bu konudaki sözlerimizi incelediğimiz ayetin ikinci cümlesini bir kere daha okuyarak bağlayalım:
 
"Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti."
 
Daha sonraki iki ayette mü'minleri savaşmaya özendirme yolunda bir ileri adım daha atılıyor. Okuyoruz.
 
ALLAH'IN NURUNU SÖNDÜRMEK İSTEYENLER
 
32- Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır.
 
33- Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
 
Sözü geçen yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli) gerçek dinden sapmakla, yüce Allah dışında başka ilahlara kulluk yapmakla gerçek anlamda Allah'a ve ahiret gününe inanmamakla yetinmiyorlar, bu sınırda durmuyorlar. Daha ileri giderek gerçek dine savaş açıyorlar; bu dinde, bu dinin yeryüzünde harekete dönüştürdüğü çağrıda ve sosyal hayatı kuralları uyarınca biçimlendirdiği sistemde somutlaşan Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Okuyoruz:
 
"Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar."
 
Onlar yüce Allah'ın nuruna, ışığına karşı savaş halindedirler. Bu savaşı kimi zaman yalanlar uydurarak, komplolar düzenleyerek ve müslümanlar arasında kargaşalık çıkararak veriyorlar, kimi zaman da kuklalarının ve bağlılarının bu dine ve bağlılarına karşı savaş açmalarını, onun karşısında set oluşmalarını teşvik ederek saldırganlıklarını tatmin ediyorlar. Bu durum bu ayetlerin indiği günlerde böyle olduğu gibi tarih boyunca da hep böyle olmuş ve böyle sürüp gidecektir.
 
Bu ilahi ifade, o günkü müslümanların kalplerini coşturmayı amaçladığı gibi insanları doğru yola ileten gerçek dinde somutlaşan Allah'ın nuru karşısında yahudiler ile hristiyanların takına geldikleri sürekli tavrın özünü de tanımlamakta, gözler önüne sermektedir.
 
Ayeti okumaya devam ediyoruz:
 
"Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır."
 
Bu ifade, kâfirlerin zoruna gitse de yüce Allah'ın dinini üstün çıkararak nurunu tamamlayacağına ilişkin değişmez kanuna kanıt oluşturan, bu itibarla kesinlikle gerçekleşecek olan bir ilahı vaaddir.
 
Bu vaad mü'minlerin kalplerine güven aşılar; onların kendilerini bekleyen bütün zorluklar ve bütün sıkıntıları göğüsleyerek yollarına devam etmelerini kâfirlerin bütün oyunlarına ve saldırganlıklarına rağmen yüce hedeflerine doğru ilerlemelerini sağlar. Burada sözkonusu edilen "kâfirler"den maksat, daha önce kendilerinden sözettiğimiz yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli)dir. Bunun yanısıra bu ayet gerek o günkü kafirlere ve gerekse bütün dönemlerin kâfirlerine yönelik bir tehdit içeriyor.
 
Bir sonraki ayet hem o vaadi ve hem de bu tehdidi pekiştirmektedir. Okuyalım:
 
"Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile gönderen O'dur."
 
Yukarda okuduğumuz "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram ilân ettiği şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen kitaplı kâfirlerle, bunlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız" ayetinde "gerçek din"in, yüce Allah'ın son peygamberi ile gönderdiği din olduğunu ve bu savaş emrinin bu dini kabul etmeyenlerin tümünü kapsamına aldığını bir kere daha açıkça anlıyoruz. (Tevbe Suresi, 29)
Bu ayeti nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu hüküm doğrudur. Çünkü "gerçek din" deyimi kısaca inançta, ibadetlerde ve yasaklarda tek Allah'a boyun eğmek, itaat etmektir. Yüce Allah'dan gelen tüm dinlerin temel ilkesi budur. Bu din, en son olarak Peygamberimizin getirdiği mesajlar bütününde somutlaşır. Buna göre gerek inançta, gerek ibadetlerde ve gerekse yasalarda ortaksız Allah'ın dinini kabul etmeyen her kişi ve her toplum, gerçek dini din edinmemiş kabul edilir ve az önce tekrarladığımız savaş ayetinin kapsamına girer. Yalnız daha önce defalarca söylediğimiz gibi, bu emrin uygulanması sırasında islâm stratejisinin, bu dinin harekete ilişkin yönteminin özelliği, değişik aşamaları ve yenilenen yöntemleri gözönünde bulundurulacaktır. Az önceki ayeti bir kere daha okuyalım:
 
"Müşriklerin hoşuna gitmese de, kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile gönderen O'dur."
 
Bu ayet "Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmekte kararlıdır" ayetinde dile gelen ilk vaadini pekiştirici niteliktedir. Fakat buradaki ifade daha belirli, daha sınırlayıcıdır. Sebebine gelince bu ayete göre yüce Allah'ın "tamama erdirmekte kararlı olduğu nur" kendi dinine diğer bütün dinler karşısında üstünlük kazandırmak amacı ile son peygamberi aracılığı ile gönderdiği dindir.
 
"Gerçek din" -yukarıda belirttiğimiz gibi- hem inançta hem ibadette ve hem de yasalarda tek Allah'a itaat etmektir. Bu ilke, Peygamberimizden önceki peygamberlerin getirdikleri bütün semavi dinlerde somutlaşmıştır. Doğaldır ki, günümüz hristiyanları ile yahudilerinin putperest inançlarının sızmalarına uğrayarak yozlaşmış sapık dinleri ile sözde din yaftası taşıdıkları halde Allah dışında başka ilahlar ortaya çıkarıp insanları bunlara taptıran yani halklarını yüce Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara uymaya zorlayan zorba rejimler ve düzenler bu tanımın kapsamına girmezler.
 
Yüce Allah burada kendi dinini bütün diğer dinler karşısında üstün getirmek için Peygamberimizi doğru yola ve gerçek dinle gönderdiğini açıklıyor. Bu ilahi vaadin boyutlarını ve çapını kavrayabilmek için "din"i az yukarda tanımladığımız geniş anlamında algılamamız gerekir.
 
"Din" bağlılık ve itaat demektir. Bu geniş çerçevenin içine insanların bağlandıkları, itaat ettikleri, uydukları ve tarafını tuttukları her sistem, her doktrin, her sosyal akım girer.
 
İşte yüce Allah, Peygamberimiz aracılığı ile göndermiş olduğu gerçek dinin bütün diğer dinlere üstün geleceğine hükmederken "diğer dinler" kavramını bu yaygın ve genel-geçerli anlamda algılamamızı istemiştir.
Yani bağlılık ve itaat sırf Allah'a özgü olacaktır; üstünlük, tek Allah'a bağlanmayı ve itaat etmeyi somutlaştıran sistemin tekeline geçecektir.
 
Bu ilahi vaad Peygamberimizin, halifelerinin ve daha sonraki gayretli müslümanların ellerinde gerçekleşmiş ve uzun yıllar boyunca yürürlükte kalmıştır. Bu dönemde gerçek din üstün ve galipti ve bağlılığı sırf yüce Allah'ın tekeline vermemiş olan diğer bütün sapık dinler hak dinden korkuyorlar, karşısında titriyorlardı! Sonra gerçek dinin bağlıları dinlerinden uzaklaşmaya başladılar. Adım adım gerçekleşen bu uzaklaşmanın islâm toplumunun bileşim tarzından kaynaklanan iç faktörleri olduğu gibi bu dinin gerek putperestlerden ve gerekse yahudiler ile hristiyanlardan oluşan düşmanların giriştikleri sürekli ve değişik yöntemli savaşların yıpratmalarından kaynaklanan dış faktörleri de vardır.
 
Fakat günümüzdeki durum son aşama değildir. Yüce Allah'ın bu ayette açıklanan vaadi geçerliliğini sürdürüyor ve bu sancağı omuzlayıp yeniden yola koyulacak müslüman bir kitlenin ortaya çıkmasını bekliyor. Bu müslüman kitle, hak dinin sancağını omuzlayıp yüce Allah'ın nuru ile harekete girişirken, ileriye doğru adım atmaya başladığı ilk noktanın aynısından yola çıkmalıdır.
 
Surenin bu kesitinde yeralan daha sonraki ayetlerde yahudiler ile hristiyanların (Kitap ehlinin) yüce Allah'ın haram kıldığı şeyleri nasıl haram saymadıklarını somut bir örnekle tanımlayan son adım atılıyor. Bilindiği gibi bu gerçeğe az yukarda okuduğumuz "Onlar Allah dışında hahamlarını ve rahiplerini ilah edinmişlerdi" ayetinde değinilmiş ve Peygamberimiz de bu ayete ilişkin açıklamasında "Hahamları ile rahipler yahudiler ile hristiyanlara bazı haramların helâl ve bazı helâllerin haram olduklarını söylediler, onlar da din adamlarının bu hükümlerine uydular" buyurmuştu. Gerek bu ayetten ve gerekse Peygamberimizin bu açıklamasından açıkça anlaşılıyor ki, yahudiler ile hristiyanlar, yüce Allah'ın haram ilân ettiği şeyleri haram sayacakları yerde hahamların ve rahiplerin haram olduklarına karar verdikleri şeyleri haram kabul ediyorlar.

DİN ADINA İNSANLARI SÖMÜRENLER
 
34- Ey müminler, birçok hahamlar ve rahipler insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve halkı Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!
 
35- O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine "Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir şimdi biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım" denir.
 
Bu ayetlerin ilkinde yahudiler ile hristiyanlar tarafından yüce Allah dışında ilah edinilmiş olan, gerek insanlar arası ilişkiler ve gerekse ibadetler konusundaki görüşlerine itaat edilen hahamlar ile rahiplerin rolünün açıklanmasına devam ediliyor. Bu açıklamaya göre sözkonusu hahamlar ve rahipler ilahlık taslıyorlar, dindaşları da hükümlerine itaat edilen ve sözleri tutulan ilahlar olarak kabul ediyorlar. Ayrıca bu din adamları düzmece yasalarının yaptırım gücünden yararlanarak halkın mallarını gayrı meşru yöntemlerle yiyorlar ve insanların yüce Allah'ın yoluna girmelerine engel oluyorlar.
 
Halkın mallarını gayrı meşru biçimde yemenin günümüzde olduğu gibi o günlerde çeşitli yolları vardı. Bu yollardan biri, bu din damlarının helâllere haram ve haramlara helâl damgası basan fetvalarına dayanarak halk malının zenginlerin ve mevki sahiplerinin hesabına aktarılması idi. Bir diğeri, kiliseye tanınan sözde "günah çıkarma" yetkisine dayanarak rahiplerin ve keşişlerin itiraf ettirme ve günah çıkarma karşılığında halkı soymaları idi. Bu yolların bir başkası -ve en iğrenç ve en yaygın olanı- faize dayalı ticari işlemlerdi. Halkı soymanın daha birçok yolları vardı.
 
Bu yolların yanısıra gerçek dine karşı savaşmak amacı ile halktan toplanan vergilerde bu kategoriye (gayrı meşru biçimde yenen halk malları kategorisine) giriyordu. Rahiplerin, patriklerin, kardinallerin ve papaların halktan topladıkları yüz milyonlara varan vergiler, Haçlı savaşlarında harcanmıştı. Onlar şimdi aynı vergileri misyonerlik ve müsteşriklik (oryantalizm) faaliyetlerinde harcamak için topluyorlar. Amaçlar aynı. İnsanları Allah'ın yolundan çıkarmak.
 
Yalnız bu ayette gözetilen duyarlığa ve yüce Allah'ın söze yansıyan titiz adaletine dikkat etmeliyiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
 
"Birçok hahamlar ve rahipler...
 
Böylece bu suça katılmayan azınlık aleyhinde hüküm vermekten kaçınılıyor. Her toplumda iyiliğin ve dürüstlüğün kalıntılarını kişiliklerinde taşıyan birtakım "fert"ler mutlaka bulunur ve "Senin Rabbin hiç kimseye haksızlık etmez." (Kehf Suresi, 49)
 
Çoğu hahamlar halkın sırtından soydukları bu malları, bu servetleri biriktirirler. Büyük servetlerin bu din adamlarının ellerinde toplandığına ve sonunda kiliselerin ve manastırların hesaplarına geçtiklerine hristiyan ve yahudi milletlerinin tarihleri şahittir. Öyle ki, bazı dönemlerde bu din adamları zenginlik bakımından despot kralların ve zorba diktatörlerin bile önlerine geçmişlerdir.
Okuduğumuz ayetlerde bu sözde din adamlarının biriktirdikleri servetler yüzünden ahirette çekecekleri ve altın-gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayan herkesin çarptırılacağı azap son derece orijinal ve korkunç bir tabloda tasvir ediliyor. Tekrar okuyoruz:
 
"Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!
 
O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır ve onlarla alınları, yan tarafları ve sırtları dağlanır; kendilerine
`Bunlar biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir, şimdi biriktirdiklerinizin azabını tadın bakalım' denir."
 
Görülüyor ki, sahne son derece ayrıntılı bir biçimde gözler önünde canlandırılıyor. Sonra da ilk adımından son adımına göre yaşanan hayatın olaylarına tıpatıp uyan bir gerçeklilikle sunuluyor. Bu durum, sahnenin hayalde ve duyu organlarının ekranlarındaki kalış süresinin uzun olmasını sağlıyor ki, bu bile bile yapılmış bir uzatmadır. Şöyle ki, önce şöyle buyuruluyor:
 
"Altın ve gümüş biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele!"
 
İlahi ifadenin akışı bu noktada duruyor ve ayet ayrıntısız ve belirsiz bir azap bildirimi ile noktalanıyor.
 
Bu belirsizliğin arkasından ayrıntıların akışı başlıyor. Okuyoruz:
 
"O gün biriktirdikleri altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılır..."
 
Dinleyici burada bu "kızdırılma" işleminin sonunu heyecanla bekliyor.
 
Sonra bir de bakıyor ki, biriktirilen altınlar ve gümüşler ateşte kızdırılmış, kıpkırmızı kesilmişlerdir. İşte şimdi onlar gereken kıvamı bulmuşlardır, hazırdırlar. O halde "acıklı azap" başlasın bakalım. İşte şimdi yüzler, alınlar dağlanıyor bu akkor haline dönüşmüş altın ve gümüşlerle! Alınların ve yüzlerin dağlanması bitti. Şimdi de yanlarından dağlanıyorlar. Bu işlem de bitti, şimdi sırtları üzerine yatırılsınlar bakalım! Yaşadıkları azabın bu türü, bu aşaması bitti, şimdi de onu aşağılama ve kınama izlesin bakalım! Okuyoruz:
 
"İşte bunlar biriktirmiş olduğunuz altınlar ve gümüşlerdir."
 
Evet, bunlar zevk için, haz duymak amacı ile biriktirmiş olduğunuz maddelerin kendileridirler. Fakat şimdi pençesinde kıvrandığınız bu azap türünün araçlarına dönüşmüşlerdir. O halde:
 
"Şimdi tadın biriktirdiklerinizin azabını bakalım."
 
O azabı doğrudan doğruya tadınız bakalım. Yan taraflarınıza, sırtlarınıza ve alınlarınıza temas edişlerinin acısını tattığınız maddeler bunlardır, bu birikimlerinizdir.
 
Hey! Gerçekten korkunç, dehşetli bir sahne bu. Ayrıntılı, uzun uzun ve tane tane gözlerimizin önüne seriliyor.
 
Bu sahne öncelikle çoğu hahamın ve rahibin acı akıbetlerini, sonra da altın ve gümüşten oluşmuş servetler biriktirerek bunları yüce Allah'ın yolunda harcamayan mal düşkünlerinin geleceğini tasvir etmek için sunuluyor. Böylece aynı zamanda zihinler o günlerin "zor savaş"ına, (Tebuk savaşına) hazırlanıyor.
 
Şimdi, bu noktada kısaca durup bir değerlendirme yapmamız gerekir. Bu değerlendirmede yahudiler ile hristiyanların inançlarının dinlerinin, ahlâklarının ve davranışlarının içyüzüne ilişkin olarak bu ilahi açıklamanın taşıdığı anlama, verdiği mesaja parmak basalım. Doğaldır ki, bu konuda yukarıdaki paraflarda işaret ettiğimiz gerçekleri de gözönünde bulundurmalıyız.
 
O günlerde yahudiler ile hristiyanların ilahi dinin bazı kırıntılarına sahip olduklarına ilişkin kuşkuları silmek açık ve kesin müşriklerin durumunu belirtmekten daha gerekli ve daha öncelikli idi. Çünkü müşriklerin inançlarında ve ibadetlerinde görülen açık sapıklıklar onların kâfirliklerinin somut tanığı idi. Çünkü cahiliyenin kara yüzü iyice meydana çıkmadıkça, müslümanlar tüm güçleri ile onun karşısına dikilmek için harekete geçemezlerdi. Öte yandan cahiliyenin müşriklere ilişkin kara yüzü açıkca meydanda idi, ama yahudiler ile hristiyanlar konusunda durum böyle değildi. (Yüce Allah'ın dininden bazı kırıntılara sahip oldukları sanılan diğer benzerleri hakkındaki durum da böyledir. Meselâ günümüzün sözde "müslüman" olduklarını ileri süren yığınların ezici çoğunluğu hakkında aynı değerlendirme hatasına düşüldüğü görülür!)
 
Zaten müslümanların tüm enerjileri ile müşriklerin karşısına dikilmek üzere harekete geçmelerini sağlamak için bu surede uzun açıklamalar yapılmasına gerek görülmüştü. Bu gerekliliğe yolaçan özel şartları, gerek bu surenin tanıtma yazısında, gerekse bu kesitte yeralan ayetleri sunarken anlatmaya çalışmıştık. Nitekim bu gerekliliğin sonucu olarak yüce Allah'ın, mü'minlere şöyle buyurduğunu okumuştuk:
 
"Allah'ın ayetlerini birkaç paraya sattılar ve insanları O'nun yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kadar kötüdür.
 
- Onlar bir mü'mine karşı ne and ve ne de yükümlülük gözetirler. Onlar saldırganların ta kendileridirler." (Tevbe: 9-10)
 
- Yeminlerini bozan ve Peygamber'i Mekke'den çıkarmaya yeltenen kimseler ile, üstelik size karşı savaşı başlatan taraf oldukları halde, savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Oysa eğer mü'min iseniz, asıl Allah'dan korkmalısınız.
 
- Onlarla savaşınız ki, Allah sizin elinizle onları azaba çarptırsın, kendilerini perişan etsin, sizi onlara karşı üstün getirsin de mü'minlerin yürek yaralarını iyileştirsin, su serpsin.
 
- Kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah üstün iradelidir ve ne yaparsa yerindedir. (Tevbe: 13-15)
 
- Müşriklere, kâfir olduklarına bizzat kendileri tanıklık ettikleri halde Allah'ın mescidlerini onarıp şenlendirmek düşmez. Onların bütün yaptıkları boşunadır. Onlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardı. (Tevbe: 17)
 
- Ey mü'minler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz kâfirliği, müzminliğe tercih ediyorlarsa, sakın onları dost, yandaş edinmeyiniz. Kimler böylelerini dost edinirlerse, onlar zalimlerin ta kendileridirler. (Tevbe: 23)
 
Eğer islâm toplumunun o günlerdeki organik yapısının barındırdığı özel şartlar yüzünden müslümanları müşriklere karşı harekete geçirmek için bunca yoğun bir kampanyaya girişmek gerekti ise -ki müşriklerin sapıklığı açıkça belli idi- onları yahudi ve hristiyanlara karşı harekete geçirmek için daha yoğun ve daha köklü bir özendirme kampanyasına gerek duyulacağı açıktı. Bu özendirme kampanyasının ilk amacı, yahudiler ile hristiyanları arkasında artık hiçbir gerçek kalıntısı bulunmayan o biçimsel "yafda"dan arındırmak, yüzlerindeki bu maskeyi düşürerek aslında oldukları gibi görünmelerini sağlamak olacaktı. Bu amaç gerçekleşince görülecekti ki, onlar diğer müşrikler gibi müşriktirler, sıradan kâfirler gibi kâfirdirler, öbür kâfir ve müşrik yoldaşları gibi yüce Allah ve gerçek dini ile savaş halindedirler, halkın mallarını gayri meşru yollarla yiyen ve insanları Allah yolundan döndürmeye çalışan sapıklardır. İşte aşağıdaki kesin ifadeli, apaçık anlamlı ayetler bu amaca yöneliktirler. Okuyoruz:
 
- Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, bunlar size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız.
 
- Yahudiler "Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler. Bunlar, onların ağızları ile geveledikleri dayanaksız sözlerdir. Böyle demekle daha önceki kâfirlerin sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onları. Nasıl gerçeklerden sapıyorlar?
 
- Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.
 
- Onlar Allah'ın nurunu ağızları ile söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kâfirlerin hoşuna gitmese de, nurunu kesinlikle tamama erdirmek ister.
 
- O ki, müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ile ve gerçek din ile göndermiştir.
 
- Ey mü'minler, birçok hahamlar ve rahipler insanların mallarını eğri yöntemlerle yerler ve halkı Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azapla müjdele. (Tevbe: 29-34) .
 
Bunların yanısıra gerek Mekke'de ve gerekse Medine'de inen ayetlerde yahudiler ile hristiyanların tarihlerinin akışı içinde hangi noktaya varıp dayandıkları; nasıl kâfirliğin, müşrikliğin ve peygamberlerinin kendilerine getirip tanıttığı ilahi dinden çıkmanın sapıklığına saplandıkları kesin bir dille açıklanmıştı. Son olarak Peygamberimizin çağrısına karşı takındıkları olumsuz tavır da bardağı taşıran damlaların sonuncusu olmuştur. Zaten kâfir mi, yoksa mü'min mi sayılacakları, bu iki karşıt sıfattan hangisini taşımayı hakedecekleri bu son ilahi çağrı karşısında takındıkları tutuma göre belirleniyor.
 
Çünkü daha önce yüce Allah'ın dininin hiçbir orijinal kalıntısına sahip olmadıkları şu ayette onların yüzlerine vurulmuştu:
 
"De ki; `Ey Kitap ehli, sizler Tevrat'a, İncil'e ve Rabbinïz tarafından size indirilen Kur'an'a gereği gibi uymadıkça boşluktasınız, hiçbir temele dayanmış değilsiniz' Rabbin tarafından sana indirilen ayetler onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır. O halde kâfirler güruhu için sakın üzülme." (Maide Suresi, 68)
 
"Bunun yanısıra yine daha önce onların gerek ' `yahudiler" ve "hristiyanlar" sıfatı ile birarada kâfir oldukları ve müşriklerin bir kesimini oluşturdukları, aşağıda seçme örneklerini okuyacağımız ayetlerde ortaya konmuştu:
 
"Yahudiler `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden dolayı elleri bağlansın, onlara lânet olsun! Tersine O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve kâfirliğini arttıracaktır." (Maide Suresi, 64)
 
"Allah, Meryemoğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 72)
 
"Allah, üç ilahın üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır." (Maide Suresi, 73)
 
"Kâfir ve müşrik Kitap ehlinin, kendilerine açık bir ilahi mesaj gelmedikçe sapıklıklarından ayrılmaları sözkonusu değildi. (Beyyine Suresi, 1)
 
Bu tür ayetlerin sayısı kabarıktır. Bu bölümünü daha önceki sayfalarımızda sunduk. Kur'an-ı Kerim'in gerek Mekke bölümü, gerekse Medine bölümü bu türden açıklamalar ile doludur.
 
Gerçi Kur'an'ın hükümleri bazı ilişkilerde yahudiler ile hristiyanlara, müşriklere tanımamış olduğu ayrıcalıklar tanımıştır. Meselâ müslümanlar onların yemeklerini yiyebilirler ve namuslu kadınları ile evlenebilirler. Fakat bu ayrıcalığın gerekçesi, yahudiler ile hristiyanların (Kitap ehlinin) yüce Allah'ın gerçek dininden kaynaklanan herhangi bir ilkeye dayandıkları değildir. Doğrusunu yüce Allah bilir, ama bu ayrıcalığını gerekçesi -her ne kadar içeriğine uymamış olsalar da- bir din, bir kitap temeline dayanmalarıdır. Çünkü gerektiğinde hükümlerine bağlı olduklarını iddia ettikleri bu kaynağın hakemliğine çağrılabilirler. Onlar bu bakımdan hiçbir kitapları olmayan putperest müşriklerden farklı konumdadırlar. Çünkü sözkonusu putperest müşriklerin bağlayıcı bir kaynakları, gerektiğinde hakemliğine çağrılacakları bir dayanakları yoktur. Fakat Kur'an'ın, yahudi ve hristiyanların inançlarına ve dinlerine ilişkin açıklamaları kesin ve nettir. Bu açıklamalara göre onlar yüce Allah'ın dininde yeri olan hiçbir gerçeğe dayanmıyorlar. Çünkü dinlerini ve kitaplarını hahamlarının, rahiplerinin, kutsal konsüllerinin ve kiliselerinin tahrif edici ellerine terketmişlerdir. Yüce Allah'ın bu konudaki hükmü, her türlü tartışmayı kapatan son sözdür.
 
İSLÂMİ HAREKETİN METODU
 
Şu anda bizim için önemli olan husus yüce Allah'ın Kitap ehlinin inançlarına ve dinlerine ilişkin bu açıklamalarının taşıdıkları anlamı vurgulamak, ön plana çıkarmaktır.
 
Arkasında gerçeğin hiçbir kırıntısı bulunmayan bu yanıltıcı "yafta" bu aldatıcı "tabela" cahiliyenin karşısına dikilmek üzere harekete geçecek olan eksiksiz islâmi atılıma engel olur. Buna göre bu aldatıcı tabelayı mutlaka ortadan kaldırmak, onun yanıltıcı maskesini yüzlerden indirmek ve karşımızdakileri aslında oldukları gibi meydana çıkarmak gerekir. Gerçi o günün islâm toplumuna egemen olan ve daha önce değindiğimiz özel şartları gözardı etmiyoruz. Bu özel şartların bir bölümü o günkü müslüman toplumun organik yapısından, bir bölümü yakıcı yaz sıcağında ve zor şartlar altında kapıya dayanan Tebük savaşının sıkıntılarından ve bir bölümü de öteden beri müslümanların yüreklerine heybet, şöhret ve ürküntü salmış olan Bizanslılarla karşılaşacak olmasının doğurduğu korkudan kaynaklanıyordu. Fakat bunlardan daha derin ve yaygın olumsuzluklara yolaçan faktör müslümanların vicdanlarına kuşku salan o yalancı yafta idi; "Madem ki, Kitap ehlidirler, onlarla savaşmamız doğru olur mu?" vesvesesiydi.
 
Günümüzün genç kuşağı arasında filizlenen islâmi diriliş hareketlerini dört gözle izleyen islâm düşmanları bu akımı hem insan psikolojisinin karakteristik özelliklerine ve hem de islâmi hareketin tarihine ilişkin geniş bilgilerinin ışığı altında gözetliyorlar. Bu yüzden dünyanın her tarafında yeşermeye başlayan islâmi diriliş akımlarını ezmek amacı ile hazırladıkları, ortaya çıkardıkları, harekete geçirdikleri karşıt rejimlerin, akımların, görüşlerin, değer yargılarının, geleneklerin ve düşüncelerin ön yüzlerine "islami bir tabela" asmak konusunda onları islâmi bir etiketle donatmak konusunda son derece titizdirler. Amaçları bu yanıltıcı tabelaların "cahiliye"nin karşısına dikilmek üzere harekete geçmesi gereken islâmi dinamizmi frenlemek, bu yalancı maskelerin arkasında saklanan çirkin suratlara yönelecek olan islâmi öfkeyi önlemektir.
 
Fakat islâmın bu amansız düşmanları bir ya da birkaç yerde hata işlemek zorunda kaldılar. Bir ya da birkaç yerde kuklaları olan rejimlerin ve akımların içyüzlerini açığa vurdular; bu rejimlerin ve akımların islâmı ortadan kaldırmayı amaçlayan, "cahiliye" kaynaklı kara yüzlerindeki maskeyi kendi elleri ile düşürdüler.
 
Bu tür uygulamaların en yakın örneği... de sahnelenen islâm dışı... akımıdır. Bu hareketin maskesini düşürmek zorunluğunu duymaları şundan kaynaklanıyordu. İnanç sancağını dalgalandıran son islâm birliği görüntüsünü ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Bu görüntü "hilâfet" rejiminin varlığında somutlaşıyordu. Gerçi bu hilâfet rejimi sadece bir görüntüden ibaretti, ama buna rağmen islâm şirazesinin, islâm örgüsünün namaz ilmiğinden önce çözülecek olan son ilmiğini temsil ediyordu. Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun şöyle buyurmuştu:
 
"Bu dinin örgüsü, şirazesi ilmik ilmik çözülecektir. İlk çözülecek ilmik egemenlik, iktidar ilmiği, son çözülecek ilmik ise namaz ilmiğidir."
 
Kitap ehlinden (yahudiler ile hristiyanlardan) ve ateistlerden (Allah tanımazlardan) oluşan ve sadece islâm ile savaşmak için biraraya gelebilen bu bilinçli islâm düşmanları bu konuda zorunluluk sınırını aşmadılar, sadece islâm-dışı ve kâfir.. hareketinin yüzündeki maskeyi kaldırmakla yetindiler, din düşmanlığı bakımından... izdaşı olan daha sonraki kukla rejimlerin çehrelerinin islâm peçesi arkasında saklı kalmasına eskisi gibi özen gösterdiler, bu rejimlerin önünde sözünü ettiğimiz yanıltıcı islâm tabelasının asılı durmasına titizlikle dikkat ettiler. Bu yalancı tabela islâm için, aslında maskesiz bir "... "ten çok daha büyük bir tehlikedir. İslâmın kurnaz düşmanları kendi elleri ile kurdukları; ekonomik, politik ve fikri destekleri ile ayakta tuttukları rejimlerin içyüzlerinin meydana çıkmaması için her türlü hokkabazlığa başvurmaktan geri durmuyorlar; kukla yazarları ile, uluslararası basın-yayın organları ile, ellerinde bulunan bütün güçleri, hileleri ve şeytanca uzmanlıkları aracılığı ile bu rejimleri koruyorlar; bu rejimlere çeşitli yardımlar sağlamak konusunda Kitap ehli ile ateistler (Allah tanımazlar) elele veriyorlar. Amaçları bu kukla rejimler ile islâm dünyasında eski-yeni bütün haçlı savaşlarının, islâm ile yüzleri maskesiz Allah düşmanları arasında yüzyıllardır süren sıcak haçlı savaşlarının gerçekleştiremediği yıkımı gerçekleştirmektir.
 
"Müslüman" olduklarını iddia eden bazı budalalar bu "tabelalara", "asılsız yaftalara" aldanıyorlar. Bu budalalar içinde insanları islâma çağırma hareketi içinde yeralan birçokları vardır. Bunlar bu aldatıcı tabelaları indirerek arkalarında saklanan "cahiliye"yi meydana çıkarmaktan çekiniyorlar. Bu kukla rejimleri, sözkonusu yaftaların gözlerden sakladığı gerçek sıfatları ile damgalanmaktan çekiniyorlar. Bu rejimlerin gerçek sıfatları düpedüz kâfirlik ve müşrikliktir. Fakat sözünü ettiğimiz budalalar, bu rejimlerden memnun görünen bilinçsiz halk yığınlarına onların gerçek mahiyetlerini anlatmaya, asıl kimliklerini tanıtmaya yanaşmıyorlar! Bütün bunlar, islâmi potansiyelin olanca gücü ile cahiliyeye karşı açık bir biçimde harekete geçmesine engel oluyorlar. Buna göre bütün bu kuklaları gerçek kimlikleri ile damgalayıp açığa vurmanın hiçbir sakıncası, hiçbir vebalı olamaz.
 
İşte bu çekingenlik sayesinde sözkonusu maskeli odaklar gerçek islâmi bilinçlenme çabalarının önüne, bu dinin geride kalan köklerini de sökmeye girişen yirminci yüzyıl cahiliyesine karşı islâmın olanca gücü ile harekete geçmesinin önüne engel diktikleri gibi islâmi diriliş hareketlerine karşı tehlikeli bir zehirleme kampanyası yürütmektedirler.
 
Benim görüşüme göre sözünü ettiğim budala islâm davetçileri islâmi diriliş hareketleri için bu bilinçli islâm düşmanlarından daha tehlikelidirler; bu dinin kalesini içinden yıkabilmek için adı geçen kukla rejimlere, hareketlere, akımlara, geleneklere, düşüncelere ve değer yargılarına sahte islâmi etiketler takan, onları kurup destekleri ile ayakta tutan islâm düşmanları bile bu saf, sözde dostlar kadar islâmi dirilişin serpilmesine zarar veremezler.
 
Gerek bu dinin özüne ve gerekse karşısındaki cahiliye zihniyetinin içyüzüne ilişkin bilinç, müslümanların vicdanlarında belirli düzeye çıktığı takdirde bu din, her zaman ve her yerde düşmanlarına karşı sürekli biçimde galip gelir, üstün çıkar. Gerçi islâmın güçlü, bilinçli ve eğitilmiş düşmanlarının varlığı onun için tehlike kaynağıdır. Bunda kuşku yok. Fakat islâmın budala ve aldanmış düşmanlarının arzettiği tehlike daha büyüktür. Çünkü bu budala dostlar, gereksiz çekingenliklere kapılarak islâm düşmanlarını yanıltıcı yaftalar, aldatıcı tabelalar arkasında mevzilenmelerine ve bu göz boyayıcı siperler arkasından islâma ateş yağdırmalarına zemin hazırlarlar.
 
Dünyada insanları bu dine çağıranların ilk görevleri yeryüzünün her tarafında bu dinin kökünü kazımak için kurulmuş olan cahiliye rejimlerinin cephelerine takılan bu aldatıcı tabelaları indirmektir. Her islâmi hareketin işe başlama noktası cahiliye zihniyetini sahte üniformasından arındırarak onun asıl kimliği ile görünmesini, gerçekte,olduğu gibi küfür ve müşriklik olarak algılanmasını, cahiliyenin insanlara somut gerçekliği ile tanıtılmasını sağlamaktır. Ancak böylelikle islâmi hareket, olanca gücü ile cahiliye zihniyetinin karşısına dikilebilir. Hatta ancak bu yolla halk yığınları içine düştükleri durumun özünün farkına varabilirler. Bu durum, hakim ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın açıkladığı Kitap ehlinin durumunun aynısıdır. Belki bu uyarı halk yığınlarını tutumlarını değiştirmeye sevkeder de bunun sonucu olarak yüce Allah da onların pençesinde kıvrandıkları bozuk düzeni, mutsuzluğu ve ağına takıldıkları acı azabı değiştirir.
 
Her yersiz çekingenlik, her biçime, görüntüye ve kuru yaftaya kanan aldanış, dünyanın neresinde olursa olsun, her islâmi hareketin başlama noktasını geriye atar; bu tür yanıltıcı yaftaları ortalıkta gezdirmeye büyük bir özen gösteren bu dinin düşmanlarına komplo düzenleme fırsatı hazırlar. Oysa bu din düşmanları, yakın yıllardaki... hareketinin maskesi düştükten ve gerçek doğrultusu açıkça gözler önüne serildiği için, inanç esasına dayalı islâm birliğinin son sembolünü ortadan kaldırmasının arkasından kendi yönünde tek bir adım bile atamaz duruma düştükten sonra bu maskeleme işine yeniden sarıldılar. O kadar ki, Wilfred C. Smith gibi son derece kurnaz ve içi alabildiğine pislik dolu bir hristiyan yazar "Yakın Tarihte İslâm" adlı eserinde... hareketinin yüzüne yeniden maske takmaya, onun islâm dışı niteliğini reddetmeye, tersine onu yakın tarihin en büyük ve en doğru islâmi hareketi (evet, öyle) olarak tanıtmaya yeltenmiştir.
 
Bu surenin aşağıda okuyacağımız bölümünü oluşturan ayetler, Bizanslılarla Yarımada'nın kuzeyindeki Arap yandaşlarına karşı girişilecek savaşın yolu üzerinde bulunan engelleri bertaraf etme çabasını sürdürüyorlar. Çünkü bu savaşa, yani Tebuk savaşına ilişkin seferberlik çağrısı haram aylardan Recep ayında yapılmıştı. Fakat bu ters rastlantı, özel bir durumdan kaynaklanıyordu. Şöyle ki: O yıl ki Recep normal zamanında girmemişti. Bunun sebebi, aşağıda anlatacağımız gibi, okuyacağımız ayetlerin ikincisinde değinilen "haram ayları başka aylara aktarma (nesiy)" uygulaması idi. Elimizdeki belgelere göre o yılın Zilhicce ayı da normal zamanında girmemişti, Zilhicce'nin yerine geçirilmişti. Bu durumda Recep ayı da Cemeziyelaher ayının yerini almış oluyordu. Bu kargaşa, cahiliye geleneklerindeki kargaşadan, bu toplumun yasaklarına sadece biçimsel olarak bağlı kalmayı yeterli sayma ciddiyetsizliğinden, insan ürünü fetvaların ve yorumların kaçınılmaz keyfiliğinden kaynaklanıyordu. Helâl ve haram kılma yetkisini insanın iradesine havale eden cahiliye düzeninde bunun başka türlü olması beklenemezdi.
 
Bu meselenin açıklaması şöyledir: Yüce Allah yılın dört ayında savaşmayı yasaklamıştı. Bu savaş yasağı içeren dört ayın üçü ardışık ve biri tek idi. Ardışık aylar Zilkaade, Zilhicce ve Muharrem ayları, tek ay da Recep ayı idi. Anlaşılan bu yasak, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun zamanında Hacc'ın belirli aylardaki farz oluşu ile birlikte konmuştu. Araplar Hz. İbrahim'in dinini büyük oranda tahrif etmiş olmalarına ve islâmdan önce, cahiliye döneminde bu dinden alabildiğine sapmış olmalarına rağmen, bu haram ayların içerdiği yasaklık hükmüne uymaya devam ettiler. Çünkü bu yasak, Hacc sezonu ile sıkı sıkıya ilişkili idi ve Hicazlılar'ın, özellikle Mekke halkının hayatı bu sezona dayanıyordu. Bu aylarda savaş yasağı geçerli olmalı ve tüm Yarımada'yı kapsayan güvenli bir barış ortalığa egemen olmalıydı ki, Hacc sezonu canlı geçebilsin, bu süre boyunca serbestçe seyahat ve ticaret yapılabilsindi. Savaş yasağına uyma kararlılığının altında yatan gerekçe bu idi!
 
Sonra kimi Arap kabilelerinin bu ayların yasaklığı ile çelişen birtakım ihtiyaçları ortaya çıktı. O zaman şahsi arzuların oyunu gündeme girdi. Bu oyunların sonucu olarak sözkonusu haram ayların herhangi birinin helâl sayılmasına ilişkin fetva veren kimseler görüldü. Bu kimseler bu helâl sayma işini, sözkonusu ayı bir yıl öne alarak ve ertesi yıl geriye atarak gerçekleştiriyorlardı. Bu durumda haram ayların sayısı yine dört olarak kalıyor, fakat ayların yıl içindeki yerleri değişiyordu. Yani yüce Allah'ın az sonra okuyacağımız ilgili ayetteki deyimi ile "Müşrikler, Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken bir sonraki yıl haram kabul ediyorlar"dı.
 
Bu hokkabazlığın sonucu olarak o yıl ne Recep ayı ve ne de Zilhicce ayı gerçek zaman dilimlerini göstermiyorlardı. Recep ayı, Cemazıyelaher ayının ve Zilhicce ayı da Zilkaade ayının yerine geçmişti. Buna göre bu ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın sonucu olarak o yılla Tebuk savaşına ilişkin seferberlik çağrısı görünüşte Recep ayında meydana gelmesine rağmen aslında Cemazıyelaher ayında gerçekleşmiş oluyordu.
 
İşte bu olay üzerine az sonra okuyacağımız ayetler indi. Bu ayetlerde sözünü ettiğimiz "ayların yerleri ile oynama (nesiy)" hokkabazlığı yasaklanıyor ve bu uygulamanın ilke olarak yüce Allah'ın dinine ters düştüğü açıklanıyor. Çünkü yüce Allah'ın dinine göre helâl ve haram kılma yetkisi (daha doğrusu tümü ile yasa koyma yetkisi) yüce Allah'ın tekelindedir ve yüce Allah'dan izinsiz bir biçimde bu yetkinin insanlar tarafından kullanılması kâfirlik sebebi, hatta "kâfirlikte ileri gitme" eylemidir.
 
Böylece hem bazı müslümanların vicdanlarını gölgeleyen Recep ayının yasaklığının çiğnendiği yolundaki şüphe bulutları dağıtılıyor, hem de bu inanç sisteminin son derece büyük bir önem verdiği bir temel ilke belirlenmiş, tekrarlanarak vurgulanmış oluyordu. Bu ilkeye göre helâllere ve haramlara ilişkin yasa koyma yetkisi sırf yüce Allah'ın tekeline veriliyor ve okuyacağımız ayetlerin ilkinde yeralan "Allah'ın gökleri ve yerleri yarattığı günden beri" ifadesi doğrultusunda bu yetki ile tüm evrenin yapılanmasında egemen olan köklü yetki arasında sıkı bir ilişki olduğu vurgulanıyor. Buna göre insanlar için yasa koyma yetkisi, insanlarda dahil olmak üzere tüm evren için yasa koyma yetkisinin bir dalı, doğal bir uzantısıdır. Bu ilkeden sapmak, bu evrenin yaratılışına ve yapısına ilişkin temel ilkeye ters düşmektir ki, bu da "kâfirleri sapıklığa düşüren" onların olduklarında "daha koyu kâfirler olmalarına yolaçan" bir eylemdir.
 
Okuyacağımız ayetlerde bir önceki bölümün ana konusunu oluşturan bir başka gerçek dile getiriliyor. Bu gerçek şudur: Yahudiler ile hristiyanlar (Kitap ehli) da müşriktirler, islâm düşmanı ve cihad hedefi olmaları bakımından müşriklerle aynı kategoridedirler. Bu yüzden müslümanlara yöneltilen savaş emri, bunların tümünü, yani hem müşrikleri ve hem de Kitap ehlini kapsamına alır. Çünkü onlar da hep birlikte müslümanlara karşı savaşıyorlar. Tarihin, tüm olayları ile doğruladığı bu gerçeği, daha önce yüce Allah'ın sözleri haber veriyor. Bu vurgulamalı ilahi açıklamalara göre müslümanlara karşı, müşrikler ile Kitap ehli arasında hedef ve cephe birliği vardır, islâmla ve müslümanlarla savaşmak sözkonusu olunca bu hedef ve cephe birliği onları hemen biraraya getirir; daha önce aralarında varolan düşmanlıklar, sürtüşmeler ve inançlarının ayrıntılarına ilişkin görüş farklılıkları hep birlikte müslümanların üzerine çullanmalarına ve islâmın kökünü kazımak için ortak eylemlere girişmelerine kesinlikle engel oluşturmaz.
 
Yahudiler ile hristiyanların öbür müşrikler gibi müşrik olduklarına, bu iki müşrik kampı birlikte müslümanlara karşı savaştıklarına göre, müslümanların da onları bir bütün halinde savaş hedefi saymaları gerektiğine ilişkin gerçeğe, okuyacağımız ayetlerin gündeme getirdiği ilk gerçeği de ekleyelim. Bilindiği gibi bu ilk gerçek haram ayların sıralamadaki yerleri ile oynamanın "kâfirlikte ileri gitmek" anlamına geldiği, bu hokkabazlığın yüce Allah'ın iznine dayanmaksızın yasa koymaya yeltenme anlamına geldiği, bu girişimin de inanç kaynaklı kafirliğe eklenen ve ona tuz-biber eken bir başka kâfirlik olduğu gerçeğidir. İşte bu iki gerçek, okuyacağımız ayetler ile önceki ve sonraki ayetler arasında köprü oluştururlar. Böylece meydana gelen bütünleşmiş ayetler bloku, önerilen genel seferberliğin, hem Kitap ehlinin ve hem müşriklere karşı harekete geçilmesini emreden savaş çağrısının önüne dikilen engelleri bertaraf etmeye çalışıyor.
 
DEĞİŞMEYEN DOĞAL YASALAR
 
36- Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun katında ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dosdoğru dindir. Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyiniz. Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlarla topyekün savaşınız ve biliniz ki, Allah kötülüklerden sakınanlarla beraberdir.
 
Bu ayet, zaman ölçüsünü, zaman dönüşümünü evrenin doğasına, yaratılış olgusuna, yani göklerin ve yerin yaratılışı temeline bağlıyor; değişmez ortada bir zaman dönüşümü (kronolojik dönüşümün) olduğunu ve bunun on iki aya bölünmüş bulunduğunu belirtiyor. Bu ayların sayısının değişmezliği, zaman dönüşünün değişmezliğine kanıt oluşturur. Buna göre zaman dilimleri, dönüşüm devrelerinin birinde artıp öbüründe eksilmez. Bu olgu, "yüce Allah'ın Kitabı'nda" yani evrenin düzenini dayandırdığı doğal yasalar sisteminde yer tutmuştur. Evrenin düzeni ise değişmez, sapmaya uğramaz, artış ve eksiliş göstermez. Çünkü değişmez kanunlara uygun olarak ortaya çıkar. Bu determinist (gerekirci) süreç, yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gün yürürlüğe koyduğu evrene ilişkin yasal sistemdir.
 
Ayet, evrene ilişkin bu yasal sistemin değişmèzliğini, haram ayların yasaklığını gerekçeye bağlamak ve bu yasağı belirlemek amacı ile gündeme getiriyor. Yüce Allah, şöyle demek istiyor: Bu belirleme ve bu yasak, yüce Allah'ın koyduğu evrensel yasaların bir parçası, bir uzantısıdır ve o yasalar gibi kalıcıdır, onu arzulara göre tahrif etmek, zaman süreci içindeki yerini oynatıp onu kâh öne almak ve kâh geriye atmak doğru değildir. Çünkü bu yasak ve bu sınırlama, değişmez bir plâna göre gerçekleşen ve sapmaz evrensel yasalar uyarınca oluşan zaman dönüşümüne (kronolojik dönüşüme) benzer. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
 
"Bu dosdoğru dindir."
 
Yani bu din, yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri işleyen ve o "gökler ile yer"in dayanağı olma işlevini sürdüren, köklü evrensel yasalarla uyum halindedir.
 
Gördüğümüz gibi bu kısacık ayet, uzun ve başdöndürücü bir anlamlar zinciri içeriyor. Bu anlamların hepsi birbirine bağlı, hepsi birbirini çağrıştırıyor ve hepsi birbirini destekliyor. Bu kısacık ayet, öyle çok sayıda evrensel gerçeği barındırıyor ki, deneysel bilim, ancak son zamanlarda, kendi yöntemi ile, kendi çabaları ile, kendi tecrübeleri ile onları yakalamaya çalışıyor. Bu kısacık ayet, evrenin yaratılışına ilişkin doğal yasaları ile bu dinin temel ilkeleri ve farzları arasında sıkı bir ilişki kuruyor. Amaç, bu dinin köklerinin derinliğini, ilkelerinin kalıcılığını ve temellerinin öncesizliğin enginliği ile kenetlenmişliğini vurgulamaktır. Ayet, bütün bunları yirmibir sözcüğün anlatım sınırları içine sığdırıyor. O kelimeler gibi onlar insana ilk bakışta sıradan, yalın, kolay anlaşılır ve tanıdık gibi görünüyorlar! Ayeti okumaya devam edelim.
 
"Bu dosdoğru dindir. Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyiniz."
 
Yani yasakları, göklerin ve yerin dayanağını oluşturan evrensel yasalara bağlı olan bu haram aylarda kendinize zulmetmeyiniz. Bu evrensel yasalar, yüce Allah'ın evrenin yasa koyucusu olduğu gibi, insanlar için de tek yetkili yasa koyucu olduğunu kanıtlarlar. Yüce Allah'ın güven dönemi ve barış sezonu olmalarını dilediği bu aylara ilişkin yasağı çiğneyerek sakın kendinize zulmetmeyiniz. Yoksa yüce Allah'ın isteğine ters düşersiniz. Bu ters düşme eyleminin altında kendinize zulmetmek yatar. Çünkü böylece kendinizi ahirette yüce Allah'ın azabının kucağına atmış olur, dünyada da korkunun ve endişenin ağına kapılırsınız. Sebebine gelince bu aylara ilişkin yasağı çiğnediğiniz takdirde yılın tüm ayları ateşkessiz ve barışsız bir savaş cehennemine dönüşür. Okumaya devam ediyoruz:
 
"Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı hep birlikte savaşıyorlarsa, siz de onların tümüne karşı savaşınız."
 
Eğer müşriklerin tek taraflı saldırısına uğramış değilseniz, onlarla savaşmayı haram aylar dışında kalan aylara rast getiriniz. Fakat eğer bu aylarda onlar tarafından size bir saldırı başlatılırsa o saldırıya hemen karşı koymanız gerekir. Çünkü bu durumda tek taraflı olarak savaştan kaçınmak, yasakları çiğnetmemekle ve saldırgan, şer kuvvetlerini durdurmakla görevli olan iyilikten yana güçleri zayıflatır. O zaman da yeryüzü kargaşaya boğulur, ilahi kanunlara karşı serkeşlik başgösterir. Buna göre haram ayların yasaklığını koruyabilmek için bu aylarda girişilen saldırıyı geri püskürtmek gerekir. O zaman bu ayların yasaklığı artık çiğnenmez, ihanete uğramaz. Evet:
 
"Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı hep birlikte savaşıyorlarsa, siz de onların tümüne karşı savaşınız."
 
Onların tümüne karşı savaşınız. Hiçbir fertlerini ve gruplarını savaş-dışı tutmayınız. Çünkü onlar sizin hepsinize karşı savaşıyorlar; hiçbir ferdinizi, hiçbir grubunuzu hedef-dışı saymıyorlar. Çünkü onlarla aranızdaki savaş aslında müşriklik ile Allah birliği inancı arasındaki, kâfirlik ile müminlik arasındaki, doğru yol ile sapıklık arasındaki bir savaştır. Bu savaş iki farklı kamp arasında, iki karşıt blok arasında kopan bir savaştır. Bu iki kamp arasında sürekli barış gerçekleşemez, tam bir ittifak kurulamaz. Çünkü bu iki karşıt kamp arasındaki anlaşmazlık gelip-geçici ve ayrıntılardan kaynaklanan bir uyuşmazlık değildir; aradaki anlaşmazlık bir çıkar çatışmasından kaynaklanmıyor ki, çıkarlar arasında bir uzlaşmaya varmak mümkün olsun; sözkonusu olan bir sınır anlaşmazlığı değil ki, aradaki sınırlar yeniden çizilerek iş tatlıya bağlanabilsin.
 
Eğer islâm ümmeti, kendisi ile müşrikler (gerek putperestler ve gerekse yahudiler ile hristiyanlar) arasındaki savaşın bir ekonomik savaş ya da milli savaş veya toprak savaşı yahut stratejik bir savaş olduğunu düşünür ya da yabancıların bu yoldaki telkinlerine kapılırsa büyük bir yanılgıya düşmüş, neyin uğrunda savaştığının farkında olmamış olur. Asla. Bu savaş, diğer her şeyden önce bir inanç savaşı ve bu inançtan kaynaklanan bir sistemin yani bu dinin savaşıdır. O yüzden bu savaşta arabuluculuklar bir işe yaramaz, ittifaklar ve siyasi manevralar ona çözüm getirmez. Bu savaşın tek çözüm yolu cihaddır, savaşmaktır. Geniş kapsamlı bir cihad ile dört-dörtlük bir savaşım. Bu yüce Allah'ın şaşmaz kanunudur; göklerin ve yerin dayanağı olan evrensel yasasıdır. İnançlar, dinler, vicdanlar ve kalpler de bu evrensel yasaya dayanırlar. Bu yasa, yüce Allah'ın Kitabı'nda yeralmıştır ve gökler ile yerlerin yaratıldığı günden beri işlerliğini sürdürmektedir.
Şimdi de bir sonraki ayeti incelemeye geçelim:

37- Haram aylardaki savaş yasağını başka aylara aktarmak, ertelemek kâfirlikte daha ileri gitmektir. Kâfirler bu yolla sapıklığa sürüklenirler. Onlar Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken, bir sonraki yıl haram kabul ederler. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl saymış olurlar. Yaptıkları çirkin işler kendilerine güzel gösterildi. Allah kâfirler güruhunu kesinlikle doğru yola iletmez.
 
Aynı zamanda bir sahabi olan ünlü tefsir bilgini Mücahid, bu ayetle ilgili olarak şu bilgiyi verir:
 
"Kinaneoğulları'ndan bir adam vardı, her yıl Hacc mevsiminde eşeğinin sırtında Mekke'ye gelir ve şöyle derdi; `Ey ahali, ben ne kınanırım, ne hayal kırıklığına düşürülürüm ve ne de sözüm reddedilir. Biz bu yıl Muharrem ayının yasak sayılmasını ve Sefer ayının onun arkasından gelmesini kararlaştırdık! Aynı adam ertesi yıl da gelir ve aynı girişi yaptıktan sonra şöyle derdi; `Biz bu yıl Sefer ayının yasak ay olmasını ve Muharrem ayının geriye atılarak bu aya aktarılmasını kararlaştırdık.' İşte yüce Allah `Onlar, Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken bir sonraki yıl haram kabul ederler' bu uygulamaya işaret ediyor. Yani Allah'ın haram kıldığı dört ayı denk getirirler. Böylece Allah'ın yasağını çiğneyerek bu haram ayı bir sonraki aya aktarırlardı.
 
Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem ise bu konuda şunları söylüyor:
 
"Bu adam Kinaneoğulları'ndandı ve "Kalmes" lâkabı ile anılırdı, cahiliye döneminde yaşamıştı. Araplar cahiliye döneminde haram aylarda birbirlerine saldırmazlardı. Adam babasının katili ile karşılaşır, fakat ona el uzatmazdı. Bu adam gelince taraftarlarına `Haydi bizimle sefere çıkın' dedi. Karşısındakiler `Bu ay haram aylardan biridir' dediler. Adam taraftarlarına şu karşılığı verdi; `Bu yıl, bu ayı gelecek aya aktarıyoruz. Hem bu ay, hem de gelecek ay Sefer aylarıdır. Gelecek yıl her iki ayı da Muharrem ayı sayarak bu yıl ki boşluğu doldurunuz.' Adam gerçekten böyle yaptı. Ertesi yıl gelince adamlarına `Sefer ayında da kimse ile savaşmayınız' dedi. Böylece Sefer ayını Muharrem ayı ile birlikte yasak ay saymışlardı, her iki ay da Muharrem ayı olmuş oluyordu."
 
Okuduğumuz ayete ilişkin bu iki belge haram ayları başka aylara ertelemenin iki farklı uygulamasına örnek oluşturur. İlk örnekte Muharrem ayı yerine Sefer ayı haram ay olarak kabul ediliyor. Böylece haram aylar sayısı dörde denk getiriliyor, ama Muharrem ayının yasaklığı çiğnendiği için sözkonusu yasak aylar, yüce Allah'ın belirttiği aylar olmuyor. İkinci uygulama örneğinde ise, bir yıl üç ay ve ertesi yıl beş ay yasak ay sayılıyor, böylece iki yılda toplam sekiz yasak ay kabul edildiği için her yıla ortalama dört yasak ay düşüyor. Ama bu yılların ilkinde Muharrem ayının yasaklığı çiğnenirken ikincisinin de Sefer ayının serbestliği ortadan kaldırılıyor!
 
Her iki uygulama da yüce Allah'ın yasağının çiğnenmiş olması ve O'nun yasasına ters düşmesi bakımından;
 
"Kâfirlikte daha ileri gitmektir."
 
Çünkü bu hokkabazlık -yukarda söylediğimiz gibi- inanca ilişkin kâfirliğin yanısıra Allah'ın yasa koyma yetkisini gasbetmekten doğan bir başka kâfirlik içerir. Ayeti okumaya devam edelim:
 
"Kâfirler bu yolla kâfirliğe sürüklenirler."
 
Bu uygulamaların içerdiği oyunbazlık, tahrifçilik ve düzenbazlık aldatır onları. Okumayı sürdürüyoruz:
 
"Yaptıkları çirkin iş kendilerine güzel gösterildi."
 
Bu aldanmalarının sonucu olarak yaptıkları çirkin işi güzel olarak görürler, sapıklığın iğrençliği kendilerine çekici görünür. Bu davranışları yüzünden içine düştükleri sapıklığı ve ısrarlı kâfirliği kavrayamazlar. Ayetin sonunu okuyoruz:
 
"Allah, kâfirler güruhunu kesinlikle doğru yola iletmez."
 
Onlar kalplerini doğru yolun ışığına kapatmışlar, doğru yola iletecek kanıtların kalplerine girmesine engel olmuşlardır. Bu tutumlarının sonucunda yüce Allah tarafından ağlarına takıldıkları karanlıkta ve sapıklık içinde debelenmek üzere bırakılmayı haketmişlerdir.
 
Surenin aşağıdaki kesitini oluşturan ayetlerin Tebuk savaşına ilişkin genel seferberlik çağrısından önce inmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Şöyle ki; o sırada Bizanslıların, müslümanların üzerine yürümek üzere Şam dolaylarında yığınak yaptıkları, İmparator Heraklius'un adamlarının yanına bir yıllık erzak verdiği; Lehm, Cezzam, Amile ve Gassan adlarındaki Arap kabilelerinin Bizans ordusuna katıldıkları ve bu birleşik düşman güçlerinin öncü birliklerini Şam'a bağlı Belka eyaletine sevkettikleri haberi Peygamberimize ulaşmıştı. Bu haber üzerine Peygamberimiz genel seferberlik ilan ederek müslümanları, Bizanslılara karşı yapılacak savaşa katılmaya çağırdı.
 
Peygamberimiz çoğunlukla bir savaşa giderken başka bir yolculuğa çıkmış gibi görünür, böylece düşmanı yanıltmaya çalışırdı. Fakat bu savaş için sefere çıkarken böyle şaşırtmacaya başvurmadı. Açıkça sefere çıktı. Çünkü savaş yeri ile Medine arasındaki mesafe oldukça uzaktı ve dönem de zor bir dönemdi. Sebebine gelince, bu seferberlik mevsimin son derece sıcak aylarına rastlamıştı; gölgeliklerin arandığı, meyvaların olgunlaştığı ve insanların evlerinde oturmayı cazip gördükleri günleri yaşanıyordu.
 
Bu yüzden o günlerde müslüman toplumda bu surenin tanıtma yazısında açıklamaya çalıştığımız rahatsızlık alâmetleri su yüzüne çıkmaya başladı. Bu arada münafıklarda boş durmuyor, ellerine geçen bu fırsattan yararlanarak bozgunculuk tohumları ekiyorlardı. Müslümanlara "Bu sıcakta sefere çıkmayın" diyorlardı, bununla da yetinmeyerek onları savaş yerine kadar aşılması gereken yolun uzaklığı ile ve öteden beri yüreklere sinmiş olan Bizans fobisi ile korkutuyorlardı. Bu değişik faktörlerin tümü, bazı müslümanlar üzerinde etkili olmuş ve onları sefere katılma işini ağırdan alma isteksizliğine sürüklemişti. İşte okuyacağımız ayetler bazı müslümanlardaki bu rahatsızlıkları gündeme getirerek bu rahatsızlıklara çözüm getirmeyi amaçlıyordu.
 
 
YERE MIHLANIP KALANLAR
 
38- Ey mü'minler, size ne oldu da "Allah yolunda savaşa çıkınız " dendiğinde yere çakıldınız. Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.
 
39- Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
 
40- Peygamber'e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki kişiden biri olarak mağaradayken Allah O'na yardım etmişti. Hani O arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah O'nun kalbine güven duygusu indirmiş, kendisini göremezliğiniz askerler ile desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
 
41- Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
 
Bu ayetlerde savaşa katılmak istemeyenlere, Allah yolunda cihad etme görevini ağırdan alanlara yönelik azarların ve tehditlerin ilk cümleleri ile karşılaşıyoruz. Onlara hatırlatılıyor ki, yüce Allah, henüz kendilerinin hiçbiri ortada yokken Peygamberimize yardım etmiş, O'nu desteklemişti. Buna göre şimdi de onların hiçbir katkısı olmasa bile O'na yeniden yardımını ve desteğini gönderebilirdi, bunu yapmak yüce Allah'ın gücü dahilinde idi, fakat o zaman bu ağır canlıların payına, sadece savaşa katılmamalarının, görevlerinden kaçmış olmalarının günahı ve sorumluluğu düşerdi. Şimdi bu ayetleri incelemeye girişelim:
 
"Ey mü'minler, size ne oldu da `Allah yolunda savaşa çıkınız' dendi inde yere çakıldınız."
 
Bazı müslümanların adeta "yere mıhlanma"larına yolaçan bu ağırlık toprağın ağırlığı, toprağa dönük arzuların, toprak kaynaklı düşüncelerin ağırlığıdır. Can korkusunun ağırlığı, mal korkusunun ağırlığı, dünya hazlarından, dünya çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun kalma endişesinin ağırlığıdır bu. Rahatın, huzurun ve istikrarın ağırlığıdır sözkonusu olan. Ağır canlılığın sebebi geçici hazların, sınırlı ömrün, kısa vadeli amaçların; başka bir deyimle etin, kanın ve toprağın ağırlığıdır.
 
Bütün bu çağrışımları zihnimizde canlandıran kaynak, ayetteki "yere çakıldınız" deyiminin sözlerinden dalga dalga yayılan titreşimlerdir. (Ayette geçen bu deyimin Hafs tarafından uygun görülen okuma bilincini diğer okuma tarzlarına göre bu anlam inceliklerini daha etkili biçimde ifade ediyor.) Bu deyim yaydığı ürpertici titreşimlerle yere mıhlanıp kalmış ağır bir insan gövdesini somutlaştırıyor, gözlerimizin önüne getiriyor. Bu uyuşuk gövdeyi birileri zorla yukarıya kaldırıyorlar, fakat o yine ellerinden kurtulup tüm ağırlığı ile yere düşüyor. Deyim, bu anlamı, bu çağrışımı içerdiği sözlerin titreşimli mesajları aracılığı ile ifade ediyor. Bu deyimde her şeyi aşağılara indiren, ruhların uçucu şeffaflığına ve özlemlerin kanat çırpan atılımına karşı direnen "yerçekimi"nin somut bağımlılığı ile yüzyüze geliyoruz.
 
Allah yolunda cihada koşmak yer çekiminin zincirinden kurtulmaktır; etin ve kanın ağırlığını aşmak, etkisiz hale getirmektir; insan olmanın yüce anlamını gerçekleştirmektir; insanın mayasında saklı duran özlemin, idealizmin, "bağımlılık" ve "zorunluluk, endişelerini yenilgiye uğratmasıdır; ölümsüzlüğün sürekliliğine göz dikmektir; sınırlı geçiciliğin bağlarından kurtuluştur. Ayetin sonunu okuyoruz:
 
"Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır."
 
Kim yüce Allah'a inandığı halde O'nun yolunda cihad etmekten geri kalırsa o kimsenin inancında mutlaka bir bozukluk, imanında mutlaka bir zayıflık vardır. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda şöyle buyuruyor:
 
"Kim, herhangi bir savaşa katılmaksızın ya da savaşma arzusunu içinden geçirmeksizin ölürse, münafıklığın türlerinden birini içinde taşıyarak ölmüş olur."
 
Münafıklık, imanın sağlamlığını ve olgunluğunu engelleyen, yabancı ve aykırı bir unsurdur. Bu karşıt unsur, yüce Allah'a inandığını iddia eden kişiyi O'nun yolunda cihad etmekten alıkor; eğer savaşa katılırsa öleceği ya da yoksul düşeceği korkusunu kalbine aşılar. Oysa ömürlerin sürelerini belirleyen yüce Allah olduğu gibi, insanların rızıklarını veren de O'dur ve dünya hayatının mutluluğu, hazzı, ahiret mutluluğunun yanında son derece sönük kalır.
 
Bundan dolayı bir sonraki ayette, savaş çağrısına olumlu karşılık vermeme eğiliminde olan müslümanlara tehdit içerikli bir hitap yöneltiliyor. Okuyoruz:
 
"Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azaba çarptırarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiçbir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
 
Gerçi bu ilahi hitap belirli bir ortamda, belirli bir insan grubuna yöneltilmiştir. Fakat hitabın içeriği geneldir, Allah'a inanan herkesi kapsamına alır. Yüce Allah'ın bu kimseleri, kendisi ile tehdit ettiği "azap" sadece ahiret azabı değildir, bu tehdidin içine dünya azabı da girer. Çünkü cihad etmekten, islâmın düşmanlarına karşı çıkmaktan kaçınanlar onurlarını ve saygınlıklarını yitirirler, düşmanlarının çizmeleri altına düşerler, yurtlarının gelir kaynaklarından ve hammaddelerinden yararlanma imkânından yoksun kalırlar. Bütün bunların yanısıra cihadda ve savaşta uğrayacakları can ve mal kaybının kat kat fazlasını kaybetmekten kurtulamazlar; gönüllü bir onur savaşının kendilerinden beklediği fedakârlıkların kat kat fazlasını onursuzluk canavarına sunmak zorunda kalırlar. Hangi ümmet cihadı terketmiş ise, yüce Allah o ümmetin alnına onursuzluk, haysiyetsizlik damgasını vurmuştur. Bu ümmet, düşmana karşı erkekçe savaşmanın omuzlarına bindireceği yükümlülükleri kat kat aşan ağır bir faturayı, boynu büküklüğün utandırıcı baskısı altında ister-istemez, karşılarına mertçe çıkamadığı düşmanlarına ödemek mecburiyetinde kalmıştır. Böyle bir ümmetin uğrayabileceği bir başka bahtsızlık da şudur:
 
"Allah, yerinize başka bir toplum geçirir."
 
Bu toplum, inançlarının gereğini yerine getiren ve onurlarının faturasını ödemekten çekinmeyen kimselerden oluşur, onlar bunun sonucu olarak Allah'ın düşmanlarına karşı üstünlük kurarlar. Ayeti okumaya devam ediyoruz.
 
"Siz Allah'a hiçbir zarar dokunduramazsınız."
 
Size hiçbir önem verilmez, hiçbir ağırlık tanınmaz. Yapılmış hesapları ne öne aldırabilirsiniz ve ne de geriye attırabilirsiniz.
 
"Neden?" derseniz;
 
"Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter."
 
Sizi ortadan kaldırmak, yerinize başka bir mü'min toplumu geçirmek, sizi plânlarının ve hesaplarının dışına atmak yüce Allah için kesinlikle zor bir iş değildir!
 
"Yerçekimi" gücünün üzerine yükselmek, insan nefsinin zaafını aşmak insanı insan yapan onurlu varlığının kanıtlanmasıdır, aynı zamanda hayatın yüce anlamı ile "hayat"tır. Buna karşılık toprağa çakılmak ve fobilerin, korkuların tutsağı olmak insanı insan yapan varlığının yokedilmesidir. Bu da yüce Allah'ın ölçüsü ile ve insanı diğer canlılardan ayırıp yücelten ruhun hesabına göre tükeniştir, kayboluştur.
 
Yüce Allah; savaştan kaçma eğiliminde olan müslümanlara, bir sonraki ayette, yakın tarihlerinin hepsi tarafından bilinen yaşanmış olaylarından örnek gösteriyor. Bu örneklere göre yüce Allah, henüz onların yardımı ve desteği devreye girmemişken, Peygamberimize yardım etmiş, O'nu düşmanlarına karşı üstün getirmişti. Zafer ve başarı yüce Allah'ın tekelindedir, O onu dilediğine verir. Okuyoruz:
 
"Peygamber'e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler O'nu Mekke'den çıkardıklarında iki kişiden biri olarak mağaradayken Allah O'na yardım etmişti. Hani O arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu. Allah O'nun kalbine güven duygusu indirmiş, kendisini göremediğiniz askerler ile desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan yalnız Allah'ın sözüdür. Allah üstün iradelidir ve her yaptığı yerindedir."
 
Bu ayetin anlattığı olay, Kureyşliler'in Peygamberimizi iyice sıkıştırdıkları sırada meydana geldi. Kaba güç, karşı koyamadığı ve etkinliğine tahammül de edemediği doğru söze karşı her zaman aynı sindirme metodlarına başvurur. Evet, Kureyşliler düzenledikleri gizli toplantıda Peygamberimizden kurtulmayı, (bunun için varlığını ortadan kaldırmayı) kararlaştırdılar. Yüce Allah, onların bu kararından Peygamberimizi haberdar ederek Mekke'den çıkmasını emretti. Bunun üzerine Peygamberimiz yola çıktı, yanında sadece dostu Hz. Ebu Bekir vardı. Ne ordusu ve ne de silahı vardı. Düşmanları kalabalıktı, savaş güçlerinin üstünlüğü tartışılmazdı.
 
Ayetin akışı içinde Peygamberimiz ile dostu Ebu Bekir'in bu garip yolculukları, somut bir sahne aracılığı ile gözlerimizin önüne getiriliyor. Okuyoruz:
 
"Hani onların ikisi mağarada idiler."
 
Kureyşliler de peşlerine düşmüş, izlerini sürüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, o kritik saatlerde endişelidir. Endişesinin konusu kendisi değil, arkadaşıdır. Allah düşmanları, varlıklarının farkına varacaklar ve sevgili dostunun canına kıyacaklar diye korkuyor. O sırada endişe dolu bir sesle Peygamberimize şöyle fısıldıyor; "Eğer kapıdakilerden biri ayağının ucuna baksa bizim ayaklarının altında olduğumuzu görüverecek!" Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın kalbine indirdiği huzurun rahatlığı içindedir, dostunun korkusunu dağıtmak ve gönlüne güven serpmek üzere ona şu karşılığı veriyor; "Ya Ebu Bekir, sen bu iki kişiyi ne sanıyorsun? Onların üçüncüsü Allah'tır."
 
Peki en sonunda ne oldu? Maddi gücün tümü karşı tarafta, Peygamberimiz ile dostu bu güçten tamamen yoksun oldukları halde nasıl bir âkıbetle karşılaşıldı? Zafer, yüce Allah'ın, insan gözü ile görünmez askerlerle desteklendiği tarafın oldu; kâfir ise bozguna, utandırıcı ve onur kırıcı bir yenilgiye uğradılar. Okuyalım:
 
"Allah, kâfirlerin sözünü alçalttı."
 
Yüce Allah'ın sözü ise yüce doruklardaki güçlü ve geçerli konumunu korudu. Okuyoruz:
 
"Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür."
 
Bu cümleyi "Yüce Allah'ın sözü üstün geldi" anlamını verecek biçimde okuyanlar da vardır. Fakat bizim mushafımızda benimsenen okuma biçiminin verdiği anlam daha güçlüdür. Çünkü bu okuma biçimi, cümlenin anlamına "belirlilik" ve `kalıcılık" katmaktadır. Yani yüce Allah'ın sözü, doğal olarak ve ilke bazında üstündür, belirli bir itici desteğine muhtaç değildir. "Yüce Allah üstün iradelidir" dostlarını kesinlikle yüzüstü bırakmaz; "Her yaptığı yerindedir". Zaferi hakedenlerin, onu elde edecekleri uygun zamanı önceden plânlar.
 
Bu ayetin anlattığı olay, yüce Allah'ın, Peygamberimize ve kendi sözüne sağladığı desteği gözler önüne seren çarpıcı bir örnektir. Yüce Allah, aynı yardımı başka toplumların eli ile tekrarlayacak güçtedir. Fakat bu toplum, savaşa çağrılınca "yere çakılan", işi ağırdan alan kimselerin oluşturduğu bir toplum olmayacaktır. Bu olay, yüce Allah'ın sözünün ötesinde başka bir kanıta ihtiyaç duyanlar ïçin, yaşanmışlığın inandırıcılığını yansıtan pratik bir örnektir.
 
Bir sonraki ayet, müslümanları, bu pratik ve etkileyici örneğin yol gösterici ışığı alımda genel seferberliğe çağırıyor. Eğer onlar hem bu dünyadaki ve hem de ahiretteki iyiliklerini ve mutluluklarını istiyorlarsa, bu çağrıya koşmalarını hiçbir gerekçe engellememeli, hiçbir sürpriz gelişme savaş kafilesine katılmamalarına yolaçmamalıdır. Okuyoruz:
 
"Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse, mutlaka sefere çıkınız; Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
 
Ne durumda olursanız olunuz, savaşa çıkınız; canlarınızı ve mallarınızı ortaya koyarak cihad ediniz. Bahanelere ve mazeretlere sığınmayınız. Engellerin ve kaytarıcılıkların tutsağı olmayınız. Çünkü;
 
"Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."
Samimi mü'minler bu hayrı ve yararı iyi kavradılar ve bu bilincin coşkusu ile savaşa koştular. Yolları üzerine dikilen engellere aldırış etmediler. İleri sürebilecekleri birçok gerçek mazeretlerine sığınmaya yanaşmadılar. Bu fedakârlıklarının sonucunda yüce Allah, onlara hem kalplerin ve hem de ülkelerin kapılarını açtı; onlar eli ile kendi sözünü yüceltirken, bir yandan da kendi sözü aracılığı ile onları yüceltti, onların bileklerinin gücü ile fetihler tarihinde inanılmaz sayılan destanları gerçekleştirdi.
 
Şimdi bu destan kahramanlarının yüreklerindeki cihad coşkusunu kanıtlayan belgelerden birkaç örnek sunuyoruz:
 
Bir gün Ebu Talha, Tevbe suresini okuyordu. Sıra bu ayete gelince oğullarına dönerek, "Görüyorum ki, Rabbimiz genç-yaşlı ayırımı yapmaksızın, hepimizi savaşa çağırıyor. Çabuk, silahımı ve teçhizatımı getirin" dedi. Bunun üzerine oğulları kendisine "Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Sen önce Peygamberimiz ile birlikte, arkasından Ebu Bekir'in yanıbaşında ve sonra da Ömer ile beraber ölümlerine kadar savaştın. Şimdi bırak da senin yerine biz savaşalım" dediler. Fakat Ebu Talha, oğullarını dinlemedi, hemen deniz seferine katıldı, gemi denizde yolalırken ölüverdi, ölüsünü toprağa verecekleri bir adacık bulamadılar, böylece dokuz gün ölüsünü gemide tuttular, bu süre içinde cesedinde herhangi bir bozulma emaresi görülmedi, sonunda adaya çıkınca, cesedini toprağa verdiler.
 
Tarihçi İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Ebu Reşid Harranı şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimizin süvarisi Mikdad b. Esved ile karşılaştım. 'Bir kuyumcu sandığı üzerinde oturuyordu. Vücudun bazı kemikleri dışarıya uğramıştı, buna rağmen savaşa katılmak istiyordu. Kendisine `Amcacığım, yüce Allah seni bu işten mazur gördü' dedim. Bana `Bize Beus (mücahidleri coşturan) sure geldi.' karşılığını verdi. (Elimizdeki belgelere göre "Tevbe" suresi çeşitli bir adlarla anılır: Bu adlardan bazıları şunlardır: Münafıkların gizil duygularını açığa çıkardığı gerekçesi ile "Fadıha", kalplerdeki kötü niyetlerden nefret ettirdiği için "Muneffire", yine kalplerdeki saklı duyguları deştiği gerekçesi ile "Mubasıra", yine gönüllerin barındırdığı sırları meydana çıkardığı için "Muahbire", mü'minlerin duygularını alevlendiren özelliği yüzünden "Musıre", mü'min savaşçılara coşku aşıladığı için "Beus". Bunların yanısıra, bu surenin "Mudemmire (kahredici)", "Muhziye (rezil edici)", "Munekkile (cezaya çarptırıcı)", "Muşerride (perişan edici)" gibi adlarına da rastlanmıştır.) Bu sözü ile Tevbe suresindeki `Kolayınıza da gelse, zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız' diye başlayan ayeti kasdediyordu."
 
Yine İbn-i Cerir'in bildirdiğine göre, Hayyan b. Zeyd Şarabî şöyle diyor: "Humus valisi Safvan b. Amr ile birlikte bir sefere katılmıştık. Bu zat daha sonra halkı cercemelerden oluşan Efsus şehrinin valiliğine atanmıştı. Sefer sırasında çok yaşlı bir ihtiyarla karşılaştım, yaşlılığın erittiği vücudu küçülmüştü, kaşları gözlerinin üzerine inmişti, Demek (Şam)'li idi, cepheden yeni dönmüştü, henüz binek hayvanından yere inmeye fırsat bulamamıştı. Yanına yaklaşarak Amcacığım, Allah seni bu işten mazur tuttu' demem üzerin bana şu karşılığı verdi:
 
Yeğenim, yüce Allah "zorumuza da gitse, kolayımıza da gelse" bizi savaşa katılmaya çağırdı. Haberin olsun, Allah kimi severse onun başına belâ verir sonra da onu belânın içinden çıkararak afiyete erdirir. Allah şükreden, sabreden, Rabbini hatırından çıkarmayan ve O'ndan başka hiç kimseye kulluk etmeyen kullarını belâ sınavından geçirir."
 
İşte yüce Allah'ın sözlerini böylesine bir ciddiyetle tutup uygulayan kahramanların fedakâr gayretleri sayesinde islâm dünyanın her tarafına yayılarak insanları kula kulluğun tutsaklığından kurtarıp ortaksız Allah'ın kulu olmanın özgürlüğüne kavuşturdu. Yine bu ciddi bağlılığın sürekli coşkusu sayesinde tarihte okuduğumuz o olağanüstü ve eşsiz kurtuluş zaferleri gerçekleşti.
 

KİŞİLİGİNİ MENFAATLE YOĞURANLAR
 
Burada toplumun zaaf olan unsurlarından söz edilmektedir. Safların yarılmasına neden olan gruplardan ve özellikle de münafıklardan bahsedilmektedir. Bunlar, islâmın üstün gelip yayılmasından sonra, islâm adını maske olarak kullanarak müslümanların safları arasına sızmışlardır. Sürekli güven içinde yaşamayı ve kazanç elde etmeyi planladıkları için onları, bu planları islâma baş eğmeye zorladı. Müslümanların saflarına karşı dışardan düzenledikleri oyunlar, hileler etkisiz kaldıktan sonra, bu sefer içeriden onlara karşı hileler, tuzaklar kurmaya başladılar.
 
Bu bölümde, surenin giriş kısmında kendisinden söz ettiğimiz olayların hepsini Kur'an'ın üslubunun tasvir ettiği biçimde göreceğiz. Daha önce giriş kısmında yaptığımız açıklamanın ışığı altında meselenin net bir şekilde anlaşılacağını sanıyorum:
 
 
 

42- Eğer yakın vadeli bir kazanç ve kısa bir yolculuk sözkonusu olsaydı, mutlaka peşinden gelirlerdi. Fakat bu sıkıntılı yolculuk onlara uzun geldi. Allah adına yemin ederek, "Eğer gücümüz yetseydi, kesinlikle sizinle birlikte sefere çıkardık"diyerek kendilerini mahvedecekler. Oysa Allah biliyor ki, onlar yalan söylüyorlar.
 
43- Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söylediği belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?
 
44- Allah'a ve ahiret gününe inananlar, malları ile ve canları ile cihad etmekten geri kalmak için senden izin istemezler. Allah kötülükten sakınanları bilir.
 
45- Senden savaştan muaf tutulmaları yolunda izin isteyenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri kuşkuya kapılıp bu kuşkuları içinde bocalayanlardır.
 
46- Eğer onlar sefere çıkmak isteselerdi, bunun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, sefere çıkmaya kalkışmalarını istemediği için onları böyle bir girişimden alıkoydu. Kendilerine "Kadın, çocuk, yaşlı, hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimselerle birlikte siz de evlerinizde oturunuz " dendi.
 
47- Eğer sizinle birlikte sefere çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı, sizi birbirinize düşürmek için aranıza atılacaklar, balıklama dalacaklardı. Aranızda onların sözlerine kulak verecekler de vardı. Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir.
 
48- Onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler, sana karşı çeşitli entrikalar çevirmişlerdi. Sonunda gerçek geldi ve onların istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün çıktı.
 
Eğer yapılan iş, bu dünyanın kazanç getiren işlerinden biri olsaydı, sefer de kısa mesafeli ve akıbeti tehlikeli olmayan bir yolculuk olsaydı, peşinden gelirlerdi. Fakat bu sefer, hayli zor ve uzun mesafelidir. Bu seferde iradesi zayıf, arzuları ve istekleri dağınık insanlar isteksizlik duyarlar. Bu tehlikeli bir iştir. Ürkek ruhlular, korkak kalpliler bu durumda endişeye kapılırlar. Bu öyle yüce ve üstün bir ufuktur ki, onun karşısında zayıf iradeli, ürkek bünyeli insanlar sönüp giderler.
 
Bu, insanlık tarihinde benzerleri her zaman görülecek olan bir insan tipidir. Kur'an-ı Kerim bu tipi birkaç ölümsüz sözle tasvir etmektedir:
 
"Eğer yakın vadeli bir kazanç ve kısa bir yolculuk sözkonusu olsaydı, mutlaka peşinden gelirlerdi. Fakat bu sıkıntılı yolculuk onlara uzun geldi."
 
Onlar çoğunlukla yüce ve onurlu ufuklara yükselen yoldan uçuruma yuvarlanmış kimselerdir. Onlar çoğunluk yolun uzunluğu nedeniyle yorgun düşmüş, kervandan geri kalmış, basit bir mala veya ucuz bir arzuya ilgi duymuş kimselerdir. Onlar insanlığın her yerde ve her zaman bilip tanıdığı çoğunluktur. Onlar herhangi bir dönemde ortaya çıkmış geçici bir azınlık değildir. Her yerde ortaya çıkan, görülebilen tiplerdir. Onlar birtakım çıkarlar elde ettiklerini, arzularına ulaştıklarını, pahalı bir fiyat ödemekten kurtulduklarını zannetseler de hayatın kenarında yaşarlar. (İğreti bir hayat yaşarlar) Çünkü az bir para ile ancak çok değersiz ve ucuz bir şey alınabilir.
 
"Allah adına yemin ederek, "Eğer gücümüz yetseydi, kesinlikle birlikte sefere çıkardık" derler..."
İşte bu, her zaman zaafla yanyana bulunan yalandır. Ancak zayıf insanlar yalan söyleyebilirler. Evet, bazı zamanlarda kendisini güçlü kuvvetli olarak görse de, zayıf olan insandan başkası yalan söylemez. Güçlü olan mertçe karşı koyar. Zayıf olan ise, idare eder. Bu kural, hiçbir durumda ve hiçbir günde şaşmış değildir...
 
"Kendilerini mahvedecekler."
 
Bu yemin ile ve bu yalan ile... Onlar bu şekilde davranmakla insanların katında bir kurtuluş yolu bulduklarını sanıyorlar. Halbuki Allah gerçeği biliyor. Bu gerçeği insanlara açıklıyor. Dolayısıyla yalancı insan, dünyada bile yalanı yüzünden mahvoluyor. İnkâr etmenin fayda vermeyeceği ahiret gününde ise, bir daha mahvolacak.
 
"Oysa Allah biliyor ki, onlar yalan söylüyorlar."
 
"Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?"
 
Bu, yüce Allah'ın peygamberine lütfudur. Ona serzenişte bulunmadan önce, onu affettiğini bildiriyor. Çünkü bazı savaşa çıkmak istemeyenler, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- izninin arkasına sığınarak, ona birtakım mazeretler ileri sürerek, evlerinde oturmuşlardı. Onların bu mazeret ileri sürmelerinde doğru mu, yalan mi söyledikleri ortaya çıkmadan peygamber mazeretlerini kabul etmişti. Çünkü onlar, peygamber izin vermese dahi savaştan geri kalacaklardı. O zaman da gerçek kimlikleri ortaya çıkacak, ikiyüzlülük maskeleri düşecekti. İnsanlar onların ne tür bir yapıya sahip olduklarını göreceklerdi. Peygamberin izninin ardına gizlenemeyeceklerdi.
 
Böyle olmayınca, Kur'an-ı Kerim onların kimliklerini ortaya çıkarmayı bizzat kendisi üstlendi. Mü'minleri ve münafıkları birbirinden ayıracak ilkeleri bizzat kendisi belirledi:
 
MUTLAK AYIRAÇ
 
"Allah'a ve ahiret gününe inananlar, malları ve canları ile cihad etmekten geri kalmak için senden izin istemezler. Allah kötülükten sakınanları bilir." "Senden savaştan muaf tutulmaları yolunda izin isteyenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri kuşkuya kapılıp bu kuşkuları içinde bocalayanlardır."
 
İşte bu şaşmayan bir ilkedir. Allah'a iman edenler, mükafat ve ceza gününe inananlar, cihad görevlerini yapmaktan kaçarak kendilerine izin verilmesini istemezler. Can ve malla Allah yolunda savaşa çıkma çağrısını yapan davetçinin çağrışım, kulak ardı etmek istemezler.
 
Aksine piyade, süvari demeden, Allah'ın kendilerine emrettiği biçimde, O'nun yolunda savaşa koşarlar. Emrine bağlılık, O'nun buluşmaya ilişkin vadine kesin inanç, cezasına ve mükafatına tam bir güven ile, O'nun rızasını elde etmek için, hem de bu eylemi kendi istekleriyle gönüllü olarak yaparlar. İzin verilmesini istemek bir yana, savaşa teşvik edilmeye bile ihtiyaçları yoktur onların. Ancak kalpleri kesin imandan boşalmış insanlar izin isterler. Böyleleri gönülsüz hareket ederler. Mazeret bulmaya çalışırlar. Dış görünüş olarak bağlılıklarını ileri sürdükleri inanç sisteminin getirdiği yükümlülüklerle, bu yükümlülükleri yerine getirme ile kendileri arasında herhangi bir engel bulup buluşturmaya çalışırlar. Onlar bu inançları hususunda dahi kuşkuludurlar ve onlar işte bu kuşku içinde debelenip durmaktadırlar.
 
Allah'a giden yol, hiç kuşkusuz apaçık ve dosdoğrudur. Bu yolu bilmeyen veya bildiği halde yolun zorluklarına katlanmak istemediği için başka taraflara çekmeye çalışandan başkası, bu konuda tereddüt geçirmez ve takılıp kalmaz!
 
Allah'a giden yol, hiç kuşkusuz apaçık ve dosdoğrudur. Bu yolu bilmeyen veya bildiği halde yolun zorluklarına katlanmak istemediği için başka taraflara çekmeye çalışandan başkası, bu konuda tereddüt geçirmez ve takılıp kalmaz!
 
Oysa savaştan geri kalan bu insanlar savaşabilecek güçte bulunuyorlardı. Ellerinde imkânları vardı ve savaşa hazır durumdaydılar.
 
"Eğer onlar sefere çıkmak isteselerdi, bunun için hazırlık yaparlardı."
Bu adamların arasında Abdullah İbn-i Ubey, İbn-i Selul ve Cedd İbn-i Kays da vardı. Bunlar kendi çevreleri içinde ileri gelen, servet sahibi zenginlerdi.
 
"Fakat Allah, savaşa çıkmaya kalkışmalarını istemediği için."
 
Çünkü Allah, onların karakterlerini ve ikiyüzlülüklerini biliyordu. İlerde görüleceği gibi, onların müslümanlara karşı içlerinde ne kötü planlar kurduklarından haberdardı.
 
"Onları böyle bir girişimden alıkoydu."
 
Onların içinde savaşa çıkma arzusunu harekete geçirmedi.
 
"Kendilerine, "Kadın, çocuk, yaşlı, hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimselerle birlikte siz de evlerinizde oturunuz" dendi."
 
Savaşa güçleri yetmeyen ve cihada gönderilmeyen çocuklar, kadınlar ve ihtiyar ninelerle birlikte savaştan geri kalınız. İşte size lâyık olan davranış da budur. Arzuları, istekleri kırılmış, kalpleri kuşkuya kapılmış, ruhları kesin inançtan boşalmış insanlara en uygun tavır budur.
 
Onların geri kalmaları hem dava için, hem de müslümanlar için daha iyiydi.
 
"Eğer sizinle birlikte sefere çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı, sizi birbirinize düşürmek için aranıza atılacaklar, balıklama dalacaklardı. Aranızda onların sözlerine kulak verecekler de vardı. Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir."
 
Şaşkın kalpli insanlar, saflar arasında çöküntünün ve zaafın yayılmasına neden olurlar. Hain olan insanlar, ordular için büyük tehlikedir. Bu münafıklar, savaşa çıkmakla müslümanların gücünü arttırmazlardı. Tersine, onların sıkıntıya ve disiplinsizliğe düşmelerine neden olurlardı. Müslümanlar arasında korkunun, fitnenin, ikiliğin ve yılgınlığın çabuk yayılmasına yolaçarlardı. O zaman da bazı müslümanlar onlara kulak verirdi. Fakat yüce Allah çağrısını kollamakta ve samimi olan dava erlerini korumaktadır. Mü'minleri fitneden korumaktadır. Yılgınlığa neden olacak münafıkları, evlerinde kendi hallerine terketmektedir.
 
"Allah zalimlerin kimler olduğunu bilir."
 
Burada zalimler, "müşrikler" anlamındadır. Böylece onlar da müşriklerin safına katılmış oluyorlar.
 
Onların geçmişleri içlerine ayna oluyor. Niyetlerinin kötü olduğuna tanıklık ediyor. Onlar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı durdular. Ona engel olmak için tüm güçlerini kullandılar. Sonuçta mağlup düştüler. İçlerindeki bütün pisliklerle, dış görünüş olarak teslim oldular:
 
"Onlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler, sana karşı çeşitli entrikalar çevirmişlerdi. Sonunda gerçek geldi ve onların istememesine rağmen, Allah'ın emri üstün çıktı."
 
Bu olay Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye geldiği sırada gerçekleşmişti. O sırada Allah henüz onu düşmanlarına karşı zafere kavuşturmamıştı. Sonra gerçek geldi. Allah'ın hükmü egemen oldu. Onlar ise istemeyerek de olsa, bu hükme boyun eğmek zorunda kaldılar. Fakat buna rağmen islâma ve müslümanlara karşı fırsat kollamaya devam ettiler.
 
İKİ ZİHNİYETİN TASVİRİ
 
Surenin akışı devam ediyor. O tip insanlardan ve onların uydurma ve düzmece mazeretlerinden örnekler sunuyor. Ayrıca onların Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanlara karşı içlerinde gizledikleri planları açığa çıkarıyor:

49- Onlardan bazıları, "Bana savaşa katılmama izni ver de beni fitneye düşürme" derler. Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri kuşatacaktır.
 
50- Eğer karşına bir iyilik çıkarsa fenalarına gider. Eğer başına bir musibet gelirse, "Biz savaşa katılmayarak önceden tedbirimizi aldık " diyerek sevinç içinde dönüp giderler.
 
51- Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar.
 
52- De ki; "Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit düşmekten biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz. "
 
Muhammed İbn-i İshak, Zühri'den, Yezid İbn-i Ruman'dan, Abdullah İbn-i Ebu Bekir'den ve Asım İbn-i Katade'den rivayet ederek onların şöyle dediklerini ifade etmektedir:
 
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşının hazırlığını yaptığı bir sırada, Beni Seleme'nin kardeşi Cedd İbn-i Kays'a, "Ey Cedd, sen Asfaroğulları (yani Bizanslılarla) ile savaşabilir misin"? diye sordu.
 
Cedd şu cevabı verdi:
 
"Ey Allah'ın elçisi, bana izin versen ve beni fitneye düşürmesen olmaz mı? Allah'a yemin ederim ki, bizim eller benden daha çok kadına düşkün bir adam tanımamıştır. Ben Rumlar'ın dilberlerini gördüğümde, kendimi tutamamaktan korkuyorum."
 
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yüzünü çevirdi ve "Sana izin verdim" buyurdu. İşte bu ayet Cedd İbn-i Kays hakkında inmiştir. Münafıklar işte bu tür bahaneleri mazeret olarak ileri sürüyorlardı. Onların bu mazeretleri şu şekilde reddedildi:
 
"Haberiniz olsun ki, onlar fitnenin içine düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri kuşatacaktır."
 
Bu ifade bir sahneyi tasvir ediyor. Buna göre sanki fitne kızgın bir ateştir. Fitneye düşenler oraya yuvarlanmakta, ardından cehennem de onları çepeçevre kuşatmakta, bütün çıkış yerlerini ve pencerelerini kapatmakta ve hiç kimse artık oradan kurtulamamaktadır. Bu, onların bütünü ile günaha dalmalarına ve onun kaçınılmaz cezasını beklemelerine işaret eden bir kinayedir. Yalanın, savaştan geri kalışın ve bu seviyesiz mazeretlere yapışacak kadar düşüşlerinin, alçalışlarının cezasını somutlaştıran bir kinaye... Dış görünüş itibariyle, ne kadar islâm oldukları imajını vermeye çalışsalar da, münafıklık (ikiyüzlülük) yaptıkları için onların kâfir oldukları bu ayette belirtilmektedir.
 
"Eğer karşına bir iyilik çıkarsa fenalarına gider."
 
Onlar müslümanların başına gelen bir felâkete, bir sıkıntıya seviniyorlar:
 
"Eğer başına bir musibet gelirse, `Biz savaşa katılmayarak önceden tedbirimizi aldık' derler."
 
Biz müslümanlarla birlikte kötü bir duruma düşmemek için daha önceden önlemimizi aldık. Ve savaştan, çatışmadan geri kaldık!
 
"Sevinç içinde dönüp giderler."
 
Kendileri kurtuldukları için... Ve müslümanların başına musibet geldiği için.
 
Çünkü onlar işlerin, olayların dış görünüşlerini esas alırlar. Ne olursa olsun onlar belayı, musibeti kötü olarak değerlendiriyorlar. Savaştan geri kalmak ve evlerinde oturmakla kendilerine iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Halbuki onların kalpleri, Allah'a teslim oluştan ve O'nun belirlediği kadere razı olmaktan ve bu kaderin iyiliğe vesile olacağına inanmaktan tamamen boşalmış bulunmaktadır. Doğru dürüst bir müslüman ise, vargücü ile çalışır, ileriye atılır ve hiç de korkuya kapılmaz. Karşılaşacağı iyiliğin ve kötülüğün Allah'ın iradesine bağlı olduğuna ve yüce Allah'ın kendisinin yardımcısı ve destekçisi olduğuna inanır.
 
"Onlara de ki; "Başımıza gelenler, sadece Allah'ın alnımıza yazdıklarıdır. Bizim mevlamız, sahibimiz O'dur. Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar..."
 
Zaten yüce Allah mü'minler için zaferi yazmış ve eninde sonunda bu zafere kavuşacaklarına söz vermiş bulunmaktadır. Ne kadar zorluklarla karşılaşsalar, ne kadar sınavlardan geçirilseler yine de bunların hepsi vadedilen zafer için bir hazırlıktan öteye geçmez. Böylece mü'minler, bir süzgeçten geçirildikten sonra ve bir belgeye dayanarak Allah'ın yasasının gerektirdiği vasıtalara başvurarak, ucuz değil, değerli-üstün bir zafere kavuşacaklardır. Her çeşit fedakârlığa göğüs geren ve bütün belalara, sınavlara hazırlıklı bulunan aziz ruhların (canların) kendilerini koruduğu bir izzete kavuşacaklardır. Asıl zaferi veren ve destekleyen yüce Allah'tır:
 
"Mü'minler sadece Allah'a dayansınlar."
 
Allah'ın takdirine inanmak ve Allah'a tam anlamı ile güvenmek, imkânların elverdiği ölçüde hazırlık yapmaya aykırı düşmez. Böyle bir hazırlık yapmak Allah'ın apaçık emridir:
 
"Onlara karşı gücünüzün yettiğince kuvvet hazırlayın." (Enfal Suresi, 60)
 
Allah'ın emrini uygulamayan, sebeplere yapışmayan, Allah'ın hiç kimseyi kayırmayan ve hiç kimsenin hatırını saymayan yürürlükteki yasasını kavramayan insan, gerçek anlamda Allah'a güvenmiş ve Allah'a dayanmış olmaz.
 
Ayrıca mü'minin bütün yaptıkları hayırdır, iyiliktir. İster zafere kavuşsun, ister şehitliğe, farketmez. Kâfire gelince, onun her işi kötüdür. İster doğrudan Allah'ın azabına çarpılsın, isterse mü'minlerin elleriyle cezalandırılsın, farketmez:
 
"De ki; "Bizim için beklediğiniz sonuç iki iyiden, yani zaferden veya şehit düşmekten biri değil mi? Biz ise Allah'ın sizi ya doğrudan doğruya kendi tarafından ya da bizim elimizle azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz."
 
Münafıklar, mü'minlerin başına nasıl bir musibet gelmesini bekliyorlar? Onların akıbetleri herhalde iyilik ve güzelliktir. Ya Allah'ın sözünü hükmünü yüceltip egemen kılarak zafere ulaşırlar. Bu, onların yeryüzünde elde edecekleri mükâfattır. Veya Hakk yolunda şehitliğe erişirler. Bu da, Allah katındaki derecelerin en büyüğüdür. Peki mü'minler, münafıklar için nasıl bir akıbeti bekliyorlar? Onları bekleyen ya Allah'ın kendilerinden önceki yalanlayıcıları yakaladığı gibi kendilerini de kıskıvrak yakalayacak olan azabıdır ya da daha önce müşriklerin başına geldiği gibi mü'minlerin elleriyle cezalandırılmalarıdır...
 
"Bekleyiniz bakalım, biz de sizinle birlikte bekliyoruz."
 
Sonuç bellidir... Neticede zafer müminlerindir.
 
ÖZDEN YOKSUN GÖRÜNTÜ
 
Savaşa gitmemek için mazeret ileri süren, savaştan geri kalan ve mü'minlerin bir açığını yakalamak için pusuda bekleyenlerin bazıları, cihada gitmemek için mazeret beyan ederken, malı yönden yardım yapmak istediklerini söylüyorlardı. Böylece her yerde ve her zamanda, münafıkların yöntemini kullanarak sopayı ortadan tutmak istiyorlardı. Yüce Allah onların bu sahte tekliflerini reddetti. Peygamberine, "Onların yapacakları harcamaların Allah'ın katında kabul edilmeyeceğini, çünkü bu harcamaları ile sadece gösteriş yaptıklarını ve korkudan böyle bir teklif getirdiklerini, imanlarını ve güvenlerini esas alarak infakta bulunmadıklarını açıklamayı" emretti. Gerçek durumları bu olduğuna göre, isterse onlar infaklarını müslümanları kandırmak için bir kalkan olarak gönül rızası ile vermiş olsunlar, isterse durumlarının ortaya çıkmasından korktukları için istemeyerek vermiş olsunlar, farketmez. Bu yoldaki harcamaları, her iki halde de reddedilmiş bulunmaktadır. Onların bu yardımları kendilerine bir sevap getirmeyecek ve Allah katında hesaba katılmayacaktır:
 
 
53- Onlara de ki, "İster gönüllü, ister gönülsüz olarak sadaka veriniz, verdiğiniz sadakalar kabul edilmeyecektir, sizler yoldan çıkmışlar güruhusunuz.
 
54- Verdikleri sadakaların kabul edilmesini engelleyen tek sebep şudur; Onlar Allah'a ve Peygamber'e inanmadılar, namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar ve verdikleri sadakaları istemeyerek verirler.
 
Bu, münafıkların her zamanki halidir. Korku ile her iki tarafı idare etmek. Gerçekten sapmış bir kalp ve sağduyusunu yitirmiş bir vicdan. Özden yoksun bir dış görünüş. Vicdanın gizlediğinin tersine bir görünüm.
 
Kur'an'ın hassas ifadesi bu halı tasvir ediyor:
 
"Namaza ancak uyuşuk uyuşuk dururlar."
 
Onlar namaza ancak görünmek için gelirler. Gerçekten namaz kılmak için değil. Ayrıca gerçek anlamda ve dosdoğru bir biçimde onu kılmazlar. Ona uyuşuk uyuşuk gelirler. Çünkü onları namaza gelmeye iten sebep, vicdanlarının derinliklerinden gelmez. Onlar namazı baştan savmak için kılıyorlar. Ve onlar namazla eğlendiklerinin de bilincindedirler! Yaptıkları yardımları da, harcamaları da, bu şekilde istemeyerek ve içlerinden gelmeyerek yapıyorlar.
Pek tabii olarak, yüce Allah bir inanç temeline dayanmayan ve harekete iten bir bilinçle birlikte olmayan bu dış görünüşe dayalı hareketleri kabul edecek değildir. İnsanı harekete geçiren etken, amelin özü ve niyet olmalıdır. İşte en sağlam kriter budur.
 
Halbuki istemeye istemeye ekonomik destek sağlayanlar, servet sahibi ve evlad sahibi bulunuyorlardı. Kendi çevrelerinde önemli bir etkinlikleri ve saygınlıkları vardı. Fakat bunların hiçbiri Allah katında bir değer taşımıyordu. Aynı şekilde bunlar, peygamberin ve mü'minlerin yanında da fazla bir değer taşımamaları gerekiyordu. Bunlar, afiyetle yararlanmaları için Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetler değildi. Bunlar ancak bir sınav aracıydı. Allah bunları onlara veriyor, sonra da bunların yüzünden kendilerini cezalandırıyordu.
 
56- Onlar sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler, oysa sizden değildirler, fakat ödlek bir güruhturlar.
 
57- Eğer bir sığınak, bir mağara ya da geçilecek bir yeraltı deliği bulsalar, dolu dizgin buralara koşarlardı.
 
Onlar korkaktırlar... Kur'an'ın ifadesi bu korkaklığın bir manzarasını çizmekte ve onu L:r hareket içinde canlandırmaktadır. İçlerindeki ve kalplerindeki bu hareket; bedenin hareketini ve gözler önündeki hareketi ortaya çıkartmaktadır:
 
"Eğer onlar bir sığınak, bir mağara ya da geçilecek bir yeraltı deliği bulsalar, doludizgin buralara koşarlardı."
 
Onlar sürekli olarak içinde gizlenecekleri ve güvene kavuşacakları bir yer arıyorlar. Bir kale, bir mağara, bir kaçacak delik arıyorlardı. Çünkü onlar ürkütülmüşler, yerlerinden kovalanma korkusuna kapılmışlardır. İçten gelen ürkeklikleri ve ruhlarına işleyen ödleklikleri onları kovalıyor. Bu nedenle onlar:
 
"Onlar sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler."
 
Pekiştirme edatlarının hepsini kullanarak yemin ederler ki, içlerindeki planlarını gizlesinler, niyetlerinin meydana çıkmasından sakınsınlar, kendi canlarını güven altına alsınlar... Bu ise ödlekliğin, korkunun, kaypaklığın ve ikiyüzlülüğün en çirkin şeklidir. Kur'an'ın hayret verici üslubundan başka bir ifade şekli, onu anlatamaz. Kur'an'ın anlatım üslubu, derin etki sahibi, mesaj verici edebi tasvir metodunu kullanarak insanın iç alemini duyu organlarıyla algılanabilecek biçimde somutlaştırarak anlatır.
 
MÜNAFIK YAPI VE KARAKTER
 
Surenin akışı, münafıklardan, onların en belirgin sözlerinden ve işlerinden söz etmeye devam ediyor. Onların gizlemeye çalıştıkları halde gizlemesini beceremedikleri niyetlerini açığa çıkarıyor. Bazıları zekât gelirlerinin dağılımında, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- dil uzatıyor. Ve onu dağıtımda adil davranmamakla suçluyordu. Halbuki peygamber masumdu. Yüce bir ahlâka sahipti. Bazıları ise, "Peygamber herkese kulak veriyor ve söylenen her sözü onaylıyor" diyorlardı. Halbuki o, anlayışlı, sağduyu sahibi, düşünen, muhakeme eden ve en uygun biçimde hareket eden bir peygamberdi. Bazıları da, çirkin ve küfre götüren sözleri gizlice söylüyorlardı. Durumu ortaya çıkınca da söylediklerinin sonucuna, cezasına katlanmamak, kendilerini temize çıkarmak için yalana ve yemine başvuruyorlardı. Bazıları da, yüce Allah'ın kendileri hakkında bir sure indirerek, onların münafıklıklarını açıklayacağından çekiniyorlardı.
 
Sure münafık grupların durumunu gözönüne serdikten sonra, ikiyüzlülüğün (nifak) ve ikiyüzlülerin (münafık) yapısını, karakterini ortaya koyan bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirme, münafıklarla daha önceki kâfirler arasında bir bağ kuruyor. O eski dönemdeki kâfirler Allah'ın kendileri için belirlediği süreyi doldurduktan sonra yokedilmişlerdi... Amaç, bu münafıkların yapısı ve karakteri ile, inanç sistemine samimiyetle bağlanan ve münafıklık yapmayan gerçek mü'minlerin karakteri arasındaki farkları ortaya çıkarmaktır.
 
 
58- Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar. Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse memnun olurlar, eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise hemen öfkeleniverirler.
 
59- Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine ayırdığı pay sevinçle karşılayarak, "Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a bağlamışız" deselerdi, kendileri hakkında daha iyi olurdu.
 
60-Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere, zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
 
Bazı münafıklar senin hakkında ağır sözler söylüyorlar. Senin zekât gelirlerini bölüştürürken adaletsiz davrandığını, adam kayırdığını ileri sürüyorlar. Bu iddiayı adalete düşkünlüklerinden hakka ilişkin duyarlılıklarından ya da dine bağlı olduklarından dolayı ileri sürmüyorlar. Bu yakışıksız iddianın tek gerekçesi, kişisel menfaatleri, ihtirasları, çıkarcılıkları ve bencillikleridir:
 
"Eğer zekât gelirlerinden kendilerine bir pay verilirse memnun olurlar."
 
Ve o zaman artık hakkı, adaleti ve dini umursamazlar.
 
"Eğer bu gelirlerden kendilerine bir pay verilmez ise hemen öfkeleniverirler."
 
Elimizde bu ayetin iniş sebebine ilişkin çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerde, bizzat Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Zekât gelirlerinin dağıtımında adil davranmadığını söyleyen belli kişilerden söz edilmekte, belli olaylara parmak basılmaktadır.
 
İmamı Buhari ve İmamı Nesei rivayet ettiğine göre, Ebu Said el-Hudri şöyle diyor: -Allah ondan razı olsun- "Peygamberimiz bir defasında bir ganimet malını bölüştürüyordu. Bu sırada Temin kabilesinden Zul-Huveysir geldi ve "Ey Allah'ın elçisi! Adil ol!" dedi.
 
Peygamberimiz ona şu karşılığı verdi: "Yazıklar olsun sana! Ben adil olmadıktan sonra kim adil olabilir."
 
Hz. Ömer -salât ve selâm üzerine olsun- "Ya Resulallah, bana izin ver de onun boynunu vurayım" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun ise, `Ey Ömer, bırak gitsin... Çünkü onun öyle arkadaşları vardır ki, sizden biriniz onların namazlarına baktığında kendi namazının, onların oruçlarına baktığında kendi orucunun basit kaldığını görecektir... Onlar okun yaydan fırlaması gibi dinin dışına fırlarlar" buyurdu.
 
"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar" ayeti işte bunlar hakkında indi."
 
İbn-i Nurdeveyh de İbn-i Mes'ud'un -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Huneyn savaşından elde edilen ganimetleri bölüştürürken bir adamın şöyle dediğini işittim: "Bu bölüştürme, Allah'ın rızasını gözetmeyen bir bölüştürmedir" Bunun üzerine gidip Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bu olayı haber verdim. Peygamberimiz, "Allah Hz. Musa'ya rahmet eylesin. O, bundan daha kaba şeylerle karşılaşmış ve sabretmişti" buyurdu. İşte bu sırada:
 
"Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar."
ayeti indi.
 
Süneyd ve İbn-i Cerir'in rivayet ettiklerine göre, Davud İbn-i Ebu Asım şöyle diyor:
 
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bir zekât malı getirilmişti. O da bu malı, şuraya buraya diyerek bitinceye kadar dağıttı. Onun böyle dağıttığını gören Ensar'dan bir adam: "Adalet bu değildir"! dedi. İşte bunun üzerine bu ayet indi.
 
Onların bazıları sadakaların (zekât gelirlerinin) bölüştürülmesi konusunda sana dil uzatırlar ayeti hakkında, Katade; `Onlar seni zekât gelirlerinin bölüşümü konusunda suçlarlar' açıklamasını yapmaktadır. Bize anlatıldığına göre, henüz yeni müslüman olan bedevi bir Arap, Peygamberimizin yanına gelmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada altın ve gümüş bölüştürüyordu. Köylü adam, "Ey Muhammed! Eğer Allah sana adil davranmayı emretmişse, sen bu bölüştürmede adil davranmadın!" dedi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana! Eğer ben adaletli davranmıyorsam, artık kim adaletli davranabilir!" buyurdu.
 
Herneyse, bu ayet belirtiyor ki, bu söz münafıklardan bir grubun sözüdür. Onlar bunu, aşırı bağlılıklarından dolayı söylemiyorlardı. Kendilerine düşen paya razı olmadıkları için, büyük paylar kendilerine düşmediği için bu tür sözler söylüyorlardı... Bu da, onların münafık olduklarının apaçık belirtisidir. Yoksa bu dine iman eden bir insan, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ahlâkı konusunda şüpheye düşmez. Çünkü o, peygamber olmadan önce dahi doğru sözlü, güvenilir bir insan olarak biliniyordu. Adalet ise, yüce Allah'ın, Peygamberimiz şöyle dursun, mü'min kullarının titizlikle üzerinde durmalarını istediği emanetlerden biridir. Açıktır ki, bu ayetler; daha önce meydana gelen olaylara ve gerçeklere değinmektedir. Fakat bu ayetler savaş esnasında iniyor ki, hem savaş sırasında, hem de başka zamanlarda münafıkların sürekli biçimde nasıl bir yol ve tutum izlediklerini tasvir etsinler...
 
İşte tam bu sırada, Kur'an'ın anlatım üslubu, gerçek anlamda inanmış olan mü'minlere yakışan yolu da çiziyor.
 
"Oysa eğer onlar Allah'ın ve Peygamber'in kendilerine ayırdığı payı sevinçle karşılayarak, `Allah bize yeter, yakında Allah da bize lütfundan verecek, Peygamber de. Biz umudumuzu yalnız Allah'a bağlamışız' deselerdi, kendileri hakkında daha iyi olurdu."
 
İşte bu, ruhun ve dilin terbiyesidir. İman terbiyesi; Allah'ın ve peygamberinin bölüştürmesine razı olmaktır. Gönülden kabullenerek, katılarak ve teslim olarak razı olmaktır. Baskı ve zorla razı olmak değil. Allah ile yetinmekti. Zaten Allah kuluna yeter. Allah'ın ve peygamberinin lütfundan umutlu olmak, bütün maddi kazançların ve tüm dünya ihtiraslarından uzak bir şekilde Allah'ı arzulàmak, yine iman terbiyesinin gereğidir. İşte mü'minlerin kalbini etkisi altına alan gerçek iman ahlâkı budur. Fakat kalpleri kesin imanın nuru ile aydınlanmamış, imanın huzuru ruhlarını etkisi altına almamış olan münafıkların kalpleri bu terbiyenin ne olduğunu kavrayamaz.
 
Allah ve peygamberi hakkında tam bir bağlılık; gönül huzuru ve teslimiyet ile takınılması gereken bu terbiyeyi açıkladıktan sonra, Kur'an'ın anlatım üslubu şu noktaya temas ediyor: Bu işi düzenleyen, belirleyen Peygamberimiz değildir. Bu, Allah'ın belirlemesi, düzenlemesi ve bölüştürmesidir. Bu işte peygamberin, alemlerin Rabbi tarafından belirlenen ve düzenlenen hükmünü uygulamaktan başka bir fonksiyonu yoktur. İşte bu sadakalar (zekât gelirleri) Allah'ın kesin bir emri olarak zenginlerden alınır, yine Allah'ın kesin bir emri olarak fakirlere dağıtılır. Toplanan bu gelirler, Kur'an'ın belirlediği insan kesimlerine verilir. Bu gelirlerin dağılımı hiç kimsenin isteğine bırakılmamıştır. Peygamberin isteğine bile...
 
"Sadakalar, (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere, zekât toplamakla görevli memurlara, kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere, sözleşmeli kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışanlara ve yarı yolda kalanlara verilir. Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
 
İşte bu şekilde zekât gelirleri de Allah'ın şeriatındaki yerine, islâm düzenindeki yerine oturtulmuş olur. Buna göre zekât, kendilerine zekâtın farz kılındığı insanın lütfu ve bağışı değildir. Zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Dağıtan ve bölüştüren tarafından ölçüsüz-tartısız biçimde dağıtılan bir bağış da değildir. Nereye verileceği belirlenmiş bir paylaştırmadır. Zekât islâmın kesin emirlerinden biridir. Müslüman devlet, onu belli bir düzen ve sistem içinde toplar ve belirlenmiş sosyal hizmetleri onunla görür. Zekât, onu veren tarafından bir iyilik, bir bağış olmadığı gibi, alan için de bir el açma ve bir dilenme lekesi değildir... İslâmın sosyal düzeni asla dilencilik üzerine kurulmamıştır, kurulamaz da.
 
İslâm düzeninde hayatın temeli çalışmaktır. Bütün çeşitleri ve bütün türleri ile çalışmak. İslâm devleti çalışabilecek herkese çalışma imkânı sağlamak, iş vermek durumundadır. İş sahası açmak, çalışma şartlarını en güzel biçimde hazırlamak ve emeğin karşılığını tam ve dolgun biçimde vermek zorundadır. Çalışma imkanına sahip olan insanların zekât gelirlerinde bir hakları yoktur. Zekât, gücü yetenler ile gücü yetmeyen aciz kesimler arasında gerçekleştirilmesi gereken bir sosyal dayanışma vergisidir. Bu sosyal dayanışma devletin desteği ve denetimi altındadır. Zekâtı toplama ve ilgili yerlere dağıtma görevi devletindir. Yeter ki, toplum düzeni sağlıklı olan islâmi ilkelere dayandırılsın ve Allah'ın şeriatı uygulansın. Onun dışında başka kanunlara ve sistemlere başvurulmaya kalkışılmasın.
 
Abdullah İbn-i Ömer'den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur: "Zekât gelirleri zenginlere gücü-imkânı yerinde olanlara helâl değildir." (İmam Ahmet, Ebu Davud, Tirmizi)
 
Abdullah, İbn-i Adiy İbn-i Hıyar anlatıyor: "İki adam bana haber verdi. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gittik ve ondan zekât gelirlerinden bir pay istedik. Peygamberimiz, bizim üstümüze-başımıza şöyle bir baktı. Bizim, gücü-kuvveti yerinde adamlar olduğumuzu gördü ve `Zenginlerin ve çalışıp kazanabilecek gücü-kuvveti olanların zekât gelirlerinde payı yoktur. Ama buna rağmen siz istiyorsanız size veririm" buyurdu.(İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi)
 
Zekât, islâmın sosyal dayanışma düzeninin bölümlerinden sadece birisidir. Bu düzen zekâttan çok daha kapsamlı ve geniştir. Çünkü bu sosyal dayanışma düzeni, hayatın tümünü kuşatan pek çok çizgilerle somutluk kazanmaktadır. İnsani ilişkilerin çeşitli yönlerini ve alanlarını bütünü ile kapsayan çizgilerle uygulamaya konulmaktadır. İşte zekât, bu sosyal düzenin ana çizgilerinden sadece bir tanesidir.
 
Zekât, malların çeşitlerine göre onda bir, yirmide bir ve kırkta bir oranındadır. Yine zekât, yaklaşık olarak yirmi cüneyh değerindeki ihtiyaç fazlalığından ve ayrıca bu malların bir yıl geçmesi gerekir. Böylece zekâtın gelirine ümmetin büyük çoğunluğu katkıda bulunmuş olur. Zekâtın verileceği kesimlerin başında, yoksullar ve düşkünler gelir. Yoksullar belli miktarda geliri olduğu halde, bu gelirleri yeterli olmayan ve ihtiyaçlarını karşılamayan kimselerdir. Ayeti kerimede geçen (ve bizim düşkün diye tercüme ettiğimiz) kesim ise, aşağı-yukarı durumları fakirler gibi olan kimselerdir. Yalnız bu fakirler ihtiyaçsız görünmeye çalışırlar. Sıkıntıda olduklarını göstermezler ve dilenmezler.
 
Bir sene zekât verenlerin pek çoğu, gelecek sene zekât alacak duruma düşebilir. Böylelerinin, ellerindeki servet azalarak ihtiyaçlarını karşılayamaz duruma düşebilir. Bu açıdan zekât sosyal bir güvencedir. Bazıları da, zekât gelirlerine hiçbir katkıda bulunmadıkları halde, zekât alacak duruma düşmüştür. Bu açıdan da zekât, sosyal bir dayanışmadır. Tabii ki, zekât, güvence ve dayanışma olmaktan önce, Allah'ın kesin bir emridir. Zekât vermekle insan benliğini pisliklerden arındırmış olur. Allah'a kulluğunu ortaya koymuş olur. Cimrilikten kurtulur. Zekât vermekle kendi ihtiraslarına galip gelmiş olur.
 
"Sadakalar (zekât gelirleri) sadece yoksullara, düşkünlere... verilir.
 
Bunu daha önce açıkladık.
 
"Zekât toplamakla görevli memurlara."
 
Yani zekâtı toplamak için görevlendirilmiş memurlara...
 
"Kalpleri islâma ısındırılmak istenenlere."
 
Bunlar birkaç gruptur. Bunlardan bir kesim islâma yeni girmiştir. İslâma sağlıklı biçimde bağlanmaları istenmektedir. Bir kesimi de henüz islâma girmemiştir. Kalplerinin ısındırabileceği ve müslüman olabilecekleri ümit edilmektedir. Bir kesimi ise, islâma girmiş ve sağlıklı biçimde ona bağlanmıştır. Fakat kendi çevreleri içinde yaşayan, kendileri gibi insanların kalpleri ısındırılmak istenmektedir. Böylece umulur ki, yakınlarının geçim imkânlarına kavuştuğunu görenler, müslüman olma arzusunu duyarlar. İslâmın üstünlüğü gerçekleştikten sonra, kalpleri ısındırılmak istenen insanlara zekât düşer mi, düşmez mi diye fıkhi bir tartışma vardır. Fakat bu dinin stratejisi pek çok durumlarda ve çeşitli aşamalarda böyle uygulamalarla karşı karşıya gelecektir. O aşamalarda bazı insanlara bu tür yardımların yapılması gerekecektir. Onlara verilen zekât ya müslüman oldukları için rızıklarını zorlu mücadelelerle kazandıklarından ya da islâma bağlılıklarını sürdürmelerine bir katkıda bulunması düşüncesiyle veya onların islâma yakınlaştırılmaları amacıyla verilir. Nitekim islâma yararlı olmaları, ona çağrıda bulunup şurada-burada onu savunmaları ümit edilen bazı müslüman olmayan kişilere yardım edilmesi, bu türden bir ihtiyaçtır.
 
Biz bu gerçeği böyle anlıyoruz. Böylece şartların ve durumların değişmesine rağmen, yüce Allah'ın mükemmel bir hikmet ile müslümanların işlerini idare ettiğini apaçık olarak görmüş oluyoruz.
 
"Sözleşmeli kölelere."
 
Bu köleliğin bütün dünyaya egemen olduğu bir sırada, islâmın ortaya koyduğu hükümdü. O günlerde müslümanlarla düşmanları arasında yapılan savaşlarda, bu genel kölelik uygulaması geçerliydi. İslâmın, bütün dünyanın kölelik sisteminden başka bir sistemi tanımasına değin, düşmanın bu uygulamasına karşılık vermekten başka çaresi yoktu... İşte zekât gelirinin bu payı, özgürlüğüne kavuşmak için efendisine belli bir miktar para vermek üzere anlaşan kölelerin özgürlüklerine kavuşturulmasına destek ve yardım olsun diye ayrılmıştır. Bu köle, zekât mallarından aldığı destek ile özgürlüğüne kavuşacaktır. Veya devletin kendisi, bu gelirleri kullanarak köleleri satın alıp azad edecek, serbest bırakacaktır.
 
"Borçlulara."
Bu kimseler gayri meşru sebeplerle borca girmiş olmamalıdır. Onlara borçlarını ödemeleri için zekâttan bir pay verilir. Nitekim materyalist modern medeniyet de, her ne sebeple olursa olsun iflas ettiğini ilan eden borçlu tüccarlara destek vermektedir! İslâm, dayanışmayı ilke olarak kabul eden bir düzendir. Orada onurlu olan düşmez. Güvenilir olanın hakkı zayi olmaz. Bu düzende insanlar, yeryüzü kanunlarında veya orman kanunlarında olduğu gibi, düzenleyici kanunlarla birbirini yemezler!
 
"Allah yolunda çalışanlara."
 
Bu geniş bir kapıdır. Allah'ın egemenliğini yeryüzünde gerçekleştirmeye yarayan, toplumun yararına olan her şeyi kapsamına alır, kuşatır.
 
"Ve yarı yolda kalanlara."
 
Bunlar kendi ülkesinde zengin olsalar bile, yolda kalan ve dolayısıyla mallarından uzakta kalan, sıkıntıya düşen yolculardır.
 
İşte bugün pek çok demagojilere neden olan ve bir dilencilik, bir bağış düzeni olarak yaftalanarak dillere dolanan zekât sistemi budur. Böylece anlaşılıyor ki, zekât, sosyal bir görevdir, zorunluluktur. İslâmi bir ibadet şeklinde verilir... Bu yolla Allah kalpleri cimrilikten arındırır, temizler, müslüman ümmetin bireyleri arasında bir merhamet ve dayanışma vasıtası kılar. İnsan hayatının sosyal ortamın sertliklerini yumuşatır, güzelleştirir. İnsanlığın yaralarını sarar. Aynı zamanda sosyal güvenceyi, sosyal dayanışmayı en geniş boyutları ile sağlar, yanısıra bu eylem bunun yine de ibadet niteliğini korur. İnsanlar arasındaki ilişkileri geliştirdiği gibi, insanın Allah'a olan bağını pekiştirir.
 
"Bu paylaştırma sırası Allah tarafından belirlenmiştir."
 
İnsan için nelerin yararlı olduğunu bilen ve insanların işlerini en güzel biçimde evirip-çeviren Allah tarafından...
 
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
 
Zekât gelirlerinin bölüştürme ve dağıtma ilkelerini bu şekilde açıkladıktan sonra, güvenilir bir peygambere dil uzatmakla edepsizliklerini ortaya koymalarının yanında, onların bu Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- karalamakla cahilliklerini açığa vurduklarını belirten surenin akışı, bundan sonra münafıkların gruplarını, neler söylediklerini ve neler yaptıklarını açıklayarak devam etmektedir:

 

Fizilal Anasayfasına dönebilirsiniz!