61- Onlardan bazıları da, "Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir" diyerek, onu üzerler. Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır; Allah'a inanır, mü'minlere güvenir, içinizdeki mü'minler için rahmettir. Allah'ın elçisini üzenleri acıklı bir azap beklemektedir.
62- Sizin hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin ederler. Ohsa eğer mü'min olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi.
63- Onlar halâ öğrenemediler mi ki, Allah'a ve Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi olarak kalacaktır. Bu büyük perişanlıktır.
64- Münafıklar kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa vuracak bir surenin inmesinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin bakalım, Allah kesinlikle korktuğunuzu meydana çıkaracaktır. "
65- Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık aramızda eğleniyorduk derler. ' De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?"
66- Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız.
Kuşkusuz bu da peygamber hakkında bir edepsizliktir. Zekât gelirleri konusunda peygambere dil uzattıkları gibi, burada da başka şekilde dil uzatıyorlar. Onlar Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- insanlara karşı gayet nezih bir edep ve terbiye ile hareket ettiğini, onlara iltifat ettiğini, toleranslı davrandığını, şeriatının ilkeleri gereği olarak dış görünüşlerine göre onlara muamele ettiğini, yumuşak davrandığını, engin bir gönülle onlara açıldığını görüyorlardı. Bu yüce ve üstün terbiyeye kendi adından başka bir ad veriyorlardı. Onu, gerçekte olduğundan başka türlü niteliyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- hakkında, "O sadece bir kulaktır" diyorlardı. Yani her söze kulak verip dinliyor. Yalan, aldatma ve yaldızlı sözlerin hepsine kulak veriyor. Sözdeki aldatmayı ve yalanı farketmiyor. Kim ona yemin ederse onu doğruluyor, onaylıyor. Kim kendisini kandıracak bir söz söylerse onu kabul ediyor. Onlar bu tür sözleri birbirlerine söylüyorlardı. Böylece, kendi kendilerini tatmin ediyorlardı. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerinin gerçek yüzlerini ortaya çıkaramadığını, ikiyüzlülüklerinin farkına varmadığını söylüyorlardı. Veya münafıkların hallerine ve neler çevirdiklerine, peygamber ve müslümanlar hakkında neler söylediklerine şahit olan samimi müslümanların verdikleri haberleri doğrulamakla peygamberi eleştiriyorlardı. Onların bu her iki halini ortaya koyan rivayetler, ayetin iniş sebepleri sırasında aktarılmaktadır. Bu her iki duruma ilişkin rivayetler de ayetin kapsamına girmekte ve her ikisi de münafıklar tarafından işlenmektedir.
Kur'an-ı Kerim onların sözlerini ele alıyor ki, onunla kendilerine karşılık versin:
"Peygamber herkesi dinleyen bir kulaktan ibarettir diyerek" Evet... Ama!
"Onlara de ki; "O sizin için yararlı bir kulaktır."
İyi bir kulaktır. Vahye kulak verir. Sonra onu size tebliğ eder, iletir. Bu sizin hayrınıza ve yararınızadır. Hayırlı bir kulaktır. Terbiyesini takınarak sizleri dinler. İki yüzlülüğünüzü yüzlerinize vurmaz. Hileleriniz ve aldatmalarınızdan ötürü sizi eleştirmez, gösteriş yaptığınız için de sizi hesaba çekmez.
"Allah'a inanır."
Allah'ın sizler ve diğerleri hakkında kendisine verdiği haberlerin tümünü doğrular, tasdik eder.
"Mü'minlere güvenir."
Onlara karşı açık yürekli olur. Ve onlara güvenir. Çünkü o, mü'minlerin gerçek imana sahip olduklarını, bu gerçek imanlarının kendilerini yalandan, kaypaklıktan ve gösterişten koruyacağını bilir.
"İçinizdeki mü'minler için rahmettir."
Onların ellerinden tutarak kendilerini iyiliğe iletir.
"Allah'ın elçisini üzenleri acıklı bir azap beklemektedir."
Allah'ın elçisi olduğu halde onu rahatsız edenlere karşı peygamberini tutmanın bir sonucu olarak, bu cezayı Allah verir onlara.
"Sizin hoşnutluğunuzu kazanmak için Allah'a yemin ederler. Oysa mü'min olsalardı, Allah'ın ve peygamberin hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi."
Evet, sizi razı etmek için Allah'a yemin ederler. Bu, münafıkların her zamanki halidir, metodudur. Onlar yapacaklarını perde arkasında yaparlar. Söyleyeceklerini insanın arkasında söylerler. Ayrıca yüzyüze gelmekten korkarlar. Apaçık olarak konuşma karşısında etkisiz kalırlar. İnsanların gönlünü kazanmak için küçülürler, alçalırlar.
"Oysa eğer mü'min olsalardı, Allah'ın ve Peygamber'in hoşnutluğunu kazanmayı daha gerekli görürlerdi."
İnsan ne yapabilir ki? İnsanların kuvveti nereye varabilir ki? Fakat normalde Allah'a inanmayan ve O'na boyun eğmeyen biri, kendisi gibi bir insana boyun eğer ve ondan korkar. Halbuki eğer insan herkese eşit ve adil davranan Allah'a boyun eğseydi, daha iyi olurdu. Çünkü Allah'a boyun eğen insan alçalmaz. Allah'ın kullarına boyun eğen insan alçalır. Allah'dan korkan insan küçülmez. Allah'dan yüz çeviren, O'ndan değil de kullarından korkan insan küçülür.
"Onlar halâ öğrenemediler mi ki, Allah'a ve Peygamber'e zıt düşeni, düşman olanı cehennem ateşi bekliyor; o, orada ebedi olarak kalacaktır. Bu büyük perişanlıktır."
Bu kınamayı ve yadırgamayı ifade eden bir sorudur. Çünkü onlar inandıklarını iddia ediyorlar. İman eden bir insan, Allah'a ve peygamberine karşı savaşmanın en büyük günah olduğunu bilir. Böyle bir günahı işleyen kulları, cehennemin beklediğini bilir. Ve bu, perişanlığın, sapıklıkta diretmenin tam karşılığı olduğunu anlar. Eğer onlar iddia ettikleri gibi iman etmişlerse, nasıl bunları bilmiyorlar?
Onlar, Allah'ın kullarından korkuyorlar ve onları razı etmek için yemin ediyorlar. Böylece kendileri hakkında onlara ulaşan haberleri reddediyorlar. Peki nasıl oluyor da, kullardan (insanlardan) korktukları halde onların yaratıcısı olan Allah'dan korkmuyorlar ve Peygamberimize sıkıntı verip onun dinine karşı savaşıyorlar? Sanki onlar bu halleriyle Allah'a karşı savaşıyorlar. Allah herhangi birisinin, O'na karşı savaşmasından çok yücedir. Bu ifade tarzı ile onların ne denli büyük bir cinayet işledikleri, ne denli büyük bir günaha girdikleri tasvir edilmekte, canlandırılmaktadır. Peygamberimize sıkıntı verip gizliden gizliye onun dini aleyhine planlar, tuzaklar kurmaya çalışanlara bir gözdağı verilmek istenmektedir.
Aslında onlar, Peygamberimizin yanındaki mü'minlere mertçe karşı çıkamayacak kadar korkaktırlar. Ve Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun onların niyetleri hakkında bilgi vermesinden korkmaktadırlar.
"Münafıklar kalplerinde sakladıkları kâfirliği açığa vuracak bir surenin inmesinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin bakalım, Allah kesinlikle korktuğunuzu meydana çıkaracaktır."
"Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık, aramızda eğleniyorduk' derler. De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber'i ile mi alay ediyordunuz?"
"Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız."
Bu ayetler, münafıkların, Allah tarafından indirilecek bir sure ile içyüzlerinin ortaya konmasından, kalplerinde gizledikleri şeyleri haber vermesinden, gizlemiş oldukları şeyleri insanlara bildirmesinden endişe ettiklerini belirten genel bir ifadedir.
Bu ayetlerin iniş sebepleri hakkında, belli birtakım olaylardan söz eden birçok rivayetler de vardır.
Ebu Ma'ser el-Medini, Muhammed b. Ka'b el-Karazi'de ve başkalarına dayanarak bildirdiğine göre, münafıklardan bir adam şöyle demişti: "Görüyorum ki, bizim Kur'an okuyucularımız, mide bakımından bizden daha iştahlı, dil bakımından bizden daha yalancı ve düşmanla karşılaşmada bizim en korkaklarımızdır."
Onun bu sözleri Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ulaştı. Gönderilen haber üzerine adam geldiğinde peygamber bineğine binmiş, yola çıkmıştı. Adam şöyle dedi:
"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" dedi. Peygamberimiz:
"Allah ile Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?" "Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız." ayetini okudu."
Bu sırada adamın titremesi ayak ucundaki taşları oynatıyordu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onun yüzüne hiç bakmadı. Adam Peygamberimizin kılıcına asılmış duruyordu.
Muhammed İbn-i İshak der ki; Beni Ümeyye İbn-i Zeyd İbn-i Amr, İbn-i Avf'ın kardeşi Vedia İbn-i ile Sabit, Mahşa İbn-i Humeyr adı verilen Beni Seleme'nin dostu Eşca kabilesinden bir adam da dahil olmak üzere münafıklardan bir grup Tebük'e doğru yol alırken Peygamberle -salât ve selâm üzerine olsun- beraber yürüyorlardı. Birbirlerine dediler ki; "Siz Asfaroğulları'nın (Rumlar'ın) savaşçılarını, Araplar'ın birbirleriyle savaşması gibi mi görüyorsunuz? Allah'a yemin ederiz ki, yarın başlarınıza gelecekleri, iplere vuruluşunuzu şimdiden görür gibiyiz." Onlar bu tür sözlerle mü'minlerin cesaretini kırmak, morallerini bozmak istiyorlardı. Mahşa İbn-i Humeyr dedi ki; `Allah'a yemin ederim ki, ben sizin bu sözleriniz hakkında bir Kur'an ayeti inmesi yerine, herbirinize yüz kırbaç atılmasına hükmedilmesini tercih ederdim. Bana ulaşan haberlere göre Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar İbn-i Yasir'i bu olayı tahkik etmesi için görevlendirmiş ve "Onlara yetiş, onlar yaktılar kendilerini, onların neler söylediklerini sor. Eğer itiraf etmez, inkâr ederlerse, "Evet siz öyle söylediniz de" buyurmuştur... Ammar İbn-i Yaser onların yanına gitti. Onlara söyleyeceklerini söyledi. Onlar ise, Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- gelip özür dilediler. Vedia İbn-i Sabit bu sırada bineğinin üzerinde duran peygamberin terkisine yapışarak: "Ya Resulallah, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" deyip yalvarıyordu. Mahşa İbn-i Humeyr: "Ya Rasulullah, Ben kendi adıma ve babamın ismine güvendim" dedi. İşte bu ayette bağışlanmalarından söz edilenlerden biri de, Mahşa İbn-i Humeyr idi. Bundan sonra ona Abdurrahman adı verildi. Hiç kimsenin bilmediği bir yerde şehid olarak ölmeyi Rabbinden, diledi. Yemame savaşlarında şehit düştü. Fakat hiçbir izine rastlanmadı.
İbnul Münzir, İbn-i Ebi Hatim ve Ebuş Şeyh, Katade'den rivayet ederler Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşına doğru ilerliyordu. Önünde bir grup münafık yürüyordu. Birbirlerine dediler k:
Bu adam (yani Hz. Muhammed) Şam'ın saraylarını ve kalelerini fethedeceğini mi sanıyor? Ne büyük hayal!
Yüce Allah, Peygamberini -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuşmadan haberdar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Şu süvarileri durdurun" dedi. Sonra onların yanına gitti ve "Siz şöyle şöyle söylediniz değil mi?" diye sordu. Onlar:
"Ey Allah'ın resulü, biz sadece oynuyor ve eğleniyorduk" dediler.
Yüce Allah, onlar hakkında şu duyduğunuz ayetleri indirdi.
"Biz sadece oynuyor ve eğleniyoruz."
Sanki bu meseleler oyun ve eğlence konusu yapılabilecek basit meselelerdir... Halbuki ele aldıkları bu meseleler, çok büyük ve önemli meselelerdir. Bunların, inanç sisteminin temeliyle; sağlam ve köklü ilişkileri vardır.
"De ki; Siz Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz?"
İşte bu nedenle, cinayetin büyüklüğü nedeniyle, küfür sözü söyledikleri, açığa vurdukları, imanlarından sonra tekrar küfre dönüş yaptıkları apaçık olarak yüzlerine vurulmuştur. Allah'ın azabı ile tehdit edilmişlerdir. Bu azap, tezelden tövbe ettikleri ve sağlıklı imana dönüş yaptıkları için bazılarına gelmese de ikiyüzlülüğünü sürdüren, Allah'ın ayetleri, peygamberi, inanç sistemi ve dini ile alay etmeye devam eden diğer grubu yakalayı verecektir:
"Ağır suçlu olduklarından dolayı."
Bu ayetler münafıkların sözlerini, işlerini ve düşüncelerini bu tipik örnekleriyle bu şekilde ortaya koyduktan sonra, münafıkların gerçek yüzlerini ana hatları ile ortaya koyuyor. Onların, gerçek mü'minlerden ayıran belli-başlı sıfatlarını belirtiyor. Ve hepsini bekleyen azabın ne tür bir azap olduğuna açıklık getiriyor:
67- Erkek-kadın bütün münafıklar hep birdirler. Kötülüğü emrederler, iyiliği yasaklarlar, elleri sıkıdır, onlar Allah'ı unuttukları için Allah da onları unuttu. Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler.
68- Allah erkek-kadın münafıklar ile kâfirleri cehennem ateşi ile cezalandıracağına söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Orası onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir. Onları sürekli bir azap beklemektedir.
Münafık erkekler ve münafık kadınlar aynı mayadan ve aynı karakterdendirler. Nerede ve ne zaman olursa olsun münafıklar aynıdır. İşleri ve sözleri değişebilir. Fakat onların karakterleri aynıdır. Tek bir kaynaktan beslenirler. İçleri fenalık dolu. Kalpleri kara. Jurnalci, düzenbaz, yüzyüze gelmekten, açık olmaktan çekinen bir karaktere sahip olmaları bunların en belirgin nitelikleridir. Benimsedikleri yaşam tarzı ise, kötülüğü emretmek, iyiliği yasaklamaktır. Cimriliktir. Harcamalarda bulunsalar dahi bu gösteriş için harcamalarıdır. Onlar kötülüğü emrederken, iyiliği yasaklarken bu eylemlerini gizli yaparlar. Bunları yaparken, amaçları hile, tuzak ve kaş-göz hareketleriyle mü'minleri çekiştirmektir. Çünkü onlar bu tür şeylere kendilerini güvenli hissetmedikleri yerlerde açıkça cesaret edemezler. Onlar, "Allah'ı unutmuşlardır." Onların tüm hesapları ve planları, menfaat hesaplarıdır. Onlar, insanların güçlü olanlarından başka kimseden korkmazlar. Güçlülere boyun eğerler ve onlara yaltaklık ederler. "Allah da onları unuttu."
Artık onların Allah katında bir değeri ve itibarı kalmadı. Onlar, dünyada insanların yanında böyledirler. Ahiret gününde Allah katında da, durumları aynı olacaktır. Ancak güçlü-açık adamlar hesaplarını, insanların yapılarına göre değiştirmezler. Görüşlerini apaçık olarak söylerler. Bu yapıdaki insanlar, inanç sistemlerinin adamı olduklarını ortaya koyarlar. Düşünceleriyle bütün dünyaya meydan okurlar. Savaşlarını veya barışlarını gün gibi bir şekilde sürdürürler. Bunlar insanların ilahını hatırlarından çıkarmadıkları için, insanları unutan kimselerdir. Gerçeği savunmada hiçbir kimsenin kınamasından korkmazlar. İşte bu insanlar, Allah'ı zikreder, O'nu hatırlarlar. İnsanlar da onlardan söz ederler. Ve onlara özellik ve önem verirler.
"Münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridirler."
Onlar, imanın dışına çıkmışlardır. Doğru yoldan sapmışlardır. Yüce Allah, kâfirlerin akıbeti gibi bir akıbeti onlara da haber vermiştir.
"Allah erkek-kadın bütün münafıklar ile kâfirleri cehennem ateşi ile cezalandıracağına söz vermiştir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır."
Orası onlara ve işlemiş oldukları suçlara tam uygun düşmektedir.
"Allah onları lânetlemiştir."
Onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır.
"Onları sürekli bir azap beklemektedir.
Bu dinden çıkmış, doğru yoldan sapmış ve sapıklığa düşmüş bu karakter, yeni görülen bir şey değildir. insanlık tarihinde bunun pek çok benzerleri ve örnekleri vardır. Bunlardan önce de insanlık tarihinde bu türden örneklere rastlanmıştır. Daha önceki bu insanlar, bu yeryüzünde kendilerine takdir edilen nasiplerinden istifade ettikten sonra, dosdoğru fıtrattan ve tutarlı yoldan ayrılmalarının doğal bir sonucu olarak, yaptıklarına uygun düşecek bir akıbete uğramışlardır. Oysa bu yolun o eski yolcuları kendilerinden daha güçlüydü. Servetleri ve çocukları daha fazlaydı. Fakat onların tüm bu imkânları bir yarar sağlamadı ve kendilerini kurtaramadı.
Kur'an-ı Kerim bu topluluğa kendilerinden öncekilerin akıbetlerini hatırlatıyor, kendilerinin aynı yolu izlediklerini ve aynı akıbete uğrayacaklarını gösteriyor. Onların uğradıkları akıbete uğramamak için önlem almalarını hatırlatıyor ki, belki bu şekilde doğru yolu bulurlar.
69- Ey münafıklar, siz de sizden önce yaşamış ve sizden daha güçlü, daha zengin ve daha çok sayıda çocuklu olup paylarına düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapılan kimseler gibi davrandınız, bu kimseler nasıl paylarına düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapıldılar ise, siz de öylece payınıza düşen dünya nimetlerinin cazibesine kapıldınız, vaktiyle eğriliğe dalanlar gibi siz de eğriliğe daldınız. Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir.
Bunlar insanın güç, servet ve evlât ile denenmesidir. Kalpleri ile yüce ve büyük kuvvet kaynağı olan Allah'a bağlananlar, yeryüzünde kendilerinin hizmetine verilen geçici kuvvete aldanmazlar. Çünkü onlar, daha güçlü olan Allah'dan korkarlar. Bütün güçlerini Allah'a bağlılık yolunda ve O'nun dininin hükmünü egemen kılmak için harcarlar. Onlar mala, servete ve çocuklara aldanmazlar. Çünkü onlar, bu malları ve çocukları kendilerine vereni hatırlarlar. Bu nedenle Allah'ın nimetlerine şükretmeye, mallarını ve çocuklarını O'na bağlılık yolunda kullanmaya özen gösterirler. Kalpleri, kuvvetin ve nimetin kaynağından sapanlar ise şımarırlar. Yeryüzünde kötülüğü yaygınlaştırırlar. Bu nimetleri hayvanlar gibi yerler ve kullanırlar.
"Onlar, yaptıkları dünyada ve ahirette boşa gitmiş kimselerdir. Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."
Onların tüm yaptıkları kökten boşa gitmiştir. Çünkü onların bu yaptıkları, kökü olmayan bir bitki gibidir. Kök salamaz, gelişemez ve çiçek açamaz.
"Onlar hüsrana uğramışların ta kendileridirler."
Herhangi bir sınırlandırmaya ve detaylandırmaya gerek görülmeden kısaca onlar her şeyi kaybetmişlerdir.
Bu bağlamda surenin özel olan hitab şekli genelleşiyor. Sanki hiçbir ibret almadan felâkete uğrayanların yolunu izleyenlerin haline şaşıyor:
70- Onlara kendilerinden önceki toplumlara, yani Nuh, Ad, Semud kavmine, İbrahim kavmine, Medyen halkına ve yurtları altüst edilenlere ilişkin bilgiler gelmedi mi? Bu toplumlara, peygamberleri açık anlamlı mesajlar getirmişlerdi. Allah'ın onlara zùlmetmesi sözkonusu değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Bilinçsiz bir şekilde Allah'ın nimetlerinden yararlananlara, hiçbir ibret ve öğüt almadan yok edilenlerin yolunda yürüyenlere... Evet işte bunlara, "Kendilerinden önceki toplumlara, ilişkin bilgiler gelmedi mi? Aynı yolda yürüyen, aynı işleri yapan toplumların haberi bunlara ulaşmadı mı? "Nuh'un kavmi"nin haberi. Hani tufana yakalanan, sulara gömülen, denizin derinliklerini boylayan, korkunç yok ediliş dalgalarına kapılan "Nuh kavminin haberi" onlara ulaşmadı mı? Azgın, şiddetli, soğuk ve gürültüyle beraber gelen rüzgâr tarafından yok edilen "Ad kavminin", yüksek frekanslı bir sese yakalanan "Sebud kavminin", zorba ve diktatör iktidarları yok edildiği halde, Hz. İbrahim'in kurtarıldığı "İbrahim kavminin", sarsıntıya uğrayan ve karanlıkta boğulan `Medyen halkının", Lut kavminin kasabalarından oluşan ve çok az bir kesimi hariç Allah'ın kökünü kazıdığı (yurtları altüst edilenlerin) haberi gelmedi mi onlara? "Peygamberinin kendilerine apaçık mucizeler getirmelerine rağmen" bu mucizeleri yalanlayan ve günahları yüzünden Allah tarafından cezalandırılan bu insanların haberleri kendilerine ulaşmadı mı?
"Allah'ın onlara zulmetmesi sözkonusu değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler."
Doğru yoldan sapmış olan bir kişiyi güç ve kuvvet şımartır ve o gücü veren Allah'ı hatırlamaz. Nimetler onu kör eder, artık nimetin sahibini göremez. Geçmiş milletlerin ibretlik ve öğüt alınması gereken hali, ancak asla gecikmeyen, durdurulmayan ve insanlardan hiçbirini kayırmayan Allah'ın yasalarını kavramak için sağduyularını, gönüllerini açanlara yarar verir. Yüce Allah'ın kuvvet ve nimet ile sınadığı insanların çoğunun gözlerini ve basiretlerini bir perde kapatır. Bu nedenle kendilerinden önceki güçlülerin akıbetlerini göremezler. Eski azgınların ve zorbaların acı sonlarının ne olduğunu anlayamazlar. İşte bu sırada Allah'ın hükmü onlar hakkında gerçekleşir. Allah'ın onlara ilişkin yasası yürürlüğe girer. Tam bu esnada yüce Allah güçlü iktidar ve üstünlük sahibi biri gibi onları kıskıvrak yakalayıverir. Onlar, tam bu nimetler içinde yüzerken, bu kuvvetlerinden yararlanırken, beklenmedik anda basılırlar... Birden yüce Allah, onları her taraftan kuşatıverir..
İşte bu, her yerde ve her zaman güç, nimet ve bolluk ile beraber olduğunu gördüğümüz gaflet, basiretsizlik ve cehalettir. Bundan sadece Allah'ın samimi kulları paçalarını kurtarabilirler.
Münafıkların ve kâfirlerin karşısında gerçek iman sahipleri yeralır. Mü'minlerin yapıları, karakterleri onlarınkinden farklı, yaşayışları, ahlâkları onlarınkinden ayrı, sonları da onlarınkinden başkadır.
71- Erkek-kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar. Bunlar iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. Allah işte onlara rahmet edecektir. Hiç şüphesiz Allah, güçlü iradelidir ve her yaptığı yerindedir.
72- Allah, erkek-kadın bütün müminleri altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde konforlu konutlara yerleştireceğine söz vermiştir. Allah'ın hoşnutluğu ise, bunlar- , dan daha büyük bir ödüldür. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
Madem ki, münafık olan kadınlar ve erkekler hep aynıdır, birbirinden farklı değildir; karakterleri aynı ve yapıları aynı ise, mü'min olan kadınların ve erkeklerin de hep aynı olması, birbirinden farklı olmaması gerekir. Yapıları, özellikleri bir de olsa, münafık kadınlar ve münafık erkekler birbirlerinin dostu olacak düzeye yükselemezler. Zira dostluk, cesaret, yüreklilik ve yardımlaşma ister. Birtakım yükümlülükler getirir. Münafıklar arasında dahi olsa, münafıklığın yapısı, karakteri bunu kabul etmez, kaldırmaz. Aslında münafıklar tek başına kalan güçsüz, basit insanlardır. Yoksa dayanışma içine giren kenetlenmiş, güçlü bir cemaat/topluluk, kitle değillerdir... Evet yapıları, karakterleri, ahlâkları ve yaşantıları benzerlik arzetse de durumları budur. Kur'an-ı Kerim'deki bu ifade üslubu, bu gerçeği her iki tarafı da tasvir ederken ihmal etmiyor.
"Erkek-kadın bütün münafıklar hep birdirler."
"Erkek-kadın bütün mü'minler birbirlerinin dostu, dayanağıdırlar."
Mü'minin yapısı, aynen mü'min ümmet;n yapısı gibidir; birlik yapısı, dayanışma yapısı, yardımlaşma yapısı. Fakat bu dayanışma, iyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme alanında görülen bir dayanışmadır.
"İyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar."
İyiliği gerçekleştirme ve kötülüğü bertaraf etme dostluğu, dayanışmayı ve yardımlaşmayı gerektirir... İşte bu noktada mü'min ümmet tek bir yumruk olur. Arasına ayrılık etkenleri sızmaz. Mü'min cemaatte ayrılığın olduğu her yerde mutlaka yapısına, inanç sistemine yabancı bir unsur karışmış demektir. İşte bu yabancı unsur, bu cemaatin içine ayrılık tohumları sokar. Orada karışıklıktan önceki yapıyı, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın belirlemiş olduğu temel yapıyı bozan bir hastalık vardır!
"Birbirlerinin dostu dayanağıdırlar."
Mü'minler bu dostluk ile iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya, Allah'ın sözünü, dinini yüceltmeye, islâm ümmetinin yeryüzünde gerçekleştirmesi gereken hedefe doğru yönelirler.
"Namazı kılarlar."
Bu, onları Allah'a bağlayan bağdır.
"Zekâtı verirler."
Bu da müslüman toplumu birbirine bağlayan, dostluğun ve dayanışmanın hem maddi, hem de manevi şeklini gerçekleştiren bir görevdir.
"Allah'a ve peygamberine itaat ederler."
Allah'ın emri ve peygamberinin emri dışında onların bir isteği, bir arzusu olmaz. Allah'ın ve peygamberinin şeriatından başka onların bir anayasası, bir ilkesi olmaz. Allah'ın ve peygamberinin dini dışında onların bir yolu, bir programı olmaz. Allah ve peygamberi hüküm verdiğinde artık onlar için seçme hakkı kalmaz. Böylece onların programları birleşir, hedefleri bire indirgenmiş olur, yolları birleşir. Dosdoğru hedefe ulaştırıcı olan yegane yol, önlerinde çatallaşmaz, ayrı ayrı yollar ortaya çıkmaz.
"Allah işte onlara rahmet edecektir."
Rahmet sadece ahirette olmaz. Önce bu dünyada gerçekleşir. Allah'ın rahmeti, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan, namaz kılan ve zekât veren tüm fertleri kapsamına aldığı gibi, böyle iyi fertlerden oluşan cemaati, topluluğu da kuşatır. Kalbin huzura kavuşturulmasında, kalplerin Allah'a bağlanmasında fitnelerden ve belalardan korunmada ve kollamada Allah'ın rahmeti... Topluluğun, toplumun düzelmesinde, yardımlaşmasında ve dayanışmasında Allah'ın rahmeti... Teker teker her ferdin hayatta huzura kavuşmasında, Allah'ın rızası ile huzura kavuşmasında Allah'ın rahmetinin kuşkusuz etkisi büyüktür.
Mü'minlerin iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama, namaz kılma ve zekât verme şeklinde sıralanan bu dört sıfatı (özelliği), münafıkların kötülüğü emretme, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma ve ellerini sıkı tutup cimrilik etme şeklinde sıralanan dört özelliğinin karşılığıdır. Yüce Allah'ın mü'minlere rahmet etmesi münafıklara ve kâfirlere lanet etmesinin karşılığıdır... İşte yüce Allah'ın mü'minlere zaferi vadetmesi onları yeryüzüne hakim kılması, onları insanlık için güzel, ideal bir yönetime kavuşturması hep bu sıfatlara, özelliklere bağlıdır.
"Hiç şüphesiz Allah güçlü iradelidir ve her yaptığı yerindedir."
Bu yükümlülükleri yerine getirerek birbirlerinin dostu, yardımcısı olmaları için mü'min olan topluluğu galip kılmaya gücü yeter. Yeryüzünde iyiliği yaygınlaştırmaları, kullar arasında Allah'ın sözünün, dininin bekçiliğini yapmaları için mü'minlere zafer ve üstünlük vermesi anlamında da hikmet sahibidir.
Madem ki, cehennem azabı münafıkları ve kâfirleri beklemekte, Allah'ın laneti onları gözetmekte, Allah'ın onları unutması da kendilerine güçsüzlük ve mahrumiyet ile damgalamaktadır; öyleyse, cennet nimetleri de mü'minleri beklemektedir:
"Allah erkek-kadın bütün mü'minleri altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetlere, Adn cennetlerinde konforlu konutlara yerleştireceğine söz vermiştir.
Orada rahat etmeleri için... Onlara bundan daha büyüğü ve değerlisi vardır:
"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir ödüldür."
Cennet, içindeki bütün nimetlerine rağmen, bu onurlandıran, şereflendiren hoşnutluğun o güzelim atmosferinde sönük kalır ve gözlerde küçülür.
"Allah'ın hoşnutluğu ise bunlardan daha büyük bir ödüldür."
Allah ile bağ kurma anı, O'nun yüceliğini görmenin, müşahede etmenin anıdır. Yeryüzünün ağırlıklarından, yüklerinden kısa vadeli isteklerinden ve bu bedensel arzuların kafesinden kurtuluş anıdır... Bu anda insan kalbinin derinliklerinde gözlerle görülmesi mümkün olmayan ışık kaynağından bir ışık yayılır. Bu an, Allah'ın ruhundan bir kor parçasıyla ruhların her tarafının aydınlandığı bir andır. Çok nadir insanlarda görülen ve bir göz kırpması kadar kısa bir anda gelip geçen bu zaman dilimlerinin herbirinin yanında bütün dünya nimetleri ve bütün umutlar sönükleşip değersizleşir. Peki bu ruhları çepeçevre kuşatan onlar tarafından sürekli biçimde algılanan Allah rızası hakkında ne diyebiliriz ki!
"İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
OLAYLARIN REALİST ÇÖZÜMÜ
Gerçek mü'minlerin sıfatları ile iman iddiasında olan münafıkların sıfatları açıklandıktan sonra, yüce Allah peygamberinden, kâfirlerle ve münafıklarla savaşmasını istiyor. Kur'an-ı Kerim, bu münafıkların küfür sözü söylediklerini ve islâmdan sonra küfre saptıklarını ve Allah'ın emellerini kursaklarında bıraktığı bir işe kalkıştıklarını, eylemlerinin de şu anda içine düştükleri küfrün dürtüleriyle yönlendirildiğini belirtiyor. Aslında gönderilişi iyilik ve bereketten başka bir şey olmayan Allah'ın resulüne neden karşı koyduklarına hayret ediyor. Kâfirlikte ve münafıklıkta dirètmemeleri için onları tehdit ediyor:
73- Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert ol, onların varacakları yer cehennemdir, orası ne kötü bir varılacak yerdir.
74- Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Yapamadıkları bir işe yeltendiler. Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve Peygamber'in kendilerini zengin etmiş olmalarıdır. Eğer tevbe ederlerse kendileri için iyi olur, Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici bulunur.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- münafıklara karşı o kadar çok yumuşak davranmış, o kadar çok hatalarını bağışlamış ve o kàdar çok suçlarını görmezlikten gelmiştir ki, bunun haddi hesabı yoktur. İşte şimdi yumuşak huyluluğu son raddeye gelmiş ve hoşgörü zamanını doldurmuştu. Şimdi yüce Rabbi olan Allah, ona yeni bir strateji izlemesini emrediyordu. Artık Allah onları bu ayette kâfirlerin arasına katıyor. Hem kâfirlere, hem de münafıklara karşı sert, katı, acımasız ve amansız bir cihad örneği vermesini, acımamasını ve fırsat vermemesini emrediyordu.
Hiç kuşkusuz yumuşaklığın da, sertliğin de kendine göre yeri vardır. Yumuşaklığın zamanı dolunca sertlik başlamalıdır. Pasif direniş olan sabrın dönemi kapanınca kesin ve ayırıcı tavır ortaya konmalıdır. Hareketin kendisine göre şartları ve bu yöntemin kendine göre aşamaları vardır. Bazı durumlarda yumuşaklık sıkıntı getirir ve bazen de hoşgörü zararlı olur.
Münafıklara karşı yapılacak olan cihaddaki hoşgörü sertliğini anlama konusunda değişik yorumlar vardır. Hz. Ali'den (kerremellahu vechehu) gelen bir rivayette, onlara karşı kılıçla savaşılır deniyor. İbn-i Cerir (Allah O'na rahmet eylesin) de bu görüşü tercih etmiştir. İbn-i Abbas'tan -Allah ondan razı olsun- gelen rivayete göre ise, onlarla yapılacak cihad, karşılıklı ilişkilerle, davranışlarla ve onların içyüzlerini ortaya koyup kamuoyunu uyarmak alanlarında gerçekleştirilecektir. Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- münafıklarla savaşmamıştır. İlerde de göreceğimiz gibi uygulamada bu şekilde gerçekleşecektir.
"Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramayacakları bir işe giriştiler."
Ayeti kerime, ana hatları ile münafıkların genel tavırlarını ortaya koyuyor. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanlara karşı defalarca yapmak isteyip yapamadıkları kötülüklere işaret ediyor. Ayrıca ayetin iniş sebebini belli bir olaya bağlayan birtakım rivayetler de vardır:
Katade der ki; Bu ayet Abdullah İbn-i Ubey hakkında inmiştir... Ensar'dan ve Cüheyn kabilesinden iki adam aralarında dövüştüler. Cüheyn'li Ensar'dan olana karşı üstün geldi. Bu sırada Abdullah İbn-i Ubey "Ey Ensar! Siz kardeşinize yardım etmez misiniz?" dedi. Sonra; "Vallahi, Muhammed ile bizim durumumuz şu atasözünde vurgulanan olaya benziyor:
"Besle köpeğini, yesin seni!" (Besle kargayı, oysun gözünü gibi) ve "Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı dışarı atacaktır" diye ilave etti.
Müslümanlardan biri hemen bu olayın haberini Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletti. Peygamber ona adam gönderdi ve durumu soruşturdu. Abdullah İbn-i Ubey böyle bir şey söylemediğine dair yemin etti. Yüce Allah da onun hakkında bu ayeti indirdi."
İmam Ebu Ca'fer İbn-i Cerir rivayet zinciriyle İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini aktarır:
Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir ağacın altına otururken şöyle buyurdu:
"Size bir adam gelecek ve şeytanın gözüyle size bakacaktır, geldiği zaman onunla konuşmayınız"...
Çok geçmeden mavi gözlü bir adam geldi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- O'nu çağırdı ve şöyle dedi: "Sen ve arkadaşların neden benimle alay ediyorsunuz?"
Adam gitti, arkadaşlarını getirdi. Hiçbir şey söylemediklerine dair Allah'a yemin ettiler. Nihayet salıverildiler. Yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi:
"Bir şey söylemediler diye Allah adına yemin ederler."
Urve b. Zübeyr ve başkaları özetle şu anlama gelen bir rivayette bulunurlar:
Bu ayet Cilas b. Suveyd b. Samit hakkında inmiştir. Cilas'ın Ümeyr b. Said adında bir üvey çocuğu vardı. Cilas; eğer Muhammed'e gelen vahiy gerçek ise, biz şu üzerinde bulunduğumuz eşeklerden daha aşağılığız" dedi. Umeyr döndü O'na şöyle dedi: Ey Cilas! Allah'a yemin ederim ki, sen insanlar içinde en çok sevdiğim kişisin. Bana göre gözünü budaktan sakınmayan bir adamsın. Kendisine hiçbir kötülük dokunmasını istemediğim adamlardan birisin. Şimdi öyle bir söz söyledin ki, onu açıklasan kendimi rezil etmiş olurum. Eğer gizleyecek olursam kendimi helak etmiş olurum. Ama bu iki şıktan ikincisini tercih etmek bana diğerinden daha kolay geliyor.
Sonra kalktı. Peygamber'e geldi. Olayı anlattı. Cilas böyle bir şey söylediğini inkâr etti. Ve böyle bir şey söylemediğine dair Allah adına yemin etti. Bunun üzerine Allah bu ayetleri indirdi. Adam bundan sonra geldi. "Ben öyle bir şey söylemiştim" Allah benim tevbe etmemi istiyor. Ben tevbe ediyorum. Ve yaptığım işten pişmanlık duyuyorum"... dedi. Böyle demesi kabul edildi.
Fakat bu rivayetlerde ayeti kerimede geçen "başaramayacakları bir işe giriştiler" ifadesiyle bağdaşmıyor. Ayetin bu bölümünün, Peygamberimizin salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'ten dönerken suikaste uğraması ile ilgili olduğuna dair pekçok rivayetler vardır. Bunlara göre Peygamberimiz savaştan döndüğü sırada münafıklardan bir grup O'nu pusuya düşürmek istemiştir. Ayetin bu bölümü de bu olayı kasdetmiştir. Şimdi bu rivayetlerden bir tanesini buraya aktaralım:
İmamı Ahmed -Allah O'na rahmet eylesin- der ki;
Yezid'den, Velid b. Abdullah b. Cemiy'den, Ebu Tufeyl'den gelen rivayette deniyor ki;
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşından dönerken bir adamın şu sözleri ilan etmesini istedi: "Allah'ın Resulü -salât ve selâm üzerine olsun- dağın yüksek yolunu (Metinde geçen Akabe: Yüksek ve dar yol demektir.) tuttu. Kimse o yola girmesin!"
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir ara bu patikada yürüyordu. Önünde Huzeyfe, arkasında Ammar vardı. Tam bu sırada maskeli bir grup, süvari olarak geldi. Ammar'a yetiştiler. Ammar Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bineğini sürüyordu. Artık Ammar -Allah ondan razı olsun onlara döndü ve onların bineklerinin yüzlerine vurmaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu arada Uzeyfe'ye: "Daha hadi, daha hadi," diyerek bu şekilde aşağıya kadar indiler. Sonra Ammar da döndü geldi. Peygamberimiz: "Ey Ammar, onları tamdın mı?" diye sordu. Ammar:
"Bineklerin hepsini tanıdım. Ancak adamlar maskeliydi."
"Ne yapmak istediklerini anladın mı? diye sorduğunda Ammar:
"Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi.
Peygamber buyurdu ki:
"Peygamberin bineğini ürkütmeyi ve bu yüksek yerde O'nu bineğinden düşürmeyi istiyorlardı."
Bu olaydan sonra Ammar Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- ashabından birine: Allah aşkına söyle, Akabe ashabı (Peygamberimizi geçitte kıstırmak isteyenler) kaç kişiydi:
Adam:
"Ondört kişiydiler" dedi.
Ammar
Eğer sende onlardan biri isen, onbeş kişi olurlar, dedi. Ammar der ki:
Peygamber bunlardan üç kişinin adını söyledi. Ve onları hesaba çektiğinde onlar:
"Biz Resulullah'ın böyle bir ilan yaptığını duymadık" dediler. Biz onların ne yapmak istediklerini de bilmiyorduk.
Ammar der ki:
Geriye kalan oniki kişinin hem bu dünya hayatında, hem de şahitlerin konuşacağı ahiret gününde Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıklarına şahitlik ederim.
İşte bu olay, onların niyetlerini ortaya koyuyor. Ayet bu olayı kasdetse de, kasdetmese de bu insanların niyetleri ortadadır. Bu insanların içlerinde buna benzer bir hainliğin bulunması, gerçekten hayret edilecek bir şeydir. İşte bu nedenle ayeti kerime onların hallerine hayret etmektedir.
"Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve peygamberinin kendilerini zengin etmiş olmalarıdır."
İslâm onlara hiçbir kötülük yapmamıştır. İslâm onlardan öç almak şöyle dursun, islâmdan sonra bu din sayesinde refaha kavuşmuşlardır. Herhalde bunun öcünü. almak istiyorlardı.
Şimdi bu hayret ifadesinden ve iç yüzlerini ortaya koymasından sonra kesin hüküm bildiriliyor.
Bütün bunlardan sonra tevbe kapısı ardına kadar açık tutulmaktadır. Kim kendine iyilik yapmak isterse, hemen bu açık kapıdan girsin. Kim de sapık yola girmek isterse onun da sonu açıktır. Hem dünyada, hem de ahirette can yakıcı bir azap: Bu yeryüzünde dostsuz ve yardımcısız kalmak... Artık dileyen kendi tercihini yapsın. Bundan sonra sorumlusu sadece kendisidir.
"Eğer tevbe ederlerse, kendileri için iyi olur. Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici bulunur."
KALPLERİNE NİFAK YERLEŞTİRİLENLER
75- Onlardan bazıları "Eğer Allah bize lütfundan bol mal verirse, sadaka verenlerden ve iyi amel işleyenlerden alacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin söz verirler.
76- Fakat Allah onlara lütfundan bol mal verince, cimrice davranarak sırt çevirdiler, sözlerinden döndüler.
77- Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalan söyledikler gerekçesiyle Allah, karşısına çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirdi.
Münafıklardan bazıları Allah'a söz vererek "Eğer Allah bize nimet verir ve rızkımızı bollaştırırsa, biz de bol bol Allah yolunda harcar ve iyi işler yaparız" dediler. Fakat onlar ancak fakirlik ve zorlukta, sıkıntıda kaldıkları, umut ve arzu içinde yaşadıkları sırada bu antlaşmaya, bu sözleşmeye yanaşırlar. Yüce Allah onların dileklerini kabul eder ve kendi lütfundan onlara bol rızık verdiğinde sözlerini unuturlar, vaadlerini inkâr ederler. Cimrilik ve kıskançlık yakalarına yapışır, ellerini hiç açmayacak şekilde sıkarlar. Daha önce verdikleri söze bağlılık göstermekten yüz çevirir. İşte onların hem Allah'a, yalan söylemeleri, hem de sözlerine bağlılık göstermemeleri, "nifak"ın onların kalbine yerleşmesine, bu nifak üzerine ölmelerine ve bu nifak ile Allah'ın huzuruna çıkmalarına neden olmuştur.
Allah'ın koruduğu kimseler dışında insanın nefsi zayıftır, cimridir. İnsanın nefsi ancak iman ile onarıldığınıda bu cimrilikten kurtulabilir, arınabilir. Yeryüzünün esiri olmaktan yakasını kurtarabilir, kısa vadeli çıkar tutkularının sonucu alınan yararlı işlere karşı ihtirasının bağlarından kurtulabilir. Çünkü insan ancak bu durumda geleceğin daha büyük mükafatını düşünebilir. Allah'ın rızasının, hoşnutluğunun daha büyük olduğunu hesaplayabilirler. Mü'min olan bir kalp iman ile huzura kavuşur. Allah yolunda harcamada bulunurken fakirleşmekten korkmaz. Çünkü o insanların tüm mallarının sonuçta tükeneceğine, fakat Allah'ın nimetlerinin tükenmeyeceğine kesin güvenmektedir. İşte bu güven ve huzur onu gönüllü olarak kendi isteğiyle ve arınmak amacıyla Allah yolunda mallarını harcamaya sevkedecektir. O bunu yaparken, kendi rızkından ve geçiminden emin bir şekilde hareket edecektir. Hatta servetini yitirip fakir düşse dahi, bu güveni sarsılmayacaktır. Çünkü onun Allah katında çok büyük bir mükafatı olduğuna güveni tamdır.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olduğunda, doğuştan gelen cimriliği harekete geçerek yolunu kesecektir. İnsan Allah yolunda harcamaya veya sadaka vermeye yöneldiğinde harekete geçecektir. Fakirlik korkusu, gözlerinin önünde canlanacaktır. Böylece o Allah yolunda harcamadan geri duracaktır. Bundan böyle o cimriliğinin ve korkusunun mahpusu olacak, güven ve rahata kavuşamayacaktır.
Allah'a söz verdiği halde, bu sözüne bağlılık göstermeyen ve ahdine vefa göstermeyerek Allah'a yalan söyleyen bir insanın kalbi nifaktan kurtulamaz!
"Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve bir şey emanet edildiğinde hainlik yapar" (!)
Sözünde durmamanın ve Allah'a yalan söylemenin kaçınılmaz sonucu her zaman kalplerde bir nifak oluşturur, işte bu ayetin burada sözünü ettiği münafık insanların durumu da budur!
"Allah'a verdikleri sözden caydıkları ve yalan söyledikleri gerekçesi ile Allah, karşısına çıkacakları güne kadar kalplerine münafıklığı yerleştirir."
ALLAH KALPLERDE OLANI BİLİR
78- Allah'ın onların sırlarını ve fısıltılarını bildiği, O'nun "gayb "leri çok iyi bildiğini halâ öğrenemediler mi?"
Onlar iman ettiklerini iddia ettikleri halde yüce Allah'ın her gizli sırrı bildiğini, kendi aralarındaki tüm konuşmalardan haberdar olduğunu, insanlardan gizli olarak kendi aralarındaki gizli fısıldaşmalarını gördüğünü bilmiyorlar mı? Yüce Allah'ın her türlü gizli kapalı "gayb" bildiğini, gönüllerdeki niyetlerin gerçek mahiyetinden haberi olduğunu bilmiyorlar mı? Halbuki Allah'ın bunları bildiğini bilmelerinin sonucu olarak hiçbir niyetlerini, Allah'tan gizlememeleri gerekirdi. Allah'a verdikleri sözden caymamaları ve verilmiş olan taahhütte yalancılık yapmamaları gerekirdi.
Bu üç ayetin iniş sebebiyle ilgili birtakım rivayetler vardır. Biz bunlardan İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatemin Mua'n hadisinden aldıkları rivayet ile Ebu Umame el Bahili'nin Salebe İbn-i Hatıp el-Ensari'den aldığı rivayeti burada vereceğiz. Bu rivayete göre Salebe, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun"Allah'a dua et ki, bana bir servet versin" demiştir. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Yazıklar olsun sana ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az bir mal güç yetiremeyeceğin kadar çok maldan hayırlıdır" buyurmuştur.
Salebe Allah'ın peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Allah'a yemin ederim ki: "Eğer ben dağların altın ve gümüş olmasını dileseydim, olurlardı'" buyurdu.
Salebe şöyle dedi:
"Seni gerçek bir peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer sen benim için dua etsen ve Allah da bana bir servet verecek olsa, şüphesiz bir hak sahibine hakkını veririm."
Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurdu:
"Allah'ım Salebe'ye bir servet ver."
Rivayete göre Salebe kendisine bir koyun aldı ve bu koyunu böcekler gibi çoğalmaya başladı. Artık Medine ona dar gelmeye başladı. Medine'den ayrılarak yakındaki bir vadiye yerleşti. Bu sırada öğlen ve ikindi namazlarını cemaatle birlikte kılıyor, diğerlerinde cemaate gelemiyordu. Sonra sürüleri daha da çoğaldı. Salebe bir daha uzağa çekildi. Artık beş vakit namaza gelemiyordu. Sadece Cuma namazlarına gelebiliyordu. Malları çoğalmaya devam ediyordu, neticede Cuma'yı da terketti. Şimdi Cuma günleri kervanların yolunu bekliyor, onlardan haber almaya çalışıyordu.
Bir ara Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Salebe ne yapıyor acaba? diye sordu. Ashab:
"Ey Allah'ın Rasulü, bir koyun satın almıştı. Sonra mallarına Medine dar gelmeye başladı"... diyerek durumu anlattılar.
Rasulullah buyurdu ki:
"Yazık oldu Salebe'ye! Yazık oldu Salebe'ye! Yazık oldu Salebe'ye!
Yüce Allah onların mallarından sadaka al... ayetini indirdi. Sonra zekâtı nereye verileceğini belirten ayetler indi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müslümanlardan iki kişiyi zekât gelirlerini toplamak üzere görevlendirdi. Bu adamlardan biri Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesindendi. Peygamber onlara müslümanlardan zekât gelirlerini nasıl toplayacaklarını belirten bir de yazılı belge verdi. Ve onlara şöyle dedi:
"Salebe'ye ve beni Süleym kabilesinden falan adama uğrayın ve onların zekât gelirlerini alın."
Görevliler Salebe'ye gittiler ve ondan zekât gelirlerini istediler. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine vermiş olduğu mektubu ona okudular. Salebe:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz zekât cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Ben bunun ne olduğunu anlayamadım? Gidiniz, işlerinizi bitirdikten sonra tekrar bana geliniz."
Süleym kabilesinden olan adam ise, bu görevlilerin geleceğini duymuştu. Develerinin en güzellerini tesbit etti ve onları zekât için ayırdı ve Allah Resulü'nün görevlilerini onlarla karşıladı. Görevlileri onun bu hareketini gördüklerinde:
"Sana bu kadarı zorunlu değildir. Ve biz senden bunu almak istemiyoruz" dediler. Adam:
"Yok, alın. Ben bunu kendi gönül rızamla veriyorum, ben bunları onun için ayırmıştım" dedi.
Görevliler de onun bu mallarını aldılar, başkalarına da uğrayıp zekât gelirlerini topladılar. Tekrar Salebe'ye döndüklerinde:
"Şu mektubunuzu gösterin bana" dedi. Mektubu okudu ve:
"Bu cizyeden başka bir şey değildir. Bu istediğiniz zekât, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir. Gidiniz, ben biraz düşüneyim" dedi.
Görevliler de gittiler. Resulullah'ın yanına vardıklarında Peygamber onları görüp daha onlarla konuşmadan "yazıklar olsun Salebe'ye" dedi ve Süleym kabilesinden olan adama bereket için dua etti. Görevliler Salebe'nin yaptıklarını ve Süleym kabilesinden olan adamın yaptıklarını ona haber verdiler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
"Onlardan bazıları da "Eğer Allah bize lütfundan bol mal verirse, sadaka verenlerden olacağımıza yemin ederiz" diye Allah'a kesin söz verirler."
Bu sırada Peygamber'in yanında Salebe'nin yakınlarından biri bulunuyordu. Olup bitenleri duydu. Çıktı, O'nun yanına gitti ve O'na "Yazıklar olsun Salebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle ayet indirdi" dedi. Salebe kalktı. Peygamber'in yanına geldi. Ve zekât mallarını kabul etmesini diledi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun-:
"Allah senin zekât gelirlerini almamı yasakladı" buyurunca Salebe, başına toprak saçmaya başladı. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- O'na: "Bu senin kendi yaptığındır, daha önce sana emrettiğim halde sen bana itaat etmemiştin" buyurdu.
Peygamber O'nun zekâtını almayı reddedince, tekrar evine döndü. Resulallah vefat edinceye kadar ondan zekâtı kabul etmedi. Sonra Ebubekir halife seçildiğinde O'na gitti ve:
"Sen peygamberin katındaki derecemi ve Ensar arasındaki yerimi biliyorsun, zekât mallarımı kabul et" dedi. Ebubekir O'na:
"Peygamberimiz senin zekâtını kabul etmedi, ben de kabul edemem" karşılığını verdi. Ebubekir vefat edinceye kadar onun zekâtını almadı. Hz. Ömer halife seçildiğinde yine geldi ve "Ey mü'minlerin başkanı, benim zekât mallarımı kabul et" dedi. Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun-:
Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir onu kabul etmediği halde, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verdi. Hz. Ömer vefat edinceye kadar onun zekâmı almadı. Hz. Osman halife seçildiğinde ona da geldi ve:
"Zekât mallarımı kabul et" diye teklif etti. Hz. Osman -Allah ondan razı olsun- Peygamber, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer O'nu kabul etmemişken, ben mi onu kabul edeceğim? karşılığını verip zekâtını kabul etmedi. Ve böylece Salebe Hz. Osman'ın halifeliği döneminde öldü gitti.
İsterse bu olay ayetlerin indiği zamanda gerçekleşmiş olsun, isterse ayetlerle ilgili başka olaylar sözkonusu olsun, ayetlerin anlamı geneldir. Genel bir durumu tasvir etmektedir. Tam, kesin bir inanca kavuşmayan ve imanın tam anlamıyla içlerine sirayet etmediği gönüllerin her zaman görülebilecek bir tipini çizmektedir. Eğer ayetlerin inişini bu olaya bağlayan rivayet doğru ise, o zaman peygamberi Salebe'nin zekât gelirlerini ve tevbe edişini kabul etmekten alıkoyan neden, O'nun sözünde durmamak ve Allah adına yalan söylemek gibi sıfatları insanın kalbinde kıyamete kadar bir nifak doğuracak sıfatlar olarak görmesidir. İşte bu nedenle Peygamber onun dış görünüşüne aldanmamış, şeriatın istediği şekilde ona dış görünüşüyle muamele etmemiştir. Kuşkusuz bu şekilde bildiği bir duruma göre onunla muamele etmiştir. Çünkü bunu her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, ona bildirmiştir. Peygamberin bu uygulaması onun için bir uslandırma amacı güdüyordu. Bu nedenle zekâtı kabul edilmiyordu. Bununla beraber o, mürted sayılmıyor ve riddet cezasına çarptırılmıyordu. Müslüman olarak da kabul edilip zekât alınmıyordu. Fakat bu demek değildir ki, hukuki açıdan zekât münafıklardan alınmaz. İslâm hukuku kesin bir bilginin olmadığı durumlarda insanların dış görünüşlerini esas alır. Ve onlara bu şekilde muamele yapar. Peygamberin bu uygulaması ise özel bir uygulamadır. Başka olaylar ona kıyas edilemez.
Şu kadar var ki, bu olayın rivayeti ilk müslümanların payları belirlenmiş olan zekâta bakış açılarını ortaya koymaktadır. Onlar bunu kendileri için bir nimet olarak kabul etmişlerdir. Kim bu nimeti vermekten veya bu nimetin kendisinden kabul edilmesinden mahrum edilirse, artık o hüsrana uğramıştır. Zekâtı reddedildiğinden dolayı, acınması gereken bir adam durumundadır. Onlar yüce Allah'ın şu sözünde gizli ve gerçek anlamı çok iyi biliyorlardı.
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al. Ve bu yolla onları temizle. " (Tevbe 103)
Bu onlar için bir ganimet idi. Yoksa üstlerine aldıkları bir borç olarak görmüyorlardı. İşte Allah'ın rızasını elde etmek amacıyla yerine getirilen bir görev ile kanunun zorunlu kıldığı ve vermeyenlerin cezalandırıldığı bir vergi arasındaki fark da budur!
DİRAYET DERİNLİĞİ
Şimdi ise Kur'an-ı Kerim münafıkların başka bir düşüncesine değinmektedir. Onların zekâta bakış açısı gerçek mü'minlerin zekâta bakış açılarına aykırıdır. Onlar zekâtı olması gerektiği şekilde anlamıyorlar. Yapılarının bozuk ve içlerinin karışık olmalarından kaynaklanan kaş göz hareketlerine başvurmalarının nedeni ortaya konmaktadır.
79- Sadaka konusunda gerek cömertçe veren gönüllülere dil uzatanlar ve gerekse ancak güçlerinin yettiğini verebilenlerle alay edenler var ya,
Allah onları maskaraya çevirmiştir, onları acıklı bir azap beklemektedir.
Bu ayetin nüzul sebebine ilişkin rivayet edilen kıssa münafıkların Allah yolunda harcamada bulunmaya ve bunun insanın gönlü üzerindeki etkilerine ve yanlış bakış açılarını tasvir etmektedir.
İbn-i Cerir, Yahya İbn-i Ebi Kesir ve Said kanalıyla Katade ve İbn-i Ebi Hatim'den, Hakem İbn-i Eban kanalıyla İkrime'den değişik kelimelerle şu olayı rivayet etmektedir.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşının hazırlığı konusunda müslümanları mali desteğe teşvik ediyordu. Abdurrahman İbn-i Avf 4000 dirhem getirdi ve:
"Ey Allah'ın elçisi benim sekizbin dirhemim vardı. Yarısını getirdim. Yarısını da bıraktım, dedi.
Peygamberimiz: "Allah evde bıraktığını da getirip verdiğini de kabul eylesin" buyurdu. "Ebu Akil de bir Sa hurma getirdi ve:
"Ey Allah'ın Rasulü iki Sa hurma kazandım bir tanesini Rabbime ödünç verdim, bir Sa'ını da çoluk çocuğuma bıraktım" dedi.
Münafıklar Ebu Akil'in bu hareketiyle dalga geçtiler ve:
İbn-i Avf'ın verdiği gösterişten başka bir şey değildir. Allah ve Rasulü şu adamın bir Sa'ından müstağni değil midir? dediler.
Başka rivayetlerde belirtildiğine göre onlar bütün gecesini 2 sa ücret almak için çalışarak geçiren ve bunları aldığında da bir tanesini alıp Peygamber'e getiren Ebu Akil için:
"O ancak kendisinden söz edilmesini istemiştir" demişlerdir.
İşte onlar bu şekilde içten gelen arzularıyla gönül rızası ve vicdanlarının huzuruyla herkes kendi gücü ve imkânlarıyla cihad eylemine katılma arzusu içinde hareket eden, mali destek almaya çalışan mü'minler hakkında bu tür dedikodular yapıyorlardı. Çünkü onlar mü'min gönüllerin bu kadar istekli oluşlarını anlayamıyorlardı. Kendi arzularıyla yardımda bulunmadıkça huzura kavuşmayan vicdanların duyarlılığını kavramıyorlardı. Zorluklara, fedakârlıklara ve imanın gereklerine katılmak için gerekli olan kişisel arzu ve isteklerle kanat çırpan duyguları anlayamıyorlardı. İşte bu nedenle, fazlasıyla yardımda bulunana o ancak gösteriş için veriyor. Az verene ise, o kendinden söz ettirmek istiyor diyorlardı. Böylece çok yardımda bulunanı çok verdiğinden dolayı horluyorlardı. İyilik yapan her iki taraf da onların eleştirilerinden ve kınamalarından kurtulamıyordu. Halbuki onların kendileri yerlerinde oturuyor, geri duruyor, ellerini sıkı sıkıya kapatıyor, içlerini cimrilikle dolduruyorlardı. Ancak gösteriş için harcamada bulunuyorlardı. Ve bu basit ve değersiz etkenden başka gönüllerini yardıma, nifaka sevkedecek başka neden bulamıyorlardı.
İşte bu nedenle onlara kesin, açık bir cevap veriliyordu.
"Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onları acıklı bir azap beklemektedir."
Ne korkunç bir maskaralık, ne korkunç bir akıbet! Yüce kudret sahibi ve yaratıcı olan Allah nerede şu fani, zayıf, küçük, basit insan topluluğu nerede? Yüce Allah onları maskaraya çeviriyor? O'nun azabı mı bunları bekliyor? Bu gerçekten korkunç, dehşet verici ve ürkütücü bir olaydır.
80- Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar adına yetmiş kere (istediğin kadar çok) af dilesen de Allah onları kesinlikle affetmez. Sebebine gelince, onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar, Allah yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez.
Gönülden ekonomik destekte bulunan mü'minleri bu şekilde eleştiren ve onlara dil uzatan o münafıkların akıbetleri artık kesinleşmiştir. Bunun değiştirilmesi sözkonusu değildir.
"Allah onları kesinlikle affetmez."
Bağışlanma dilemek onlara fayda vermeyecektir. Artık bağışlanmanın dilenmesi ile dilenmemesi arasında fark yoktur.
Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- günahkârlar için bağışlanma diliyordu. Allah'ın onları bağışlaması ümidiyle bunu yapıyordu. Şu münafık grubu gelince bunların akıbetleri belli olduğunu ve bundan herhangi bir değişiklik olmayacağını bildirmiştir.
"Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar."
"Ve Allah, yoldan çıkmışlar güruhunu doğru yola iletmez."
Onlar doğru yoldan sapmışlardır. Artık dönüş yapmaları da beklenemez. Kalpleri de bozulmuştur. Artık kalplerinin düzelmeleri de mümkün değildir.
"Onlar adına yetmiş (istediğin kadar çok) af dilesen de Allah onları kesinlikle affetmez."
Burada kullanılan `yetmiş' sayısı belirlenmiş bir sayı değil, çokluğu ifade etmek için kullanılmıştır. Genel anlamı şudur:
Artık onlar için affedilme beklenemez. Çünkü onlara tevbe kapısı kapanmıştır. İnsanın kalbi, bozukluğun belli bir dozajını aştıktan sonra artık düzelmez. Sapıklıkta belli bir noktaya geldiğinde artık ondan sonra hidayete ulaşması beklenemez. Kalplerin halini en iyi bilen Allah'tır.
Şimdi Kur'an-ı Kerim bir daha sözü Tebük savaşında Resulallah ile beraber hareket etmeyip, geri kalan münafıklara getirmektedir:
RAHATLIĞI TERCİH EDENLER
81- Sefere katılmayanlar Allah'ın Rasulüne ters düşerek geride kaldıklarına sevindiler. Allah yolunda malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler, "Sıcakta sefere çıkmayın" dediler. Onlara "Cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" deyiniz. Keşke bunu kavrayabilselerdi.
82- Yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle az gülüp çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah sana onlardan bir grubun yanına dönmeyi nasip eder de onlar senden sefere çıkmak üzere izin isterlerse de ki; hiçbir zaman benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O halde şimdi de (kadın çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
84- Onlardan biri ölünce asla namazı kılma ve sakın mezarı başında dikilme. Çünkü onlar Allah'ı ve Peygamber'i tanımadılar ve yoldân çıkmış olarak öldüler.
85- Onların malları ve evlatları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların dünya hayatında azaba uğramasını ve canlarını kâfir olarak vermelerini ister.
Onlar yeryüzünün ağırlığı, rahat yaşama ihtirasının ağırlığı ve Allah yolunda cimriliğin ağırlığı tarafından yakalanan kimselerdir. Zayıf iradeleri, yılgınlıktan kaynaklanan gevşeklikten ve kalplerinin imandan yoksul olmaları nedeniyle geri kalmış, evlerinde oturmuş kimselerdir. Bu geri bırakılanlar "Allah'ın Rasulüne ters düşmek pahasına güven ve rahat içinde kalmalarına sevindiler. Mücahidleri sıcaklıkla ve zorluklarla başbaşa bıraktılar. Onlar sandılar ki, güven içinde olmak insanların peşinde koşması gereken bir amaçtır. Burada kullanılan "geri bırakılanlar" ifadesi onların ihmal edilen bir eşya veya değersizliğinden dolayı terkedilen bir meta olduğu imajını vermektedir. "Allah yolunda malları ve canları ile cihad etmeyi istemediler" ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler." Bu söz, hiçbir şeye yaramayan gevşek ve yılmış insanların sözüdür. Bunlar mert, yiğit erkeklerin sözü değildir.
Bu insanlar irade zayıflığı, gayretsizliği ve dirençsizliğin en tipik örnekleridir. Onlar çoğu zaman yorgunluklardan korkarlar. Yorulmaktan kaçınırlar. Basit rahatı, onurlu yorgunluğa tercih ederler. Zillet içindeki bir güveni onurlu bir tehlikeye üstün tutarlar. Davaların yükümlülüklerini bilen, ciddi bir şekilde yürüyen safların arkasında yığılıp kalırlar. Dökülürler, fakat bu saf bağlanmış dava erleri engellerle ve dikenlerle dolu yollarına her şeye rağmen devam ederler. Çünkü onlar kendi fıtratlarıyla kavrarlar ki, zorluklarla, engellerle, dikenlerle, mücadele etmek insan fıtratının gereğidir. Bu yiğitliğe yakışmayan oturmaktan, savaştan geri durmaktan ve donuk rahattan daha güzel ve daha tatlıdır.
Ayeti kerime onların bu yaklaşımlarını, gerçeğe ışık tutan ve hafife alan cümlelerle reddetmiştir:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın dediler. Onlara "cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" deyiniz. Keşke bunu kavrayabilselerdi."
Eğer onlar dünyanın sıcaklığından korkuyor ve gölgelerde sere serpe rahatlamayı tercih ediyorlarsa, peki bundan daha çok sıcak ve daha uzun süre devam edecek olan cehennem sıcaklığı karşısında ne yapacaklardır? Bu gerçekten acı bir hafife almadır. Fakat bununla beraber gerçeği de ifade etmektedir. Ya dünyanın sıcaklığında kısa bir sürede Allah yolunda cihad edeceksin ya da Allah'dan başka hiç kimsenin süresini bilmediği cehennemin ateşine atılacaksın:
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan sonra az gülüp çok ağlasınlar." Burada sözkonusu edilen gülüş, dünya hayatındaki ve onun sayılı günlerindeki gülüştür. Upuzun ahiret günlerinde ise onlar ağlayıp duracaklardır. Allah katındaki bir gün, dünyadaki bin seneye bedeldir.
"Yaptıklarının karşılığı olarak."
Bu işlenen suça göre bir cezadır. Eksiksiz ve adil bir cezadır.
Az zamanda rahatı yorgunluğa tercih eden, ilk seferinde kervandan geri kalan bu insanlar, evet işte bu insanlar mücadele edemezler. Cihad etmeleri beklenemez. Onlara karşı toleranslı ve iyi niyetli olmak doğru olmaz. Kendi arzuları ile katılmadıkları, geri kaldıkları cihadın onurunu kazanmalarına izin vermek yerinde olmaz:
"Eğer Allah sana onlardan bir grubun yanına dönmeyi nasip eder de onlar senden savaşa çıkmak üzere izin isterlerse de ki; "Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa çıkmayacak, benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız. O halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz."
Hiç kuşkusuz davalar, sağlam, dürüst, oturaklı, yürekli uzun zaman mücadeleye dayanan, karakterli insanlara büyük ihtiyaç duyarlar. Zayıf karakterli, rahat düşkünü insanların içinde yer aldığı ordular ise fazla dayanamazlar. Çünkü bu tür insanlar sıkıntıya, dara düştüklerinde hemen cayıverirler. Yılgınlık, sarsıntı ve güçsüzlüğün ordunun içinde yayılmasına neden olurlar. Zaaflarına yenilen ve savaştan geri duranların ordudan ihraç edilip uzaklaştırılması zorunludur. Ancak bu şekilde ordu çöküntüden ve parçalanmadan korunabilir. Zor zamanlarda ordudan geri kalan tehlike geçtikten sonra orduya dönmek isteyen insanlara karşı toleranslı davranmak ise, ordunun sıhhatli yapısına karşı büyük bir cinayet olduğu kadar, uğrunda onca büyük mücadeleler verilen davaya karşı da affedilmez bir cinayettir...
"De ki: Hiçbir zaman benimle birlikte savaşa çıkmayacak, benimle beraber düşmanla savaşmayacaksınız."
Niçin?
"Çünkü siz ilk keresinde geride kalmaktan hoşlandınız..."
Artık siz Allah yolunda savaşa çıkmanın şerefine, bu askeri birliklere katılma şerefini, hakkınızı kaybettiniz. Çünkü cihad ağır bir yük, ağır bir görevdir. Ehli olmayan bu yükü yüklenemez. Bu konuda ne toleranslı davranış ne de yumuşak davranış sözkonusu edilemez.
"O halde şimdi de (kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibi) savaşma gücünden yoksun kimseler ile birlikte evlerinizde oturunuz.
Savaşa katılmayıp evlerinde oturan benzerlerinizle birlikte...
İşte yüce Allah'ın sevgili peygamberine, gösterdiği yol budur. Bu aynı zamanda bu davanın ve bu dava adamlarının hiç değişmeyecek olan her zamanki yoludur. Öyleyse nerede ve ne zaman olursa olsun, dava adamları bu yolu bilmelidirler, tanımalıdırlar.
Yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- zor zamanda savaştan geri duranları bir daha orduya almamayı emrettiği gibi, onları onurlandıracak, şereflendirecek en ufak bir harekete dahi yanaşmamasını da emrediyor.
"Onlardan biri ölünce sakın namazını kılma ve sakın mezarı başında dikilme (durma)".
"Çünkü onlar, Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler."
Tefsir bilginleri bu ayeti açıklayan birtakım özel olaylar aktarırlar. Şu kadar var ki, ayetin anlamı bu özel olaylardan çok daha kapsamlıdır. Bu ayet inanç sistemi uğrunda mücadele eden cemaatin düzeninde köklü bir değer ölçüsünü ortaya koymaktadır. Bu değer ölçüsüne göre, rahatını ve keyfini zorlu olan mücadeleye tercih eden insan, kim olursa olsun herhangi bir şekilde onurlandırılamaz, şereflendirilemez. Ona asla bu imkân tanınmamalıdır. Bireylerin saflardaki yeri belirlenirken asla töleranslı davranılmamalıdır. Bu değerlendirmenin ölçüsü sabır, direnme, kuvvet, ısrar ve yumuşamayan, gevşemeyen kararlılıktır.
Ayeti kerime bu yasağı nedenini de yerinde belirtiyor:
"Çünkü onlar Allah'ı ve peygamberini tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler."
Burada gösterilen neden özel bir nedendir. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- münafıkların namazını kılmamasını ve onların mezarı başında durmamasını emretmektedir. Fakat, daha önce de belirttiğimiz gibi, burada ifade edilen kural bu özel sebepten daha geniş kapsamlıdır. Cenaze namazını kılmak ve mezarın başında durmak, onurlandırmayı ifade eder.
Müslüman cemaatin cihad sırasında orduya katılmayan, insanlara böyle bir onurlandırma yakıştırmaktan kaçınması gerekir ki, insanların değerleri, Allah yolunda harcadıkları çaba, bu çabayı sürdürmedeki sabır, tüm gücünü ortaya koymak suretiyle direnme ile ölçülebilsin. Zorluk anında canlarını ve mallarını geri çekip zorluk geçtikten sonra onurlandırılmış bir şekilde tekrar orduya dönüş yapanlar böylece dışlanmış olsun.
Buradaki onurlandırma onların toplumun nazarında elde ettikleri onurlandırılma değildir. Vicdan dünyasında elde ettikleri içe yönelik onurlandırma hiç değildir.
"Onların malları ve evlatları sakın seni imrendirmesin. Allah bunlar aracılığı ile onların dünya hayatında azaba uğramalarını ve canlarını kâfir olarak vermelerini ister."
Ayetin genel anlamı, diğer ayetlerin seyri içinde anlaşılmıştı. Burada aktarılmasının nedeni ise, daha farklıdır. Burada amaç onların mallarının ve çocuklarının bir değeri olmadığını ortaya koymaktır. Zira bunlara imrenmek bilinç altında da olsa, onlara bir değer verdiğimizi ifade eder. Halbuki onlar değer verilmeyi hak etmemişlerdir. Ne dış görünüş açısından ne de bilinç olarak... Burada ifade edilmek istenen, onların ve sahip olduklarının basitliği ve değersizliğidir.
BASİT HAYATI KABULLENENLER
86- "Allah'a inanınız ve peygamberi ile birlikte cihad ediniz" direktifini içeren bir sure indiğinde onların içindeki zenginler senden izin isteyerek "Bizi bırak evlerinde oturanlarla birlikte olalım" derler.
87- Onlar evlerinde oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya razı oldular, kalplerine mühür vuruldu; artık onlar anlayamazlar.
88- Fakat Peygamber'e ve onunla birlikte canları malları ile savaşanlara gelince, işte bütün hayırlar onları bekliyor ve onlar başarıya erenlerin, kurtuluşa kavuşanların ta kendileridirler.
89- Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.
Bunlar iki farklı karakterdir... İkiyüzlülük, zayıflık ve gevşeklik karakteri ile gerçek iman, kuvvetlilik ve belalara karşı dayanma karakteri... Bunlar iki farklı yoldur... Döneklik, geri çekilme, aşağılık şeylere razı olma yolu ile doğruluk, fedakârlık ve onurluluk yolu...
Cihadı emreden bir sure indiğinde imkân sahipleri gelirler. Cihadın araç gereçlerine ve gücüne sahip olan bu insanlar gelirler, ama yüce Allah'ın kendilerine bağışladığı imkânların ve kendilerine verdiği Allah'ın nimetlerine şükretmelerinin gereği olarak islâmın ordularının önünde yürümek için değil. Geri çekilmek, mazeret ileri sürmek, kadınlarla oturup hiçbir kutsal değeri korumamak ve hiçbir yurdu savunmamak amacı ile izin istemek için... Bu alçak oturuştaki bayalığı ve basitliği hiç düşünmezler. Yeter ki, güven içinde olsunlar. Zaten rahat düşkünleri utanmanın ne olduğunu anlamazlar. Çünkü rahata kavuşmak basit bir hayata razı olanların bedelidir.
"Onlar evlerinde oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya razı olurlar."
"Kalplerinize mühür vuruldu; artık onlar anlayamazlar."
Eğer onlar anlayabilmiş olsalardı, cihaddaki kuvvete ve onur hayatı ile savaştan geri kalıştaki zayıflık, basitlik ve kötü biçimde yok oluşu kavrarlardı.
Zilletin bir bedeli olduğu gibi, onurluluğun da bir bedeli vardır. Çoğu zaman zilletin bedeli daha ağırdır. Bazı zayıf ruhlu insanlar, onurlu hayatın bedelinin güç yetmeyecek kadar ağır olduğunu düşünürler. Bu nedenle sözkonusu ağır yükümlülüklerin altına girmemek için zilleti ve alçaklığı tercih ederler. Basitlik, ucuzluk, ürkeklik ve korkaklık ile dolup taşan bir hayat içinde yaşarlar. Kendi gölgelerinden bile korkarlar. Seslerinin yankılarından irkilirler. Her haykırışı aleyhlerine sanırlar. Onların hayata en düşkün insanlar olduğunu görürler. Zilleti tercih eden bu insanlar onurlu bir hayatın getirdiği yükümlülüklerden daha ağır bir bedel öderler. Onlar zilletin bedelini tam olarak öderler. Onun bedelini canları, güç ve kuvvetleri, ünvanları ve huzurları ile öderler. Onlar çoğu zaman kanları ve malları ile ödedikleri bedellerin farkında bile olmazlar" işte bu insanlardan bir kesim de şu ayette ifadesini buluyor:
"Onlar evlerinde oturan güçsüzlerle birlikte kalmaya razı oldular. Kalplerine mühür vuruldu; artık onlar anlayamazlar."
"Fakat peygamber ve onunla birlikte olanlar."
Bunlar o kesimden farklı bir kesimdir."
"Canları ve malları ile savaşırlar."
İnanç sisteminin yükümlülüklerini ve imanın gereklerini yerine getirenler oturmakla ulaşılmayan üstün ve onurlu bir hayat için çalışanlar ise,
"İşte büyük iyilikler onları bekliyor."
Hem dünyanın hem de ahiretin iyilikleri... Dünyada üstünlük, onurluluk, zenginlik ve üstün söz onlarındır. Ahirette ise daha büyük mükafat ve kerem sahibi yüce Allah'ın rızası onlarındır.
"Onlar başarıya erenlerin kurtuluşa kavuşanların ta kendileridirler."
Onurlu-sağlam bir yaşantı ile gerçekleşen dünya hayatının kurtuluşu ve büyük ödüllere kavuşmakla elde edilen ahiret hayatının kurtuluşu onlarındır.
"Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde sürekli kalacakları cennetler hazırlamıştır."
"İşte büyük kurtuluş budur."
90- Bedevilerin mazeret uyduranları sefere çıkmamak için izin almaya geldiler. Allah'a ve peygamberine yalan söyleyenler ise, mazeret bile ileri sürmeden geri kaldılar. Onların içindeki kâfirler acıklı bir azaba çarpılacaklardır.
Birinci gruptakiler gerçek özür sahipleridir. Savaştan geri kalmak için izin isteseler dahi onların mazeretleri vardır. Diğerleri ise özürsüz olarak oturmuşlardır. Allah'a ve peygamberine yalan söyleyerek oturmuşlardır. İşte bunlardan kâfir olanları acıklı bir azap beklemektedir. Kâfir olmayıp tevbe edenlerinden ise, söz edilmemiştir. Belki de onların bu akıbetten başka bir sonları vardır.
Son olarak da işin sonucu belirleniyor. Buna göre savaş, çıkmaya gücü yeten ve yetmeyen herkesi kuşatan kaçınılmaz bir sefer değildir. İslâm kolaylık dinidir. Yüce Allah hiç kimseye gücünü aşacak bir yükümlülük yüklememiştir. Sefere çıkmaktan aciz olanlar ne ayıplanır ne de cezalandırılır. Çünkü onların özürleri vardır:
PRATİK HAYATIN SOMUT TABLOSU
91- Savaşma gücünden yoksun olanlar, hastalık ve .savaş masraflarını karşılayacak imkânı olmayanlar için Allah'ın ve peygamberinin tarafını tuttukları takdirde savaştan geri kalmanın sakıncası yoktur. İyi niyetlilere karşı kınama ve suçlama yolu kapalıdır. Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.
92- Bir de kendilerine binek hayvanı sağlayasın diye sana başvurduklarında "Size binek hayvanı bulamıyorum " deyince, bu yolda harcama yapacak imkânları olmadığı için üzüntüden gözlerinde yaş olarak dönenlere karşı da bir kınama ve suçlama yolu kapalıdır.
Yaradılışlarındaki bir sakatlıktan, takattan kesen bir ihtiyarlıktan dolayı aciz ve güçsüz düşenlere, hareket ve mücadele güçleri ellerinden alınan hastalara ve savaş donanımını karşılayacak kadar imkanları olmayan yoksullara... Evet işte bu kesimlerin hepsine savaş meydanından geri kaldıkları halde eğer kalpleri Allah ve peygamberi ile beraber ise, hainlik yapmaz ve aldatmazlarsa, bununla birlikte savaştan daha hafif olan görevlerini yapar. Darul-islâmda (islâm yurdunda) bekçilik, koruma, kadınların başında durma veya müslümanlara fayda getiren başka hizmetlerde bulunma gibi işlerle uğraşırlarsa, işte bu durumda onların savaştan geri kalmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü onlar güçlerinin yettiği ölçüde iyi işler yapmaktadırlar. İyi işler yapanlara kınama ve suçlama yoktur. Ancak kötülük yapanlara kınama ve suçlama vardır.
Aynı şekilde savaşacak güçleri oldukları halde savaşın yapıldığı yere kadar kendisini taşıyacak binekleri olmayanlara karşı da bir kınama ve suçlama olamaz. Çünkü onlar fakirlikten dolayı savaşa katılmaktan mahrum kaldıklarına gerçekten üzülürler, öyle üzülürler ki, gözlerinden yaşlar boşanır. Zira maddi yönden destek olacak güçleri de yoktur.
Bu, cihada karşı duyulan samimi isteğin etkili bir tablosudur. Bu görevi yerine getirmekten mahrum olmanın gerçek üzüntüsünü dile getirmektir. Bu, aynı zamanda Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde müslüman bir cemaatin pratik hayatında görülen gerçek bir tablodur. Bu konuda rivayetler isimlerin belirlenmesinde çelişkiler gösterse de, bu olayın bir realite olduğunda birleşmektedir.
Avf, İbn-i Abbas'tan rivayet ediyor:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisi ile birlikte savaşa çıkmalarını insanlara emretmişti. Abdullah İbn-i mağfil el-Maziri'nin de içinde yeraldığı bir grup sahabi, Peygamberimize geldi. Ve:
"Ey Allah'ın peygamberi bize binek ver" dediler. Peygamberimiz ise onlara:
"Allah'a yemin ederim ki, size verebilecek bineklerini yok" cevabını verdi.
Onlar da ağlaya ağlaya geri döndüler. Cihaddan geri kalmak, binek ve azık bulamamak onlara ağır geldi. Yüce Allah onların kendisini ve peygamberini bu derece sevdiklerini görünce Kur'an-ı Kerim'de onların mazeretlerini kabul etti."
Mücahid der ki: Bu ayet, Müzeyne kabilesinden Mukrinoğulları hakkında inmiştir.
Muhammed İbn-i Ka'b der ki: Bu sahabiler yedi kişiydi. Bunlar Amr İbn-i Avfoğulları'ndan Salim İbn-i Avf, Vakıfoğulları'ndan Ebu Leyla diye bilinen Abdurrahman İbn-i Ka'b, Malaoğulları'ndan Fazlullah, Selemeoğulları'ndan Amr İbn-i Ateme, Abdullah İbn-i Amr ve Müzeni idi.
İbn-i İshak, Tebük savaşından söz ederken der ki:
"Sonra bazı müslümanlar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun gözleri yaşlı olarak geldiler. Bunlar yedi adamdı. Bir kısmı Ensar'dan, bir kısmı diğer gruplardandı. Bunlar Amr İbn-i Avfoğulları'ndan Salım İbn-i Umey, Harisoğulları'mn kardeşi Aliy'le İbni- Zeyd, Mazinoğulları'nın kardeşi Ebu Leyla Abdurrahman İbn-i Ka'b, Selemeoğulları'nın kardeşi Amr İbn-i Hammam, İbn-i Camuh, Abdullah İbn-i Mağfil el-Müzeni, (Bazıları bu adamın Abdullah İbn-i Amr el-Müzeni olduğunu söylerler) Vakıfoğulları'ndan Harma İbn-i Abdullah ve İyad İbn-i Sariye el-Fizari idi. Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun binek istediler. Çünkü bunlar fakir kimselerdi. Peygamberimiz:
"Size verebilecek binek bulamıyorum" cevabını verdi. Onlar geri döndüklerinde harcayacak malları bulunmadığı için üzüldüler ve gözlerinden yaşlar boşandı.
Işte böyle bir ruh ile islâm zafere kavuştu. Yine böyle bir ruh ile egemenliği eline geçirdi. Şimdi bakalım kendimize: Biz neredeyiz, onlar nerede? Bizim ruhumuz nerede, bu küçük topluluğun ruhu nerede? Eğer bu duyguların en azından bir kısmının gönlümüzde yer aldığını görebiliyorsak, o zaman zafer ve üstünlük isteyelim. Yoksa kendimize bir çeki düzen verelim. Bu duygulara yaklaşmaya çalışalım. O zaman yüce Allah bize yardım edecektir.
ONBİRİNCİ CÜZ
Bu cüz, büyük bir bölümü onuncu cüzde geçen Tevbe suresinin geri kalan kısmı ile Yunus suresinden meydana gelmektedir. Önce Tevbe suresinin kalan kısmına devam edeceğiz. Yunus suresini ise inşaallah bu cüzün ilgili bölümünde tanıtacağız.
Onuncu cüzde Tevbe suresinin girişinde onun yapısını indiği sıradaki çevre şartlarını ve gelişmeleri müslüman toplum ile diğer toplumlar arasındaki nihai ilişkileri ve islâmın hareket metodunun yapısını açıklamanın önemini ortaya koyan şu bölümlere yer vermiştik:
Bu sure Medine'de indi. Kur'an'ın en son inen suresi değildi, ama son inen surelerden biridir. Bu niteliği yüzünden bu sure, gerek müslüman toplumun içe dönük ilişkileri konusunda ve gerekse yeryüzündeki diğer milletler ile müslüman toplumun arasındaki ilişkiler konusunda uyulacak nihai hükümleri içerir. Bunun yanısıra müslüman toplumun sınıflandırılmasını, ele alır, değer yargılarını, sosyal mevkilerini, toplumdaki her kesimin ve her zümreyi belirler; toplumu bir bütün olarak tanımladığı gibi toplumun her kesimini ve her zümresini de ayrıntılı somut ve açık bir şekilde tanımlar.
Bu açıdan bakınca Tevbe suresi, islâmın uygulama yöntemini, bu yöntemin aşamalarını ve adımlarını açıklama konusunda özel bir önem taşır. Özellikle bu surenin içerdiği nihai hükümler ile daha önceki surelerde yeralan geçici hükümleri birbirleri ile karşılaştırdığımızda bu özel anlam daha da ön plana çıkıyor.
Bu karşılaştırma bir yandan bu sistemin ne oranda esnek olduğunu ve öbür yandan da ne kadar kesin sözlü olduğunu ortaya koyar.
Eğer bu karşılaştırma yapılmazsa somut uygulama şekilleri, hükümler ve kurallar birbirine karışır. Nitekim geçici hüküm içeren bir ayet yerinden alınıp nihai hüküm ifadeye zorlandığı ya da nihai hüküm ifade eden ayetler zoraki bir uyum sağlama amacı ile geçici hükümlerle bağdaşacak şekilde yorumlanmak istendiğinde de aynı kavram kargaşası ile karşılaşırız. Özellikle cihad konusunda ve müslüman toplum ile diğer yabancı toplumlar arasında bu kavram kargaşası daha etkili biçimde kendini gösterir. Yüce Allah'dan dileğimiz odur ki, gerek bu sureyi tanıtan yazımızda ve gerekse surenin ayetlerinin ayrıntılı açıklaması sırasında bu muhtemel tehlikeyi, yani yanlış yorumlamadan kaynaklanabilecek kavram kargaşasına düşme tehlikesini anlaşılır bir dille açıklamaya muvaffak olalım.
Yine surenin giriş kısmında bu surenin konu, atmosfer ve şartlar açısından bir bütünlük oluşturmakla beraber, değişik bölümlerden oluştuğunu ve her bölümün kendi konusunda en son hükümleri açıkladığını belirtmiştik. Bu surenin ilk bölümü Arap Yarımadası'ndaki müslümanlar ile müşrikler arasındaki nihai ilişkilerle ilgili hükümleri açıklamaktaydı... İkinci bölüm ise, yine müslümanlar ile bütün ehli Kitap arasındaki ilişkilerle ilgili hükümleri açıklıyordu. Üçüncü bölüm Tebük savaşı için hazırlığa çağrıldıkları halde gevşek davranan ağır hareket edenleri kınamıştı. Bilindiği gibi, bu savaş islâmı ve islâm toplumunu yok etmeyi amaçlayan ve Arap Yarımadası'nın çevresinde kümelenen ehli Kitab'a karşı verilmişti. Dördüncü bölüm ise, münafıkların müslüman toplumda çevirdikleri dolapları ve onların kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmayı, onların psikolojik ve pratik durumlarını tasvir etmeyi, Tebük savaşından, sonra ve savaş sırasında takındıkları tutumlarını ortaya koymayı amaçlamıştı. Onların savaştan geri kalmaktaki niyetlerinin, oyunlarının ve mazeretlerinin, müslümanların safları arasında güçsüzlük, yaygara ve ayrılık furyasını yaymalarının Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- eziyet edişlerinin ve mü'minlerden kurtulma istemelerinin gerçek nedenini göstermeyi hedef almıştı. Onların bu durumlarının ortaya konuşu ile samimi mü'minler münafıkların tuzaklarından sakındırılıyorlardı. Bunlarla onlar arasındaki ilişkiler sınırlandırılıyor, sakındırılıyor, iki grup birbirinden ayrılıyor ve herbiri sıfatları ve eylemleri ile netlik kazanıyordu.
İşte bu dört bölümde bütünü ile onuncu cüzde yeralmıştı. Sadece savaştan geri kalanlardan ve savaştan geri kalmanın doğal sonuçlarından söz eden bölüm yarım kalmıştı...
Onuncu cüzde yeralan son ayeti yüce Allah'ın şu sözleriydi:
"Savaşma gücünden yoksun olanlar, hastalar ve savaş masraflarını karşılayacak imkânı olmayanlar için Allah'ın ve peygamberinin tarafını tuttukları takdirde savaştan geri kalmanın sakıncası yoktur. İyi niyetlilere karşı kınama ve suçlama yolu kapalıdır. Allah bağışlayıcı ve merhametlidir."
"Bir de kendilerini binek hayvanı sağlayasın diye sana başvurduklarında "size binek hayvanı bulamıyorum" deyince bu yolda harcama yapacak imkânları olmadığı için üzüntüden gözlerinde yaş olarak geri dönenlere karşı da kınama ve suçlama yoktur.
Oradaki ayetlerin devamı olup bu cüzün başlangıcını oluşturan ayetler ise şunlardır:
93- "Ancak zengin olduklara halde savaşa katılmamak üzere senden izin isteyenler, böylece savaşma gücünden yoksun olanlarla birlikte evlerinde oturmayı içlerine sindirenler kınanabilir suçlanabilirler. Allah onların kalplerini mühürlediği için neyin yararlı olduğunu bilmezler. "
"Savaştan döndüğünüzde size özür beyan ederler. Onlara de ki; boşuna özür beyan etmeyiniz, size inanacak değiliz, çünkü Allah kötü niyetlerinize ve oyunlarınıza ilişkin bize bilgi vermiştir. İlerde Allah da peygamberi de neler yapacağınızı görecektir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılırsınız da o size neler yaptığınızı haber verir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer, cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz." (Tevbe suresi 93-96)
Bu ayetler, yüce Allah savaştan geri kalmış münafıkların durumlarını Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- bildirmekte, kendisini ve kendisi ile birlikte bulunan samimi müslümanlar savaştan döndüklerinde onların ne şekilde mazeretler ile süreceklerini O'na haber vermektedir. Bu durumda Peygamberimizin ve müslümanların onlara karşı nasıl bir tutum izleyeceklerini bildirmektedir.
MÜNAFIKLARIN DURUMU
Bundan sonra surenin beşinci bölümü geliyor. Bu bölümde o dönemdeki -Mekke'nin fethi ile Tebük savaşı arasındaki dönem-müslüman toplumun genel bir tahlili yapılıyor. Surenin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi, buradan anlıyoruz ki, o müslüman toplumda islâma ilk dönemlerde sarılmış bulunan Muhacirler'in ve Ensar'ın -ki bu iki kesim müslüman toplumun güçlü-sağlam temelini oluşturuyorlardı- yanında başka gruplar da vardı... Bedevi Araplar vardı; bunlardan samimi olanları da, münafık olanları da vardı. Medineli münafıklar da vardı. İyi işlerini kötü işleri ile karıştıranlar da vardı. Bunlar henüz islâmi bir kimliğe sahip olamamış, ona tam anlamı ile uyum sağlayamamış ve islâmın potasında tamamen eriyememiş olan kimselerdi... Bir başka grup daha vardı ki, bunların durumları belli değildi. Gerçekten akıbetlerinin ne olduğu bilinmiyordu. İşleri Allah'a havale edilmişti. Çünkü yüce Allah onların hallerini ve akıbetlerini daha iyi biliyordu... Öte yandan islâmın maskesiyle gizlenmiş komplocular da vardı. Bunlar birtakım planlar, tuzaklar kuruyorlardı. Dıştaki islâm düşmanları ile işbirliği yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri bu grupların hepsinden güzel bir şekilde ve özet halinde söz ediyor. Ve islâm toplumunda onlara karşı nasıl davranılacağı belirtiliyor. Aşağıda birkaç örneğini aldığımız ayetlerde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve samimi müslümanların onlarla ilişkilerinde izleyecekleri yol gösteriliyor:
Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı; Allah'ın ve peygamberine indirdiği hükümlerin sınırları bilmemeye daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları harcamaları cerime, angarya sayarlar ve başınıza belaların geleceği günü gözlerler. Gözledikleri o bela kendi başlarına gelesiceler! Allah her şeyi işitir her şeyi bilir."
"Kimi Bedeviler de Allah'a ve ahiret gününe inanırlar yaptıkları maddi bağışları, Allah'ın yakınlığını ve peygamberinin dualarını kazanma aracı sebebi sayarlar. Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu bağışlar, gerçekten onları Allah'a yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içine alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
"Muhacirler'in ve Ensar'ın ilk öncüleri ile iyilikte onlara tam uyanlardan Allah hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah'dan hoşnut olmuşlardır. Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
"Gerek çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse Medine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."
"Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlamış itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."
"Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O onları ya azaba çarptırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
"Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek kâfirliği pekiştirmek mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve peygamberine karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı bir mescid (cami) yaptılar. Onlar "iyilikten başka bir amacımız yoktur" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar."
"Orada asla namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever. (Tevbe suresi 97-98)
İlerde bu ayetlerin yorumunu yaparken bu topluluklardan herbirisinin kimliğini daha detaylı biçimde açıklayacağız.
DİNİN YAPISI
Surenin altıncı ve son bölümü ise, Allah yolunda savaşmak için Allah ile yapılan bey'atın yapısını, bu cihadın yapısını, sınırlarını ve nasıl yapılacağını, Medineliler'in ve Medine etrafında bulunan Bedevi Araplar'ın cihad konusundaki görevlerini açıklamaktadır. Ayrıca müslümanlar ile başkalarının sırf inanç sistemini esas alarak birbirinden tamamen ayrılmaları gerektiği, müslümanlar ile başkaları arasındaki ilişkilerin başkasına göre değil, sadece inanç bağına dayandırılması gerektiğini, aile akrabalık ve oymak bağları olsa dahi ilişkilerde inancın esas alınacağını belirtmektedir... Bir de münafık ve komplocu olmadıkları halde savaştan geri kalanların akıbetlerini açıklamakta, yanısıra, münafıkların Kur'an emirlerine karşı belirgin bazı tutumlarını ve durumlarını anlatmaktadır... İşte bu konularla ilgili birkaç ayet:
" Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını, karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'tan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alış-verişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
"Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışmaz."
"İbrahim'in babası için af dilemesi onu bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi."
"Allah peygamberin ve zor anda O'nun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah savaşa katılmayan o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
"Gerek Medineliler ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler, savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını O'nun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz... Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacaklar her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi bir amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
"Mü'minlerin topyekün savaşa çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup, dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için savaşa çıkmalıdır."
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile savayız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
"Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar "Bu sure hanginizin imanını arttırdı?" diye sorarlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine "Acaba sizi bir gören var mı? diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır." (Tevbe suresi 11,113-114,117-118,120-125,127)
Sonunda sure, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sıfatlarını açıklayarak, yalnız Allah'a dayanmasına ve O'nun kefilliği ile yetinmesine ilişkin ilahi direktiflerle mühürleniyor:
"Size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir." (Tevbe suresi 128-129)
"Eğer sana sırt çevirirlerse de ki; "Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım' O yüce Arş'ın sahibidir."
Bu özet, girişten sonra surenin geri kalan ayetlerini detaylı olarak yorumlamaya geçiyoruz... yardımcımız Allah'dır.
SAMİMİYETİN DEĞERİ
94- Savaştan döndüğünüzde size özür beyan ederler. Çünkü Allah kötü niyetlerinize ve oyunlarınıza ilişkin bize bilgi vermiştir. İlerde Allah da peygamberi de neler yapacağınızı görecektir. Sonra görünür görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılırsınız da O size ne!er yaptığınızı haber verir.
95- Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer, cehennemdir.
96- Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz.
Ne zayıflara, ne hastalara, ne malı yardımda bulunmak için hiçbir şey bulamayan fakirlere ne de Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini savaş yerine götürecek binek bulamadığı kimselere günah ve suçlama sözkonusu olabilir. Bunlar savaştan geri kaldıklarında onlara karşı bir kınama ve suçlama yoktur... Asıl kınama ve suçlama güçleri yettiği ve zengin oldukları halde savaşmamak için Peygamber'den -salât ve selâm üzerine olsun- izin isteyenler içindir. Onları savaştan alıkoyacak gerçek bir özürleri yoktur. Asıl günah ve sorumluluk güçleri yettikleri halde, savaşa gücü olmayanlar gibi evde oturmaya razı olmalarıdır...
İşte bunlar savaştan kaçtıkları veya izin istedikleri için sorumlu tutulacaklar. Çünkü onlar savaşa çıkmaktan çekinmişler yerlerine çakılıp kalmışlar, yüce Allah kendilerini zengin kılmasına, güç ve imkân sahibi kılmasına rağmen, O'nun hakkını ödememişlerdir. Kendilerini koruyan ve üstün kılan islâmın hakkını da ödememişlerdir. Kendileri toplumun hakkını da vermemişlerdir... İşte bunun için Allah onlar için şu vasfı tercih ediyor:
"Savaşma gücünden yoksun olanlarla birlikte evlerinde oturmayı içlerine sindirdiler."
Bu, iradesizliğin, azimsizliğin ta kendisidir. Cihadın yükümlülüklerini yerine getirmekten aciz kaldıkları için evlerinde oturan kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla beraber olmaya razı olmaktır... Fakat bu evde kalan gruplar mazurdurlar. Halbuki kendileri mazur da değillerdir!
"Allah onların kalplerini mühürlediği için neyin yararlı olduğunu bilmezler."
Yüce Allah onların bilgi ve bilinç kapılarını kapatmış, sinyalleri alma ve kavrama cihazlarını çalışmaz hale getirmiştir. Çünkü onların kendileri alçaklığa, geri zekâlılığa ve tembelliğe razı olmuşlardır. Canlı, açık, hareketli ve atılgan bir hareket içinde bulunmaktan geri durmuşlardır. Zillet içindeki bir güveni ve geri zekâlılıktan kaynaklanan bir rahatı, ancak görebilme, zevk alabilme, deneyim sahibi olma ve bilgi edinme gibi itici güçlerini kullanmayan bir insan tercih edebilir. Ayrıca bu tip insanlar pratik hayatta varlıklarını ortaya koyma, gözlemleyebilme, etkileme ve etkilenme gibi itici güçlerinden de yoksundurlar. Rahatın verdiği gevşeklik, insanın bilgi ve duygu kapılarını kapatır, kalplere ve akıllara kilit vurur. Hareket, hayatın en açık belgesidir. Aynı zamanda hayatı da harekete geçiren O'dur. Tehlikeyi göğüslemek, insanın ruhunda gizli olan yetenekleri ve aklındaki gizli enerjileri harekete geçirir, kaslarını kuvvetlendirir ihtiyaç halinde ortaya çıkan gizli yeteneklerini ortaya çıkarır, insanın güçlerini, enerjilerini, çalışmaları için eğitir, sinyalleri almaları ve karışık vermeleri için onları hassaslaştırır... İşte bunların hepsi bilginin, tanıyabilmenin, açık olabilmenin birer çeşididirler. Geri zekâlılıktan kaynaklanan bir rahata ve alçaklığı kabul etmekten kaynaklanan güvene düşkün olanlar bu yeteneklerden mahrum kalırlar.
Ayetlerin akışı, zengin oldukları ve güçleri yettikleri halde savaşma gücün- ' den yoksun olanlarla birlikte evlerinde oturmayı içlerine sindirenlerin halini tasvir etmeye devam ediyor.
Barış içinde yaşama arzusu ve güven içindeki bir hayatı tercih etme sevgisinin arka planında dayanma gücünü yitirme, alçaklığa razı olma, boyun eğme açıkça mücadele etmekten ve karşı koymaktan kaçma vardır:
"Savaştan döndüğünüzde size özür beyan ederler."
Bu, yüce Allah'ın Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ve samimi müslümanların savaştan döndükten sonra savaştan geri kalan bu münafıklara karşı nasıl bir tutum izleyeceklerini haber vermesidir. Bu da, sözkonusu ayetlerin savaş dönüşünde ve Medine'ye yetişmeden önce indiklerini göstermektedir.
Savaştan geri kaldıkları ve evlerinde oturdukları için sizden özür dilerler. Çünkü onlar yaptıklarının, savaştan geri kalışlarının gerçek sahiplerinin ortaya çıkmasından utanırlar. Zira onların savaşa katılmalarının asıl nedeni, inanç zayıflığı... Rahatı tercih etmeleri ve savaştan korkmalarıdır!
"Onlara de ki; "Boşuna özür beyan etmeyiniz, size inanacak değiliz, çünkü Allah kötü niyetlerinize ve oyunlarınıza ilişkin bize bilgi vermiştir."
De ki: Tüm mazeretlerini kendinize saklayın. Size inanacak değiliz. Söylediklerinizi doğrulayacak da değiliz. Daha önce yaptığımız gibi sizin dıştan müslümanlığınıza bakıp hüküm vermeyeceğiz. Çünkü yüce Allah sizin gerçek kimliğinizi, kalplerinizde gizlediklerinizi bize bildirdi. Yaptıklarınızın gerçek nedenlerini bize anlattı. Durumunuzu bize açıkladı. Artık biz daha önceleri sizinle ilişkilerimizde esas aldığımız dış görünüşten, ötesini görmüyor değiliz.
Doğrulamama, güvenmeme, emin olmama ve tatmin olmamanın "Size inanacak değiliz" şeklinde verilmesi özel bir anlam ifade etmektedir. Çünkü iman; doğrulama, güvenme, emin olma ve tatmin olmadır. İman, sözü ile doğrulama, akıl ile emin olma, kalp ile tatmin olmadır. Mü'minin rabbine güvenmesi, kendisi ile beraber bulunduğu mü'minler arasında bir güvenin oluşmasıdır. Kur'ani ifadenin sürekli olarak başka bir anlamı ve bambaşka bir mesajı vardır.
De ki; özür dilemeyiniz. Artık sözün bir anlamı, lafın bir gerekçesi kalmamıştır. Sadece iş yapınız. Eğer yaptığınız işler söylediklerinizi doğrularsa demektir ki, sözünüz doğrudur. Yoksa sadece söz ile güvenme, emin olma ve tatmin olma mümkün olmaz.
"İlerde Allah da peygamberi de neler yapacağınızı görecektir."
Yapılan şeylerin hiçbiri Allah'dan gizli kalmadığı gibi, bu yapılan şeylerin arka planında yeralan gizli niyetleri de O'ndan saklamak da mümkün değildir. Allah'ın resulü de -salât ve selâm üzerine olsun- sizin sözünüzü, yaptıklarınızla değerlendirecektir. Ve müslüman toplumda sizinle ilişkilerinde bu yaptıklarınızı esas alacaktır.
Her ne olursa olsun, iş bu yeryüzündeki dünya hayatı ile asla sona ermeyecektir. Bundan sonra bir de hesaba çekilme ve ceza vardır. Bu hesaba çekilme ve ceza yüce Allah'ın gizli açık her şeyi bilen sınırsız ilmine göre gerçekleşecektir.
"Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılırsınız da, O size neler yaptığınızı haber verir."
Ayette geçen "gayb" kavramı, insanın bilisine ulaşamadığı şeyleri ifade eder. "Şehadet" kavramı ise, gözlenebilen ve bilinebilen şeylerdir. İşte bu anlamı ile Allah "gayb"ı ve "şehadet'i" (bilineni ve bilinmeyeni) bilir. Hatta bundan daha kapsamlı ve geniş bir biçimde bilir. Yüce Allah gözle görülen bu dünyadaki şeyleri ve bunun ötesinde gizli alemlerdeki şeyleri bilir. Bu kimselere yüce Allah'ın "O size neler yaptığınızı haber verir" şeklinde hitab etmesinde özellikle bir noktaya parmak basılmaktadır. Onlar neler yaptıklarını bilmektedirler. Fakat yüce Allah onların neler yaptıklarını daha iyi bilmektedir ki, onlara yaptıklarını bir bir haber verecektir! Yapılan işlerin nice gizli etkenleri vardır ki, bunlar onu yapan kişiye dahi gizli kaldıkları halde Allah onları bilmektedir! Yine bu amellerin nice sonuçlar vardır ki, onları işleyenler bunların farkında olmazken, Allah onları bilir... Doğal olarak burada amaç haber verişin sonucudur. Yani, yapılan işlerin gerçek biçimde hesaplanması ve karşılıklarının verilmesidir. Fakat bu sonucu ayetler açıkça ifade etmiyor, sadece haberin kendisinden söz ediyorlar. Çünkü bu bağlamda böyle bir habere yer verilmesi meselenin işaret yolu ile anlaşılmasına yetiyor.
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir."
İşte bu da yüce Allah'ın kendi Resulüne ulaştırdığı bir başka haberdir. Peygamber ve onunla birlikte olan samimi mü'minler sağ salım olarak geri döndüklerinde bu topluluğun neler yapacağını haber vermektedir. Çünkü münafıklar, onların Bizanslılarla yapılacak savaştan geri dönmeyeceklerini sanıyorlardı!
Yüce Allah onların Allah'ın adına yemin ederek mazeretlerini pekiştireceklerini biliyordu ve bunu peygamberine de haber verdi. Üzerine basa basa yemin edeceklerdi ki, müslümanlar onların yaptıklarını ve savaştan geri kalışlarını bağışlasınlar, affetsinler. Kendilerini hesaba çekmesinler ve cezalandırmasınlar!
Sonra yüce Allah peygamberine verdiği direktifle onlardan yüz çevirmesini istiyor. Bu onların bağışlanması ve affedilmesi anlamında değildir. Aksine onlar önemsenmeyecekler ve onlardan uzak durulacaktır. Çünkü onlar kaçınılması ve uzak durulması gereken pisliklerdir:
"Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar soyut pisliktirler."
Burada soyut olan pislik somut bir halde ifade ediliyor. Aslında onlar bedenleri ve bünyeleri itibariyle pis -yani murdar- değiller ama ruhları ve bedenleri itibariyle pistirler. Burada canlandırılan tablo ile onların son derece çirkin, apaçık bir pislik oldukları ortaya konuyor. Bu da onların pisliklerini, basitliğini, değersizliğini ve tiksinilecek varlıklar olduğunu pekiştirmektedir!
"İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer, cehennemdir."
Onlar savaştan geri kalmakla bir kazanç elde ettiklerini, oturmakla kâr ettiklerini, rahat ve huzuru elde ettiklerini, mal ve afiyeti koruduklarını sanıyorlardı. Ne var ki, onlar bu dünyada pistirler, murdardırlar. Ahirette de kendi paylarını, nasiplerini yitirirler. Bu bütün şekilleri ve bütün türleri ile katmerli bir hüsrandır... Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?
Ayetler devam ediyor. Cihada gelmeyip evlerinde oturan bu insanların mücahitlerin dönüşünden sonra neler yapacaklarını haber veriyor:
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile, Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz."`
Onlar önce müslümanların kendilerini bağışlayarak, affederek yaptıklarını hoş görmelerini istiyorlar. Sonra bu isteklerini daha ileri götürerek müslümanların kendilerinden hoşnut olmalarını diliyorlar. Böylece bu hoşnutluk ile müslüman toplumda rahat içinde yaşamayı garanti altına almak istiyorlar! Müslümanların daha önce yaptıkları gibi dış görünüş itibariyle müslüman oluşlarını esas alarak kendileriyle ilişkilerini sürdürmelerini, kendileriyle savaşmamalarını bu sürede yüce Allah'ın yapmalarını emrettiği şekilde kendilerine karşı sert davranmamalarını garanti etmek istiyorlar. Nitekim bu surede yüce Allah müslümanlar ile münafıklar arasındaki nihai ilişkileri belirlemiştir.
Fakat yüce Allah onların nifaktan kaynaklanan bu savaştan geri kalışlarının onları Allah'ın dininden dışarı çıkardığını ve kendisini islâm dininin dışına çıkan topluluklardan hoşnut olmayacağını bildirmektedir. İsterse onlar mazeretler ileri sürerek yeminler ederek müslümanların kendilerinden razı ve hoşnut olmalarını sağlamış olsunlar! Allah'ın onlar hakkındaki hükmü kesin ve nihai hükümdür.
İnsanların hoşnutluğu bu tür durumlarda Allah'ın onlara öfkelenmesini değiştiremez. Ve onlara zerre kadar fayda sağlayamaz. İsterse bu insanlar müslüman insanlar olsun farketmez. Allah'ı razı etmenin tek yolu bu sapıklıktan dönüş yapmaktır. Allah'ın sapasağlam dinine dönmektir!
İşte bu şekilde yüce Allah özürsüz olarak savaştan geri kalan bu insanların kimliğini müslüman topluma açıklamış ve müslümanlar ile bu münafıklar arasındaki nihai ilişkileri belirlemiştir. Nitekim daha önce yüce Allah müslümanlar ile müşrikler ve yine müslümanlar ile ehli Kitap arasındaki ilişkileri belirlemişti. İşte bu sure bu konuda son ve nihai hükmü ifade ediyordu.
İSLAM TOPLUMUNUN YAPISI
Gelecek ders Tebük savaşının eşiğinde bulunan o zamanki islâm toplumunun yapısını ortaya koymaktadır. Genel organik oluşumu içinde yer alan grupları ve onların iman derecelerini tasvir etmektedir. Onların herbirini kendi sıfatları ve eylemleriyle birbirinden ayırmaktadır.
Onuncu cüzde bu surenin giriş kısmında Medine'deki islâm toplumunun bu değişik düzeydeki imanlarının tarihi nedenlerini detaylı olarak açıklamıştık. Biz burada o açıklamanın son maddelerini aktarmakla yetineceğiz. Böylece bir toplum içinde yaşamalarına rağmen bu kadar değişik düzeydeki iman türlerinin ortaya çıkışında etkili olan faktörleri zihnimizde tekrar canlandıracağız.
Kureyşliler uzun süre islâma karşı koymuşlardı. Bu tutum bu dinin Arap Yarımadası'nda islâmın yayılmasını frenleyen güçlü bir engel oluşturmuştu. Çünkü Kureyş kabilesi, Yarımada'da ekonomi, siyaset ve edebiyat alanlarında nüfuz sahibi olduğu kadar, din konusunda son sözü söyleyen üstün güçtü. Bu yüzden, bu kabilenin böylesine inatla yeni dine karşı koyuşu, Yarımada'nın diğer yörelerinde yaşayan Araplar'ı bu dine girmekten caydırmıştı, en azından diğer Araplar'ı Kureyşliler ile Peygamberimiz arasındaki savaşın sonucu belli oluncaya kadar tereddüde ve beklemeye sürüklemişti.
Fakat Mekke fethedilince Kureyşliler, islâm karşısında boyun eğdiler. Arkasında Taif'te Hevazin ve Sakif kabilelerine de boyun eğdirildi. Bunlar üzerine Medine'deki üç yahudi kabilesinin burnu iyice kırıldı. Bu kabilelerin ikisi olan Kaynukoğulları ile Nadiroğulları Şam'a sürüldü. Kuraydaoğulları ortadan kaldırıldı ve Hayber kalesi kesin bir şekilde teslim oldu. İşte bütün bu ardışık başarılar, insanları yüce Allah'ın dinine akın akın girmeye yönelten bir çağrı oldu, nitekim bir yıl gibi kısa bir zaman zarfında islâm Yarımada'nın tüm yörelerine yayılmıştı.
Fakat islâm yurdunda gerçekleşen bu hızlı yatay genişleme, Bedir zaferinden sonra toplumda meydana çıkan hastalık belirtilerini de beraberinde getirmişti. Üstelik bu defa hastalık belirtilerinin çapı daha da genişti. Oysa Bedir zaferini izleyen yedi yıl boyunca uygulanan sürekli ve yoğun eğitim çabası sonunda toplum, bu hastalıklardan tamamen kurtulmanın eşiğine gelmişti.
Eğer vaktiyle Medine toplumu, bir bütün olarak bu inanç sisteminin sağlam üssü ve bu yeni toplumun sarsılmaz kalesi haline getirilmemiş olsaydı, Yarımada'da gerçekleşen bu hızlı yatay genişleme, islâm hesabına büyük bir tehlike oluşturacaktı. Fakat yüce Allah bu dinin gelişim aşamalarını planlamış, onu gözetimi altına almıştı. Bunun sonucu olarak Bedir zaferinin sağladığı göreceği genişlemenin arkasından nasıl Muhacirlerin ve Ensar'ın ölçülerinden oluşmuş bir avuç ihlaslı mü'mini bu dinin güvenli kalesi olmak üzere hazırladı ise, Mekke fethini izleyen hızlı genişleme döneminde de bir bütün halinde Medine toplumunun islâma güvenli kale olmasını sağlamıştı. Hiç kuşkusuz Allah, dinini geliştirme uğrunda, kimi ya da kimleri görevlendireceğini herkesten iyi bilir.
Bu hızlı genïşlemenin yolaçtığı bunalımın ilk belirtisi, Huneyn savaşında meydana çıkmıştı. İncelemekte olduğumuz "Tevbe" suresinde bu olaydan şöyle söz ediliyor:
"Gerçekten Allah size birçok yerde, birçok olayda olduğu gibi Huneyn savaşı günü de yardım etti. Hani o gün sayıca çok oluşunuz hoşunuza gitmiş, böbürlenmenize yolaçmıştı da bu kalabalık size hiçbir yarar sağlamamıştı, yeryüzü onca genişliğine rağmen size dar gelmişti de sonra arkanıza dönüp kaçmıştınız."
"Bu bozgunun arkasından Allah, peygamberinin ve mü'minlerin kalplerine güven duygusu indirdi ve göremediğiniz askerler göndererek kâfirleri azaba çarptırdı. Kâfirlerin görecekleri karşılık budur."(!)
Bu bozgunun ilk plandaki görünür sebeplerinden biri şuydu: Fetih günü bu dine girmiş iki bin kişilik bir "zoraki" müslümanlar grubu, Mekke'yi fetheden onbin kişilik ordu ile birlikte bu savaşa katılmıştı. İşte bu ikibin kişilik grubun onbin kişilik ordunun arasına katılması birliğin sarsılmasına yolaçtı. Hevazin kabilesinin sürpriz bir saldırı düzenlemiş olması faktörünü de buna eklememiz gerekir. Çünkü ordunun tümü Bedir savaşı ile Mekke fethi arasında geçen uzun dönem boyunca eğitilen ve iç uyuma kavuşturulan o samimi ve sarsılmaz çekirdek kadrodan oluşmuyordu.
Tebük savaşı sırasında ortaya çıkan hastalık belirtileri ile üzücü görüntüler de bu hızlı yatay genişlemenin, bu genişleme sonunda islâma giren yeni gruplardaki farklı iman düzeyinin ve disiplin eksikliğinin yolaçtığı doğal bir sonuç olarak meydana gelmişlerdi. İşte Tevbe suresi bu hastalık belirtilerini gündeme getirmiş, değişik üsluplu ayrıntılı ve uzun tahlillerinde bu bunalımlara parmak basmıştır. Yukarda bu surenin çeşitli kesitlerini örneklendiren seçme ayetleri sunarken, bu tahlillere değinmiştik.
Ana hatlara ilişkin bu açıklamadan sonra bu dersin ayetlerini detaylı olarak incelemeye geçebiliriz.
BEDEVİ ARAPLAR'IN DURUMU
97- Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı; Allah'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
98- Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları harcamaları cerime, angarya sayarlar. Ve başınıza belaların geleceği günü gözlerler. Gözledikleri o bela kendi başiarına gelesiceler! Allah herşeyi işitir, herşeyi bilir.
99- Kimi Bedeviler de Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; yaptıkları maddi bağışları Allah'ın yakınlığını ve peygamberin dualarını kazanma aracı, sebebi sayarlar. Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu bağışlar, gerçekten onları Allah'a yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içerisine alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir.
Bu bölüm Bedevi Araplar'ın gruplarını açıklayarak başlıyor. O sırada Medine çevresinde Bedevi Araplar'dan oluşan birtakım kabileler bulunuyorlardı. Müslüman olmadan önce Medine'deki islâm yurduna karşı saldırı ve hücumlarda onların fonksiyonu büyüktü. Müslüman olduktan sonra ise bu ayetlerde ana hatlarıyla verilen sıfatlarıyla iki büyük gruba ayrılıyorlardı.
Onlardan söz eden bölüm Bedeviler'in karakterlerini ortaya koyan genel bir kuralını belirtiyor:
"Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı; Allah'ın peygamberine indirdiği, hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın kimselerdir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Bu genel ifade onların Bedevi olmaları ve Bedevilik ile ilgili değişmez bir sıfat niteliğindedir. Yani Bedevilik yapı olarak küfre ve münafıklığa daha elverişlidir. Ve Allah'ın kendi resulüne göndermiş olduğu hükümleri sınırları bilmemeye tanımamaya daha müsaittir.
Allah'ın kendi resulüne göndermiş olduğu hükümlerini bilmemelerinin gerekçesi onların yaşadıkları hayat şartlarından kaynaklanmaktadır. Bu hayatın karakterlerine yerleştirdiği kabalıktan, katılıktan meydana gelmektedir. Onların bilgi ve kültürden, belirlenen hükümlere ve yasalara boyun eğmekten uzak oluşlarından kaynaklanmaktadır. Sırf maddi değerleri geçerli ve egemen kılan somut bir maddecilikten ileri gelmektedir. İman onların bu karakterlerini bir ölçüde düzeltse de, onları bu değerlerin üstüne çıkarsa da, onları bu somut şeylerden daha yüce, daha parlak ufuklara ulaştırsa da bu böyledir.
Bedevi Araplar'ın kabalıklarını ve katı yürekliliklerini ortaya koyan pek çok rivayetler vardır. Bu bağlamda İbn-i Kesir'in kendi tefsirinde aktardıklarına biz de burada yer vereceğiz.
Ameş İbrahim'den aldığı rivayeti anlatıyor:
Bedevi bir Arap Zeyd İbn-i Suhan'ın halkasına oturdu. Zeyd bu arada arkadaşlarıyla konuşuyordu. Zeyd'in "Nihavend savaşında eli yaralanmıştı. Bedevi Arap:
Allah'a yemin ederim ki, senin sözlerin hoşuma gidiyor. Fakat elin beni kuşkulandırıyor, dedi. Zeyd:
Ne diye elimden kuşkulanıyorsun? Bu benim sol elimdir!
Bedevi Arap Allah'a yemin ederim ki bilemiyorum. Sağ eli mi keserler yoksa sol eli mi keserler! dedi. Zeyd İbn-i Suhan o zaman:
"Allah ve Rasulü doğru söylüyor dedi ve şu ayeti okudu:
"Bedevi Araplar kâfirlikte ve münafıklıkta daha aşırı: Allah'ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın kimselerdir."
İmam Ahmed der ki:
Ahmed İbn-i Mehdi, Süfyan Ebu Musa, Vehb İbn-i Münebbih İbn-i Abbas kanalıyla bize gelen hadiste Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun şöyle buyurmuştur.
"Kim kırsal kesime yerleşirse kabalaşır, kim av peşinde koşarsa habersiz kalır, aldanır, kim de iktidarla işbirliği yaparsa denenir. Belası eksik olmaz." Kırsal kesimde yaşayan insanlar genellikle katı yürekli ve kaba oldukların dan yüce Allah onlardan peygamber göndermez. Peygamberlerini hep medeni olan ve yerleşik hayat yaşayan şehirlilerden seçer. Nitekim Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Senden önce de şehirler halkında, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka peygamber göndermedik.
Bedevi bir Arap, Peygamberimize bir hediye verdiğinde Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- ona hediyesinin birkaç katını geri verdi. Onu bu şekilde memnun etti." Ve şöyle buyurdu:
"Bu Kureşliler'den, Sakifliler'den, Ensar'dan ve Devsliler'den başka kimsenin hediyesini kabul etmemeyi isterdim."
Çünkü bu insanlar Mekke, Taif, Medine ve Yemen'de yerleşik bir şehir hayatı yaşıyorlardı. Dolayısıyla Bedevi Araplar'dan daha yumuşak bir ahlâka sahip bulunuyorlardı. Çünkü Bedevi Araplar'ın yapılarında sertlik ve katılık vardı.
İbn-i Kesir devamla der ki: Müslim tarafından rivayet edilen bir hadiste Ebu Bekir, İbn-i Ebi Seyme ve Ebu Kürey birlikte Ebu Usame ve İbn-i Nümeyrden, Hişam'dan, Hişam'ın babasından ve Aişe'den rivayetle diyor ki:
"Bedevi Araplar'dan birtakım insanlar Peygamberimizin yanına gelip: "Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz"? diye sordular. Peygamberimiz: "Evet"! buyurdu. Onlar ise:
"Allah'a yemin ederiz ki, biz çocuklarımızı öpmeyiz" dediler. Peygamberimiz:
"Eğer Allah sizin kalbinizden rahmetini çekip almışsa ben ne yapabilirim ki?" karşılığını verdi.
Rivayetlerin pek çoğu Bedevi Araplar'ın yapılarında bulunan katılık ve sertliğin müslüman olduktan sonra bile devam ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla onların yapı olarak küfürde ve münafıklıkta daha aşırı Allah'ın peygamberine gönderdiği hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha yatkın olmaları kaçınılmazdı. Başkalarına karşı üstün geldiklerinde katılıkları ve kabalıklarıyla, başkalarına mağlûp olduklarında münafıklıkları ve döneklikleriyle ayrıca göçebe hayatın zorunlu şartları haline gelen sebeplerin yolaçtığı düşmanlığın ve hiçbir sınır tanımaman uzun bir hayat boyunca karakterlerini değiştirmiş olmasıyla farklılaşmışlardı.
"Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Kullarının durumlarını, şartlarını, sıfatlarını ve karakterlerini bilir. Özellikleri, yetenekleri ve bağışları dağıtırken insanları cins, cins, millet millet ve çevre çevre türlere ayırmasında her yaptığı yerindedir.
Böylece Bedeviler'in genel ve başlıca vasıfları belirlendikten sonra imanın onların kalplerinde, gönüllerinde meydana getirdiği değişikliklere göre onların yeniden tasnifine geçiliyor. İmanın içine yerleşip şekil verdiği kalpler arasındaki farkları vermeye çalışıyor. Bu da o zamanki müslüman toplumun pratik hayatına, realitelerine ışık tutuyor.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları harcamalarını cemire, angarya sayarlar. Ve başınıza belaların geleceği günü gözlerler. Gözledikleri o bela kendi başlarına gelesiceler! Allah her şeyi işitir her şeyi bilir."
Kur'an'ın burada Bedevi Araplar'ın münafık olan kesimini mü'min olan kesiminden önce vermesinin nedeni bu münafıkların da önceki bölümün tamamını kuşatan Medine münafıklarına ilave etmek için olabilir. Böylece atmosfer değişmeden hem Medineli münafıklardan hem de Bedevi münafıklarından söz edilmiş olur.
"Kimi Bedeviler Allah'ın emri uyarınca yaptıkları harcamaları cemire angarya sayarlar."
Çünkü onlar mallarının zekâtını vermek müslümanların savaşlarında onları malı yönden desteklemek zorundaydılar. Çünkü dış görünüş olarak müslüman olduklarını söylüyorlardı. Ancak bu şekilde müslüman toplumun içinde yaşanan hayatın nimetlerinden yararlanabilirlerdi. Çünkü o gün Arap Yarımadası'nda iktidar sahipleri müslümanlardı. Ve onlar da ancak bu şekilde müslümanlara yaranabilirlerdi!
Fakat onlar bu harcamalarını bir angarya olarak görüyorlar, istemeyerek yaptıkları bu yardımları bir zarar olarak kabul ediyorlardı. Allah yolunda savaşan mücahidlere yardım ve destek olmak islâmın ve müslümanların zafere kavuşmalarını kolaylaştırmak için değil!
"Başınıza belaların geleceği günü gözlerler."
Onlar müslümanların başına gelecek belaları dört gözle beklerler. Ve onların hiçbir savaştan sağ ve salim geri dönmemelerini gönülden arzu ederler!
Burada ayetlerin içinde Allah tarafından onlara yöneltilen bir bedduaya yer verilmektedir. Allah'ın bedduası bu bedduanın onlar hakkında hemen meydana geleceği anlamına gelir.
"Gözledikleri o bela başlarına gelesiceler."
Burada sanki belaların kendilerini kuşatan bir dairesi vardır. Hiçbiri ondan kurtulamamaktadır. Çevrelerini dolanıp durmakta ve onların yakasını bırakmamaktadır. Bu açıklama soyut kavramları somutlaştırma ve zihinde canlandırma türünden bir ifadedir. Böylece mesele daha canlı bir şekilde daha etkili bir biçimde ifade edilmiş olmaktadır."
"Allah her şeyi işitir ve bilir."
Burada işitme ve bilme sıfatları müslüman cemaatin düşmanlarının onlara karşı bir kötülük yapma fırsatını kollama atmosferiyle uyum sağlamaktadır. Onların kendi içlerinde onlara karşı besledikleri ve dış görünüşleriyle gizlemeye çalıştıkları nifakın karakteriyle bağdaşmaktadır:
"Allah her şeyi bilmektedir."
Diğer tarafta Bedevi Araplar'ın kalpleri imanın nuruyla aydınlanmış başka bir kesimi de vardır.
"Kimi Bedeviler de Allah'a ve ahiret gününe inanırlar: Yaptıkları maddi bağışları Allah'ın yakınlığını ve peygamberinin dualarını kazanma amacı sebebi sayarlar. Haberiniz olsun ki, yaptıkları bu bağışlar gerçekten onları Allah'a yaklaştıran bir sebeptir. İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içine alacaktır. Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
Bu kesimin harcamada bulunmasının başlıca nedeni Allah'a ve ahiret gününe iman etmeleridir. İnsanlardan korkmaları, üstün gelenlere yaltaklık yapmaları, şu dünya aleminde kâr ve zarar hesaplarını yapmaları değil!
Allah'a ve ahiret gününe iman eden bu kesim, yaptıkları bu harcamaları ile Allah'a daha yakın olmayı ve peygamberinin yani dualarını almak istemektedir. Çünkü bu dualar peygamberin hoşnutluğunu gösterir. Ve onlar Allah katında kabul edilen dualardır. Peygamber bunlarla Allah'a ve ahiret gününe inanan Allah'ın rızası ye O'na yakın olma arzusuyla mali yardımda bulunan mü'minlere dua eder.
İşte bu nedenle ayetlerin içinde bu duaların ve nifakın Allah katında kabul edilmiş bir yakınlık aracı oldukları ifade edilmiştir:
"Haberiniz olsun ki, bu bağışlar ve dualar gerçekten onları Allah'a yaklaştıran birer sebeptir."
Ayrıca onları Allah'dan gerçek bir vaad ile güzel bir son müjdelemektedir.
"İlerde Allah onları rahmetinin kapsamı içine alacaktır."
Burada rahmet insanların kendisine sığındığı, içine girdiği bir ev olarak somutlaştırılmaktadır. Nitekim daha önce müslümanların başlarına bir belanın gelmesini gözetleyen kesimin başına gelecek olan "Kötülük dairesi" de bu şekilde somutlaştırılmıştı. Çünkü onlar yaptıkları harcamaları angarya sayıyorlardı ve mü'minlerin başına belaların geleceği günü gözetliyorlardı.
"Hiç şüphesiz Allah affedici ve merhametlidir."
Tevbeleri kabul eder, yapılan harcamaları mükafatlandırır, işlenmiş olan günahları bağışlar ve rahmet dileğinde bulunanlara merhamet eder.
İSLÂM TOPLUMUNDAKİ GRUPLAR
Böylece Bedeviler'i ana çizgileriyle gruplara ayırdıktan sonra bütün toplumu gözönünde bulundurarak yeniden gruplara ayırmaya geçiyor.
Burada toplum bedevisi ve medenisi ile bir bütün halinde ele alınmıştır. Buna göre toplum iman açısından dört sınıfa ayrılmıştır:
1) Herkesten önce imana sarılan ve böylece islâmın öncülüğünü yapan muhacirler ve Ensar ile bunları güzel şekilde izleyenler.
2) Nifak üzerinde diretip münafıklığını sürdüren Medineli Bedevi ve Araplar.
3) Hem iyi, hem de kötü işler yaparak karma bir yapı arzedenler.
4) Allah'ın kendi kazasıyla onlar hakkındaki yargısını belirleyeceği şu anda hükümleri ertelenmiş olanlar.
Öyle anlaşılıyor ki, toplumun bu şekilde gruplara ayrılışı Tebük savaşının dönüşünden savaştan geri kalmış münafıkların ve yine savaştan geri kalmış mü'minlerin mazeretlerini beyan edişlerinden sonra gönderilen bu ayetlerle gerçekleşmiştir. Savaştan geri kalan mü'minlerin bir kısmı gerçekten mazeret sahibi olduklarından, kendilerini mescidin sütunlarına bağlamışlar ve peygamberinin gelip kendilerini çözmesine kadar beklemişlerdir. Bazıları ise hiçbir özür ileri sürmeden durumlarını olduğu gibi söylemişler ve samimi olarak gerçekleştirdikleri tövbeleri ile Allah'ın kendilerini bağışlayacağı umuduyla hareket etmişlerdir. Bu ikinci grup haklarında hüküm verilmeyen üç kişidir. Daha sonra Allah onları bağışlamış ve tevbelerini kabul etmiştir. İlerde bu konuya değineceğiz. İşte Tebük savaşından sonra Arap Yarımadası'nda islâm dininin etrafında bulunan insanların bu kesimleri o zamanki toplumu oluşturuyorlardı. Yüce Allah kendi elçisine ve onunla birlikte olan samimi mü'minlere bu dinin ilk aşamasının son durağına yakın bir yerde yani ilk yurdunda hareketin tüm arazisini, bu arazideki bütün girinti ve çıkıntıları ve bu arazide yaşayan insanları son derece mükemmel bir şekilde göstermiştir. Onların gözleri önüne sermiştir. İslâm davası bütün dünyaya açılmadan yalnız Allah'a kulluğu öngören ve sadece onun egemenliğine boyun eğmeyi esas alan ve yeryüzünde insanın bütün şekilleri ve biçimleriyle kullara kulluktan kurtulmasını isteyen mesajını açıklamadan önce böyle bir durum değerlendirmesi yapılması gerekiyordu zaten.
İslâmi hareket'in harekete geçmeden önce mücadele sahasını, oradaki girintileri çıkıntıları ve orada yaşayan insanların karakterlerini güzel bir şekilde incelemesi gerekir. Atılacak her adım için böyle bir inceleme zorunludur. Ancak bu şekilde hareketi götüren insanlar, bu yolda attıkları her adımda ayaklarını nereye bastıklarını öğrenme imkânı elde edebilirler...
Ayetleri incelemeye devam ediyoruz:
ENSAR VE MUHACİRLERİN ÖNCÜLERİ
100- Muhacirlerin ve Ensar'ın ilk öncüleri ile iyilikte onlara tam uyanlardan Allah hoşnut olduğu gibi onlar da Allah'dan hoşnut olmuşlardır. Allah onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
Bu üç grubun -yani Muhacirler'in ve Ensar'ın öncüleri ile bu iki grubun duyarlı izleyicilerinin- oluşturduğu zümre, bu surenin tanıtma sayısında belirttiğimiz gibi, Arap Yarımadası'nda, Mekke fethinden sonraki islâm toplumunun sağlam zeminini, omurgasını meydana getiriyordu. Bu toplumu gerek zor anlarda, gerekse bolluk ve rahat anlarında ayakta tutan, bu zümre idi. "Bolluk ve rahat anlarda" dedik. Çünkü çoğu zaman bolluk ve rahat sınavından geçmek, zorluk sınavını aşmaktan daha zor ve daha tehlikelidir.
"Muhacirlerin öncüleri" bizim eğilimimize göre Bedir savaşından önce Medine'ye göçedenlerdir. "Ensar'ın öncüleri" de Bedir savaşı öncesinde müslüman olanlardır. "İyilikte bu iki gruba tam uyanlar"a gelince, Tebük savaşı öncesinin olaylarını konu edinen bu ayetin ana amacını gözönünde tutarsak, bu grubun önceki iki grubu duyarlıkla izleyenlerden, onlar gibi iman ederek daha sonraki yıllarda onların verdikleri sınavları aynı başarı ile geçenlerden ve böylece ilk iki örnek grubun iman düzeyine yükselenlerden oluşmuş olmalıdır. Ger i ilk iki grubun "öncü olma" ayrıcalığı vardır. Çünkü onlar islâm toplumunun en sıkıntılı dönemi olan Bedir savaşı öncesinin yükünü taşımışlardır.
Elimizdeki belgelerden öğrendiğimize göre, "öncü Muhacirler" ile, "önce Ensar"ın kimler olduğu konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Kimi bilim adamlarına göre bunlar Bedir savaşından önce Medine'ye göçedenler ile yine bu savaş öncesinde göçmenlere yardım ellerini uzatan Medineliler`dir. Kimi bilim adamlarına göre bunlar islâm tarihinde "Rıdvan Biatı" adı ile anılan Peygamberimize bağlılık sözü verme törenine katılanlardır. İslâm toplumunun oluşum aşamalarına ve bu toplumun iman katmanlarının yapılanmasına ilişkin araştırmalarımıza dayanarak az yukarda tercih ettiğimizi belirttiğimiz görüşün diğerlerine göre daha doğru olduğuna inanıyoruz. Doğrusunu bilen Allah'dır kuşkusuz.
İslâm toplumunun oluşum aşamaları ve bu toplumun iman kriterli katmanları konusunda onuncu cüzde yaptığımız açıklamanın bazı paragraflarını aşağıya almayı uygun görüyoruz. Böylece okuyucuya o eski sayfalara başvurmayı önereceğimiz yerde, orada söylediklerimizi önüne getirmiş oluyoruz. Bu sayede okuyucu incelemekte olduğumuz ayetlerde yapılan islâm toplumunun gruplarına ilişkin nihai tasnifi o açıklamada gözler önüne sermeye çalıştığımız gerçeğin ışığı altında değerlendirebilme fırsatını bulacaktır."
İslâmi hareket Mekke'de şiddet ortamında doğdu, baskı sınavından geçmiş seçkin insanların kişiliklerinde varlık buldu. Kureyşli müşriklerin başını çektiği cahiliye uygarlığı "Lailâhe illellah, Muhammedün Resulullah (Allah'dan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun elçisidir)" çağrısının içerdiği gerçek tehlikeyi sezmekte gecikmedi. Adamlar, bu çağrının yetkisini yüce Allah'dan almamış, her türlü yeryüzü kaynaklı otoriteye karşı başkaldırma anlamına geldiğini, yeryüzünde egemenlik kurmuş bütün tağutlara, bütün zorbalara uzlaşmasız bir meydan okuma demek olduğunu, bütün bu diktatörlüklerden kaçıp yüce Allah'a sığınma kararını haykırdığını hemen anladılar. Ayrıca onlar bu çağrının oluşturduğu ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında gelişen, yeni organik ve hareketli toplumun taşıdığı ciddi tehlikeyi de kavradılar. Bu ele-avuca sığmaz, hareketli toplum ortaya çıktığı ilk günden itibaren yalnız yüce Allah'a ve Peygamberimize itaat etmeyi ilke edinmiş, Kureyş kabilesinin temsil ettiği cahiliye rejimine ve bu rejimin ayakta tuttuğu sosyal düzene karşı çıkmış, başkaldırmıştı.
Evet, işin başında Kureyş kabilesinin temsil ettiği cahiliye uygarlığı hem o, ve hem de bu tehlikeyi kısa zamanda sezdi ve bu sezgisinin sonucu olarak vakit geçirmeden, hem bu yeni çağrıya, hem bu yeni topluma ve hem de bu yeni liderliğe karşı amansız, vahşi bir savaş açmış; öteden beri kullana geldiği bütün işkenceleri, bütün tuzakları, bütün bozgunculukları ve bütün hileleri işletmeye koyulmuştu.
Cahiliye toplumu varlığını tehdit eden bu tehlike karşısında reflekssiz bir savunmaya girişmişti. Tıpkı ölüm tehlikesi ile karşılaşan her canlı varlığın yaptığı gibi. Bu kaçınılmaz, doğal bir reaksiyondur. Kula kulluk esasına dayalı bir cahiliye toplumunda ne zaman yüce Allah'ın ilahlığını benimsemeyi haykıran bir çağrı seslendirilirse; ne zaman bu çağrı yeni bir liderlik kadrosunun izinden giden, hareketli bir toplumun kişiliğinde somutlaşır da bağrından çıktığı kokuşmuş cahiliye toplumuna taban tabana zıt bir strateji ile karşı çıkarsa, mutlaka böyle bir reaksiyon ortaya çıkar.
O zaman yeni islâm toplumunun her ferdi, işkencenin ve fitnenin her türlüsü ile karşı karşıya kalır. Bu iş kimi zaman kan dökülmesi aşamasına kadar varır. İşte o günlerde kendini tamamen yüce Allah'a adamış; her türlü sıkıntıya, fitneye, açlığa, sürgüne, işkenceye ve kimi zaman en acımasız türden ölüme katlanmayı peşin olarak göze alan seçkin insanlardan başka hiç kimse, "Lâilâhe illellah, Muhammedün Resulullah" cümlelerinden oluşan "Şehadet" çağrısını seslendirmeye, yeni islâmi topluma katılıp bu yeni toplumun liderlik kadrosunun direktiflerini benimsemeye cesaret edememişti.
Bu seçkin azınlık sayesinde islâm Arap toplumunun en sağlam unsurlarından oluşmuş, dayanıklı bir temel edinmişti. Bu baskılara katlanamayan kimseler ise, yeni dinlerinden vazgeçerek tekrar cahiliye dönemine dönmüşlerdi. Bu tür dönekler sayıca azdı. Çünkü bu dine girenlerin başlarına ne gibi belâların geleceği önceden belli ve açıktı. Bu yüzden sağlam karakterli ve seçkin kimseler dışında kalan sıradan insanlar, cahiliye toplumundan koparak islâma girmeyi, korkular ve tehlikeler ile dolu dikenli yola koyulmayı göze alamamışlardı.
İşte yüce Allah Muhacirler'in öncülerini bu seyrek rastlanır örnekler arasından seçerek, onların Mekke'de bu dinin dayanıklı temeli olmalarını sağlamıştı. Aynı kimseler daha sonra Ensar'ın öncüleri ile birlikte Medine'de de bu islâma sağlam temel oluşturma fonksiyonlarını sürdürmüşlerdi. Gerçi Medineli müslümanlar, Mekkeli müslümanlar gibi bu dinin sıkıntılarına katlanmamışlardı, ama Peygamberimiz ile yaptıkları "Akabe biatı", orada içtikleri bağlılık andı onların da bu dinin özü ile bağdaşacak asil bir karaktere sahip insanlar olduklarını kanıtlamıştı. Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor:
"Muhammed b. Karab Karadi'nin ve başkalarının bildirdiğine göre, Akabe biatının gerçekleştiği gece Abdullah b. Revahe Peygamberimize, `Gerek Rabbin ve gerekse kendin adına bize dilediğin şartları koş' dedi. Peygamberimiz, `Rabbim adına sadece O'na kulluk etmenizi, hiçbir şeyi kendisine ortak saymamanızı şart koşarım. Kendi adıma da kendinizi ve malınızı koruduğunuz gibi, beni de korumanızı şart koşarım' buyurdu. Medineli müslümanlar `Peki, eğer bu şartları yerine getirirsek ne elde ederiz?' diye sordular. Peygamberimiz, `Cenneti elde edersiniz' buyurdu. Bunun üzerine Medineli müslümanlar, `Ne kadar kârlı bir alış-veriş bu, bu anlaşmayı ne kendimiz bozarız ve ne de senden bozulmasını isteriz' dediler."
Peygamberimizin önünde bu biat andını içenler, bu sözleşmenin ucunda cennetten başka hiçbir karşılık beklemeyenler, bu alış-verişe bağlı kalacaklarını kesin bir dille ifade edenler, bu anlaşmayı kendileri bozmayacakları gibi, Peygamberimizden de onu bozmasını istemeyeceklerine karar verenler, içtikleri andın içeriğinin basit olmadığını biliyorlardı; Kureyşliler'in şimşeklerini üzerlerine çekeceklerinden ve tüm Araplar'ın oklarına hedef olacaklarından emindiler. O andan itibaren artık gerek Arap Yarımadası'nın her tarafında egemen olan ve gerekse Medine'de burunlarının dibindeki cahiliye toplumunda, barış içinde yaşayamayacaklarının kesinlikle bilincinde idiler."
Bu belge gösteriyor ki, Medineli müslümanlar bu biatın, içtikleri bu bağlılık andının omuzlarına bindirdiği yükümlülükleri açık bir kesinlikle biliyorlardı; bunun yanısıra bu yükümlülüklerin karşılığında kendilerine dünya hayatında düşmanları önünde -zafer ve üstünlük de dahil olmak üzere- hiçbir şey vadedilmediğinin, kendilerine vadedilen tek ödülün cennet olduğunun da bilincinde idiler. Ayrıca bu belge, onların içtikleri bu andın ne derece bilincinde olduklarını ve onun gereğini yerine getirmek için ne büyük bir titizlik göstermeye kararlı olduklarını da kanıtlıyor. Bundan dolayı onların, bu dinin binasının ilk kurucuları ve alt yapısının hazırlayıcıları olan öncü Muhacirler (Mekkeli müslümanlar) ile birlikte bu dinin Medine'deki dayanıklı temelini oluşturdukları kuşku götürmez bir gerçektir.
Fakat Medine toplumu bu samimiyeti, bu arınmışlığı sürdüremedi. İslâm Medine'de ortaya çıkıp yayılınca, çoğunluğunu mevki sahiplerinin oluşturduğu birçok kimseler sosyal konumlarını koruyabilmek için hemşehrilerine ayak uydurmak, onlarla aynı görüşteymişler gibi görünmek zorunda kaldılar. Nitekim Bedir olayı ortaya çıkınca bu sinsi tiplerin lideri konumunda olan Abdullah b. Ubeyy b. Selül, "Bu başa gelebilecek bir olaydır" diyerek kendisini müslümanmış gibi göstermeye yeltendi.
Ayrıca birçok Medineli toplumda doğan heyecan dalgasına kapılarak özenti ile islâma girmiş olmalıdır. Gerçi bu kimselerin münafık olduklarını düşünmüyoruz, ama henüz islâmın özünü kavramadıkları, onun potası içinde pişmedikleri kesindi. İşte çeşitli toplum kesimleri arasındaki bu inanç düzeyi farklılığı, Medine'nin toplumsal yapısında çalkantı meydana getirmişti.
İşte bu noktada Kur'an'ın eşsiz eğitim metodunun Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- liderliği altında kolları sıvayarak işe koyulduğunu görüyoruz. Kur'an'ın eğitim metodu, bir yandan çabasını bu yeni unsurlar üzerine yoğunlaştırırken, öte yandan da genç toplumun bünyesine katılan değişik insan gruplarının inanç, ahlâk ve davranış düzeyleri arasında uyum ve koordinasyon meydana getirmeye yönelmiştir.
Medine'de inen sureleri -yaklaşık kronolojik sıralarına göre- gözden geçirdiğimiz zaman, islâm toplumundaki bu farklı unsurları aynı potada eritmek için ne kadar büyük bir çaba harcandığını görürüz. Özellikle kabilesinin takındığı düşmanca tutuma ve Arap Yarımadası'nda yaşayan bütün kabilelere yönelik kışkırtmalarına ve yanısıra yahudilerin iğrenç tutumlarına ve bu yeni dini, bu genç toplumun bütün düşmanlarına yönelik kışkırtmalarına rağmen, bu değişik unsurların sürekli biçimde islâm toplumuna katıldıklarını ve bu değişik unsurların aynı potada eritilip aralarında uyum meydana getirilmesi işlemine yönelik ihtiyacın devamlılığını, kesintisizliğini gözönünde bulundurursak, bu yönde harcanan çabanın ne kadar büyük olduğunu daha iyi kavrarız.
Bütün bu yoğun çabalara rağmen zaman zaman -özellikle zor dönemlerde bazı karakter zayıflığı, münafıklık, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, tehlikeler karşısında yılgınlığa kapılma belirtileri başgösteriyordu. Özellikle inanç belirsizliğine ilişkin emarelere sıkça rastlanıyordu ki, bu emareler müslümanlar ile cahiliye zihniyetine bağlı akrabaları arasındaki ilişkilerde belirleyici bir rol oynuyordu. İşte Kur'an'ın eğitim metodu, Medine'de inen, ardışık surelerdeki birçok ayette mahiyetleri açıklanan bu hastalık belirtilerine eşsiz ilahi ifadelerin değişik ilaçları ile karşı koyuyordu.
Bununla birlikte islâm toplumunun yapısı Medine döneminde gençlikle sağlıklı olma niteliğini koruyabilmişti. Çünkü toplum, Muhacirler ile Ensar'dan oluşan samimi öncülerin sarsılmaz temeline dayanıyordu. Bu sarsılmaz temel, zaman zaman beliren hastalık arazları ve çalkantı görüntüleri karşısında toplumda dayanışma ve istikrar etkeni oluşturuyor; henüz toplum potasında eritilememiş olgunluğa erdirilememiş, dayanışmacı ve uyumlu olmaları sağlanamamış bu unsurların varlığını ortaya koyan tehlikelere karşı koyabiliyordu.
Bunun yanısıra bu unsurlar da yavaş yavaş toplumun potasında eriyor, arınıyor ve sözkonusu sağlam çekirdek ile uyumlu hale geliyordu. Bunun göstergesi olarak zayıf karakterlilerden, münafıklardan, müteredditlerden, yılgınlardan ve toplumun diğer kesimleri ile ilişki kurarken dayanacakları inanç sistemlerini vicdanlarında henüz belirginliğe kavuşturamamış kararsızlardan oluşmuş uyumsuz unsurların sayısı günden güne azalıyordu. Öyle ki, Mekke fethinden az önceki günlerde islâm toplumu, halis çekirdeği ile kaynaşan tam bir uyumun, benzersiz ilahi eğitim sisteminin amaç edindiği örneğe bir hüküm olarak ulaşmanın eşiğine oldukça yaklaşmıştı.
Evet, bu toplumda bizzat inanca dayalı hareketin özünün meydana getirdiği düzey farklılıkları halâ vardı. Bazı mü'min gruplar hareket içindeki dayanıklılık, öncülük ve direnme dereceleri sayesinde üstünlük kazanmışlar, seçkin konuma yükselmişlerdi. Meselâ Muhacirler ile Ensar'dan oluşan öncüler, Bedir savaşına katılanlar, Hudeybiye'de aktedilen "Rıdvan Biatı"na katılanlar ve daha sonraki günlerde Mekke fethinden önce savaş harcamalarına katılanlar ve bilfiil savaşanlar, bu seçkin grupların başlıcaları idi. Nitekim çeşitli Kur'an ayetleri, çeşitli hadisler ve yaşanan toplumsal pratikler, inancı eyleme yansıtmış olmaktan kaynaklanan bu derece üstünlüklerini vurgulamış, bu haklı seçkinliklerin altını çizmişlerdi.
Fakat bu seçkin grupların, islâmi hareket içinde pekişen yüksek düzeyli imanlarından kaynaklanan bu ayrıcalıklı konumları, Mekke fethinden az önceki Medine toplumunda çeşitli grupların iman düzeyleri bakımından birbirine yaklaşmalarına, aralarında uyum meydana gelmesine, saflardaki çalkantı belirtilerinin büyük oranda ortadan kalkmasına; karakter zayıflığı, tereddüt, cimrilik, fedakârlıktan kaçınma, inanç belirsizliği ve münafıklık gibi hastalık belirtilerinin yok olmasına engel oluşturmamıştı. Öyle ki, Medine dönemi islâm toplumu, bir bütün halinde islâmın temeli ve ana çekirdeği olarak kabul edilebiliyordu.
Hicri sekiz yılında gerçekleşen Mekke fethi ile bu olayı izleyen Hevazin ve Sakif kabilelerinin Taif'teki teslim oluşları -ki bu iki kabile, Arap Yarımadası'nın Kureyş kabilesinden sonra gelen en büyük iki gücünü oluşturuyordu- müslüman topluma tekrar çok sayıda yeni gruplar eklemişti. Savaş sonunda teslim olarak' islâma giren bu gruplar, farklı iman düzeylerinde bulunuyorlardı. Bunların kimi, islâmı zorla kabul etmiş münafıklardı. Kimi kalabalığa uyarak görünüşte müslüman olmuştu. Kimi, sempatileri kazanılarak islâma girmeleri sağlanmış kimselerdi. İslâmın temel gerçeklerini içlerine sindirmiş, bu gerçekler; ruhları ile iyice bütünleşmiş değildi.
Onuncu cüzdeki açıklamamızdan seçerek aldığımız bu paragraflar Muhacirler ve Ensar'ın öncüleri ile bu iki grubu tam bir sadakatle izleyerek onların iman düzeylerine yükselen, islâmi hareket içindeki sınavlarını bu iki grup gibi başarı ile geçenlerden oluşan bu üç grubun islâm toplumundaki merkezi konumlarını açıkça ortaya koyuyor. Bu üç grubun islâm toplumunun kuruluş çabalarındaki zihinlerden silinmez fonksiyonlarını ve bu fonksiyonun tüm insanlık tarihini etkilemiş olan kalıcı etkilerinin somut izlerini kavrıyoruz. Aynı zamanda yüce Allah'ın, onlara ilişkin şu sözünün içerdiği özü de sezgilerimizle kucaklıyoruz:
"Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah'dan hoşnut olmuşlardır."
Allah onlardan hoşnut olmuştur. Bu hoşnutluğu ödüllendirme izler. Aslında yüce Allah'ın hoşnutluğu, başlı başına, en yüce ve en onurlandırıcı ödüldür. Onların yüce Allah'dan hoşnut olmaları O'na gönül rahatlığı ile bağlanmaları, O'nun takdirine güven beslemeleri, O'nun her yaptığının yerinde olduğuna inanmaları, nimetlerine şükretmeleri ve aslında sınav amacı taşıyan belalarına karşı sabırlı davranmaları anlamlarına gelir. Fakat burada iki kez tekrarlanan bu "hoşnutluk" deyimi, yüce Allah ile sözkonusu seçkin ve ayrıcalıklı kulları arasındaki yaygın, kapsamlı, bol, karşılıklı, kesintisiz ve gidişli-gelişli, çift yönlü bir hoşnutluk havasını ortalığa salıyor, bu seçkin insanların derecelerini doruklara tırmandırıyor. Çünkü bir yanda onların yüce Rabb'leri, öbür tarafta kendileri, yani O'nun tarafından yaratılmış olan kullar, böyleyken aralarında karşılıklı hoşnutluk alış-verişi gerçekleşebiliyor.
Bu öyle bir durum, öyle bir yüce konum, öyle bir havadır ki, insan sözleri ile ifade edilemez; ancak ayetin kelimeleri arasından sezilebilir, koklanabilir ve algılanabilir. Ama bunun için coşkun bekleyişli bir ruhun, açık bir kalbin ve yüce Allah ile ilişki halinde bir duyum mekanizmasının varolması gerekir.
İşte bu bahtiyarlar ile Rabbleri arasında egemen olan sürekli hal budur; "Allah onlardan hoşnut olduğu gibi, onlar da Allah'dan hoşnut olmuşlardır." Ayrıca bu ilahi hoşnutluğun kanıtlayıcı belirtisi onları bekliyor. Okuyoruz:
"Allah, onlara altlarından nehirler akan ve içlerinde ebedi olarak kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
Hangi kurtuluş, hangi başarı ondan ve bundan sonra "büyük" sıfatını taşıyabilir?
UZMANLAŞMIŞ İNATÇI MÜNAFİK
101- Gerek çevrenizdeki Bedeviler içinde ve gerekse Medine halkı arasında ikiyüzlülükte uzmanlaşmış kaşarlanmış münafıklar vardır. Sen onları bilmezsin, ancak biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır.
Bu surede gerek Medineli ve gerekse Bedevi Arap kökenli münafıklardan daha önceki ayetlerde genel anlamda sözedilmiş, onların kimlikleri açığa vurul muştu. Fakat bu ayette özel bir münafık gruptan sözediliyor. Bunlar ustalaşmış, uzmanlaşmış, kaşarlanmış, inatçı ve iflâh olmaz münafıklardır. Öyle ki bütün ön sezisine ve bu konudaki deneyimliliğine rağmen, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bunların durumunu farkedemiyor. Ama acaba durumun sonu ne oluyor?
Yüce Allah, gerek Medineliler arasında, gerekse şehrin çevresinde yaşayan bedeviler arasında böyle bir grubun bulunduğunu haber veriyor. Arkasından bu gizli, aldatıcı ve kaşarlanmış şebekenin tuzaklarını, komploları karşısında Peygamberimize ve yanındaki mü'minlere güvence veriyor. Aynı zamanda iki yüzlülüğü sanat haline getirmiş bu usta münafıklara da şu tehdidi yöneltiyor: Onların yakasını kesinlikle bırakacak değildir. Kendilerini hem dünyada, hem de ahirette katmerli azaba çarptıracaktır. Okuyoruz:
"Sen onları bilmezsin, ama biz biliriz. Onları iki kez azaba çarptıracağız, sonra da büyük azaba uğratılacaklardır."
Acaba dünyada görecekleri bu "iki azap" ne anlama geliyor? Bu ifadenin ilk akla gelen yorumu şudur: Bunlar bin yandan müslüman toplum içinde sürekli endişe içinde yaşıyorlar, acaba hangi gün durumları ortaya çıkacak diye hep kuşku içindedirler, dünyada çektikleri iki azabın biri budur. Öbür dünya azabı ile ise ölürken yüzyüze geleceklerdir. O sırada melekler ruhlarını sorguya çekerken bir yandan da yüzlerine ve sırtlarına darbeler indireceklerdir. Bu deyimin bir başka yorumu da şöyle olabilir: Bu münafıklar, müslümanların her zaferi, düşmanlarını her yenişi karşısında hayal kırıklığına düşerler, yüreklerine hayıflanma duygusu çöker. Bu anlar için bir azaptır. Bunun yanısıra münafıklıklarının açığa çıkacağı kuşkusu ve sert sindirme önlemlerine hedef olacağı korkusu da sürekli biçimde pençesinde kıvrandıkları bir başka azaptır. Hiç kuşkusuz, sözleri ile ne kasdettiğini en iyi bilen, yüce Allah'ın kendisidir.
Karşıt iki düzey arasında iki düzey daha yer alıyor. Bunlar her iki tarafa da eğilimlidirler. İşte arada yer alan iki düzeyden biri şu şekilde anlatılmaktadır.
TEVBE EDENLER
102- Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
103- Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir.
104- Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?
105- Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber, hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir.
Açıkça görüldüğü gibi yüce Allah'ın Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- bu gruba karşı belli bir uygulamada bulunmasını emretmesi, bu grupta yeralanların Peygamberimiz tarafından teker teker bilindiğinin kanıtıdır.
Bu ayetlerin, Peygamberimizin çıktığı Tebük seferine katılmayan, Medine'de kalmayı tercih eden belli ve özel niteliklere sahip bir grup hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar işledikleri günahın ağırlığını hissetmiş, suçlarını itiraf etmiş, tevbelerinin kabul olunmasını dilemişlerdi. Geride kalan onlardı. Hiç kuşkusuz bu, çirkin bir davranıştır. Pişmanlık duyan, tevbe eden de onlardı. Bu da iyi bir davranıştı.
Ebu Cafer b. Cerir et-Taberi şöyle der:
Bana Huseyn b. Ferec'den anlatıldı. O da Ebu Muaz'dan dinlemiş, ona da Ubeyd b. Selman anlatmış, o da Dahhak'ın bu ayet hakkında şöyle dediğini işitmiş: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler."
Bu ayet Ebu Lübabe ve arkadaşları hakkında inmiştir. Tebük seferine çıkarken Peygamberimize katılmamışlardı. Peygamberimiz seferden dönüp Medine'ye yakın bir yere geldiğinde, bunlar sefere çıkmadıklarına pişman olmuşlar ve "Biz gölgeliklerde, yemekler ve karılar arasında olacağız, Allah'ın peygamberi de cihadla, cihaddan dönüşle meşgul olacak? Allah'a andolsun ki, kendimizi direklere bağlayacağız ve peygamber gelip bizi mazur görüp serbest bırakıncaya kadar kendimizi çözmeyeceğiz" demişler, sonra da kendilerini bağlamışlardı. Ancak üç tanesi kendilerini direklere bağlamamışlardı. Peygamberimiz seferden dönmüş, mescide uğramıştı. Bunu, her sefer dönüşü yapardı. O sırada bunları görmüştü. Kim olduklarını sormuş, "Ebu Lübabe ve arkadaşlarıdır, seninle birlikte sefere katılmadılar ey Allah'ın peygamberi. Bu yüzden gördüğün gibi kendilerini bağlamışlar ve sen onları serbest bırakmadıkça kendilerini çözmemeyi Allah'a va'd etmişler" demişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- "Onları serbest bırakma emri olmadıkça çözmeyeceğim, Allah onları mazur saymadıkça özürlerini kabul etmeyeceğim. Çünkü onlar, müslümanların çıktığı sefere katılmaktan kaçındılar" demişti. Bunun üzerine yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler ve iyiliği kötülüğe eklediler. Belki Allah onların tevbesini kabul eder" ayetini indirdi. "Belki" sözü, yüce Allah için kesinlik ifade eder. Nitekim Allah'ın peygamberi onları serbest bırakmış, özürlerini kabul etmişti.
Bunların dışında daha birçok rivayet vardır. Bu rivayetlerden birinde, bu ayetin sadece Ebu Lübabe hakkında indiği anlatılır: "Ebu Lübabe Beni Kureyze olayına, yani onların kılıçtan geçirecekleri savaşa katılmadığı için, onun hakkında inmiştir." Fakat bu rivayet uzak bir ihtimaldir. Bu ayetlerle Beni Kureyze olayı birbirinden uzaktır. Aynı şekilde bu ayetlerin Bedeviler hakkında indiği de rivayet edilir... İbn-i Cerir bütün bu rivayetleri şu şekilde değerlendirir: Bu görüşler arasında doğruya en yakın olanı, "Bu ayet peygamberle birlikte sefere çıkmayan, cihadda onun yanında yeralmayan, Bizans'a karşı sefere çıkarken, yani Tebük'e doğru yolalırken ona katılmayan, böylece son derece kötü bir davranış sergileyen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar bir gruptular. Biri de Ebu Lübabe idi" diyen görüştür.
Bu sözler arasında doğruya en yakın olanı budur" dememizin nedeni, yüce Allah'ın: "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" buyurmasıdır. Bununla, yüce Allah suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu haber vermiştir. Suçunu itiraf eden ve kendini Beni Kureyza kalesinin direğine bağlayan Ebu Lübabe'den başkası değildi.
Bu böyle olduğuna göre ve yüce Allah, "Savaşa katılmayanların bir bölümü de suçlarını itiraf ettiler" sözüyle suçlarını itiraf edenlerin bir grup olduğunu bildirdiğine göre, bu şekilde nitelendirilenlerin birden fazla oldukları açığa kavuşuyor. Zaten bu sıfatın bir gruba ait olması da gayet açıktır. Zaten, diğer yazarların ve tarihçilerin anlattıkları ve tefsircilerin üzerinde birleştikleri nokta, onu yapanların Tebük seferinden geri kalan gruptan başkası olmadığıdır. Bununla da, bizim görüşümüz doğrulanmıştır. "Bunlardan biri de Ebu Lübabe idi" deyişimizin nedeni de, tefsircilerin bu konuda görüş birliği içinde olmalarıdır.
Yüce Allah savaştan geri kalan, sonra da suçunu itiraf eden ve tevbe eden bu grubun niteliğini hatırlatırken, ardından şu değerlendirme yeralıyor:
"Belki Allah onların tevbesini kabul eder. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir."
İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Belki" sözü; yüce Allah için kesinlik ifade eder. Bu istek, isteklere karşılık verme gücüne sahip olan yüce Allah'dan gelmektedir. Suçunu bu şekilde itiraf etmek, işlenen suçun ağırlığının bilincinde olmak, kalbin diriliğine ve duyarlılığına kanıt oluşturmaktadır. Bu yüzden tevbenin kabul olunması umulur. Bağışlayan ve merhamet eden yüce Allah'ın bağışlaması ümit edilir. Nitekim yüce Allah, tevbelerini kabul etmiş, onları bağışlamıştı.
Sonra yüce Allah Peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştu:
"Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar. Allah her şeyi işitir ve bilir."
Bu gönüllerde pişmanlık ve tevbe duygularını uyandıran bu duyarlılık, yatıştırılmalıydı. Huzur verici bir şefkati ve ümit kapılarının açılmasını haketmişlerdi. Ama bir hareketi yöneten, bir ümmeti eğiten ve bir sosyal düzeni inşa eden Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- onların hakkında yüce Allah'dan bir emir gelmedikçe ihtiyatlı davranmayı tercih etmişti.
İbn-i Cerir diyor ki, bana Muhammed b. Sa'd anlattı, ona da amcası anlatmış, ona da babası, kendi babasından Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediğini anlatmış:
"Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarını serbest bıraktığı zaman, Ebu Lübabe ve arkadaşları gidip mallarını Peygamberimize getirdiler ve "Malımızın bir bölümünü al ve Allah yolunda dağıt, bize dua et" dediler. "Bizim için bağışlanma dile, bizi temizle" diyorlardı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bana emredilmediği sürece mallarınızdan hiçbir şey almayacağım" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır. Onlara dua et, çünkü senin duan onlara gönül huzuru sağlar." Yüce Allah, "İşledikleri günahlardan dolayı onlar için bağışlanma dile" buyuruyor. Bu ayet inince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- mallarının bir kısmını aldı ve onlar için sadaka olarak dağıttı."
İşte yüce Allah, iyi hallerini ve tevbelerinin gerçekliğini bildiğinden, onlara bu şekilde iyilikte bulunmuş, peygamberine mallarından bir kısmını alıp onlar adına sadaka olarak dağıtmasını, onlara dua etmesini emretmişti. Ayette geçen "salât" kelimesi, "dua" anlamındadır. Onlardan sadaka alınması, yeniden müslüman cemaatin gerçek üyeleri olduklarını hissetsinler diyedir. Artık cemaat içindeki görevlerini yerine getiriyor, sorumluluklarını üstleniyorlar. Cemaatten ayrı düşmemişler ve kopmamışlar. Dolayısıyla bu sadakaları vermeleri onlar için temizlik ve günahlardan arınmadır. Hz. Peygamber'in onlara dua etmesi de, yeniden güven kazanma ve iç huzurudur.
"Allah her şeyi işitir ve bilir."
Duaları işitir, kalplerde gizli olan duyguları bilir. İşittiğine ve bildiğine göre hükmeder. Bu, her şeyi işiten ve bilen yüce Allah'ın hükmetmesidir. Kulları hakkında karar veren sadece O'dur. Tevbelerini kabul eden, sadakalarını alan O'dur. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sadece Rabbinin emrini uygular. Bu konuda kendi başına herhangi bir karar verme yetkisine sahip değildir. Aşağıdaki ayette yüce Allah bu gerçeği vurgulamak için şöyle buyuruyor:
"Onlar Allah'ın kullarının tevbelerini kabul ettiğini ve sadakaları aldığını, zaten tevbelerin kabul edicisi ve merhamet edici olduğunu bilmiyorlar mı?"
Bu soru, bir gerçeği vurgulama amacına yöneliktir ve şu anlamı ifade etmektedir. Bilsinler ki, tevbeleri kabul eden, sadakaları alan yüce Allah'dır. Kullarını bağışlayan, onlara merhamet eden yüce Allah'dır. Bu konuda onun dışında hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur. İbn-i Cerir'in de dediği gibi, "Şayet Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- savaştan geri kalanları, kendilerini bağladıkları direklerden çözmemişse, yüce Allah onları serbest bırakıp izin vermedikçe sadakalarını kabul etmemişse; konunun kendisini ilgilendirdiğini ve sadece yüce Allah'ın yetkisinde olduğunu bildiği içindir. Bu konuda Hz. Muhammed'in hiçbir yetkisi yoktur. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- terketmek, serbest bırakmak ve sadakaları almak gibi şeyleri Allah'ın emri ile yapar.
Sonunda söz, savaştan geri kalan ama tevbe edenlerden açılıyor:
"Onlara de ki: "İstediğiniz gibi davranınız, yaptığınız işleri hem Allah, hem Peygamber ve hem de mü'minler göreceklerdir. Sonra görünür-görünmez her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız da, O size neler yaptığınızı haber verecektir."
Çünkü islâm sistemi, inanç ve inancı doğrulayan hareket sistemdir. Dolayısıyla onların tevbelerinin doğruluk ölçüsü Allah, peygamber ve mü'minler tarafından görülecek şekilde ortaya koydukları davranışlardır. Ahirette ise; görünür-görünmez her şeyi bilen, uzuvların yaptıklarından ve göğüslerin gizlediklerinden haberdar olan yüce Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.
Son aşama pişmanlık duymak ve tevbe etmek değildir. Pişmanlık ve tevbeden sonra sergilenen davranış biçimi önemlidir. Bu psikolojik duyguları doğrulayan ya da yalanlayan, kökleştiren ya da bu duyguları uyandıktan sonra yok eden, bu davranışlardır.
İslâm pratik hayatın sistemidir. Pratik harekete dönüşmedikçe, duygu ve niyetler yeterli değildir. Hiç kuşkusuz iyi niyet önemli bir başlangıçtır. Ama tek başına iyi niyet, hüküm ve karşılık verme için ölçü olamaz. İyi niyet hareketle birlikte değerlendirilir ve hareketin değerini de iyi niyet belirler. "Ameller niyetlere göredir" hadisinin anlamı budur... Ameller... Niyetler yeterli değildir!
TEVBE EDİP DE İŞLERİ ALI.AH'A KALANLAR
106- Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın iradesine kalmıştır. O, onları ya azaba çarptırır ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
Bunlar Tebük seferinden geri kalanların son kısmıdır. Ve bunlar münafıkların, özürlülerin, hata yaptıklarının farkına varıp tevbe edenlerin dışındaki bir gruptur. Bu grubun durumu, bu ayetin inişine kadar kesinlik kazanmamıştı.
Durumları Allah'a bırakılmıştı. Ne kendileri, ne de diğer insanlar durumun ne olacağını bilmiyorlardı... Bu ayetin, haklarında verilecek karar sonraya bırakılmış, yani tevbeleri konusunda haklarındaki hüküm ertelenmiş üç kişi hakkında indiği rivayet edilir. Bunlar, Mürare b. Rebi, Ka'b b. Malik ve Hilal b. Ümeyye idi. Tembellikten ve yakıcı sıcağın etkisiyle dinlenmenin çekiciliğine kapılmaktan dolayı gevşek davranmış ve Tebük seferine katılmamışlardı. Sonra Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- onlar arasında bir diyalog olmuştu. Gelecek derste bu konu ayrıntılı biçimde açıklanacaktır.
İbn-i Cerir, doğrudan doğruya İbn-i Abbas'dan şöyle rivayet eder: "Mallarının bir bölümünü sadaka olarak al ve bu yolla onları temizle, günahlardan arındır." ayeti indiği zaman, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ebu Lübabe ve arkadaşlarının mallarının bir bölümünü aldı. Ebu Lübabe'ye katılmayan, mazur olduklarını kanıtlamayan, herhangi bir şey söylemeyen, dolayısıyla mazur sayılmayan üç kişi kaldı. Yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Bunlar haklarında yüce Allah'ın "Savaşa katılmayanların bir başka bölümü daha var ki, onların işleri doğrudan doğruya Allah'ın irâdesine kalmıştı. O, onları ya azaba çarptırır, ya da tevbelerini kabul eder. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir." dediği kimselerdir. Bunun üzerine bazıları, "Mahvoldular, çünkü mazur sayılmadılar" demeye başladı. Bazıları da, `Belki Allah onları affeder" dediler. Böylece durumları yüce Allah'ın iradesine bırakıldı. Sonra şu ayet indi: "Allah peygamberin ve zor anda onun peşinde giden muhacirler ile ensarın tevbelerini kabul etmiştir." Yani onunla birlikte Şam seferine çıkanların... "O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
Sonra yüce Allah şöyle buyurdu: "Hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbesini kabul etti." Yani durumları yüce Allah'ın iradesine bırakılanların tevbeleri kabul edildi, onlar da bağışlananların kapsamına alındı. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular." "Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
İ
bn-i Cerir bunu İkrime'den, Mücahitten, Dahhak'tan, Katade'den ve İbn-i İshak'dan da rivayet etmiştir. Bu rivayetin doğru olma ihtimali daha baskındır. Hiç kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.
Madem ki, bu üç kişinin durumu yüce Allah'ın iradesine bırakılmış ve haklarında bir karar verilmemişti, biz de inşaallah yerinde ele almak üzere yapacağımız açıklamayı erteliyoruz.
MÜNAFIKLAR VE DİRAR MESCİDİ
107- Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek, kâfirliği pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı ile bir mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir amacımız yoktu" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar.
108- Orada asta namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever.
109- Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını kaymak üzere olan bir yarın kendi üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.
110- Yaptıkları o yapı kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.
Zarar amaçlı mescid (mescidi dırar) olayı, Tebük seferi sırasında yaşanmış bir olaydır. Bunun için bu mescidi yapan münafıklar, diğer münafıklardan ayrı tutulmuş ve o günkü müslüman toplumdaki genel gruplar sunulduktan sonra bağımsız bir bölümde onlardan söz edilmiştir.
İbn-i Kesir tefsirinde .şöyle der: "Bu ayetlerin indiriliş sebebi şudur: Pëygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye gelmeden önce, Hazreç kabilesinden Rahip Ebu Amr denen bir adam vardı. Cahiliye döneminde hristiyan olmuş, ehl-i Kitab'a ait bilgiler okumuştu. Cahiliye döneminde tek başına ibadet ederdi. Hazreç kabilesinde büyük bir saygınlığa sahipti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye hicret ettiği, müslümanların etrafında toplandığı, artık islâmın sesi yükselmeye başladığı ve yüce Allah Bedir günü onlara zafer bahşettiği zaman, mel'un Ebu Amr salyalarını dökerek düşmanlığını açığa vurdu. Sonra da kaçıp Mekke kâfirlerinin, Kureyş müşriklerinin yanına gitti. Onlar Peygamberimize karşı savaşmaya teşvik etti. Kendilerine katılan diğer Arap kabileleriyle birlikte Uhud savaşı yılı harekete geçtiler. O sene müslümanlara olan oldu. Allah onları imtihandan geçirdi ve sonuçta Allah'dan korkanlar kazandı. İşte bu fasık herif, iki saf arasında bazı çukurlar kazmıştı. Bu çukurlardan birine Peygamberimiz de düşmüştü. O gün yaralanmış, yüzü yarılmıştı. Sağ alt dişlerinden biri kırılmıştı. O gün Peygamberimizin başı da yarılmıştı. Savaş başlamadan önce Ebu Amr, kavmi olan Ensar'a doğru seslenmiş, onları kendisine yardım etmeye, kendisine uymaya çağırmıştı. Onun sesini tanıdıkları zaman şöyle karşılık vermişlerdi: "Allah seni kör etmiş ey fasık, ey Allah'ın düşmanı "Onu kovalayıp sövmüşlerdi. O da, "Allah'a and olsun ki,. kavmim benden sonra bozulmuş" diyerek geri dönmüştü.
Kaçmadan önce Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onu Allah'ın dinine çağırmış, ona Kur'an okumuştu. Müslüman olmak istememiş, inatlaşmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Uzak ve kovulmuş olan ölsün" diye beddua etmişti. İşte bu beddua tutmuştu. Şöyle ki, bu adam Uhud savaşı sonrasında Peygamberimizin gitgide güçlendiğini ve üstünlük sağladığını görmüştü. Bunun üzerine Bizans İmparatoru Heraklius'un yanına gitmiş ve Hz. Peygamber'e karşı ondan yardım istemişti. İmparator ona yardım sözü vermiş, iyilikte bulunmuş ve yanında tutmuştu. Bunun üzerine Ensar arasındaki bir grup münafık ve kararsızlıklara bir mektup yollayarak; yakında bir orduyla gelip Hz. Peygamberle savaşacağını, onu yenip geldiği yere göndereceğini va'detmişti. Bunun için kendisine bir sığınak hazırlamalarını, böylece göndereceği mesajları orada almalarını istemişti. Bu, aynı zamanda geldiğinde kendisi için de bir karargâh olacaktı. Bunun üzerine Kuba mescidinin yakınında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmadan önce, binayı tamamladılar. Peygamber'den yanlarına gelmesini, mescidlerinde namaz kılmasını istediler. Amaçları, peygamberin namazını mescidlerinin meşruluğuna kanıt olarak kullanmaktı. Ayrıca bu mescidi, sırf karanlık gecelerde zayıf ve sakatların namaz kılmaları için inşa ettiklerini söylediler. Fakat yüce Allah, peygamberini orada namaz kılmaktan korudu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Şu anda sefere çıkmak üzereyiz, dönüşte inşaallah" dedi. Peygamberimiz Tebük seferinden Medine'ye dönerken, iki veya üç günlük yolu kalmışken, Cebrail -selâm üzerine olsun- indi ve bu zarar amaçlı mescid hakkında (Mescid-i Dirar) haber verdi. Bunu kuranların daha ilk günden takva esası üzerine kurulan kendi mescidlerindeki -Kuba mescidi- mü'min cemaat arasında ayrılık çıkarmayı amaçladıklarını, niyetlerinin küfür olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye varmadan önce müslümanların gidip o mescidi yıkmalarını emretti. (İbn-i Kesir bunu, İbn-i Abbas'dan, Said b. Cübeyr'den, Mücahit'ten, Urve b. Zübeyr'den ve Katade'den de rivayet etmiştir.)
İşte Peygamberimizin bu dirar mescidine (zarar amaçlı) gidip namaz kılmaması, ilk mescidde, yani ilk günden beri takva temeli üzerine kurulan Kuba mescidinde namaz kılması emredilmiştir. Bu mescidde arınmak isteyen kimseler yer almaktadır.
"Allah günahlardan arınanları sever."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde islâm ve müslümanlara bir komplo merkezi olarak kurulan bu mescid, -Mescid-i Dirar- sırf müslümânlara zarar verme, Allah'ı inkâr etme, gizliden gizliye müslüman topluma komplolar düzenleyenlerin toplantılarını kamufle etme ve din perdesi altında bu dine darbeler indiren, din düşmanlarının yardımlaşmalarını örtbas etme amacına yöneliktir.
Bu mescid, bu dinin düşmanlarının başvurduğu iğrenç planlara uygun olarak değişik görünümler altında ortaya çıkmaktadır. Görünürde islâmdan yana, gizliden gizliye de islâmı ortadan kaldırma ya da kötüleme yahut karıştırma veya basitleştirme amacına yönelik bir hareket olarak belirir. Kimi zaman, arkasına gizlenip bu dine darbeler indirmek için din maskesine bürünen rejimlerin kılığında ortaya çıkar bu mescid. Bu mescid, bazen islâmın boğazlandığını, yok edildiğini görüp de bu yüzden üzülenleri uyutmak için çeşitli örgütler, kurumlar, islâmdan söz eden kitap ve araştırmalar kılığında ortaya çıkar. Böylece islâmın ortadan kaldırıldığına üzülen insanlar bu teşkilâtlar ve kitaplar aracılığı ile, "İslâm ayaktadır, onun için korkacak bir şey yok, üzülmeniz yersizdir" telkinleriyle uyutulurlar. Bu zarar amaçlı mescid, değişik görünümler altında ortaya çıkmış, çıkmaya devam edecektir de.
Zarar amaçlı mescidler (Mescid-i Dirarlar) birçok görünümler altında belirebilecekleri için, bunları ortaya çıkarmak üzerlerindeki yanıltıcı maskeleri indirmek, gerçek mahiyetlerini ve gizli amellerini insanlara açıklamak kaçınılmazdır. Aşağıdaki net ve güçlü açıklama, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun; döneminde Dirar mescidinin ne şekilde ortaya çıkarıldığına bizim için bir örnek oluşturmaktadır.
"Savaşa katılmayanların bir başka grubu da islâma zarar vermek, kâfirliği pekiştirmek, mü'minler arasında ayrılık tohumu ekmek, daha önce Allah'a ve Peygamber'e karşı savaşmış birine gözetleme yeri hazırlamak amacı ile bir mescid yaptılar. Onlar, "iyilikten başka bir amacımız yoktu" diye yemin edeceklerdir. Oysa Allah şahittir ki, onlar yalan söylüyorlar."
"Orada asla namaza durma. İlk gününden itibaren Allah korkusu temeli üzerine kurulan mescid, içinde namaz kılmana daha lâyık bir yerdir. Orada günahlardan arınmayı özleyen kimseler vardır. Allah günahlardan arınanları sever."
"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını kaymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme kayan kimse mi hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez."
"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
"Kur'an'ın eşsiz ifade tarzı burada hareket dolu bir tablo çiziyor. Bu tablo, zarar amaçlı mescid ile, hedeflenen amaca yönelik olarak takva mescidinin yanında inşa edilen tüm mescidi dirarların akıbetini açıklıyor. Perde arkasında iğrenç niyetleri gizleyen yanıltıcı her girişimin sonucunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde günahlardan arınmak için çabalayanlara, kendilerine yönelik komplolara karşı güvence veriyor. Komplocular, istedikleri kadar iyilik sever pozlarına bürünsünler, onlara hiçbir zarar veremeyeceklerdir:
"Yapısını Allah korkusu ve hoşnutluğu temeli üzerine kuran mı hayırlıdır, yoksa yapısını koymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurup da o yarla birlikte cehenneme koyan kimse mi bayırlıdır? Allah zalimler grubunu doğru yola iletmez."
Bir an durup, köklü, sağlam ve güvenli takva binasına bir göz atalım. Sonra öbür tarafa bakıp, zarar binasını kurmak için alelacele başlatılan hareketi gözleyelim. Bu bina, kaymak üzere olan bir yarın kenarı üzerinde kurulmuştur... Kaymaya yüz tutmuş bir uçurumun kenarında yıkılmaya müsait kaygan bir zemin üzerinde kurulmuştur. Bir an bakıyoruz ki, bu bina sarsılıyor, kayıyor, yıkılıyor... Çöküyor... Darmadağın oluyor... Uçuruma yuvarlanıp gidiyor... Uçurum bu binayı tutuyor birden... Korkunç bir şey!.. Bu uçurum cehennem ateşidir... "Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez."
Bu dine komplo düzenlemek için bu binayı kuran müşrik-kâfirleri Allah doğru yola iletmez.
Dehşet verici bir sahnedir bu. Hareket dolu, etkileyici bir sahne. Bu sahneyi birkaç kelime tasvir edip canlandırıyor... Amaç, komplocu, kâfirlik ve münafıklık davaları karşısında, hak davasının bağlılarının kendilerinden ve davalarının akıbetinden emin olmalarını sağlamaktır. Komplo ve zarar verme temelleri üzerine yapılarını yükseltenler karşısında, takva temeline dayalı olarak yapılarını kuranlara güvence vermektedir.
Kur'an'ın eşsiz ifadesinin canlandırdığı son sahne, dirar mescidinin kötü kurucularının kişiliklerinin üzerindeki etkilerine ilişkindir. Bu etkiler, bütün dirar mescidlerinin kurucuları için geçerlidir.
"Yaptıkları o yapı, kalpleri paralanana kadar, yüreklerinde bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah her şeyi bilir ve her yaptığı yerindedir."
Kuşkusuz yar yıkılıp gitmiş, üzerinde kurulan zarar amaçlı yapıyı da sürükleyip götürmüştü. Cehennem ateşine yuvarlanmıştı. Ne kötü bir sonuç... Ama bu yapının etkileri, kurucularının gönüllerinde birikim olarak kaldı. Kuşku, kararsızlık, sıkıntı ve şaşkınlık olarak kaldı. Bu durum kesintisiz devam edecek ve bu gönüller huzur yüzü görmeyecek, güven duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar huzur yüzü görmeyecek, güven duygusu nedir bilmeyecek, kesinlikle istikrar bulmayacaktır. En sonunda içlerindeki bu utanç, gönüllerini paralayacak, yok edip gidecektir.
Yıkılmaya yüz tutmuş yapının oluşturduğu tablo, kuşkunun, sıkıntının, huzursuzluğun tablosudur. Biri maddi, diğeri duygusal bir tablodur. Bu iki tablo, Kur'an'ın eşsiz ifade tarzının canlandırdığı olağanüstü bir sanat paletinde canlandırılıyorlar. Her iki tabloyu insanlığın pratik hayatında sürekli ve defalarca gözlemlemek mümkündür. Çünkü komplocu ve düzenbaz kimseler, sarsılmış bir inanca, kararsız bir vicdana sahip kimselerdir. Huzur ve güvene kavuşmaları mümkün değildir. Gözledikleri şeylerin açığa çıkmasından tedirgindirler. Güven ve huzur yüzü görmeden sürekli kuşku içinde yaşarlar.
İşte harikulâde sanat fırçası ile psikolojik bir gerçeği böylesine ahenkli bir biçimde, bu denli bir ifade ve tasvir kolaylığı ile çizen Kur'an'ın erişilmez ifade tarzı...
Bütün bunların gerisinde; Kur'an'ın ifade yönteminde, Mescid-i Dirar ve kurucularını ortaya çıkarmada, toplumu iman düzeylerine göre açık bir şekilde sınıflandırmada, islâmi hareketin yolunu belirlemede ve her yönüyle hareket imkânı bulacağı ortamın özelliğini ortaya koymada gözettiği hikmet yatmaktadır.
Kuşkusuz Kur'an-ı Kerim, müslüman topluma önderlik etme, onu yönlendirme, uyarma ve onu büyük görevine hazırlama işlevini görüyordu. Bu Kur'an, dehşet verici hareket ortamında okunmadıkça anlaşılmaz. Böyle bir ortamda, böylesine görkemli bir hareket içinde, onunla birlikte yol alanlardan başkası anlayamaz Kur'an'ı...
MÜSLÜMANLAR VE DİĞER TOPLUMLAR '
Müslüman toplum ile diğer topluluklar arasındaki ilişkileri düzenleyen nihai hükümlerin geri kalanını içeren surenin bu son bölümü ya da son dersi; müslüman ile' Rabbi arasındaki ilişkileri belirlemek, müslümanın benimsediğini ilan ettiği islâmını tabiatını açığa kavuşturmak, bu dinin bir müslümana yüklediği sorumlulukları ve islâmın birçok alandaki stratejisini açıklamakla başlıyor:
1) İslâma girmek, alışveriş yapan iki taraf arasında gerçekleşen bir satış sözleşmesidir. Bu sözleşmede yüce Allah alıcı, mü'min de satıcıdır. Allah'la yapılan bu alışverişten sonra, bir mü'min canını ve malını; Allah için, onun sözünün yücelmesi, bütünüyle onun dininin egemen olması uğrunda, Allah yolunda cihad için harcamaktan kaçınamaz. Çünkü mü'min, bu alışveriş sözleşmesinde, canını ve malını belirlenmiş ve bilinen bir ücret karşılığında Allah'a satmıştır. Bu ücret, cennettir. Aslında bu paha biçilmez bir ücrettir. Ama yüce Allah lütfediyor, mü'minlere iyilikte bulunuyor:
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur. (Tevbe Suresi 111)
2) Bu satışı yapanlar, bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştirenler ayırıcı nitelikleri bulunan seçkin bir kitledir. Bu niteliklerden bazısı duygu ve bilinç alanında, yüce Allah ile direkt ilişkiye giren kendi ruhlarına özgüdür. Bu sorumluluklar, yeryüzünde Allah'ın dinini egemen kılmak için bilinç planındaki inancı davranışlara yansıtmak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, hem kendi şahıslarını, hem de başkalarını yüce Allah'ın belirlediği kurallara uydurmaktır:
"Allah ile bu alışverişi yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hem hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiliği emrederek kötülükten sakındıranlar Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdi. Mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi 112)
3) Surenin akışı içinde peşpeşe gelen ayetler, bu satışı yapan, bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştiren mü'minlerle, bu konuda onlara katılmayanlar arasındaki -yakın akraba da olsalar- tüm ilişkileri kesiyor. Gidiş yolları ayrılmıştır artık, sonuçlar da farklı olacaktır. Çünkü bu sözleşmeyi gerçekleştirenler cennet ehlidirler. Böyle bir satış sözleşmesi gerçekleştirmeyenler de cehennem ehlidirler. Ne dünyada, ne de ahirette cennet ehli ile cehennem ehlinin beraberliği ve aynı nitelikleri paylaşmaları mümkün değildir. O halde, kan ve soy yakınlığı insanlar arası ilişkilere kaynaklık edemez. Kan ve soy yakınlığı, cennet ehli ile cehennem ehlini birbirine bağlayamaz.
"Akraba bile olsalar cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne Peygamber'e ve ne de mü'minlere yakışmaz.
İbrahim'in, babası için af dilemesi ona bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi. (Tevbe suresi 113-114)
4) Mü'min dostluğunu, kendisiyle bu alışveriş sözleşmesini gerçekleştirdiği Allah'a özgü kılmalıdır. Bütün ilişkiler ve bütün bağlar, bu biricik dostluk esasına dayanır. Yüce Allah'dan gelen ve mü'minlere yönelik olan bu açıklama her türlü kuşkuyu gideriyor, onları her türlü sapıklıktan koruyor. Dolayısıyla Allah'ın dostluğu ve yardımı sayesinde başkasının desteğine ve koruyuculuğuna ihtiyaç duymazlar. Çünkü var olan her şeyin sahibi Allah'dır ve bunlar üzerinde sadece onun etkinliği sözkonusudur:
"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz, Allah her şeyi bilir."
"Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur. (Tevbe Suresi 111-116)
5) Bu alışverişin mahiyeti bu olduğuna göre, Allah yolunda savaşmakta tereddüt geçirmek ve geri kalmak büyük bir suçtur. Fakat yüce Allah niyetlerinde doğruluk olanları, tereddüt ve geride kalmanın ardından kararlılık gösterenleri bağışlıyor, kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak tevbelerini kabul ediyor:
"Allah, peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada, onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın, yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir. (Tevbe Suresi 117-118)
6) Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın boyunlarındaki alışveriş sözleşmesinin getirdiği yükümlülükleri belirleyen açıklamanın yeralması bu yüzdendir. Çünkü peygambere yakın olanlar bunlardı. İslâmın temelini ve islâmi hareketin odak noktasını oluşturanlar bunlardı. Alışveriş sözleşmesinin her adımı ve hareketiyle satışın yükümlülükleri, ücreti ve karşılığı açıklanırken, onlardan geri kalanların, savaşa katılmayanların bu davranışı, bu yüzden kınanmaktadır:
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda çekecekleri .her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında, mutlaka hesaplarına bir iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin." (Tevbe Suresi 120-121)
7) Cihada hazırlıklı olma amacına yönelik bu derin etkili teşvikin yanında, genel seferberlik yükümlülüğünün boyutları da açıklanıyor. Artık islâm ülkesinin sınırları genişlemiş, müslümanların sayısı artmıştır. Savaşmak ve dinin özünü kavramak amacıyla bir kısım müslümanlar sefere çıkabilir, bir kısmı da toplumun ihtiyaç duyduğu yiyecek maddelerini arttırmak ve ülkeyi kalkındırmak amacıyla çalışmak üzere geride kalabilir, sefere katılmayabilir. Zaten her iki çaba da aynı amaca yöneliktir ve aynı noktada buluşmaktadır:
"Mü'minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır. (Tevbe Suresi 122)
8) Bundan sonra gelen ayette de cihad hareketinin yolu belirlenmektedir. Bu belirleme, Arap Yarımadası tümden islâmın ana merkezi ve hareket noktası olmasından sonrası içindir kuşkusuz. Artık cihadın stratejisi, fitnenin kökü kurutulana ve egemenlik bütünüyle Allah'ın dininin olana kadar bütün müşriklerle savaşmak, kendi elleriyle ve aşağılanmış olarak cizye verene kadar topyekün Kitap ehliyle savaşmak şeklinde belirlenmiştir:
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir. (Tevbe Suresi 123)
9) Allah ile mü'minler arasında gerçekleşen alışveriş sözleşmesinin özünü, gereklerini, yükümlülüklerini ve stratejisini iyice vurgulama amacına yönelik bu ayrıntılı açıklamanın ardından, ayetlerin akışı, imanın kalbe yönelik işaretlerini ve pratik yükümlülük ve ödevlerini içeren bu Kur'an karşısında münafıkların ve mü'minlerin .tavırlarını tasvir eden iki safhalı bir sahneyi canlandırıyor. Burada direktif ve ayetlerin doğru yola iletemediği, uyarı ve sınamaların ders vermediği münafıkları tehdit ediyor, azarlıyor:
"Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı" diye sorarlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders àlıyorlar."
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile, Allah onların kalplerini gerçeklerden .uzaklaştırmıştır. (Tevbe Suresi 124-127)
10) Şu anda ele aldığımız bu ders ve bununla birlikte de Tevbe suresi, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- karakterini, mü'minlere olan düşkünlüğünü, onlara karşı beslediği şefkati ve acıma duygusunu, bunun yanında sadece Allah'a dayanmasını ve doğru yola gelmeyen inatçılara aldırış etmeyişini tasvir eden iki ayetle noktalanıyor:
"Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağrına gider, size son derece düşkün mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir." "Eğer sana sırt çevirirlerse de ki:
"Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir. (Tevbe Suresi, 128-129)
Surenin bu son bölümünün içerdiği konulara ilişkin verdiğimiz bu toplu özetleme sonucu sanırım, cihad üzerinde inanç esasına dayalı tam ayrılığın üzerinde ve yeryüzünde bu dini yaymanın üzerinde bu denli durmuş olmanın nedeni anlaşılmış olur. Allah'ın koyduğu ilkeleri geçerli kılmak ve onları korumak, yani Allah'ın kullar üzerindeki egemenliğini ilan etmek, gaspçı ve haksız diğer tüm egemenlikleri kovmak için cennet karşılığı can ve malı, öldürmek ve savaşmak suretiyle Allah'a satmış olmanın gereği budur.
Aynı şekilde bu gerçeğe ilişkin olarak yapmış olduğumuz bu genel değerlendirme aracılığıyla günümüzde Allah'ın ayetlerini ve O'nun şeriatını yorumlayanların içine düştüğü tutarsızlığın ve ruhsal ezikliğin boyutlarının da iyice belirginleşmiş olacağını umuyorum. Bu adamlar, islâmın cihad hareketini, "İslam toprağını" savunma amacına yönelik bölgesel bir savunma hareketi gibi gösterme çabası içindedirler. Bunlara göre, Allah'ın sözleri, `islâm toprağına' komşu olan bu kâfirlerden gelen sürekli bir engellemeyle karşılaşmaksızın duyurulduğu ve bu komşular saldırıdan söz etmediği sürece, cihad için bir gerekçe sözkonusu değildir. Oysa esas saldırganlık onların hem kendilerini, hem de başkalarını Allah'dan başka sahte tanrılara kul yapmaları suretiyle Allah'ın ilahlığına saldırmalarında somutlaşmaktadır. İşte bu saldırganlıkları, müslümanların güçleri yettiği, sürece onlara cihad açmalarını gerektirmektedir.
Ayetlerini ayrıntılı biçimde karşılayabilmemiz için, ele almak üzere olduğumuz bu son dersin giriş kısmında bu kadar açıklama yeterlidir.
111- Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler. Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür. Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki? O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.
112- "Allah ile bu alışverişi yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler, iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir. Mü'minleri müjdele!
MALLAR VE CANLARA KARŞILIK CENNET
Gerek Kur'an'ı ezberlerken, gerek okurken, gerekse çeyrek yüzyıllık bir süre boyunca inceleme yaparken defalarca okuduğum, sayısız kereler dinlediğim bu ayetle bu tefsiri yazarken karşılaştığım zaman, bunca yıldır ve sayamayacağım kadar okuduğum bu ayetten daha önce kavrayamadığım şeyleri kavradığımı farkettim.
Hiç kuşku yok ki, bu dehşet verici bir ayettir... Mü'mini Allah'a bağlayan ilişkinin ve mü'minlerin hayatları boyunca -müslüman olmak suretiyle yaptıkları alışveriş sözleşmesinin özünü ortaya çıkarmaktadır. Kim bu alışverişi gerçekleştirir ve bu sözleşmeye bağlı kalırsa, o gerçek mümindir, mü'min sıfatını haketmiştir, onun şahsında imanın gerçeği somutlaşmaktadır. Yoksa iman iddiası, doğrulanmaya ve araştırılmaya muhtaç bir söylentiden öteye geçmez.
Bu sözleşmenin ya da yüce Allah'ın kendisinden bir nimet, bir lutuf ve hoşgörü sonucu isimlendirdiği gibi, bu alışveriş sözleşmesinin özü şudur: Yüce Allah, mü'minlerin gerek canlarından, gerekse mallarından herhangi bir şeyi Allah yolunda sarfetmeksizin alıkoyma hakları yoktur. Canlarını ve mallarını Allah yolunda sarfetme ya da etmeme serbestisine sahip değildirler. Kesinlikle böyle bir seçenekleri yok... Bu, kesinleşmiş bir satış sözleşmesidir. Alıcı sözleşmede geçen şartlara uygun olarak belirlenen ilkeler uyarınca dilediği gibi uygulamada bulunabilir. Satıcı ise, bundan sonra, sağa sola kıvırmadan, seçme hakkına sahip olmadan, tartışma ve mücadeleye girmeden çizilen yolu izlemekten başka bir şey yapamaz. Ancak itaat edebilir. Belirlenen şartları uygular ve tereddütsüz teslimiyet gösterebilir. Bu satışın karşılığı olan ücret, cennettir. Bunu elde etmenin yolu, cihad ve savaştır. Sonuç, zafer ya da şehitliktir.
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar, bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."
Kim bu şartlarda canını ve malını satarsa, kim satış sözleşmesini imzalarsa, kim ücretten memnun olup sözleşmedeki şartları yerine getirirse, o mümindir. Dolayısıyla mü'minler, yüce Allah'ın kendilerinden canlarım ve mallarını satın aldığı ve bu satışı gerçekleştiren kimselerdir. Aslında bu alışverişte bir ücretin belirlenmiş olması, yüce Allah'ın mü'minlere yönelik rahmetidir. Yoksa onlara canlarını ve mallarını bağışlayan yüce Allah'dır. Canların ve malların sahibi O'dur. Ne var ki, yüce Allah insana lütfetmiş, onu irade sahibi kılmıştır. Ona lütfetmiş, antlaşmaları ve sözleşmeleriyle bağlamıştır. Bu antlaşma ve sözleşmelerine bağlılığını, yüce insanlık değerinin ölçüsü, bu konuda belirecek herhangi bir eksikliği de, hayvanlık düzeyine -hem de en kötü hayvanın- yuvarlanışın göstergesi kılmıştır.
"Allah katındaki canlıların en kötüsü kâfirlerdir. Onlar artık inanmazlar. Kendileriyle antlaşma yaptığın her defasında antlaşmalarını bozarlar. Onlar Allah'dan korkmazlar."
Nitekim yüce Allah, hesaplaşma ve dünyada yapılanların hakettiği karşılığı görmesi olayını da, bu antlaşmalara bağlılık veya bağlılıkta eksiklik gösterme çerçevesi içinde değerlendirecektir.
Hiç kuşku yok ki, bu müthiş bir alışveriş sözleşmesidir. Bu sözleşmenin şartları -gücü yeten- her mü'minin boynunun borcudur. İmanı geçersiz olmadığı sürece, bu sözleşme de geçersiz olmaz. Bu kelimeleri yazarken duyduğum ürpertinin, yaşadığım korkunun sebebi budur işte:
"Allah mü'minlerin mallarını ve canlarını karşılığında kendilerine cenneti vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar bu yolda kimi zaman öldürürler ve kimi zaman da öldürülürler."
Yardım et Allah'ım... Çünkü bu sözleşme dehşet verici bir sözleşmedir... Yeryüzünün doğusunda ve batısında kendilerini "müslüman" sanan şu insanlar, yerlerinde oturmuş, Allah'ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak ve Rabblığın yetkilerini ve özelliklerini gaspeden tağutları kulların hayatından defetmek için cihad etmiyorlar... Öldürmüyorlar... Öldürülmüyorlar... Bırakın öldürmeyi ve savaşmayı, herhangi bir cihad hareketine dahi başvurmuyorlar.
Bu sözler -Peygamberimizin döneminde- onları ilk defa duyanların gönüllerine yol buluyor ve derhal bu mü'min gönüllerde hayatın realitesinin bir parçası haline geliyordu. Onlar bu sözleri sadece zihinsel olarak kavranacak ya da bilinç planında tutulacak anlamlar olarak algılamıyorlardı. Onlar bu sözleri doğrudan doğruya uygulamak üzere algılıyorlardı. Gözle görülen bir harekete dönüştürmek için algılıyorlardı, hayal edilecek bir tablo olarak değil. Abdullah b. Revaha da, ikinci Akabe biatında bu şekilde algılamıştı. Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve başkaları şöyle rivayet ettiler: Abdullah b. Revaha -Allah ondan razı olsun- Akabe biatının gerçekleştiği gece Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Rabbin ve kendin için dilediğin şartları koş" dedi. Peygamberimiz, "Rabbim için ona kulluk etmenizi ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı, kendim için de canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızı şart koşuyorum" buyurdu... Abdullah, "Peki bunu yaparsak kazancımız ne olacak?" dedi. Peygamberimiz, "Cennet..." dedi. Orada bulunanlar, "Kârlı bir alışveriş, ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz" dediler.
Evet. Aynen böyle... "Kârlı bir alışveriş, ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Bu biatı, iki taraf arasında olmuş bitmiş bir alışveriş sözleşmesi olarak algılamışlardı. Artık bitmiştir alışveriş. Ve sözleşme imzalanmıştır. Geriye dönüş sözkonusu değildir. "Ne bozarız, ne de karşı tarafın bozmasına razı oluruz." Alışveriş bittikten sonra, pişmanlık olmaz ve tercih hakkı olmaz. Cennet ise, hemen o an alınan bir karşılıktır, ileride verilmek üzere va'dedilen bir karşılık değildir. Bu sözü Allah vermiyor mu? Alıcı O değil midir? Bu karşılığı vereceğini vadeden O değil midir? Hem de O öteden beri gönderdiği tüm kitaplarında bunu va'd etmemiş midir?
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."
"Allah'dan daha çok sözünde duran kim olabilir ki?"
Evet! Allah'dan daha çok sözünde duran kimdir?
Kuşkusuz Allah yolunda cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir sözleşmedir. Yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden, Allah'ın dini insanlara duyurulduğundan beri gelmiş geçmiş her mü'minin boynunun borcudur cihad. Bu her zaman için yürürlükte olan bir kanundur. Bu kanun uygulanmadan hayatta denge sağlanamaz. Bu,kanunu terketmekle hayat kesinlikle düzelmez:
"Eğer Allah bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı."
"Eğer Allah bazı insanları diğerleri aracılığıyla savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yakılıp giderdi."
Hak kendi yolunda hareket etmek zorundadır. Batıl ise, hakkın yoluna dikilmek zorundadır. Daha doğrusu batıl, hakkın yolunu kesmek zorundadır. Allah'ın dininin, insanlığı kulların kulluğundan kurtarıp onları tek ve ortaksız Allah'a kul yapmak için harekete geçmesi kaçınılmazdır. Tağutun da hakkın yoluna dikilmesi, daha doğrusu, yolunu kesmesi kaçınılmazdır. Allah'ın dini, tüm `yeryüzünde', bütün insanlığı `özgür kılmak için harekete geçmelidir. Hakkın kendi yolunu izlemesi ve batıla hareket imkânı vermemek için, bir an bile yolunu izlemekten vazgeçmemesi kesinlikle zorunludur. Yeryüzünde küfür oldukça... Batıl yaşadıkça yeryüzünde... `İnsanın' saygınlığını ayaklar altına alan, Allah'dan başkasına yönelik kulluk olayı yeryüzünde var oldukça Allah yolunda cihada geçerlidir ve her mü'minin boynunun borcu olan biat, her mü'minin imzaladığı alışveriş sözleşmesi ve verilen söze bağlılığı bunu yerine getirmeyi gerektirmektedir. Aksi takdirde imanın varlığı sözkonusu olamaz. "Kim savaşmadan, savaşmayı arzulamadan. ölürse, bir tür münafıklık üzerine ölür.
"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur."
Canlarınızı ve mallarınızı Allah'a özgü kıldığınızdan ve yüce Allah'ın va'dettiği gibi karşılığında ücret olarak cenneti aldığınızdan dolayı sevinin... Karşılığında cenneti almak üzere canını ve malını Allah'a teslim eden mü'min, ne kaybeder?.. Allah'a andolsun ki, hiçbir şey kaybetmez. Çünkü insan ölecek, mal da yok olup gidecektir. Sahibi bunları, ister Allah yolunda, ister başkasının yolunda harcasın, durum değişmeyecektir. O halde cennet kazançtır. İşin özünde ve ticarette karşılığı bulunmayan bir kazançtır. Çünkü cennete karşılık olarak verilen canlar ve mallar şu veya bu şekilde yok olacaklardır.
Allah için yaşayan, insanın yükseldiği bu yüce makam bir yana, zafer elde ettiğinde onun sözünü yüceltmek, dinini yeryüzüne egemen kılmak, onun kullarını Allah'dan başkasının aşağılayıcı kulluğundan kurtulmak için elde eder. Şehit düştüğünde O'nun yolunda ve O'nun dininin kendi yanında hayattan daha üstün olduğuna tanıklık etmek için şehit düşer. Her hareketinde, her adımında yeryüzünün kayıtlarından daha güçlü, toprağın ağırlığından daha yüce olduğunun bilincinde olur. Kendi dünyasında imanı sıkıntılardan üstün tutması, inancı hayata tercih etmiştir.
Kuşkusuz tek başına bu bile kazançtır. İnsanın insanlığının ön plana çıkması açısından büyük bir kazançtır bu. Nitekim insanın insanlığı, zorunlulukların kementinden kurtulduğu, iman sıkıntılara galip geldiği ve inanç hayata üstünlük sağladığı zamanlarda olduğu kadar hiçbir zaman bu kadar pekişmez, ön plana çıkmaz. Bir de, bütün bunlara cennet eklenince. İşte bu, sevinmeyi gerektiren bir alışveriştir. Hiçbir kuşkuya, hiçbir tartışmaya yer bırakmayan kesin bir başarıdır, kurtuluştur.
"O halde yaptığınız bu alışverişe sevininiz. İşte büyük kurtuluş büyük başarı budur."
Şimdi de bu ayette yer alan yüce Allah'ın şu sözü üzerinde kısacık duralım:
"Bu Allah'ın üzerine borç aldığı ve hem Tevrat'ta, hem İncil'de, hem de Kur'an'da yer verdiği bir sözdür."
Yüce Allah'ın kendi yolunda cihad edenlere verdiği söz, Kur'an'da sık sık vurgulanan, defalarca yinelenen, herkesce bilinen meşhur bir sözdür. Bu söz, Allah yolunda cihad unsurunun bu ilahi sistemin özündeki köklülüğü ve gerekliliği konusunda herhangi bir kuşkuya imkân bırakmamaktadır. Çünkü cihad, insanlığın realitesine uygun düşen bir yöntemdir. Bu yöntem, belli bir zamana ve belli bir bölgeye de özgü değildir. Cahiliye, kendisine teoriyle karşılık verilecek bir teori olarak belirmediğine, daha çok harekete dönük organik bir toplumun şahsında somutlaştığına, kendi varlığını maddi güce başvurarak koruduğuna, aynı şekilde Allah'ın dinine ve Allah'ın dinine dayalı olarak kurulmuş her islâmi topluluğa karşı bu maddi gücü kullandığına, insanları yüce Allah'ın kullar üzerindeki tek ve ortaksız ilahlığını duyurmaya ve tüm "yeryüzünde", bütün "insanlığı" kula kulluktan kurtulmaya ilişkin islâmın evrensel bildirisine kulak vermekten alıkoyduğuna, aynı şekilde insanları kulların dışında tek başına Allah'a kul olmak suretiyle tağuta kul olmaktan kurtulmuş özgür islâm toplumunun organik yapısına katılmaktan alıkoyduğuna göre; islâmın, bütün "insanlığın" özgürlüğüne ilişkin evrensel bildirisini gerçekleştirmek için tüm "yeryüzünde" harekete geçip; cahiliye toplumlarını koruyan, islâmi diriliş hareketini yeryüzünden silen, islâmın özgürlük bildirisini susturmaya çalışan ve kulların kula kulluk boyunduruğu altında kalmalarını sağlayabilmek rolünü kesintisiz olarak yerine getiren maddi güçlerle çarpışması kaçınılmazdır.
Yüce Allah'ın Tevrat ve İncil'de kendi yolunda cihad edenlere verdiği söz, hakkında biraz açıklamada bulunmayı gerektirmektedir.
Bugün yahudi ve hristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil için, bunlar yüce Allah'ın peygamberleri Hz. Musa ve Hz. İsa'ya -selâm üzerine olsun- indirdiği kitaplardır demek mümkün değildir. Hatta yahudi ve hristiyanlar da, bu iki kitabın esas nüshalarının var olmadığını ve bugün ellerinde bulunan kitapların uzun bir dönemden sonra yazıldıklarını, bu iki kitabın temel içeriklerinin büyük bir kısmının kaybolduğunu, elde bulunanların esas nüshadan hatırda kalan az bir kısım olduğunu, bunun da çok az olduğunu, çoğu kısımlarının ekleme olduğunu tartışmasız kabul ederler.
Buna rağmen eski ahid kitaplarında cihada ve yahudilerin ilahları olan Allah'a, dinlerine ve ibadetlerine yardım etmeleri için putperest düşmanlarıyla savaşmaya teşvik edildiklerine ilişkin işaretler yer almaktadır. Her ne kadar bu kitaplar üzerinde yapılan tahrifatlar onların yüce Allah'a ve onun yolunda cihad etmeye ilişkin düşüncelerini karmaşık hale getirmişse de, yine de bu işaretlere rastlamak mümkündür.
Bugün hristiyanların elinde bulunan dört İncil'de ise, cihad sözü geçmediği gibi, cihada ilişkin bir işaret de yer almamaktadır. Fakat hristiyanlığın özüne ilişkin olarak yaygınlık kazanan tüm kavramları değiştirmemiz bir zorunluluktur. Çünkü bu kavramlar -bizzat hristiyan araştırmacıların tanıklığı ile- bundan önce de korunmuş ve hiçbir şekilde yanlışlığın karışmadığı kitabında yeraldığı gibi, yüce Allah'ın tanıklığı ile hiçbir dayanakları bulunmayan bu farklı İncil'lerden kaynaklanmaktadırlar.
Yüce Allah korunmuş Kitab'ında -Kur'an'da- şöyle buyurmaktadır: Allah yolunda savaşan, bu uğurda öldüren ve öldürülenlere cenneti vereceğine ilişkin sözü Tevrat'ta İncil'de ve Kur'an'da yeralan bir sözdür. Dolayısıyla bu söz, bundan sonra kimseye söyleyecek bir şey bırakmayan ve gerçeği ifade eden bir sözdür.
Kuşkusuz cihad, her mü'minin boynunun borcu olan bir biattır, bir sözleşmedir. Bu sözleşme yeryüzüne peygamberler gönderildiğinden, insanlara Allah'ın dini duyurulduğundan beri geçerlidir...
Ne var ki, Allah yolunda cihad sadece bir savaş coşkunluğundan ibaret değildir. Duygu ve düşüncelerde, ahlâk ve davranışlarda somutlaşan iman esası üzerine kurulmuş bir zirvedir. Dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle bu sözleşmeyi gerçekleştirdiği ve imanın özünü temsil eden mü'minler kendilerinde imanın temel nitelikleri somutlaşan kimselerdir.
TEVBE EDENLER, KULLUK EDENLER, HAMDEDENLER, RÜKU VE SECDE EDENLER
"Allah ile alışveriş yapanlar, tevbe edenler, sırf Allah'a kulluk edenler, hamd edenler, Allah yolunda geziye çıkanlar, rükua varanlar, secde edenler iyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar, Allah'ın koyduğu sınırları gözetenlerdir."
Geçmişte yaptıkları kötülüklerden dolayı, "Tevbe edenler"; bağışlanma dileyerek Allah'a dönenlerdir. Tevbe, geçmiş şeylerden dolayı pişmanlık duymaktır, geri kalanlar için de Allah'a yönelmektir. Günahlardan uzak durmak ve iyi işler yapmak, tevbenin fiilen gerçekleştiğinin ifadesi olduğu gibi günahları terketmek de bunun ifadesidir. Buna göre tevbe; temizliktir, arınmadır, Allah'a yöneliştir, davranışları Allah'ın direktifleri doğrultusunda düzeltmektir.
"Sırf Allah'a kulluk edenler." Onun ilahlığını kabul etmenin somut ifadesi olarak kullukla, ibadetle sadece yüce Allah'a yönelen kimselerdir. Bu sıfat 'onların kişiliklerinde yer etmiştir. Bireysel ibadetler bu sıfatın tercümanı niteliğindedir. Nitekim her davranışta, her sözde, her itaatte ve her tabi oluşta sadece Allah'a yönelmek de bu sıfatın tercümanıdır. Bu da yüce Allah'ın ilahlığını ve Rabblığını onaylamanın pratik ve realist ifadesidir.
"Hamd edenler" gönülleri, nimetleri veren yüce Allah'ın nimetine karşı şükran duygusu ile dolup taşanlardır, dilleri bollukta ve yoklukta Allah'ı hamd edenlerdir. Bollukta nimetin dış görünüşünden dolayı teşekkür ederler. Yoklukta da yüce Allah'ın imtihan etmesi suretiyle O'nun kendilerine yönelik rahmetinin bilincinde olurlar. Allah'a hamd etmek, sadece bolluk zamanında nimetlere karşı hamd etmekten ibaret değildir. Aynı şekilde mü'min gönül, yüce Allah'ın kullarına merhamet ettiğinin, onlara adil davrandığının, mü'minleri kendisinin bildiği bir iyilik amacı ile imtihan ettiğinin, kullar bunun farkında olmasalar bile durumun bundan ibaret olduğunun bilincinde olduğu zaman, yoklukta da Allah'a hamd etme olayı gerçekleşir.
"Allah yolunda geziye çıkanlar." Bunlar hakkında değişik rivayetler yer almıştı. Bu rivayetlerin bazısına göre bunlar Muhacirler'dir. Bazısına göre mücahidlerdir. Kimi rivayetler de bunların ilim elde etmek için geziye çıkanlar olduğunu ifade etmektedir. Bunlardan maksat oruç tutanlardı diyenler de olmuştur. Biz bunların yüce Allah'ın yarattıklarını ve onun evrene yerleştirdiği tabiat kanunlarını düşünen kimseler olduklarını kabul ediyoruz. Nitekim başka bir yerde de benzerleri hakkında şöyle denmektedir:
"Göklerin ve yeryüzünün yaradılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır."
"Onlar ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yeryüzünün yaratılışı hakkında kafa yorarlar ve derler ki; "Ey Rabbimiz, sen bu evreni boşuna yaratmadın, sen (böyle bir anlamsızlıktan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru!"
Bu sıfat, tevbe, kulluk ve hamd etmeden sonra oluşan atmosfere son derece uygun düşmektedir. Çünkü tevbe, kulluk ve hamd ile birlikte insanı Allah'a döndürecek, yarattıklarındaki hikmetini ve bu yaradılışın dayanağı olan hakkın özünü kavratacak şekilde yüce Allah'ın mülkünü düşünmek de yer alır... Ne var ki, bu kavrama ile yetinmemek lâzım, ömrü sadece düşünmek ve Allah'ın yaratıcılığını itiraf etmekle geçirmemek lâzım. Yapılması gereken bundan sonra hayatı bu kavrama esasına dayandırmak ve doğrultuda geliştirmektir.
"Rükua varanlar, secde edenler". Namazı kılanlar. ve namazı kendilerinin ayrılmaz bir niteliği haline getirenlerdir. Öyle ki, rüku ve secde onların insanlar arasındaki ayırıcı özellikleri haline gelmiştir...
"İyiyi emrederek kötülükten sakındıranlar..."
Allah'ın şeriatı ile yönetilen müslüman bir toplum oluştuğu ve başkasına değil sadece Allah'a uyulduğu zaman, bu toplumun içinde iyiliği emretme, kötülüğü yasaklâma görevi yerine getirilir. Bu toplum içinde meydana gelen yanlışlıklar Allah'ın sisteminden ve şeriatından sapmalar ele alınır. Fakat yeryüzünde bir müslüman toplum varolmadığı zaman, yani, yeryüzünde hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğu, sadece O'nun şeriatının egemen olduğu bir toplum varolmadığı zaman; iyiliği emretme görevi ilk etapta, en büyük iyiliği emretmeye yöneltilmelidir. Bu da yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığını gerçekleştirmektir. Aynı şekilde kötülükten sakındırma görevi de, daha baştan en büyük kötülüğü ortadan kaldırma amacına yöneltilmelidir. Bu kötülük, tağutun egemenliği ve bu egemenlik aracılığı ile insanları Allah'ın şeriatının dışında, O'ndan başkasına kul yapmalarıdır... Hz. Muhammed'e -Allah'ın salât ve selâmı üzerine olsun- inananlar, hicret edenler, ilk başta Allah'ın şeriatının egemen olduğu müslüman bir devlet kurmak ve bu şeriatla yönetilen bir müslüman toplum oluşturmak için cihad edenler, bu hedeflerini gerçekleştirdikten sonra ibadetlere ve günahlara ilişkin ayrıntı sayılan konularda iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini üstlenmişlerdir. Bir müslüman, devlet ve müslüman bir toplum kurulmadan önce, kesinlikle bu tür ayrıntılara dalmamalıdır. Çünkü bu ayrıntılar ancak bir kökten kaynaklanabilir. En büyük iyilik ve en büyük kötülük sorunu çözülmeden önce, ayrıntı sayılan iyilikler ve kötülükler sorununa değinmemek gerekmektedir. Nitekim ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman sorun bu şekilde ele alınmıştı.
"Allah'ın sınırını gözetenler."
Allah'ın koyduğu kuralları hem. kendi şahıslarına, hem de insanlara uygulayanlar. Bu kuralları ortadan kaldıranlara ve çiğneyenlere karşı koyanlar... Ne var ki bu görev de, tıpkı "iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama" görevi gibi; sadece müslüman bir toplumda yerine getirilebilir. Müslüman toplum da sadece bütün alanlarda Allah'ın şeriatının egemen olduğu toplumdur. Müslüman toplum, ilahlıkta, Rabblıkta, egemenlikte ve yasamada Allah'ı bir ve ortaksız kabul eden ve Allah'ın izin vermediği her türlü yasada somutlaşan tağut'un yönetimini reddeden toplumdan başkası değildir. İşte bütün çabalar ilk başta böyle bir toplumu oluşturma amacı etrafında yoğunlaştırılmalıdır. Bu toplum oluştuğu zaman, Allah'ın koyduğu kuralları gözetenler, kendilerine bu toplum içinde yer bulabilirler. Tıpkı ilk defa müslüman toplum oluştuğu zaman olduğu gibi.
İşte yüce Allah'ın kendileriyle alışveriş sözleşmesi yaptığı mü'min toplum budur. Bunlar da bu toplumun nitelikleri ve ayırıcı özellikleridir. Kulu Allah'a döndüren, günah işlemekten alıkoyan ve onu iyi işler yapmaya yönelten tevbe... İnsanı Allah'a ulaştıran, yüce Allah'ı insanın mabudu, gayesi ve yöneliş mercii yapan kulluk. Yüce Allah'a eksiksiz teslim oluşun, onun rahmetine ve adaletine kesinlikle güvenmenin sonucu olarak bollukta da, yoklukta da Allah'ı hamd etme... Yaratılışın planında yeralan hikmet ve gerçeği gösteren evrende dile gelen Allah'ın ayetleriyle birlikte Allah'ın mülkünde geziye çıkma... Kişisel ıslahı aşıp kulların ve hayatın ıslahına yönelen, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma... Allah'ın sınırlarını gözetleme... Bunları çiğnemeye ve geçersiz kılmaya yeltenenleri vazgeçirme... Bu sınırları saldırıdan ve ayaklar altına alınmaktan koruma...
İşte yüce Allah'ın cennet üzerine sözleştiği ve peygamberler gönderildiği, Allah'ın dini insanlara duyurulduğu günden beri yürürlükte olan Allah'ın kanunu doğrultusunda yol almaları için canlarını ve mallarını satın aldığı mü'min toplum budur. Bu kanun Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşmak, Allah'a isyan eden, Allah'ın düşmanlarını öldürmek ya da hak ile batıl, islâm ile cahiliye, şeriat ve tağut, doğru yol ile sapıklık arasındaki kesintisiz savaşta şehit düşmektir.
Hayat oyun ve eğlence değildir. Hayvanlar gibi yemek ve çeşitli zevkler tatmak değildir hayat. Hayat onur kırıcı bir barış ortamında yaşamak demek değildir. Değersiz bir huzur, ucuz bir güvenlikten hoşnut olmak değildir hayat. Hayat, hak uğruna çarpışmak, iyilik yolunda cihad etmek, Allah'ın sözünün yücelmesi için üstünlük sağlamaktır, kötülüğe galip gelmektir. Ya da bu uğurda Allah yolunda şehit düşmektir... Sonra da cenneti, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmektir.
Allah'a inananların çağırıldığı hayat budur işte... "Ey inananlar, sizi hayat bahşedecek ilkelere çağırdıkları zaman, Allah'a ve peygambere olumlu karşılık veriniz."
Kuşkusuz Allah doğru söylüyor. Doğru söylüyor, O'nun sevgili peygamberi...
İNANÇ VE SOY BAĞI
Yüce Allah'ın karşılığında cennet vermek üzere canlarını ve mallarını satın aldığı mü'minler, tek bir ümmettirler. Aralarındaki ilişkiyi ve tek bir toplum olarak varolmalarını sağlayan bağ, Allah inancıdır. Müslüman toplum ile diğer toplumlar arasındaki son ilişkileri düzenleyen bu sure, işaret ettiğimiz bu bağa (inanç bağına) dayanmayan ilişkiler konusunda son derece tavizsizdir.
Özellikle Mekke fethinden sonra, henüz islâmın tabiatına uyum sağlayamamış birçok grubun islâma girmesi ve bu grupların hayatında akrabalık ilişkilerinin derin köklere sahip olması nedeniyle ve müslüman toplumda büyük bir genişlemenin meydana gelmesi sonucu ortaya çıkan sarsıntılar nedeniyle bu bağın vurgulanması daha bir önem kazanmıştır. İşte aşağıdaki ayetler, bu alışverişi gerçekleştiren mü'minlerle, ahiretteki gidiş yolları ve varacakları sonuçlar birbirinden farklı olduktan sonra yakın akraba da olsalar, bu konuda onlara katılmayanların tüm ilişkilerini kesip atmaktadır.
113- Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışmaz.
114- İbrahim'in babası için af dilemesi, ona bu yolda söz verdiği içindi. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca, onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi.
115- Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir.
116- Göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de öldüren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur.
Açıkça anlaşılıyor ki, bazı müslümanlar müşrik olan babaları için yüce Allah'dan bağışlanma dilemiş ve gidip Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- onlar için Allah'dan af dilemesini istemişlerdi. Bunun üzerine inen bu ayetler, onların. müşrik babaları için bağışlanma isteyişlerinin kan yakınlığına olan ilgilerinden kaynaklandığını, yüce Allah'a olan bu bağ gözetilmediğini ortaya koymuştur. Bu yüzden peygamberin ve mü'minlerin böyle bir şeye yeltenmesi olacak iş değildir. Böyle yapmak kesinlikle onlara yakışmaz. Böyle bir şeye yeltenmek, onların karakterlerine ve tabiatlarına uymaz. Peki onların cehennem ehli olduklarını nasıl anlayacaklardır? En mantıklısı, onların şirk üzere ölmeleri ve iman etme ihtimallerinin kalmamasıdır.
İnanç, diğer tüm beşeri bağların, tüm insani ilişkilerin bağlandığı en büyük kulptur. İnanç bağı kesildiği zaman diğer tüm yakınlıklar kökünden kesilir. Bundan sonra soy bağı etrafında birleşmenin, evlilik nedeniyle kurulan yakınlıklar etrafında birleşmenin hiçbir değeri yoktur. Irk birliği, ülke birliği birleştirici bir unsur olamaz. Fakat Allah'a inanma, en köklü ve en büyük bağdır. Diğer tüm bağlar ondan kaynaklanır ve onda birleşir. Ya da iman olmaz o zaman da iki insanı birbirine bağlayan bir bağ olmaz.
İbrahim'in babası için af dilemesi ona bu yolda söz verdiği içindir. Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti. İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi.
O halde İbrahim'in babası için Allah'dan bağışlama dilemesi örnek alınamaz. Çünkü İbrahim'in babası için bağışlanma dilemesi, ona bu yolda daha önce verdiği bir sözden ötürüydü. İbrahim belki kendisini doğru yola iletir diye babası için Allah'dan bağışlama dileyeceğine söz vermişti. Bu sözü babasına şöyle seslenirken vermişti:
"Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden bağışlama dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır. Sizi Allah'dan başka yalvarıp dua ettiklerinizle başbaşa bırakıp terkediyorum. Ve Rabbime yalvarıp dua ediyorum. Rabbime dua edişimde mahrum olmayacağımı u .narım."
Babası müşrik olarak ölünce ve İbrahim, babasının doğru yola gelmesi imkânsız bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca, "Onunla ilişkisini kesti." Aralarındaki tüm bağları koparıp attı:
"İbrahim gerçekten çok duygulu ve yumuşak kalpli idi."
Allah'a çok yalvarırdı. Kendisine eziyet edenlere karşı son derece yumuşaktı. Nitekim babası kendisine eziyet etmişti. O ise, babasına çok yumuşak davranmıştı. Ama babasının bir Allah düşmanı olduğunu anlayınca onunla ilişkilerini kesmiş ve Allah'a ïbadete devam etmişti.
Bu iki ayet indiği zaman, müşrik babaları için bağışlanma dileyenlerin bu konuda, Allah'ın emrine karşı çıktıklarından dolayı sapıklığa düştüklerinden korktukları, bu yüzden aşağıdaki ayetin indiği ve bu konuda onları tatmin ettiği ve "hüküm olmadan sorumluluğun olmayacağına ve herhangi bir eylem için daha önce yapılmış bir açıklama olmaksızın suç unsurunun sözkonusu olmayacağına ilişkin islâmi kuralı vurguladığı hakkında bazı görüşler vardır:
"Allah bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını açıkça belirtmedikçe kendilerini sapıklığa düşürmez. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bïlir."
Yüce Allah, sakınmalarını, korunmalarını ve işlememelerini belirttiği şeylerin dışında insanları hesaba çekmez. Aynı şekilde yüce Allah, bir toplumu doğru yola ilettikten sonra, sırf daha önce sakınmalarını açıkça belirtmediği bir eylemi gerçekleştirmelerinden dolayı onların doğru yolda oluşlarını geçersiz saymaz ve onları sapıklar sınıfına düşürmez. Bunun nedeni insanın her zaman yanılabilmesi ve yüce Allah'ın her şeyi bilmesi, her konuda açıklama ve eğitimin O'ndan gelmesidir.
Kuşkusuz yüce Allah, bu dini son derece kolay bir din kılmıştır. Bu dinin zor bir yanı yoktur. Yüce Allah, yasakladığı şeyleri anlaşılır bir şekilde açıklamıştır. İşlenmesini emrettiği şeyleri de açık seçik duyurmuştur insanlara. Hakkında herhangi bir açıklamada bulunmadığı şeyler de vardır. Fakat unutmuş olmaktan dolayı değil, bir hikmetten ve insanlar için kolaylık olmasından dolayı. Aynı şekilde yüce Allah, hakkında açıklamada bulunmadığı konularda soru sorulmasını da yasaklamıştır. Bu yasaklamanın amacı, sorulan sorunun insanlar için bir zorlukla sonuçlanmasını önlemektir kuşkusuz. Bu yüzden hakkında açıklama bulunmayan bir şeyi hiç kimse haram sayamaz, yasaklayamaz. Aynı şekilde yüce Allah'ın açıkça emretmediği bir şeyin de yapılmasını emredemez. Çünkü bu sahalar yüce Allah'ın kullara yönelik rahmetinin gerçekleştiği sahalardır.
Bu ayetlerin sonunda, can ve mallardan soyutlanmaya ilişkin çağrının ardından yeralan kan ve soy bağından soyutlanmaya ilişkin çağrının yapıldığı ortamda, biricik dost ve yardımcının yüce
Allah olduğu, göklerin ve yerin mülkiyetinin O'na ait olduğu, ölüm ve hayatın O'nun kontrolünde O'nun mülkiyetinde olduğu vurgulanıyor:
"Göklerin ve yerin .egemenliği Allah'ın tekelindedir. Can veren de, öldüren de O'dur. Sizin Allah'dan başka bir dostunuz, dayanağınız ve yardım edeniniz yoktur."
Can ve mal, gökler ve yer, hayat ve ölüm, dostluk ve yardım, bütün bunlar Allah'ın tekelindedir, başkasının değil. Sadece Allah'a bağlanmakla insan, başkalarına ihtiyaç duymaktan kurtulur. Ancak o zaman kendine yeterli olabilir.
Akrabalık bağlarına ilişkin olarak yer alan bu ardışık vurgular, bu tavizsiz ve kesin ifadeler, o gün için bazı ruhlarda başgösteren sıkıntıyı ve toplumda yaygın olan bağlar ile yeni inanç bağı arasında bocalayışlarını göstermektedir Öyle ki, bu son bölümde böylesine kesin bir vurguya ihtiyaç duyulmuş. Nitekim bu sure de müslüman toplum ile çevresinde yeralan diğer toplumlar arasındaki ilişkiler hakkında kesin ve tavizsiz ifadeler içermektedir. Müşrik olarak ölmüş bulunanlar için bağışlanma dileme bile, böylesine sert bir tepkiyi gerektirmiştir. Amaç, gönülleri inanç bağının dışındaki tüm bağlardan arındırmaktı kuşkusuz.
İslâmi hareketin temeli, sırf inanç bağı etrafında toplanmadır. Bu, itikat ve düşüncenin temellerinden biridir. Aynı şekilde hareket ve atılımın temel ilkesinden biri de budur. İşte bu surenin kesin bir şekilde vurguladığı ve defalarca yinelediği ilke budur.
ENSAR, MUHACİR VE ÜÇ KİŞİNİN TEVBELERİ
Alışveriş sözleşmesinin özü bu olduğuna göre, hangi sebepten dolayı olursa olsun, gücü yeten birinin cihaddan geri kalması son derece çirkin bir davranış ve büyük bir suçtur. Savaş konusunda başgösteren çekimserlik ve geride kalma eylemi ortadaydı; dolayısıyla bu eylemin ele alınması ve irdelenmesi kaçınılmazdı... Aşağıdaki ayetlerde, savaş konusunda samimi müslümanlar arasında başgösteren çekimserlik ve geride kalma eylemlerini aşan mü'minlere yönelik yüce Allah'ın rahmetinin ve lütfunun boyutları açıklanmakta ve yüce Allah'ın onlardan kaynaklanan büyük, küçük tüm yanılgıları affettiği ifade edilmektedir. Ayrıca savaştan geri kalan ve haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen üç kişinin akıbetleri de açıklanmaktadır. Daha önce de değinildiği gibi, bunlara ilişkin olarak yüce Allah'dan gelecek bir açıklama bekleniyordu. Nitekim bir müddet sonra haklarında şu hüküm indi:
117- Allah, Peygamber'in ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir.
118- Allah, hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah, tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir.
Yüce Allah'ın Peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun- tevbesini kabul etmesi olayı, savaşta başgösteren olaylar bir bütün olarak ele alındığı zaman anlaşılabilir. Bu konunun, geçen ayetlerde yüce Allah'ın peygamberine açıkladığı olayla ilgili olduğu ortadadır: "Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin." Bu durum, birtakım kimselerin basit mazeretler ileri sürerek savaşa katılmama konusunda Peygamberimizden izin istemeleri, Peygamberimizin de izin vermesi üzerine gerçekleşmişti.
Kuşkusuz yüce Allah, Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- bu içtihadından dolayı affediyor. Ama, özür bildirirken doğru söyleyenler ile yanıltıcı açıklamalar getiren yalancıların açığa çıkması için, bir süre beklemenin daha doğru olacağı uyarısında da bulunuyor.
Ele aldığımız bu ayette, işaret edilen yüce Allah'ın Muhacir ve Ensar'ın tevbesini kabul etmesine gelince, "O zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti." İleride açıklayacağımız gibi bunlardan bazısı savaşa çıkma konusunda ağır davranmış, ama sonra kafileye katılmıştı.. Bunlar samimi mü'minlerdendiler. Bazısı da, Bizansla karşılaşmanın korkusuyla sarsılan münafıklara aldanmış, fakat yüce Allah kalplerini sağlamlaştırmış ve böylece tereddütlerini yenip yola devam etmişlerdi.
Yüce Allah'ın, "zor an" olarak nitelendirdiği o ortamı yeniden yaşamamış için, savaşta yaşanan bazı koşulları ve başgösteren tepkilerin ve bazı davranışların mahiyetini kavramamız için, bir zorunluluktur bu. (Bunları, İbn-i Hişam'ın siretinden, Makrizi'nin `İmta'el-Esma" adlı kitabından, İbn-i Kesir'in, "El Bidaye ven-Nihaye" adlı eserinden, yine İbn-i Kesir'in tefsirinden özetleyeceğiz.)
"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile, size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız" ayeti inince Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- arkadaşlarına Bizans ile savaşmaya hazırlanmaları emrini verdi. (Bizans ile müslümanların karşı karşıya gelmeleri bu ayetlerin inişinden önce Mute savaşında gerçekleştiği düşünülebilir. Ancak Kur'an'ın en son inen kısmında yeralan bu emir, sürekli ve değişmez bir stratejiyi belirginleştirmektedir). Bu emir, müslümanların son derece zor anlar yaşadıkları bir döneme rastlamıştı. Dayanılmaz bir sıcaklık vardı. Kurak bir mevsim geçiriyorlardı. Meyvelerin olgunlaşmaya başladığı bir dönemdi bu. Halk, meyvelerinin başında ve gölgesinde durmayı istiyordu. O zaman içinde bulundukları durumun dışında bir şeyle karşılaşmayı istemiyorlardı. O zamana kadar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir savaşa çıkacağı zaman bunu açıkça belirtmezdi. Tasarladığı hedefin dışında bir yöne gideceğini haber verirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Çekilecek sıkıntıların ağırlığından ve zor bir ana denk gelmesinden, ayrıca karşı çıkılan düşmanın kalabalık oluşundan dolayı nereyi hedeflediğini müslümanlara açıkça söyledi. Müslümanların buna göre hazırlık yapmalarını istiyordu. Dolayısıyla müslümanlara savaş için gerekli araç ve gereçleri hazırlamalarını emretti ve Bizansla savaşmaya çıkılacağını haber verdi.
Bazı münafıklar Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- gelerek, Bizans kızlarının çekiciliğinin kendilerini baştan çıkaracağından korktuklarını, bu yüzden savaşa çıkmama konusunda izin istediklerini belirttiler. Peygamberimiz de izin verdi onlara. İşte bunun için, yüce Allah peygamberini azarladığı, fakat bu cihadından dolayı affettiği ayetini indirdi: "Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söyledikleri belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduklarını belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?"
O sıralarda münafıkların bazısı bazısına, cihadı küçümsemek, gerçek etrafında kuşkular meydana getirmek ve Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun olan bağlılığı sarsmak amacıyla şöyle diyordu: "Sıcakta savaşa çıkmayın". Bunun üzerine yüce Allah, onlar hakkında şu ayeti indirdi:
"Bu sıcakta sefere çıkmayın; dediler. Onlara, "cehennem ateşi bundan daha sıcaktır" de. Keşki bunu kavrayabilselerdi."
"Yaptıklarının karşılığı olarak bundan böyle az gülüp çok ağlasınlar."
Münafıklardan bir grubun Süveylim adlı yahudinin evinde toplandıkları ve Tebük savaşı konusunda müslümanları peygambere uymaktan vazgeçirmeye çalıştıkları haberi Peygamberimize ulaşınca, Peygamberimiz; Talha b. Ubeydullah'ı bazı arkadaşlarıyla birlikte Süveylim'in evini yakmak ve başlarına yıkmak üzere gönderdi. Talha söylenenleri yaptı. Dahhak b. Halife evin arka duvarından atlayıp ayağını kırdı. Arkadaşları da atlayıp canlarını kurtardılar. Daha sonra Dahhak bu yaptığından pişmanlık duyup tevbe etti.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- savaşa çıkma konusunda kararlı olduğunu gösterdi ve müslümanlara silah ve mühimmatlarını hazırlamalarını ve çabuk davranmalarını emretti. Zenginleri, binek hayvanı bulamayan mücahidlere binek hayvanı temin etmeye ve mali harcamada bulunmaya teşvik etti. Bazı zenginler, karşılığı Allah katında bulmak üzere, bineksiz mücahidlerin donatımın üstlendiler. Karşılığını Allah'dan bekleyerek malı harcamada bulunanların başında Hz. Osman -Allah ondan razı olsun- geliyordu. O gün büyük bir meblağ para harcamıştı. Hiç kimse onun kadar harcamada bulunmamıştı. İbn-i Hişam diyor ki: Güvendiğim bir adam, Hz. Osman'ın Tebük savaşı için, o zor zamanda hazırlanan ordu için, bin dinar harcadığını ve bunun üzerine Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah'ım Osman'dan razı ol. Çünkü ben ondan razıyım" dediğini anlattı. Abdullah b. Ahmed babasına ait hadis kitabında, Abdurrahman b. Habbab, Es-Sulemi'ye dayanarak şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun müslümanlara hitap etti ve onları zorluk (Tebük) ordusuna yardım etmeye teşvik etti. Bunun üzerine Osman b. Affan -Allah ondan razı olsun- kalktı ve, "Benden tam teçhizatlı yüz deve" dedi. Sonra Peygamberimiz üzerinde konuştuğu minberden bir basamak indi ve tekrar müslümanları yardıma çağırdı. Hz. Osman, "Benden tam teçhizatlı yüz deve daha" dedi. Bunun üzerine baktım ki, Peygamberimiz ellerini şu şekilde hareket ettirerek, (Bunu anlatırken Abdüssamet, hayret eden birisi gibi ellerini açtı)"
"Bundan sonra ne yaparsa yapsın, sorumluluk yoktur Osman'a" dedi.
Beyhaki, Ömer b. Merzuk kanalıyla Seken b. Muğire'den bu hadisi rivayet eder ve Hz. Osman'ın üç kere tam teçhizatlı yüz deve vermeyi taahhüt ettiğini kaydeder.
İbn-i Cerir, Yalıya b. Ebu Kesir ve Said kanalıyla Katade'den, İbn-i Ebu Hatem de Hakem b. Eban kanalıyla İkrime'den -farklı ifadelerle- şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük savaşı için müslümanları mali yardımda bulunmaya çağırdı. Abdurrahman b. Avf -Allah ondan razı olsun- dört bin dirhem getirdi ve "Ya Resulallah, bütün malım sekiz bin dirhemdir. Yarısını getirdim, yarısını da bıraktım" dedi. Peygamberimiz, "Allah getirdiğine de bıraktığına da bereket versin" dedi. Ebu Ukeyl de bir ölçek hurma getirdi ve "Ya Resulallah iki ölçek hurma geçti elime, bir ölçeğini Rabbime, birini de aileme veriyorum" dedi. Bunun üzerine münafıklar: `İbn-i Avf'ın verdiği riyadan başka bir şey değildir" diye hakkında dedikodu yaptılar ve "Allah ve peygamberi bu adamın bir ölçek hurmasına mı muhtaçtır?' dediler."
Başka rivayetlerde de münafıkların Ebu Ukeyl hakkında, (Ebu Ukeyl karşılığında iki ölçek hurma almak üzere bir yahudinin yanında çalışmış, aldığı iki ölçekten birini Peygamberimize getirmişti) "İnsanların kendisini övmesi için böyle yaptı" dedikleri anlatılır.
Sonra Ensar'dan ve başka müslümanlardan oluşan yedi kişilik bir grup ağlayarak Peygamberimizin yanına geldiler ve kendilerini savaş alanına götürecek binek hayvanı vermesini istediler. Bunlar fakir kimselerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizi bindirecek hayvan bulamıyorum" dedi. Onlar da savaş hazarlığı için harcayacak bir şey bulamamanın üzüntüsünden gözyaşı dökerek geri döndüler.
İbn-i İshak diyor ki; Bana ulaşan haberlere göre, İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en-Nadri savaşa gidememenin üzüntüsüyle ağlayan yedi kişi arasında yeralan Ebu Leyla Abdurrahman b. Ka'b ve Abdullah b. Mağfille karşılaşıp onların ağladıklarını görünce, "Niye ağlıyorsunuz?" dedi. Onlar da, "Resulullah'ın yanına geldik ve bizi taşıyacak bir binek hayvanı yoktu. Bizim de onunla birlikte sefere çıkacak gücümüz yok" dediler. Bunun üzerine İbn-i Yamin b. Umeyr b. Ka'b en Nadri kendisine ait su taşıma işinde kullanılan bir deveyi onlara verdi. Böylece onları yolcu etmiş oldu. Ayrıca onlara biraz hurma da verdi. Onlar da Peygamberimizle birlikte sefere çıktılar.
Yunus b. Bukeyr, İbn-i İshak'a dayanarak bu konuda şunları da anlatmaktadır: Savaşa çıkamayacaklarına ağlayan yedi kişiden biri olan Ulbe b. Zeyd ise, geceleyin kalktı ve Allah'ın dilediği kadar namaz kıldı. Sonra da ağlamaya başladı ve "Allah'ın cihadı sen emrettin, ona teşvik ettin. Sonra da bana cihad edebileceğim bir güç bahşetmedin. Peygamberine de beni savaşa götürecek bir şey vermedin. Ben yaşadığım sürece elime geçen malı, bedenimi ve eşyalarımı müslümanlara adıyorum" dedi. Sonra halkla birlikte sabahladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Bu gece kendini adayan nerde?" dedi. Kimseden ses çıkmadı. Sonra tekrar, "Kendini adayan nerde, kalksın" dedi. Ulbe kalkıp yanına gitti ve bu gece kendisini adadığını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Müjdeler olsun. Beni kontrolünde tutan Allah'a andolsun ki, sana kabul olunmuş bir zekâtın sevabı yazıldı" dedi.
Daha sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- beraberindekilerle birlikte sefere çıktı. Müslümanların sayısı Medinedekiler'den ve çevredeki taşralı Arap kabilelerinden oluşan otuzbin kişiydi. Bu sırada herhangi bir kuşkudan ya da şüpheden kaynaklanmaksızın bazı müslümanlarda, ağır davranma emareleri başgösterdi. Bunlar arasında, Ka'b b. Malik, Mürare b. Rebi, Hilal b. Ümeyye (Bu üç kişinin öyküsü ileride ayrıntılı olarak anlatılacaktır.) Ebu Hayseme ve Umeyr b. Vehb el-Cumehi yer alıyordu. Peygamberimiz karargâhını, seniyetul veda (Veda tepesi) denilen yerde kurdu. Abdullah b. Übey de daha aşağılarda bir yerde kurdu karargâhını. İbn-i İshak diyor ki, bunların sayısı sanıldığı gibi az değildi... Ne var ki, başka rivayetler, fiilen ordudan geri kalanların sayısı yüzün altındaydı demektedirler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- harekete geçince, Abdullah b. Ubey, münafık ve içlerinde islâma karşı bulunan kimselerden oluşan yandaşlarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine'de kaldı.
Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yoluna devam etti. Bu arada zaman zaman bazı adamlar ordudan ayrılıp geride kalıyor, müslümanlar da, "Falan adam geride kaldı, ey Allah'ın peygamberi" diyordu. Peygamberimiz ise, "Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur" diyordu. Nihayet, "Ey Allah'ın peygamberi, Ebu Zer geride kaldı, devesi yavaşladı" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bırakın onu, eğer onda bir iyilik varsa, Allah onu size kavuşturur, kendisinde bir iyilik yoksa, Allah sizi ondan kurtarmış olur" dedi. Ebu Zer devesini yürütmeye çalışıyordu. Yavaşladığını görünce, eşyalarını alıp sırtları ve Peygamberimizin izinde yol almaya başladı. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir yerde konaklamıştı. O sırada müslümanlardan etrafına bakınan biri, "Ya Resulallah bir adam tek başına yol alıyor" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bu Ebu Zer olmasın?" dedi. Müslümanlar iyice bakınca, "Evet ey Allah'ın peygamberi. Allah'a andolsun ki, bu Ebu Zerin kendisidir" dediler. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Allah Ebu Zer'e rahmet etsin, yalnız yürür, yalnız ölür, yalnız dirilir" buyurdu.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- birkaç gün yol aldıktan sonra, Ebu Hayseme sıcak bir günde ailesinin yanına geri döndü. İki karısının kendisine ait bahçenin içinde gölgeliklerinde oturduklarını, herbirinin gölgeliğine su serptiğini, kendisine soğuk su ve yemek hazırladığını gördü. Bahçeye girdiğinde gölgeliğin kapısında dikildi, iki karısına ve yaptıklarına baktı. Ardından, "Allah'ın peygamberi güneşin altında, rüzgâr ve sıcakla yol alırken, Ebu Hayseme serin gölgede kendisi için hazırlanmış yiyeceklerin yanında, güzel karıları ile birlikte oturacak! İnsaf değil bu!" dedi. Sonra, "Allah'a andolsun ki, Resulallahın ordusuna katılmadan hiçbirinizin gölgeliğine girmeyeceğim, çabuk bana yol azığı hazırlayın" dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Sonra devesini getirip yolculuğa hazırlandı. Peygamberimizin ardından yetişmeye çalıştı. Peygamberimiz Tebük'e varmak üzereyken ona yetişti. Yolda, Peygamberimize yetişmeye çalışan Umeyr b. Vehb el-Umehiye rastlamış ve onunla birlikte yol almışlardı. Tebük_'e yaklaştıklàrında, Ebu Hayseme Umeyr b. Vehbe şöyle dedi: "Ben bir günah işledim, peygamberin yanına gidene kadar arkamda kalsan ne olur." Umeyr, bu teklifini kabul etti. Peygamberimiz Tebük'te konaklamak üzereyken, Ebu Hayseme ona yetişti. O sırada müslümanlar, "Yolda bir süvari yaklaşmaktadır" dediler. Peygamberimiz, "Ebu Hayseme olmasın?" dedi. Müslümanlar; `Allah'a andolsun ki, ya Resulallah, bu Ebu Hayseme'dir" dediler. Ebu Hayseme devesini yatırarak gelip Peygamber'e selam verince, Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- "Yazıklar olsun sana ey Ebu Hayseme" dedi. Sonra Ebu Hayseme Peygamberimize yaptığını anlattı. Bunun üzerine Peygamberimiz ona -Allah ondan razı olsun- "peki" dedi ve hayır duada bulundu.
İbn-i İshak diyor ki, aralarında Avf b. Amrin kardeşi Vedia b. Sabit, Beni Seleme kabilesinin müttefiki Eşca' kabilesinden Mahşen b. Humeyr (İbn-i Hişam bu adama Huhşa dendiğini kaydeder) de bulunan bir grup Tebük'e doğru yol alan Peygamberimizi göstererek birbirlerine şöyle diyorlardı: "Bizans şövalyeleri ile olacak savaşı -Bizanslıları kastediyorlar- Araplar'ın kendi aralarında yaptıkları savaşlara mı benzetiyorsunuz? Allah'a andolsun ki, yarın iplerle bağlandığınızı görür gibiyiz." Amaçları mü'minlerin güvenlerini sarsmak, içlerine korku salmaktı. Bunun üzerine Muhşen b. Humeyr, "Allah'a andolsun ki, herbirimize yüzer kırbaç vurulmasını isterdim. Korkarım ki, bu sözlerinizden dolayı hakkımızda bir ayet insin" dedi. Bana ulaşan haberlere göre Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir'e şöyle demişti: "Onların yanına git. Kuşkusuz yanacaklar onlar. Neler söylediklerini sor. İnkâr edecek olurlarsa, şöyle şöyle dediniz de." Ammar yanlarına gidip, bu sözleri onlara iletti. Peygamberimizin yanına gelip özür dilediler. Vedia b. Sabit, Peygamberimizin devesinin yükünü sıkmak için karnına dolanan ipine yapışıyor, bir yandan da şöyle diyordu: "Ya Resulallah, biz sadece eğleniyor, şakalaşıyorduk." Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Eğer onlara soracak olursan, "Biz lafa daldık, aramızda eğleniyorduk" derler. De ki;
Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve peygamberi ile mi alay ediyordunuz?" Muhşen b. Humeyr, "Ya Resulallah benim ve babamın adını değiştir" dedi. Bu ayette, affedildiğinden söz edilen Muhşen b. Humeyr idi. Bundan sonra Abdurrahman adını aldı. Yüce Allah'dan şehit olarak canını almasını ve kimsenin yerini bilmemesini diledi. Yemame günü öldürüldü ama, izine rastlanmadı.
İbn-i Luheya, Ebu Esved'den, o da Urve b. Zübeyr'den şöyle rivayet eder: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- herhangi bir savaş yapmaksızın on küsur gün bekledikten sonra Tebük'ten hareket ederken, bir grup münafık ona suikast yapmayı tasarlıyordu. Onu yol üzerindeki bir uçurumdan atmayı düşünüyorlardı. Peygamberimiz bu durumdan haberdar edildi. Müslümanlara vadedilen yürümelerini emretti, kendisi de yamaca tırmandı. Onunla birlikte o grup da tırmanmaya başladı. Ama yüzlerini örtmüşlerdi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Ammar b. Yasir ve Huzeyfe b. Yeman'a kendisiyle birlikte gelmelerini söyledi. Ammar devenin yularından tutmuş Huzeyfe de deveyi sürüyordu. Bu şekilde yol alırlarken, birden bir grup tarafından sarıldıklarını farkettiler. Peygamberimiz buna öfkelendi. Huzeyfe de Peygamberimizin öfkelendiğini gördü. Bunun üzerine onlara döndü, elinde de bir baston vardı. Bu bastonla bineklerinin yüzüne vuruyor, uzaklaştırmaya çalışıyordu. Huzeyfe'yi gördüklerinde onun gözlediği büyük planı farkettiğini sandılar. Bu yüzden derhal koşup ordunun arasına karıştılar. Sonra Huzeyfe, Peygamberimizin yanına geri döndü. Peygamberimiz yamacı çabucak geçmelerini emretti. Sonra da ordunun gelmesini beklediler. Peygamberimiz Huzeyfe'ye "o grubu tanıdın mı?" diye sordu. "Tanıyamadım, ancak gece karanlığında sadece bineklerini farkedebildim" dedi. Sonra Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Onların amaçlarının ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da, "Hayır" dediler. Peygamberimiz de, o grubun yapmak istediğini ve grupta yeralanların isimlerini bildirdi. Bu arada bundan kimseye söz etmemelerini istedi. Onlar da, "Ya Resulallah, onların öldürülmesini emretmeyecek misiniz?" dediler. Peygamberimiz "Halkın, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demesini istemiyorum" dedi.
İbn-i Kesir, "el-Bidaye ven-Nihaye" adlı eserinde şöyle der: İbn-i İshak bu hikâyeyi anlatmış, bu arada Peygamberimizin o grupta yer alanların isimlerini sadece Huzeyfe b. Yeman'a söylediğini de aktarmıştır. Bu daha akla yakındır. En doğrusunu Allah bilir kuşkusuz.
Tebük seferi sırasında müslümanların karşılaştığı zorluklara gelince, çekilen zorluklardan örnekler içeren birçok rivayet vardır...
İbn-i Kesir tefsirinde şöyle der:
Mücahid ve birçok kişi: "Allah, peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir" ayetinin Tebük seferi hakkında indiğini söylemişlerdir. Çünkü müslümanlar çok zor bir durumdayken, kurak bir sene geçiriyorlarken, ayrıca yiyecek ve su sıkıntısı çekiyorlarken çıkmışlardı bu sefere. Katade diyor ki, yakıcı bir sıcağın altında Şam bölgesinde yeralan Tebük'e yol aldılar. Yüce Allah'ın bildiği gibi, büyük bir çaba sarfediyorlardı. Büyük zorluklar çekiyorlardı. Öyle ki, iki kişi bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir hurmayı aralarında bölüşüp yiyorlardı. Askerler bir hurmayı aralarında dolaştırıyorlardı. Biri hurmayı emer, üzerine de su içerdi Sonra diğeri alır, aynı şekilde hurmayı emer üzerine su içerdi. Bunun üzerine Allah tevbelerini kabul etti ve onları çıktıkları bu seferden sağ salim döndürdü.
İbn-i Cerir, Abdullah İbn-i Abbas'a dayanak şöyle rivayet eder: Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsun- ayette geçen "zor an" hakkında sorulduğunda, "Peygamberimizle birlikte Tebük'e doğru yol alıyorduk. Bir yerde konaklamıştık. Dayanılmaz bir susuzluk çekiyorduk. Boğazımız kesilecek sanıyorduk. Öyle ki, bir adam su aramaya çıkıp döndüğünde, adeta boynunun kesileceğini sanıyordu. Bazıları devesini kesip işkembesini sıkıp suyunu içiyordu. Geri kalanını da karnının üzerine koyuyordu...
İbn-i Cerir aşağıdaki ayet hakkında şöyle der: "Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti." Burada kastedilen mal, binek, yiyecek ve su bakımından çekilen sıkıntıdır. "O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti." Yani haktan sapmak üzereydi. Peygamberin getirdiği din hakkında kuşkuya kapılmıştı. Seferlerinde ve savaşlarında çektikleri sıkıntı ve zorluklardan dolayı içlerini şüphe kaplamıştı. "Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti." İbn-i Cerir diyor ki, sonra onlara Rabblerine sığınmayı, dönüp onun dini üzerinde kalıcı olmayı nasip etti. "Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
Sunduğumuz bu rivayetler, o gün çekilen zorluğun boyutlarını gereğince tasvir ediyor sanıyorum. O dönemde müslüman toplumun içinde yaşadığı atmosferi biraz olsun gözönünde canlandırıyor. Nitekim sunduğumuz bu rivayetler arasında, insanların iman düzeyleri de kendisini gösteriyor. Bir yandan kesin inançlı ve kararlı grup, öte yandan zorluğun baskısı altında sarsılan, bocalayan grup. Hiçbir şüphe sözkonusu olmaksızın geride kalan grup bir yanda, diğer yanda yumuşak tavırlı münafıklar, ahlâksız münafıklar ve komplocu münafıklar... Bütün bunlar ilk etapta o dönemde toplumun organik oluşumunu, ikinci olarak da o zor zamanda, hem de Bizans'a karşı çıkılan seferde çekilen sıkıntıları göstermektedir. Kuşkusuz bu sıkıntılar onları iyice arındırmıştı. Bu imtihan herkesin esas karakterini ortaya çıkarmıştı. Belki de yüce Allah, bu sıkıntıları arınmaları, karakterlerinin ortaya çıkması ve belirginleşmesi için çekmelerini sağlamıştı...
ZORLUKLAR VE SAVAŞTAN KAÇANLAR
İşte bazılarının geri dönmesine neden olan bu zorluklardı. Geriye dönenlerin çoğu da durumları az önce açıklanan münafıklardı. Bunlar arasında islâmdan kuşku duymayan ve münafık olmayan, sadece tembellikten ve Medine'nin gölgeliklerinde dinlenme arzusundan dolayı geride kalan mü'minler de yer alıyordu. Bunlar iki gruptu. Bu grup, iyi davranışlarına kötü davranışlar da katmışlardı. Ama daha sonra günahlarını itiraf etmişlerdi. Diğer grup da, "Azap etmek veya tevbelerini kabul etmek üzere Allah'ın iradesine bırakılanlardı." Bunlar, durumları zamana bırakılan yani haklarında bir karar vermeksizin kendi hallerinde bırakılan üç kişiydi. Onlar hakkında Allah'ın hükmü bekleniyordu. İşte burada, durumları Allah'ın hükmüne ve zaman geçmesine havale edildikten sonraki gelişmeler ela alınmaktadır.
Biz bu üç kişinin durumunu olanca çıplaklığıyla gözler önüne seren ayetin tefsiri açısından herhangi bir şey söylemeden, onları ve durumlarını olağanüstü güzellikte ve sanatsal bir tabloda canlandıran Kur'an ayetinin göz kamaştırıcı ifadesini sunmadan önce, onlardan birinin, Ka'b b. Malik'in -Allah ondan razı olsun- anlattıklarına kulak verelim: Ahmed, Buhari ve Müslim Zehri kanalıyla rivayet ettiler: Zehri diyor ki, bana Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b b. Malik anlattı: Abdullah b. Ka'b b. Malik, (Ka'b'ın gözleri görmez olduğu zamanlarda oğulları arasında ona yardımcı olur, yolda elinden tutardı) babasından şunları aktardı: Bir gün Ka'b'ın Peygamberimizin Tebük seferinden geri kalışını anlattığını işittim. Ka'b şöyle diyordu: Tebük seferinin dışında Peygamberimizin hiçbir savaşından geri kalmadım. Şu var ki, ben Bedir savaşına da katılmamıştım. Ama o zaman savaşa katılmayan hiç kimse azarlanmamıştı. Çünkü o zaman Peygamberimiz ve müslümanlar Kureyş kabilesine ait kervanı ele geçirmek için çıkmışlardı. Fakat yüce Allah, sürpriz bir şekilde onlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi.
İslâm üzerine and içtiğimiz Akabe gecesinde de Peygamberimizin yanındaydım. Bana göre Akabe biatı Bedir savaşından daha az sevimli değildir. Gerçi Bedir savaşı daha çok konuşulmakta ve daha çok bilinmektedir. Tebük seferinde Peygamberimizin hazırladığı orduya bile bile katılmadım. Bu seferden geri kaldığım sıralarda her zamankinden güçlü, her zamankinden daha rahattım. O zaman iki binek hazırlamıştım ki, başka hiçbir savaşta böylesini hazırlayamamıştım. O güne kadar Peygamberimiz bir sefere çıkmak istedi mi nereye gideceğini belirtmez, başka tarafa yönelirdi. Fakat bu seferde böyle yapmadı. Bu sefere Peygamberimiz yakıcı bir sıcaklıkta çıkıyordu. Yolculuk uzun ve öldürücüydü. Karşı çıkılan düşmanın sayısı da fazlaydı. Bu yüzden düşmanlarına karşı gerekli hazırlığı yapabilmeleri için müslümanlara durumu açıkça söyledi. Hangi tarafa gideceklerini haber verdi. Peygamberimizle birlikte sefere çıkan müslümanların sayısı da bir kitaba -sicil defterini kastediyor- sığmayacak kadar fazlaydı.
Ka'b -Allah ondan razı olsun- diyor ki, çok az kimse de gözden kaybolmak istiyordu. Allah tarafından vahiy gelmediği sürece Peygamberimizin farkında olmayacağını sanıyordu. Peygamberimiz sefere çıktığı sıralarda meyveler olgunlaşmış, gölgeler iyi ve çekici olmuştu. Ben de bunlara can atıyordum. Peygamberimiz -Allah ondan razı olsun- ve beraberindeki müslümanlar savaş hazırlıklarına başlamış, bense onlarla birlikte hazırlıklara başlamak istiyordum ama bir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de şöyle diyordum: "İstediğim zaman bu hazırlıkları yaparım" ben böyle oyalanıyorken, müslümanlar durmadan hazırlık yapıyorlardı. Bir gün Peygamberimiz ve beraberindeki müslümanlar yola çıkmak üzereyken bir daha hiçbir şey hazırlamamıştım. Ve ben çabuk davranıp savaşa yetişeceğimi sanıyordum. Kendimi bu şekilde avutuyordum. Arkadan gidip onlara yetişeceğimi düşünüyordum. Keşke yapsaymışım, sonra bunu da yapamadım. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü, hakkında münafıklık söylentileri olan ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka benim gibi birine rastlamıyordum. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'e varana kadar benden söz etmemişti. Tebük'te arkadaşları ile birlikte otururken "Ka'b b. Malik ne yaptı?" diye sormuştu. Beni Seleme kabilesinden bir adam, "Ya Resulallah, hurmalıkları ve kendini beğenmişliği onu bize katılmaktan alıkoydu" demiş. Bunun üzerine Muaz b. Cebel adama "Ne kadar kötü konuşuyorsun! Allah'a andolsun ki, ya Resulallah onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz" demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz herhangi bir şey söylememişti.
Ka'b b. Malik diyor ki, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük'ten Medine'ye doğru yola çıktığı haberini duyunca, bir sıkıntıdır aldı beni ve çeşitli yalanlar uydurmaya, ertesi günün onun öfkesinden kurtulmak için söylenecek söz aramaya başladım. Bunun için de ailemde görüş sahibi herkesten yardım istedim. Peygamberimizin Medine'ye girmek üzere olduğunu duyunca, yalan yanlış düşünceler kafamdan silinip gitti ve kesinlikle ondan kurtulamayacağımı anladım. Ona doğrusunu söylemeye karar verdim. Artık Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Medine'ye girmişti. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir seferden döndüğü zaman ilk önce mescide uğrar, iki rekât namaz kılar, sonra da müslümanlarla birlikte otururdu. Bu sefer de aynısını yapınca, geride kalanlar yanına gelip özürler ileri sürmeye, yemin etmeye başladılar. Bunlar seksen küsur kişiydi. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- dediklerini kabul etti, bağlılıklarını onayladı, onlar için Allah'dan bağışlanma diledi. Niyetlerini de Allah'a bıraktı. Nihayet ben geldim. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğim zaman gülümsedi, ama kızgın olduğu belliydi. "Gel" dedi. Gidip önünde oturdum. Bana, "Neden bizimle gelmedin, yoksa binek hayvanı mı satın almadın?" diye sordu. Ben, "Ey Allah'ın Peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek, öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime ölçtüm-biçtim, fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam, bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, herhangi bir mazeretim yoktu, senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim." Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "işte bu adam doğru söylüyor. Kalk ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle' dedi. Ben de kalktım. Beni Seleme kabilesinden bazı adamlar etrafımı sarıp beni azarladılar ve "Allah'a andolsun ki, bundan önce herhangi bir günah işlediğini duymadık. Geride kalan diğer adamlar gibi, Peygamberimize mazeret gösteremedin. Halbuki peygamberin senin için bağışlanma dilemesi günahının affolunması için yeterli idi" dediler. Ka'b diyor ki, beni o kadar teşvik ettiler ki, az kalsın Peygamberimizin yanına gidip bir yalan uyduracaktım. Sonra, "Benim gibi konuşan başka biri daha var mı?" dedim. "Evet senin gibi konuşan iki kişi daha var, onlara da sana söylenenin aynısı söylendi" dediler. "Kim bunlar?" dedim. "Murare b. Rebi ve Hilal b. Umeyye el Vakifi" dediler. Bana Bedir savaşına katılmış salih iki kişiden söz etmişlerdi. Onları kendime örnek aldım, böylece ve onları duyunca yoluma devam ettim.
Ka'b diyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı -ya da- "bize yabancı gibi davranıyorlardı" Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşımıza gelince, çaresiz kalıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm verirdim. Kendi kendime acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı yoksa kıpırdamadı mı? derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar, göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine bakınca bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selamımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade,. ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah ve peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o sustu. Tekrar seslendim yine sustu. Bir daha seslendim, Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu, geri döndüm, duvarı geçtim gittim.
Medine sokaklarında dolaştığım bir sırada, birden Medine'ye yiyecek satmak için gelen Suriye Nabatilerinden birinin "Kim bana Ka'b b. Malik'i gösterebilir?" dediğini işittim. Halk beni gösterdi kendisine. Yanıma geldi ve Gassan kralından bir mektup bıraktı. Ben okuma yazma biliyordum, açtım okudum. Şöyle diyordu mektupta:
"Arkadaşımın (Peygamberimizi kastediyor) seni üzdüğünü duyduk. Allah sana başını sokacak bir sığınak bırakmamış. Bize katıl seni koruyalım." Bu mektubu okurken "Bu da bir imtihandır" diyordum. Sonra mektubu büktüm ve ocağa atıp yaktım. Bize boykot uygulanan elli günden kırk gün geçince Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- bir elçi geldi ve "Peygamber karından uzak durmanı emrediyor" dedi. "Karımı boşayayım mi yoksa ne yapayım?" dedim. "Hayır, ondan uzaklaşacaksın ve kesinlikle yaklaşmayacaksın" dedi. İki arkadaşıma da aynı mesajı göndermişti. Bunun üzerine karıma "Ailenin yanına git ve Allah bu konuda hükmünü belirtinceye kadar bekle" dedim. Hilal b. Ümeyye'nin karısı Peygamberimizin yanına gelmiş ve şöyle demişti: "Ya Resulallah, Hilal geçkin bir ihtiyardır. Ona hizmet etmemde bir sakınca görüyor musun?" Peygamberimiz, "Hayır ama kesinlikle sana yaklaşmayacaktır" demişti. Bunun üzerine Hilal'in karısı: "Allah'a andolsun ki, herhangi bir şey yapacak durumda değildir. Ve senin emrini duyduğundan bugüne kadar ağlayıp duruyor" demişti. Ailemden bazıları, "Gidip karının yanında kalmak için peygamberden izin istesen olmaz mı?" dediler. Böylece Hilal'in karısına, kocasına hizmet etmek üzere izin verdi, demişlerdi. Ben de, "Allah'a andolsun ki, bu konuda gidip peygamberden izin istemem. Üstelik izin istediğim zaman ne diyeceğimi bilmiyorum. Çünkü ben genç bir adamım" demiştim.
On gün daha geçmişti. Böylece müslümanların bizimle konuşmalarına ilişkin yasağın konulmasından bu yana elli gün tamamlanmıştı. Ellinci günün sabahı evlerimizden birinin damında sabah namazını kılmış ve yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar geliyordu. O sırada sele tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini duydum: "Ey Ka'b b. Malik müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Ve yeniden rahatlığa kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Banà müjdeyi veren adam gelince üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim. Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp tevbemin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı. Sonrâ mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı. koşarak yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp beni kutlamamıştı" Ka'b, Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- selâm verdiğimde yüzü Sevinçten parlayarak şöyle dedi: "Annenden doğduğun günden beri yaşadığın en hayırlı günü müjdelerim." "Bu müjde, senin katından mı yoksa Allah katından mı ya Resulallah?" dedim. "Aksine Allah katından..." dedi. Peygamberimiz sevindiği zaman yüzü bir ay parçası gibi aydınlık olurdu. Bunu bilirdik biz. Yanında oturduğum zaman "Ey Allah'ın Peygamberi tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim" dedim.
"Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim: "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten vazgeçmeyeceğime dair söz verdim." Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit ediyorum. Daha sonra yüce Allah şu ayetleri indirdi:
"Allah peygamberin ve o zor anda onun peşinden giden Muhacirler ile Ensar'ın tevbelerini kabul etti. O sırada onlardan bir grubun kalpleri kaymanın eşiğine gelmişti. Arkasından O, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."
"Allah hükümleri ertelenen o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi, can sıkıntısından patlayacak gibi oldular. Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar. Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbelerin kabul edicisidir, merhametlidir."
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Ka'b diyor ki; "Allah'a andolsun ki, yüce Allah'ın, beni islâma iletmesinden sonra, bana o gün peygambere doğru söylememden daha büyük bir nimet vermemiştir. O gün yalan söylemiş olsaydım, ona yalan söyleyenler gibi helâk olacaktım. Çünkü yüce Allah ona yalan söyleyenler için söylenecek en kötü sözü söylemiştir."
"Savaştan döndüğünüzde kendilerini azarlamayasınız diye size Allah adına yemin edeceklerdir. Onları azarlamayınız, bir şey olmamış gibi davranınız. Çünkü onlar somut pisliktirler. İşledikleri kötülüklerin karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir."
"Kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Oysa siz onlardan hoşnut olsanız bile Allah yoldan çıkmışlar güruhundan kesinlikle hoşnut olmaz."
İşte bu üç kişiden birinin, Ka'b b. Malik'in dilinden Tebük seferine çıkmayan üç kişinin hikâyesi. Hikâyenin her bölümü bir ibret tablosu. Hikâyede islâm toplumunun sağlam ve sarsılmaz temelinden belirgin çizgiler ön plana çıkmaktadır. Hikâye islâm toplumunun yapısının sağlamlığını, toplumu oluşturan unsurların paklığını, toplumun anlamına, davetin yükümlülüklerine, emirlerin, değerine ve itaatin zorunluluğuna ilişkin düşüncenin netliğini gözler önüne sermektedir.
Şu Ka'b b. Malik ve iki arkadaşı o zor anda çıkılan setere katılmıyor, insan olmaktan kaynaklanan zaafa yenik düşüyor, gölge ve rahatlık çekici geliyor, bu ikisini yakıcı sıcaklığa, sıkıntılara, uzun yolculuğa, yorucu çabaya tercih ediyorlar. Ne var ki, Ka'b Peygamberimizin sefere çıkmasından sonra çok geçmeden yaptığının farkına varıyor. Çevresindeki her şey ona bu hatanın korkunçluğunu vurguluyordu... "Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sefere çıkmasından sonra halkın arasına çıktığımda son derece üzülüyordum. Çünkü hakkında münafıklık söylentileri ya da Allah katında mazur sayılanlardan başka benim gibi birine rastlamıyordum." Yani hastalık ve zayıflıktan, bir de harcayacak bir şey bulamamaktan dolayı Allah katında cihada çıkmaktan mazur sayılanlar.
Zorluk, müslümanları peygamberin uzun ve sıkıntılı sefere çağırmasına koşmaktan alıkoyamadı. Sadece hakkında münafıklık söylentileri bulunan ve yüce Allah'ın mazur saydığı güçsüz kimseler bu çağrıya koşmamışlardı. Müslüman toplumun sağlam temeli ise, zorluktan daha güçlü bir ruha ve sıkıntılardan daha sağlam bir köke sahiptir.
Bu bir...
İkincisi de takvadır... Hata yapanı doğru söylemeye ve suçunu itiraf etmeye yönelten takva... Bundan sonra iş Allah'a kalmıştır: Ben, "Ey Allah'ın peygamberi, eğer şu dünyada senden başka birinin yanında oturmuş olsaydım, bir özür ileri sürerek öfkesinden kurtulurdum. Kendi kendime ölçtüm-biçtim. Fakat Allah'a andolsun ki, bugün sana yalan söyleyecek olursam, benden hoşnut olacağını, buna karşılık yüce Allah'ın senin kızgınlığını üzerime çekeceğini anladım. Eğer sana doğruyu söyleyecek olursam bunun böyle olduğunu bileceğini anladım. Ben bu konuda Allah'ın vereceği hükmü bekliyorum. Allah'a andolsun ki, hiçbir mazeretim yoktu, senin çıktığın seferden geri kaldığım günkü gibi kendimi hiçbir zaman bu kadar güçlü ve rahat hissetmemiştim" dedim.
Çünkü hata yapan mü'min vicdanında Allah'ı her zaman hazır bulur. Bunun yanında Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- hoşnutluğuna da can atıyor. O hoşnutluk, o günlerde insanı yükseltebiliyor, alçaltabiliyordu. Saygın bir konuma getirebildiği gibi, bakışların altında damgalanmış bir halde bırakabilirdi; müslümanı. Ya da tek bir insanın bile kendisine bakmasını önleyebiliyordu. Buna rağmen Allah'ın gözetimi daha güçlü, Allah korkusu daha derin ve Allah'a ümit bağlamak daha güvenilirdir.
"...Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Tebük seferine çıkmayanlar arasında mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı. Halk bizden uzaklaşmaya başladı. Ya da "Bize yabancı gibi davranıyorlardı" demişti. Ben bile yeryüzünden sıkılmaya başlamıştım. Bu bildiğim yeryüzü değildi artık. Bu şekilde tam elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşıma gelince, çaresiz kalkıp evlerine çekilmişlerdi. Bense halk arasında güçlü kuvvetli biriydim. Halkın arasına çıkıyor, müslümanlarla birlikte namaz kılıyor, çarşılarda dolaşıyordum. Ama hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Peygamberimizin meclisinde oturur, ona selâm verirdim. Kendi kendime: "Acaba selâmımı almak için dudakları kıpırdadı mı yoksa kıpırdamadı mı?" derdim. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar göz ucuyla onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakardı, ama ben kendisine bakınca, bakışlarını kaçırırdı. Müslümanların boykot uygulaması gittikçe uzuyordu. O sırada amcamın oğlu ve herkesten çok sevdiğim Ebu Katade'nin bahçesine doğru yürüdüm ve selâm verdim. Fakat selâmımı almadı. Ben "Ey Ebu Katade, ben sana Allah'ın adıyla seslendim, Allah'ı ve peygamberini sevdiğimi bilir misin?" dedim. Ama o, sustu. Tekrar seslendim, yine sustu. Bir da,ha seslendim Allah ve peygamberi daha iyi bilir" dedi. Gözlerim doldu geri döndüm duvarı geçtim gittim..."
Mekke'nin fethinden sonra yaşanan kargaşaya ve ` zor anda' başgösteren karışıklığa rağmen, müslüman toplumda disiplin, kontrol böyle sağlanıyordu. Emirlere uyma bu şekilde gerçekleşiyordu... "Peygamberimiz mü'minlerin üçümüzle konuşmasını yasakladı." Artık hiçbiri konuşmak için ağzını açamaz. Kimse Ka'b'ı sevgiyle karşılayamaz. Ona bir şey veremez, bir şey alamaz. Amcasının oğlu, en çok sevdiği insan bile... Duvarından tırmanmış, yanına gitmiş, ama selâmını almamıştı. Sorusuna cevap vermemişti. Israrlar karşısında cevap vermişse de üzüntüsünü giderememiş, sıkıntısına çare olmamıştı. Sadece, "Allah ve peygamberi daha iyi bilir" demişti.
Ka'b büyük bir üzüntü içindeydi. Yeryüzü ona sevimli gelmiyor artık, bu bildiği yeryüzü değildir çünkü. Resulullah'ın dudaklarının hareketine ümit bağlamıştır. Göz ucuyla sürüyor peygamberi. Belki peygamber bir kerecik kendisine bakar diye. Bu, içindeki umudu canlı tutacaktır. Bu ağaçtan kopmadığı, bir yaprak gibi solup kurumadığı için teselli bulacaktır.
Kovulmuş ve yalnız bırakılmışken, kavminden hiç kimse (Allah rızası için) ağzını açıp kendisiyle konuşmuyorken, Gassan kralından kendisine üstünlük, şeref, mevki ve makam vadeden bir mektup alıyor. Ama, o bütün bunlara bir tek hareketle karşılık veriyor, mektubu tutup ateşe atıyor. Bunu da içinde bulunduğu imtihanın bir parçası sayıyor, imtihana karşı sabırlı olmaya devam ediyor.
İlişki kesmek olayı, eşinden ayrılmasını gerektirecek boyutlara varıyor. Artık bütün insanlar arasında kovulmuş, tek başına bırakılmış bir kişidir. Yerle gök arasında bir başına kalmıştır. Karısının yanında hizmet etmek amacıyla kalmasını sağlamak için peygamberden izin istemeye utanıyor. Çünkü ne cevap alacağını bilmiyor.
Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde müjde vardır madalyonun... Kabul edilmenin, yeniden saffa katılmanın günahtan tevbe etmenin, dirilip yeniden hayata dönmenin müjdesi vardır...
"Yüce Allah'ın bize ilişkin olarak belirttiği durumda oturmuştum. İçim sıkılıyor ve yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar geliyordu. O sırada Sel'e tepesinden vargücüyle bağıran birinin sesini duydum. "Ey Ka'b b. Malik müjdeler olsun" diyordu. Hemen secdeye kapandım ve yeniden rahatlığa kavuştuğumu anladım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- sabah namazını kılarken yüce Allah'ın bizim tevbelerimizi kabul ettiğini duyurmuştu. Bunun üzerine müslümanlar bize müjdeyi vermek için dağılmışlardı. Önce iki arkadaşıma müjde vermişlerdi. Bana da birisi atlı birisi de yaya olmak üzere iki kişi koşmuştu. Yaya olarak koşan adam dağın tepesine çıkmış oradan bağırmıştı. Kuşkusuz ses, attan hızlıydı. Bana müjdeyi veren adam gelince, üzerimdeki elbiseyi çıkarıp ona giydirmiştim. Allah'a andolsun ki, o gün ondan başka bir şeyim yoktu. Verdiğim iki elbiseyi karşılığını ödeyerek tekrar giydim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gittim. Müslümanlar grup grup beni karşılayıp tevbenin kabul olunmasından dolayı kutluyorlardı. "Allah tevbeni kutlu kılsın" diyorlardı. Sonra mescide girdim. Baktım Peygamberimiz mescidde oturmuş, bir grup da etrafında halka olmuştu. Talha b. Ubeyd kalktı koşarak yanıma geldi, elimi sıkıp kutladı. Muhacirler'den başka hiç kimse kalkıp beni kutlamamıştı." Ka'b Talha'nın bu davranışını hiç unutmamıştı.
Olaylar bu şekilde değerlendiriliyordu, bu şekilde düzenleniyordu, bu toplumda. Kabul olunmuş tevbe bu şekilde karşılanıyor, bu şekilde önemseniyordu. Bu yüzden müjde sahibine atlılarca ulaştırılıyordu. Müjdeyi daha çabuk oluşturmak için dağa çıkıp bağırıyordu birisi de... Yeniden topluma dönen, tekrar bu kökle birleşen dışlanmış adam kutlamaları ve karşılamaları unutulmayacak bir iyilik olarak algılıyordu. Peygamberimizin dediği gibi "Anandan doğduğun günden beri yaşadığın en hayırlı günü müjdelerim" hayatının en mutlu gününü yaşıyordu. Ka'b'ın dediği gibi peygamberimiz bu müjdeyi verirken yüzü sevinçten parlıyordu. Bu büyük şefkatli ve merhametli gönül, üç arkadaşının tevbelerinin kabul olunmasından ve şerefli birer unsur olarak yeniden topluma katılmalarından dolayı sevinçle dolup taşmıştı.
İşte sefere çıkmayan, sonra da Allah tarafından tevbelerin kabul olunan üç kişinin hikâyesi... Ve islâm toplumunun hayat biçimine ve hayatın her alanında uyduğu değerlere işaret eden bu hikâyeden bazı kesitler...
Hikâye kahramanlarından birinin de anlattığı gibi ayetin anlamını ruhlarımıza iyice yaklaştırmaktadır: "Sonunda yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular, Allah'dân kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar."
Ne değeri var yeryüzünün, içinde yaşayanlar olmasa... Yeryüzü, üzerinde geçerli olan değerlerle bir anlam kazanır. Üzerinde yaşayanların arasındaki bağlar ve ilişkilerdir yeryüzünü değerli kılan. İfade, sanatsal güzelliğindeki gerçekliğin ötesinde pratik anlamı bakımından da gerçeği yansıtmaktadır. Ayetin sanatsal güzelliği şu seferden geri kalan üç kişiye dar gelen yeryüzünü öyle bir tasvir ediyor ki, yerin çevresi daralmaya kıtalar büzülmeye başlamış, bu üç kişi de orada sıkılmış kalmıştır adeta.
"Can sıkıntısından patlayacak gibi oldular."
Bedenleri bir kap gibi sıkıştırıyordu onları sanki. Hareket etmelerine imkân vermiyordu. Onları sıkıştırıyor nefes aldırmıyordu adeta:
"Allah'dan kaçmanın yine O'na sığınmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını anladılar."
Hiç kimsenin Allah'dan başka sığınacak bir yeri yoktur. Göklerin ve yerin her tarafı onun kontrolündedir. Ne var ki bu gerçeğin böylesine sıkıntı verici bir atmosferde dile getirilmesi sahneye daha bir sıkıntı, karamsarlık ve daralma havası katıyor. Sıkıntıları gideren, insanları düzlüğe çıkaran Allah'a sığınmaktan başka kurtuluş yolu yoktur bu can sıkıntısından.
Ardından kurtuluş geliyor, düze çıkıyorlar...
"Bunun üzerine Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Hiç kuşkusuz Allah tevbeleri kabul edicidir, merhametlidir."
Bu özel günahdan dolayı ettikleri tevbeyi kabul etti ki, geçmişte istedikleri tüm günahlardan tevbe etsinler ve ilerde olabilecek her şeyde Allah'a tam ve eksiksiz dönsünler, ona sığınsınlar. Ka'b'ın sözü de bunu doğrulamaktadır. "Ey Allah'ın peygamberi tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah ve peygamberine sadaka olarak vermeyi söz vermiştim" dedim. "Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha iyidir" dedi. "Kendim için Hayber savaşında payıma düşen ganimeti bırakıyorum" dedim ve şunları ekledim. "Ey Allah'ın peygamberi, Allah beni doğru söylediğim için kurtardı. Yaşadığım sürece doğru söylemekten vazgeçmeyeceğine dair söz verdim. Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bunu söyledikten beri hiçbir müslümanın doğru konuşmakta, yüce Allah'a karşı benden daha iyi bir sınav verdiğini bilmiyorum. Allah'a andolsun ki, Peygamberimize bu sözü verdiğim günden bu yana asla yalan konuşmadım ve bundan sonra da yüce Allah'ın beni yalan konuşmaktan koruyacağını ümit ediyorum.
Fî Zılâl-il Kur'an'da bu de.:n anlamlar içeren hikâye ve Kur'an'ın bu hikâyeyi eşsiz bir şekilde dile getiren ifadesi üzerinde bundan fazla duramıyoruz. Yüce Allah'ın başarılı kıldığı oranda yaptığımız bu açıklamayı yeterli görüyoruz.
DOĞRULARLA BERABER OLUN VE MÜCADELE EDİN
Savaşa çıkma konusunda tereddüt gösterenlerin sefere çıkmayanların tevbelerinin kabul edilmesinin ve seferden geri kalanlardan üç kişinin hikâyesinde ön plana çıkan doğruluk unsurunun ışığında Allah'dan korkmalarına ve iman açısından doğru olduklarını ispat etmiş örnek kimselerle beraber olmalarına ilişkin tüm mü'minlere yönelik bir çağrı yer alıyor. Bunun yanında Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın seferden geri kalmaları kınanıyor. Bu arada mücahidlere bol bir mükafat va'dediliyor:
119- Ey mü'minler Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz.
120- Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e savaşta peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz. Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek her bir karış toprağa ayak basmaları; düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz.
121- Yaptıkları küçük-büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin.
Bu davayı ve bu hareketi ayakta tutanlar Medineliler'dir. Bu davanın en yakınları onlardır. Onlar bu dava ile vardırlar ve onun için vardırlar. Hz. Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- barındıran, ona bağlılık andı içenler onlardır. Yarımada'daki toplumda, bu dinin sağlam temeli onların varlığında somutlaşmaktadır. Medine'nin çevresinde yer alıp, da müslüman olmuş kabileler de öyle... Onlar da temelin dış destekleri konumundadırlar. Bu yüzden bunlar ve onlar herhangi bir eylemde, peygamberden geri kalamazlar. Kendilerini ona tercih edemezler. Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ister sıcakta, ister soğukta, ister zorlukta, ister rahatlıkta, ister kolaylıkta, ister sıkıntıda olsun, ne zaman sefere çıkarsa çıksın, bu davanın onlara yüklediği sorumlulukları ve zorlukları seve seve yüklenmelidirler. Çünkü bu davaya gönül vermiş Medineliler'in ve çevrelerindeki taşralı Araplar'ın Hz. Peygamberin yakınında yer aldıkları halde, Hz. Peygamberin katlandığı herhangi bir şeyi kendileri için daha çok istemeleri gerektiğini bilmemekte mazur sayılamazlar.
Bu nedenle onlar, Allah'dan korkmaları ve seferden geri kalmayan, geri kalma düşüncesini akıllarına bile getirmeyen, zor anlarda imanları sarsılmayan ve yalpalamayan doğrularla beraber olmaları çağrısı yapılıyor. Bunlar öncü kimselerden ve güzel güzel onları izleyenlerden oluşan seçkin bir topluluktur!
"Ey mü'minler, Allah'dan korkunuz ve dosdoğrularla, gerçekten hiç ayrılmamış olanlarla beraber olunuz."
Bu çağrıdan sonra ayetlerin akışı, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun çıktığı seferden geri kalma olayının, temelden hoş karşılanmayacak bir davranış olduğunu vurgulayarak sürüyor.
"Gerek Medineliler'e ve gerekse çevrelerinde yaşayan Bedeviler'e, savaşta Peygamberden geri kalmak ve kendi canlarının kaygısını onun canının kaygısının önüne geçirmek yakışmaz."
İfadede gizli bir azarlama var. Peygamberle birlikte bulunan birine, "Bu adam kendini peygambere tercih ediyor, onunla beraber ve onun arkadaşı olduğu halde, kendi can kaygısını peygamberin can kaygısının önüne çıkarıyor" denmesinden daha etkin, daha acı bir azar olabilir mi?
Bu ifade ayni zamanda, her nesilden bu davaya bağlananları aynı noktada birleştirmektedir. Çünkü hiçbir mü'min, Hz. Peygamber'in göğüs gerdiği ve katlandığı bir şeye göğüs germekten, ona katlanmaktan kaçınamaz. Bu davaya mensup olduğunu iddia etmesine ve Hz. Peygamberi örnek aldığını ileri sürmesine rağmen, Hz. Peygamber'in katlandığı hiçbir zorluktan kaçınmak olacak iş değildir. Bu, mü'min olma iddiası ile çelişmektir.
Bu, yüce Allah'dan gelen emrin gereği olmakla birlikte, Hz. Peygamber'den duyulan hayatın gerektirdiği bir görevdir de. Üstelik bu görevi yerine getirmenin mükafatı da, bitmez-tükenmez bir mükafattır.
"Çünkü Allah yolunda çekecekleri her susuzluk, katlanacakları her yorgunluk, karşılaşacakları her açlık, kâfirleri öfkelendirecek herbir karış toprağa ayak basmaları, düşmanın zararına kazanacakları her tür başarı karşılığında mutlaka hesaplarına iyi bir amel yazılır. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanları ödülsüz bırakmaz."
"Yaptıkları küçük büyük bütün maddi harcamalar ve aştıkları her vadi, mutlaka hesaplarına yazılır ki, Allah işledikleri iyilikleri en güzel karşılıklarla ödüllendirsin."
Çekilen susuzluğa, katlanılan açlığa, karşılaşılan yorgunluğa ve kâfirlerin öfkesini çeken her adıma mükafat vardır. Düşmana karşı kazanılan her başarı ödüllendirilecektir. Bütün bunlar, mücahid için iyi amel olarak yazılır hesaba. Yüce Allah, iyilik severlerin hesabına geçer bunları. Ve O, iyilik yapanları ödülsüz bırakmaz.
Yapılan küçük büyük bütün maddi harcamalar karşılık görecektir. Vadiler aşmak için atılan her adım, mücahidin hayatta işlediği en iyi amelin karşılığı gibi ödüllendirilecektir.
Dikkat edin! Allah'a andolsun ki, yüce Allah bize sınırsız bağışta bulunuyor. Andolsun ki, verilen ödülde büyük bir hoşgörü ve sınırsız bir bağış vardır. Bütün bu sınırsız bağışların, bu büyük ödüllerin, bizim üstlendiğimiz ve bize emanet edilen bu dava uğruna Peygamberimizin katlandığı zorlukların yanında, son derece küçük kalan zorluklara karşılık olması insanı utandırıyor.
Bu surede, seferden geri kalanları kınayan ayetlerin inmesi; geride kalanların özellikle dev Medineli ve çevredeki Bedevi kabilelerine mensup kişilerin azarlanması üzerine müslümanların, özellikle Medine'yi çevreleyen, kabilelerin, Peygamberimizin işaretine anında cevap vermek için Medine'ye birikmeye başladıkları anlaşılıyor. Bu durum, pratik açıdan açıklamaya uygun bir zamanda, genel seferberliğin sınırlarını belirlemeyi gerektirmiştir. Artık islâm toprakları genişlemiştir. Arap Yarımadası nerdeyse tümden islâmın egemenliğine girmiştir. Cihada çıkmaya gücü yeten insanların sayısı artmıştır. Tebük seferinde, bütün geride kalanlara rağmen sayıları otuzbine varmıştı. Daha önce müslümanların çıktığı hiçbir seferde bu kadar insan biraraya gelmemişti. Artık uğraşıları, cihad, yeryüzünü kalkındırmak, ticaret ve henüz ortaya çıkmış bulunan ümmeti ayakta tutacak diğer hayat sorunları arsında bölüştürmenin zamanı gelmiştir. Bu ümmet, basit kabileciliğin isteklerini aşmıştır. Artık ilkel kabile toplumunun ihtiyaç duyduğu şeylere ihtiyaç duymamaktadır. İşte aşağıdaki ayet, bu sınırları gayet açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:
122- Mü'minlerin topyekün sefere çıkmaları gerekmez. Bunun yerine her kabileden bir grup, dinin özünü öğrenmek ve kötülüklerden kaçınırlar umudu ile soydaşlarını uyarmak için sefere çıkmalıdır.
Bu ayetin tefsirine, dinin özünü kavrayacak ve geri döndüğünde toplumunu uyaracak grubun kimliğine ilişkin birçok rivayet vardır. Bize göre ayeti şu şekilde yorumlamak en doğrusudur: Mü'minler hep birlikte seferberliğe katılacak değildirler. Her topluluktan birer grup katılacaktır. Ama sefere çıkanlarla, geride kalanlar, bu işi dönüşümlü yapacaklardır. Savaşa çıkan grup, seferberlik, yolculuk, cihad ve bu inanç uyarınca harekete geçme sayesinde dinin özünü kavrayacak, döndüğü zaman da, cihad ve hareket esnasında bu dinin özüne ilişkin gördüğü ve kavradığı gerçeklerle kavminden geride kalanları uyaracak, onlara bu gerçekleri anlatacaktır.
Bizi bu sonuca götüren etken -bu görüş temelde, İbn-i Abbas'ın yorumuna, Hasan Basri'nin tefsirine, İbn-i Cerir'in tercihine ve İbn-i Kesir'in görüşüne dayanmaktadır- bu dinin harekete dönük bir hayat sistemi oluşudur. Bu dinin özünü, onunla birlikte hareket etmeyenler kavrayamaz. Dolayısıyla bu din uğruna cihad edenler, insanlar arasında bu dinin özünü en iyi şekilde kavrama imkânına sahip kimselerdir. Çünkü bu dinle birlikte, hareket esnasında dinin sırları ve derin anlamları ortaya çıkar. Olağanüstü olayları ve pratik uygulamaları gözleriyle görürler. Geride kalanlara gelince, bunlar harekete katılanlara başvurmak zorundadırlar. Çünkü savaşa çıkanların gördükleri gerçekleri görmemişlerdir. Onların kavradığı gibi kavrayamamışlardır dinin özünü. Bu dinle birlikte harekete geçenlerin farkına vardıkları sırları görememişlerdir. Özellikle sefere çıkanlar arasında Allah'ın Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bulunuyorsa... Genel olarak savaşa çıkma, dini anlamanın ve dinin özünü kavramanın en uygun yoludur.
Bu görüş, ilk başta akla gelen seferden, cihattan ve hareketten geri kalanların dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesine ters gelebilir. Ama savaştan geri kalanların, dinin özünü kavramak üzere ayrıldıkları düşüncesi dayanaksız bir kuruntudur. Bu dinin tabiatına terstir. Bu dinin dayanağı harekettir. Bu yüzden, onunla birlikte hareket eden insanların pratik hayatına onu egemen kılmak için cihad eden, yaşamaya dönük hareket aracılığı ile, cahiliyeye karşı üstünlük sağlayandan başkası bu dinin özünü kavrayamaz.
Deneyimler kanıtlamıştır ki, bu dinle birlikte harekete geçmeyenler, bu dini harekete dönük bir sistem olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için hareket eden, cihad hareketine katılan kimselere görünebilir. Kitapların safları arasında boğularak incelemeye girişenlere değil.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez. Günümüzde islâm fıkhını, "yenilemek" ya da -Haçlı oryantalistlerin dediği gibi- "geliştirmek" amacıyla fıkhi hükümler çıkarmak için kitapların, sayfaların arasında incelemeye dalanlar... Evet insanları kula kulluktan kurtarmaktan ve sadece Allah'ın şeriatını egemen kılmak ve tağutların yasalarını hayattan uzaklaştırmak suretiyle, insanları Allah'a kul yapmayı hedefleyen hareketten çok uzak olan bu adamlar, bu dinin tabiatını kavrayamazlar. Bu yüzden, dinin fıkhını düzenlemeleri ve fıkhi kurallar koymaları doğru değildir.
İslâm fıkhi, islâmi hareketin ürünüdür: Önce din ortaya çıkmış, sonra fıkıh... Bunun tersi kesinlikle doğru değildir. Önce tek başına Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir... Önce sadece Allah'a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğinin öngördüğü şekilde, sadece O'nun şeriatını hayata geçirmek, yani O'nun dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır. İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Bu fıkıh, hiçbir zaman pratik hayatın sıcaklığından uzak bir şekilde donuk sayfalar arasından çıkarılan bir fıkıh olmamıştır. Bu yüzden, dinin özünü kavramış fıkıhçıların oluşturdukları fıkıh; onların bu dinle birlikte hareket etmelerinin ve bu dini yaşayan ve onun uğruna cihad eden, pratik hayatın hareketi ile ortaya çıkarak, fıkhı uygulayan canlı müslüman toplumun pratik hayatı ile içiçe oluşlarının ürünüdür.
Peki bugün durum nasıldır?.. Allah'ın tek ve ortaksız egemenliğini ilan eden herhangi bir kulun egemenliğini fiilen reddeden, Allah'ın şeriatını yasa edinen ve bu yetkili kaynaktan gelmeyen tüm yetkisiz yasaları pratik olarak reddeden o müslüman toplum nerede?..
Hiç kimse bu toplumun şu anda var olduğunu iddia edemez. Bunun için islâmi bilen, daha baştan bu fıkhın hayatına yön veren tek yasa olması gerektiğini kabul etmeyen toplumların içinde yaşarken, islâm fıkhını geliştirmeye ya da "yenilemeye" veya "çağdaşlaştırmaya" yeltenemez. Ciddi bir müslüman öncelikle, sadece Allah'a itaat edilmesini, O'nun dininin egemen olmasını sağlamaya çalışır. Hakimiyet Allah'a itaat edilmesini sağlamak için yasama ve kanun koymanın sırf O'nun şeriatından kaynaklanmasını gerçekleştirmeye çalışır.
Bazı kimselerin islâm fıkhını uygulayan, hayatlarını bu fıkha dayandırmayan bir toplumda, islam fıkhının gelişmesinin ya da "yenilenmesi" yahut "çağdaşlaşması" ile uğraşmaları bu dinin ciddiyetine yakışmayan boş ve komik bir çabadır. Aynı şekilde bir insanın yerinde oturup soğuk kitap ve sayfalar arasında kaybolup, donuk fıkhi kalıplardan fıkhi kurallar edinmek suretiyle dinin özünü kavrayacağı düşüncesinde olması da, bu dinin tabiatını bilmemesinin yüz kızartıcı ifadesidir. Çünkü islâm, yoluna devam eden hayatın akışına egemen olmadıkça ve realite dünyasında bu din ile birlikte hareket edilmedikçe, şeriattan fıkhi kurallar çıkarmak mümkün olmayacaktır.
İslâm toplumunu doğuran etken, Allah'ın dinini din edinme ve sadece O'nun dinini hükümran kılma olayıdır. İslâm toplumu da, "İslâm fıkhını" oluşturmuştur. Bu sıralama kaçınılmazdır. Sadece Allah'a itaat etmenin, O'nun dinini hükümran kılmanın ortaya çıkardığı ve sırf Allah'ın şeriatını uygulamaya kararlı bir müslüman toplumun varlığı kaçınılmazdır. Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya çıkaran toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir islâm fıkhı oluşur. Ama kesinlikle önceden hazırlanmış bir "giysi" olarak değil. Çünkü her fıkhi hüküm -tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir oranda, belli bir kalıpta ve belli koşullarda pratik durumlara uygulanışının kurallaşmış ifadesidir. Bu durumları islâm çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran oranını, şeklini ve koşullarını belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için derhal bu durumların "boyuna" uygun, "ayrıntılı" hüküm belirlenir. Kitapların sayfaları arasındaki kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar, pratik olarak islâm şeriatının egemenliği esasına dayalı olarak süren islâmi hayatın varolduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için belirlenmiş, ayrıntılı biçimde konulmuş kurallardır. Ortaya çıktıkları dönemde donuk ve "kalıplaşmış" kurallar değildiler. O zaman canlı ve hayat dolu kurallardı bunlar. Bizim de karşımıza çıkan yeni durumlar için ayrıntılı kurallar belirlememiz gerekir, ama bundan önce, toplumsal yasalarına Allah'dan başkasına boyun eğmeyen, yasamaya ilişkin hükümleri sırf O'nun şeriatından edinen müslüman bir toplumun varlığı şarttır...
Ancak bu şekilde uğraşırlar; ciddi ve sonuç alıcı, dolayısıyla da bu dinin ciddiliğine yakışır olabilir. Bunun için yapılır basiretleri açan ve dinin özünü işte bu amaç doğrultusunda, basireti açan ve dinin özünü gerçek anlamda kavramayı sağlayan cihad yapılır. Bunun dışındaki tüm uğraşılar, bu dinin önünde ters, komik ve boş uğraşılardır. Bu uğraşılar, "islâm fıkhını yenileme" ya da "geliştirme" maskesi altında, gerçek cihad yükümlülüğünden kaçmanın belirtisidir. Oysa zayıflığı ve eksikliği itiraf etmek, geride kalıp oturanlarla birlikte cihada çıkmamakla işlenen günah için, Allah'dan bağışlanma dilemek böyle bir kaçıştan daha iyidir.
Bundan sonra ayet, cihad hareketinin stratejisini ve boyutunu belirlemeye koyuluyor. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve bütün halifeler bu strateji ve bu boyuta göre hareket etmişlerdir. Birtakım pratik gereklerin ortaya çıkardığı durumların dışında bunlardan ayrılmamışlardır:
123- Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir.
Ayeti kerimenin işaret ettiği cihad stratejisi ise, şudur:
"Ey mü'minler en yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız."
İslâm fetihleri aşama aşama, bu stratejisi uyarınca, "islâm yurduna" en yakın olanlara, islâm yurdunun komşularına yönelmiştir. Arap Yarımadası müslüman olduktan sonra (ya da Mekke'nin fethinden sonra, islâm yurdu üzerinde bir tehdit unsuru oluşturmayacak dağınık grupların dışında büyük çoğunluğu müslüman olduktan sonra) Bizans topraklarına yönelik Tebük seferi düzenlenmiştir. Daha sonra islâm ordularının Bizans ve İran topraklarındaki ilerlemesi devam etmişti. Fakat arkalarında kesinlikle bir gedik bırakmamışlardı. İslâm ülkesinin birliği sağlanmış, sınırlar birleştirilmişti. Böylece müslüman toplum her tarafı birbirine bağlı ve birbirine kenetlenmiş büyük bir kitle haline gelmişti. Bu kitle parçalanana, aile egemenliğine ya da milliyet esasına dayalı yapay sınırlar ortaya çıkarılana kadar, gücünden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu durum, bu dinin düşmanlarının ellerinden geldikçe, bu dine üstünlük sağlamak için devreye soktukları bir taktiktir ve halâ aynı taktiği uygulamaktadırlar. Irkların, dillerin, soyların ve renklerin farklılığına rağmen bu dinin bir zamanlar, "islâm yurdunun" sınırları içinde "tek bir ümmet" haline getirdiği halklar, dinlerine dönmedikleri, tekrar islâmın sancağı altında toplanmadıkları, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hareket çizgisini izleyip, kendisine zafer, üstünlük ve egemenlik garantisi verilen ilahi önderliğin sırlarını kavramadıkları sürece ezileceklerdir, aşağılanacaklardır.
Bir kez daha yüce Allah'ın şu sözünün üzerinde duruyoruz.
"Ey mü'minler, en yakınınızdaki kâfirler ile savayız. Bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Burada müslümanlara en yakın olan kâfirlerle savaşma emri verildiğini görüyoruz. Bu kâfirlerin müslümanlara ya da islâm yurduna saldırmaları şartı sözkonusu edilmiyor. O zaman burada başka bir durumun sözkonusu olduğunu anlıyoruz. Bu dinle birlikte hareket etmeyi, cihad ilkesinin kaynaklandığı temel olarak öngören bu durumdur. Medine'de islâm devletinin kurulduğu ilk dönemlerde başvurulan aşamalı hükümlerde olduğu gibi, sırf "savunma" durumu da sözkonusu değildir.
Günümüzde, islâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan bazı araştırmacılar, Kur'an'daki cihad ayetlerini yorumlamaya kalkışan kimi yazarlar, bu nihai ve son hükmü önceki aşamalara ilişkin hükümlerle sınırlamak ve bu hükmün uygulanışını kâfirlerden gelen saldırıya ya da saldırı endişesine bağlamak istiyorlar. Oysa sözkonusu ayet kesindir ve bu konuda geçerli olan son hükümdür. Şimdiye kadar, hüküm koyarken Kur'an'ın başvurduğu ifade yöntemine artık alışmış bulunuyoruz. Kur'an ifadesi böyle durumlarda konunun üzerinde son derece titiz davranır. Ele alınan konunun bir diğer konuyla karıştırılmamasına özen gösterir. Böyle bir durumda farklı bir ifade kullanır. Bunun yanında, aynı hüküm içinde korunması, istisna edilmesi ve bir şarta bağlanması veya ayrıcalık tanınması gereken unsur varsa, bunları da birer birer bilirler.
Onuncu cüzde Tevbe suresini sunarken, müşriklerle ve ehli Kitap'la savaşmaya ilişkin ayetleri açıklarken, aşamalı hüküm ve ayetlerin anlamlarını islâmın hareket stratejisinin özüne uygun olarak ayrıntılı biçimde açıklamıştık. Orada yaptığımız açıklamaları bu konuda yeterli görüyoruz.
Ancak, İslâmda uluslararası ilişkilere ve islâmda cihadın hükümlerine ilişkin araştırmalar yapanlar, bu hükümleri içeren ayetleri yorumlamaya kalkışan yazarlar, islâmın bu hükümleri koymasını hazmedemiyorlar, dehşete kapılıyorlar. Yüce Allah'ın mü'minlere, en yakın olan kafirlerle savaşmayı, yakınlarında kâfir bulunduğu sürece savaşı sürdürmeyi emretmesini bir türlü anlamıyorlar. İlahi emrin böyle olması onları dehşete düşürüyor, hafızaları alınıyor. Bu yüzden kesin olan bu hükümlere bazı sınırlamalar getirmeye kalkışıyorlar. Bu sınırlamaları da, önceki aşamalara ilişkin hükümlerden ediniyorlar.
Ama biz biliyoruz bu adamlar niçin dehşete kapılıyorlar. Niye hafızaları almıyor bu hükümleri biz biliyoruz.
Onlar islâmda cihadın, "Allah yolunda" bir cihad olduğunu unutuyorlar. Allah'ın ilahlığını yeryüzüne egemen kılmak, Allah'ın otoritesini gaspeden tağutları kovalamak, "insanı" Allah'dan başkasına kul olmaktan kurtarmak, sadece Allah'a itaat ettiği ve kula kulluktan kurtulduğu için, güç kullanılarak Allah'ın dininden döndürme amaçlı baskılardan insanları uzak tutmak amacına yöneliktir bu cihad... "Fitnenin kökü kazınana ve Allah'ın dini bütünüyle egemen olana" kadar sürecek bir cihad... İnsan yapısı bir ideolojinin, yine insan yapısı bir başka ideolojiye üstünlük sağlaması için başlatılmış bir savaş değildir bu. Bu savaş Allah'ın sistemini, kulların sistemine üstün getirmek için başlatılmıştır. Bir ulusu diğer bir ulusun egemenliği altına almak amacı ile girişilen bir savaş değildir bu. Allah'ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne çıkarmaktır, islâmda cihadın amacı. Bu savaş kulların egemenliğini kurmak için değildir, yeryüzünde Allah'ın devletini kurmak ve O'nun egemenliğini sağlamak içindir. Bunun için cihad hareketinin tüm "yeryüzünde" bütün insanların özgürlüğü için yaygınlık kazanması, harekete geçmesi kaçınılmazdır. Bu konuda, islâm yurdunun sınırlarının içi ile dışı farketmez. Her taraf "yeryüzüdür", her tarafta insanlar yaşıyor ve her tarafta kula kulluk vardır, tağutlar vardır...
İşte bu gerçeği unuttuklarından dolayı, doğal olarak bir sistemin diğer sistemleri süpürüp atmak üzere harekete geçmesi ve bir milletin diğer milletleri boyunduruğu altına alması dehşete kapılmalarına neden oluyor... Durum böyle olunca da mesele hazmedilemiyor, Durum bunun aksi olmasaydı, gerçekten de hazmedilecek gibi değildir. Bugünkü insan yapısı düzenlerin "bir arada, barış içinde" yaşamaya imkân vermesi gibi bir durum, islâm için sözkonusu değildir. Bugünkü düzenlerin tümü insan yapısı düzenlerdir. Bu yüzden bu düzenlerden hiçbiri, "sadece kendisinin yaşamaya hakkı olduğunu söyleyemez. Ama insan yapısı sistemlere karşı koyan, bu düzenleri geçersiz sayan, bütün insanları kula kulluk zilletinden kurtarmak ve bütün insanlığı tek ve ortaksız Allah'ın kulu olmak onuruna erdirmek ve insan yapısı bu sistemleri kökten yok etmeyi hedefleyen ilahi düzen için bu durum geçerli değildir.
Bu adamların dehşete kapılmalarının ve bu hükümleri hazmedemeyişlerinin bir nedeni de Haçlılar'ın, sistematik, iğrenç, art niyetli, pis ve alçakça saldırılarıyla karşı karşıya kalmalarıdır. Haçlılar şöyle diyorlar: "İslâm inancı kılıçların gölgesinde yayılmıştır. Cihad, başkalarını islâm inancını kabullenmeye zorlamak ve inanç özgürlüğünü yoketmek amacına yöneliktir.
Mesele bu şekilde algılanınca sindirilecek gibi değildir. Fakat durum bunun tam tersidir... Kuşkusuz islâm, "Dinde zorlama yoktur, yanlış ile doğru birbirinden ayrılmıştır" esasına dayanır. O zaman niçin kılıçla cihada başvurmuştur? Yüce Allah niçin mü'minlerin canlarını ve mallarını "Allah yolunda savaşmak, öldürmek ve öldürülmek" suretiyle, karşılığında cenneti vermek üzere satın almıştır? Çünkü islâmda cihad, islâm inancını zorla benimsetme amacının dışında bir hedefe yöneliktir. Daha doğrusu inancı zorla benimsetmeye taban tabana karşıt bir hedefe yöneliktir cihad. Bu cihad, inanç özgürlüğünü garantiye almak için başlatılmıştı. Çünkü islâm, tüm "yeryüzünde" bütün "insanları" kula kulluktan kurtarmayı hedefleyen evrensel özgürlük bildirisidir. Bu yüzden her zaman için, kulları kullara. kul eden tağutlarla karşı karşıya kalmıştır. Sürekli, kulun kula kulluğu esasına dayanan düzenlerin karşısına dikilmiştir. Bu düzenler, devlet güçleri ya da herhangi bir kurumsal güç tarafından korunmakta ve etkinlik alanlarının içinde insanların islâm çağrısına kulak vermelerine engel oluşturmaktadır. Nitekim bu düzenler, dileyenin dilediği inancı benimsemesine de engel olurlar. Yâ da çeşitli yöntemlere başvurarak insanları inançlarından vazgeçirmeye çalışırlar. En iğrenç şekilleriyle inanç özgürlüğünün ortadan kaldırılması, bu düzenlerin varlığında somutlaşmaktadır. İşte bundan dolayı islâm, bu düzenleri yerle bir etmek ve bu düzenleri koruyan güçleri ortadan kaldırmak için kılıca sarılır. Sonra ne olur? Sonra, yani bu düzenleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanları diledikleri inancı benimseme hakkına sahip özgür kimseler olarak serbest bırakır. Bu insanlar isterlerse islâma girebilirler. Eğer islâma girerlerse, müslümanların sahip oldukları tüm haklara sahip olur, müslümanların yerine getirmek zorunda oldukları görevlerle yükümlü olurlar.
Böylece, kendilerinden önce müslüman olanların din kardeşi olurlar. İsterlerse eski inançlarını korur, islâm çağrısı önünde bir engel oluşturmayacaklarını ifade etmek kendilerini henüz islâmın egemenliğine girmemiş güçlerin saldırısından koruyan müslüman devlete maddi katkılarını yerine getirmek, aynı şekilde tıpkı müslümanlar gibi kendilerinden olan kimsesizlerin, düşkünlerin ve hastaların bakımını garantiye almak için cizye öderler.
İslâm hiç kimseyi inancını değiştirmeye zorlamamıştır. Nitekim Haçlılar eskiden Endülüs halkını günümüzde de Zengibar halkını topluca yok ettikleri gibi, birçok halkı zorla hristiyan yapmak için kılıçtan geçirmiş, öldürmüş ve kökten yok etmişlerdir. Kimi zaman bu halkların hristiyan olmak istemelerini de kabul etmeyip, sırf müslüman oldukları için yok etmişlerdir. Bazen de kilisenin resmi mezhebinin dışındaki bir mezhebi benimsedikleri için, hristiyan olan halkları da kılıçtan geçirmişlerdir. Örneğin Mısır hristiyanlarından onbin kişi sırf Roma kilisesi ile, bazı inanca ilişkin konularda ayrılığa düştükleri için tutuşturulmuş, ateşe diri diri atılmak suretiyle barbarca kurban edilmişlerdi. Bu inanç ayrılıkları, kutsal ruh'un sadece bir babadan ya da baba oğuldan kaynaklandığına veya Hz. İsa'nın bir ilahi ya da hem ilahi, hem de insanı tabiata sahip olduğuna ilişkin ayrıntı sayılacak konularla baş göstermişti oysa...
Son olarak, müslümanların kendilerine en yàkın kâfirlere savaş açmaları şeklinin, ruhsal bozguna uğramış bu adamları dehşete düşürmesinin, günümüzde bu gerçeği hazmedemeyişlerinin bir diğer nedeni de, bu adamların çevrelerindeki realiteyi ve böyle bir hareketin getirdiği zorlukları görmeleridir. Evet dehşete kapılmaları buradan kaynaklanıyor. Bu açıdan bakınca, durum gerçekten dehşet vericidir. Ama acaba müslüman ismini taşıyan yeryüzünde yenik duruma düşmüş ya da uluslararası boyutlarda herhangi bir etkinlikten yoksun bu haklar mı dini bütünüyle Allah'a özgü kılmak ve fitnenin kökünü kazımak amacı ile tüm yeryüzünde bütün milletlere karşı harekete geçecektir? Akıl almaz böyle bir şeyi, yüce Allah'ın böyle bir şeyi de emretmesi mümkün değildir zaten.
Ne var ki, bütün bu adamlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar. Bu emrin ne zaman ve hangi şartlarda verildiğini dikkate almıyorlar. Bu emir, Allah'ın hükmü ile hükmeden bir islâm devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu devletin egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu dine göre düzenledikten sonra verilmişti. Her şeyden önce, gerçek bir alışveriş sonucu canlarını Allah'a satmış bir müslüman kitle vardı o gün. Yüce Allah gün be gün, bu kitleye zafer kazandırmış, ardarda savaşlarda üstün gelmesini gerçekleştirmişti:
Zaman döndü dolaştı tekrar, yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliye hayatını yaşayan insanları, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmeye çağırması için gönderdiği günkü şeklini almıştır. O zaman Peygamberimiz =salât ve selâm üzerine olsun- beraberindeki bir avuç müslümanla birlikte Medine'de bir müslüman devlet kurana kadar mücadele etmişti. Savaş emri de böylece son şeklini alana kadar çeşitli aşama ve hükümlerle gelişmişti. Bugünkü insanların da bu noktaya gelmeleri için işe, "Allah'dan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna" şahitlik etmekle başlamaları gerekir. Sonra bu son aşamaya -Allah'ın emri ile- varırlar. Ama onlar kesinlikle şu çeşitli mezhebler, sistemler ve arzular tarafından parçalanmış, değişik kavmiyet, ırk ve milliyet bayrakları altında toplanmış yığınlar olmayacaklardır. Onlar, `Lâilâhe illallah (Allah'dan başka ilah yoktur)' sancağını yükselten, bunun yanında başka hiçbir sancak veya sembol yükseltmeyen, yeryüzünde kul yapısı hiçbir ideoloji,ve sisteme bağlanmayan, Allah'ın adı ile ve O'nun bereketi üzere hareket eden tek bir müslüman kitle olacaklardır.
İnsanlar günümüzde olduğu gibi böylesine gülünç bir durumdayken kesinlikle bu dinin hükümlerini kavrayamazlar. Yeryüzüne Allah'ın ilahlığını egemen kılmayı ve tağutların ilahlığına karşı savaşmayı hedefleyen bir harekette cihad edenlerden başkası bu dinin hükümlerini kavrayamaz.
Bu dinin fıkhını, cihad etmeyen, donuk kitap ve belgeler arasında ömür tüketenlerden öğrenmek ve onlardan fıkhi kurallar çıkarmayı beklemek doğru değildir. Bu dinin fıkhı, hayat, hareket ve ileriye atılma fıkhıdır. Kitap sayfaları arasında korunmak, hareketsiz bir ortamda ele alınmak bu dinin fıkhına yakışmaz. Hiçbir zaman da yakışmayacaktır.
Son olarak "Ey mü'minler en yakınızdaki kâfirler ile savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir" ayetinin indiği şartlar burada Bizanslıların kastedildiğini göstermektedir. Ve bunlar ehli Kitap'tır. Ama bu surede inanç ve uygulamada işledikleri küfre dikkat çekilmişti. İnançlarında sapma vardı. Hayatlarına da kul yapısı yasalar egemendi.
Bu dinin, kitaplarından sapmış, kendi içlerindeki adamların ortaya koyduğu yasalarla yönetilen ehli Kitab'a karşı uyguladığı stratejiyi kavrayabilmemiz için, bu yaklaşım üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Bu hüküm hangi zamanda ve mekânda olursa olsun, ellerinde Allah'ın şeriatı ve Kitabı olduğu halde, aralarında birtakım adamların koyduğu yasalarla yönetilmeyi kabul eden tüm Kitap ehlini kapsamaktadır.
Ayrıca yüce Allah, kendilerinde sertlik bulsunlar diye müslümanlara kendilerine yakın olan kâfirlerle savaşmaları emrini şu cümleyle bağlamıştır:
"Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir."
Savaş emrinin bu cümleyle bağlanmış olmasının özel bir anlamı vardır. Çünkü burada sözkonusu edilen takva... İnsanın Allah tarafından sevilmesini sağlayan takva... Evet bu takva, müslümanı kendisine en yakın kâfirlerle savaşmaya, son derece sert bir tavırla gevşemeden, geri dönmeden fitnenin kökü kazınana ve din bütünüyle Allah'a özgü kılınana, O'nun dini tamamen egemen olana kadar savaşa girişmeye yönelten bir duygudur.
Ne var ki, burada sözkonusu edilen sertliğin sadece -bu dinin genel davranış kurallarının sınırları içinde- savaşacak olanların niteliği olduğunu, bunun hiçbir bağ ve kural tanımayan bir sertlik olmadığını bilmek hem bizim, hem de insanlık için gerekli bir husustur.
Savaşmadan önce, karşı tarafa bildirmek gereklidir. Onları müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan birini tercih etmeye çağırmak fiili savaşta önce gerekli bir husustur. Ayrıca anlaşmanın bozulması, şayet bir anlaşma varsa -ihanet edileceğinden korkulması da gereklidir, savaş ilanı için. (Nihai hükümler, müslümanlarla marış yapmayı ve cizye vermeyi kabul etmek üzere zimmet ehline, müslümanlarla antlaşma imzalama hakkını tanımaktadır. Bunun dışında herhangi bir antlaşma sözkonusu değildir. Ancak müslümanlar zayıf bir durumdaysa, benzeri durumlarda başvurulan aşamalı hüküm onlar için de yeterli olur.)
Aşağıdakiler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bütün savaşlarda uyulmasını istediği kurallardır:
Büreyde -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- orduya veya bir müfrezeye birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde, kendisi hakkımda Allah'dan korkmasını, beraberindeki müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye eder. Sonra şöyle derdi: "Allah'ın adı ile Allah yolunda savaşa çıkın. Savaşın, Allah'a inanmayan kafirlerle. Savaşın ama aşırı gitmeyin, yakıp yıkmayın, ölülerin uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu üç şıktan birini kabul etmeye çağır, kabul ederlerse, sen de kabul et ve vazgeç onlardan. Sonra, onları yurtlarını bırakıp Muhacirler'in yurduna taşınmaya çağır. Bunu yapacak olurlarsa, Muhacirler'in sahip oldukları haklara onların da sahip olacaklarını, Muhacirler'in yükümlü oldukları şeylerden onların da sorumlu olacaklarını bildir. Yurtlarından taşınmayı kabul etmeyecek olurlarsa, müslüman olmuş taşralı Araplar gibi olacaklarım, mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlara da uygulanacağını ve müslümanlarla birlikte savaşa çıkmadıkları sürece ganimetten bir pay alamayacaklarını bildir. Bunu kabul etmezlerse, onlardan cizye iste... Kabul ederlerse, sen. de kabul et ve vazgeç onlardan. Yüz çevirirlerse, Allah'dan yardım iste ve onlarla savaş."
Abdullah b. Ömer -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- savaşlarından birinde öldürülmüş bir kadın bulundu. Bunun üzerine Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Muaz b. Cebel'i -Allah ondan razı olsun- Yemen'e halka islâmı öğretmek üzere gönderdiği zaman, ona şöyle tavsiye etmişti:
"Sen ehli Kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları, `Allah'dan başka ilah olmadığına ve benim Allah'ın peygamberi olduğuma' şahitlik etmeye çağır.
Buna uyacak olurlarsa, yüce Allah'ın her gün ve gecede onlara beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edecek olurlarsa, yüce Allah'ın zenginlerden alınıp fakirlerine verilmek üzere onlara malı bir sorumluluk (sadaka) yüklediğini bildir. Buna uyacak olurlarsa, artık malları dokunulmazdır. Bir de mazlumun bedduasından sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah arasında perde yoktur."
Ebu Davud, Cuheyne kabilesinden bir adama dayanarak şöyle rivayet eder: Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Bir kavim ile savaşır ve onlara üstün gelirsiniz, onlar da canlarını ve çocuklarını korumak için mallarını verir, sizinle barış yapmak isterlerse, bunun dışında bir şey istemeyin onlardan. Bu sizin için iyi olmaz."
Urbad b. Sariye diyor ki, "Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun birlikte Hayber kalesine inmiştik. Yanında bu sefere katılmış müslümanlar vardı. Kalenin yöneticisi inatçı ve kibirli bir insandı. Peygamberimize doğru şöyle seslendi, `Ey Muhammed, hayvanlarımızı kesmek mi istiyorsunuz, meyvelerimizi yemek ve kadınlarımızı esir mi almak istiyorsunuz? Bunun üzerine Peygamberimiz öfkelendi ve, `Ey Avf'ın oğlu, kalk atına bin ve `Cennet ancak mü'minler içindir, namaz için toplanın' diye bağır dedi. Müslümanlar toplandı, Peygamberimiz namazı kıldırdı, sonra kalkıp şöyle dedi: `Bazılarınız koltuklarına yaslanıp yüce Allah'ın, Kur'an'da bildirdiklerinin dışında herhangi bir şey haram kılmadığını mı sanıyor? Dikkat edin ben en az Kur'an kadar veya ondan daha fazla şeyler va'z ettim. Bazı şeyler emredip bazılarını da yasakladım. Yüce Allah, onların izni olmadıkça ehli Kitap'tan olan kimselerin evlerine girmenizi, kadınlarını esir almanızı ve üzerlerine düşeni yerine getirdikten sonra meyvelerini yemenizi helâl kılmamıştır."
Savaşlarından birinde saflar arasında öldürülmüş çocuk cesetleri Peygamberimize gösterildi. Büyük bir üzüntüye kapıldı, bunun üzerine bazıları, "Niye üzülüyorsun, ya Resulallah, bunlar müşriklerin çocukları değil mi? "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözlere öfkelendi ve "Bu da ne demek? Bunlar sizden daha iyidirler, çünkü bunlar islâm fıtratı üzeredirler. Hem sizler de müşriklerin çocukları değil misiniz? Sakın çocukları öldürmeyesiniz... Sakın çocukları öldürmeyesiniz..." dedi.
Peygamberimizden sonra yerine geçen Halifeler de Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bu direktifleri doğrultusunda hareket ettiler.
İmam Malik, Hz. Ebubekir'in -Allah ondan razı olsun- şöyle dediğini rivayet eder: "Kendilerini Allah'a adadıklarını sanan Araplar'la karşılaşacaksınız. Onları kendi hallerine bırakın. Kadınları, çocukları, kocamış ihtiyarları öldürmeyin."
Zeyd b. Vehb, Hz. Ömer'in -Allah ondan razı olsun- kendilerine bir mektup gönderdiğini ve mektupta şunların yazıldığını anlatır: "Aşırı gitmeyin, haksızlık etmeyin, çocukları öldürmeyin, çiftçiler konusunda Allah'dan korkun."
Şunları da o tavsiye etmiştir: "İhtiyarları, kadınları ve çocukları öldürmeyin. İki ordu birbirine girdiği zaman baskınlar düzenlendiği zaman bunları öldürmemeye dikkat edin."
Düşmanlarla giriştiği savaşlarda, sergilediği örnek davranışlara ve insanın saygınlığını gözetmesine ilişkin islâm hareket metodunun düzeyini gayet açık bir şekilde ortaya koyan genel hareket çizgisine ilişkin bu tür haberler elinizde çokçadır. İslâmın, savaşı; kula kulluktan kurtulup tek ve ortaksız Allah'a kul olmak isteyen insanlara engel olan maddi güçlere özgü kılması, kendi düşmanlarına karşı bile son derece yumuşak davranması bu dinin yükseldiği yüce ufukları göstermektedir. Sertlik ise savaşta gerekli olan haşmet ve katılıktır. Kesinlikle çocuklara, yaşlılara düşkünlere karşı vahşi ve saldırgan olmak anlamında değildir. Günümüzde uygar olduklarını iddia eden barbarların yaptıkları gibi, düşmanların cesetlerini, uzuvlarını kesmek, parçalamak değildir. İslâm, savaşmayanların korunmasına, ayrıca savaşçıların insanlıklarının da dokunulmazlığına ilişkin birçok emir ve hüküm içermektedir. Sertlikten maksat, savaşın çığırından çıkmasını önleyen savaşa bir ciddilik kazandıran görkemdir, kararlılıktır. Defalarca ve üzerine basa basa merhametli ve yumuşak olmakla emrolunan bir toplum için böyle bir emir zorunluydu. Düşmana azap etmeden, uzuvlarını kesmeden ve işkence etmeden savaş durumunun gerektirdiği kadar, savaş anında sert davranmak bu yüzden istisna edilmiştir.
Münafıklardan uzunca söz eden bu sure bitmek üzereyken, münafıkların Allah'ın ayetlerini nasıl algıladıklarını, görünüşte kabul ettikleri inancın onlara yüklediği sorumlulukları ne şekilde karşıladıklarını tasvir eden ayetler yer alıyor. Öte yandan mü'minlerin bir portresi ve Kur'an'ı algılayışları gözler önüne seriliyor.
124- Her yeni sure indirilişinde kimi münafıklar, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı? diye sararlar. Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar.
125- Fâkat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler.
126- Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı: Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar.
127- Yeni bir sure indirilene birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı: diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh olduklar gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır.
Birinci ayette yer alan, "Bu sure hanginizin imanını arttırdı?" sorusu, şüphe kokan bir sorudur. İndirilmiş olan surenin etkisini gönlünde hissetmeyen birinden başkası böyle bir .soru soramaz. Yoksa başkalarına sorup duracağına kendi içinde arardı surenin etkilerini... Bu soru aynı zamanda, inen sureyi küçümseme, kalpler üzerindeki etkisi hakkında kuşku uyandırma amaçlı bir sorudur.
Bu yüzden sorunun cevabı son derece kesindir. Nem de söylediğine karşı konulamayan yüce Allah'dan geliyor cevap:
"Gerçek şu ki, o sure mü'minlerin imanını arttırmıştır, onlar bu yüzden sevinç duyarlar."
"Fakat kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu sure pisliklerine pislik ekler de onlar kâfir olarak ölürler."
Mü'minlere gelince bu sure sayesinde imana ilişkin yeni kanıtlar edinirler. Böylece imanları artar. Kalpleri Rabblerinin korkusu ile çarpmış, imanları artmış olur. Yüce Allah'ın kendilerine ayetlerini göndermekle ne büyük yardımda bulunduğunu hissetmiş ve imanları artmıştır. Ama kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde münafıklık pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik eklenmiş bir durumda kâfir olarak ölürler. Bu her zaman doğru söyleyen yüce Allah'dan gelen bir haberdir. O'nun kesinlikle gerçekleşecek hükmüdür bu.
Surenin akışı onlara cevap vermek amacı ile ikinci tabloyu sunmadan önce imtihanlardan ders almayan, musibetlerle gerçeğe dönmeyen şu münafıkların durumunu kınamak için bir soru yöneltiyor.
"Onlar her yıl bir iki kez sınavdan geçirildiklerini görmüyorlar mı? Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ve ne de olup bitenlerden ders alıyorlar."
Sınav, ya gizlediklerinin ortaya çıkarılması ya da müslümanların onlar olmadan zafer kazanmaları şeklinde gerçekleşiyor ya da daha değişik bir şekilde. Ama sürekli sınanıyorlardı. Peygamberimiz döneminde münafıklar sürekli sınanmalarına rağmen, tevbe etmiyorlardı.
Fakat canlı tabloyu ya da hareketli sahneyi son ayet çiziyor, ince ve hareketli bir film şeridi gibi.
"Yeni bir sure indirilince birbirlerine, "Acaba sizi bir gören var mı?" diye sorarlar, sonra sıvışırlar. Anlayışsız, duyarsız bir güruh oldukları gerekçesi ile Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır."
Bu ayeti okuduğumuzda, münafıkların bir sure inerken sergiledikleri tavır canlanıyor gözlerimizin önünde. Bu sahnede birbirlerine bakınıp duruyorlar. Kuşkuyla etraflarını süzüyorlar:
"Acaba sizi bir gören var mı?"
Sonra mü'minlerin silüeti görünüyor ve birden korkudan sürünerek sıvışıp kayboluyor.
"Sonra sıvışırlar."
Hiçbir şeyden habersiz olmayan, asla dalmayan ve her zaman uyanık olan göz, tam da kuşkucu davranışlarına uygun düşecek ve her şeyi noktalayan kesin bir açıklama gösteriyor:
"Allah onların kalplerini gerçeklerden uzaklaştırmıştır."
Sapıklıkları içinde yüzmeyi hakettiklerinden dolayı yüce Allah onları doğru yoldan uzaklaştırmıştır.
"Çünkü onlar anlayışsız, duyarsız bir güruhtur."
Kalpleri işlevlerini yerine getiremez olmuştur. Çünkü onlar bunu haketmişlerdir.
Birkaç kelimenin çizdiği ama canlılık ve hareket dolu, eksiksiz bir sahne... Gözler bu sahneyi adeta yeniden yaşanıyormuş gibi seyrediyor.
Sure, iki ayetle son buluyor. Bu iki ayetin Mekke'de indiğini söyleyenler de vardır. Biz Medine'de indiklerine ilişkin görüşü benimsiyoruz. Hem bu derste, hem de surenin genel atmosferinde değişik yerlerde bu ayetlerle bağlantılı noktalar bulabiliriz. Ayetlerden birisi, Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- kavmi arasındaki bağdan, Peygamberimizin onlara düşkünlüğünden, onlara yönelik şefkatinden söz etmektedir. Mü'min ümmetin peygambere ve davasına yardım etmeye düşmanları ile savaşmaya zorluk ve sıkıntılara katlanmaya ilişkin olarak yüklendiği sorumluluklar, bu ayette doğrudan ilgilidir. İkinci ayet, Peygamberimize yönelik bir direktif içermektedir. Herhangi birisi ondan yüz çevirecek olursa, sadece Rabbine dayanmalıdır. Çünkü dostu, yardımcısı ve koruyucusu O'dur...
128- Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametlidir.
129- Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur ben sırf O'na dayandım, O, yüce Arş'ın sahibidir.
Size sizden bir peygamber geldi denmiyor da, "Kendinizden bir peygamber geldi" deniyor ve kuşkusuz bu daha hassas, daha derin bağlılık ifade eden bir deyimdir. Onları peygambere bağlayan bağın türünü dile getirmekte daha etkindir. Buna göre peygamber onlardan bir parçadır. Onları birbirine bağlayan şey, iki can arasındaki bağdır. Hiç kuşkusuz bu da son derece etkin ve köklü bir bağdır.
"Sıkıntıya düşmeniz ağırına gider."
Sizi sıkan, size zor gelen şeyler onu üzer, ağırına gider.
"Size son derece düşkündür."
Sizi tehlikelere atmaz. Sizi boşluklara yuvarlatmaz. Size cihad sorumluluğunu yüklemişse, sizin zorlukların üstesinden gelmenizi emretmişse, bu size değer vermediğinin ve katı kalpli oluşunun veya sert mizaçlı oluşunun belirtisi değildir. Aslında bu bir çeşit merhamettir. Sizin aşağılanmanızı, ayaklar altına alınmanızı istemediğinin ifadesidir. Günahlardan, hatalardan esirgeyerek size karşı büyük şefkat beslemektedir. Davayı omuzlama şerefine sahip olmanız, Allah'ın hoşnutluğundan pay almanız ve Allah'dan korkanlara vadedilmiş cennete girmeniz için size büyük özen göstermekte, üzerinize titremektedir.
Sonra hitap Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneliyor ve kendisine sırt çevirecek olurlarsa ne yapması gerektiğini öğretiyor, onu kendisini koruyan ve kendisine destek olan kuvvete bağlıyor·
"Eğer sana sırt çevirirlerse de ki, "Allah bana yeter, O'ndan başka ilah yoktur, ben sırf O'na dayandım, O yüce Arş'ın sahibidir."
Gücün, egemenliğin, yüceliğin ve makamın zirvesi O'dur. O, kendisine sığınana, kendisini dost edinene yeterlidir.
Savaş ve cihad suresi, sadece Allah'a dayanma, yalnızca O'na güvenme ve sırf O'ndan kuvvet isteme direktifi ile bitiyor...
"O, yüce Arş'ın sahibidir."
Ayetleri anlaşılır ve yoruma muhtaç olmayan bu sure, müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasında baş gösteren sürekli ilişkiler hakkında nihai hükümlerin açıklanmasını kapsamaktadır. Nitekim sureyi sunarken, surenin giriş kısmında buna değinmiştik. Bu yüzden surenin son ayetlerine, adı geçen ilişkilerde uyulacak son söz gözü ile bakmak gerekir. Buradaki hükümleri, kesin ve nihai hükümler olarak algılamak zorunludur. Surede yeralan ayetler, bu gerçeği açıkça anlatmaktadır. Aynı şekilde nihailik ifade eden bu ayet ve hükümleri daha önce gelmiş ayet ve hükümlerle sınırlandırmamak gerekir. Çünkü bu hükümler nitelendirdiğimiz gibi aşamalı hükümlerdir. Öncelikle ve bizzat ayetlerin iniş sırasına göre yaptık bu nitelendirmeyi. Son olarak bu nitelendirmeyi yaparken, olayların islâmi hareketteki akışına ve bu hareket esnasında uyulan islâm hareket metodunun tabiatına dayandık. Sureyi sunarken, aynı şekilde ayrıntılı biçimde ele alırken, islâm hareket metodunun tabiatına da değinmiştik.
Bu metodu, insanları yüce Allah'ın tek ve ortaksız ilahlığının egemenliğine döndürmek, onları kula kulluktan kurtarmak suretiyle islâmın pratik hayatta varolmasını sağlamak için, bu dinle birlikte cihad etmek suretiyle hareket edenlerden başkası kavrayamaz.
Bu dinle birlikte hareket etme sonucu ortaya çıkmış fıkıh ile, sayfalarından çıkarılmış fıkıh arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü sayfalardan edinilen fıkıh, hareketten habersiz bir fıkıhtır. Sonuçları da buna göre olacaktır. Hareket etmediği gibi, hareketin tadından da yoksundur. Fakat hareket fıkhı, bu dini adım adım, aşama aşama, derece derece cahiliyeye karşı koyarken görmektedir. Bu dini harekete dönük realite karşısında hükümlerini koyarken görmektedir. Bu hükümler realiteyi tam olarak karşıladığı gibi, ona egemendirde. Aynı şekilde realitenin yenilenmesi ile yenilenmektedir bu hükümler.
Son olarak belirtmek gerekir ki, bu son surede yeralan nihai hükümler konulduğu zaman, hem müslüman toplumun realitesi, hem de çevresindeki cahiliye toplumunun realitesi bu uygulamaları ve hükümlerin konulmasını kaçınılmaz kılıyordu. Ama hem müslüman toplumun, hem de çevresindeki cahiliye toplumunu realitesi başka hükümlerin, yani aşamalı hükümlerin konulmasını gerektirdiği zaman, önceki surelerde aşamalı hüküm ve ayetler gelmiştir.
Bir kez daha müslüman bir toplum meydana gelip harekete geçtiği zaman gerektiğinde aşamalı hükümleri uygulayabilir, ama bunların aşamalı olduğunu bilmesi gerekir. Sonunda kendisi ile diğer toplumlar arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen, nihai hükümleri uygulama aşamasına gelmek için cihad etmek zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır.
Başarılı kılan Allah'dır. Allah'dır yardım eden.
TEVBE SURESİNİN SONU