Malper/Anasayfa

M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

 

Fizilalil Kuran

040 – Mumin Suresi – 001-085

1- Hâ Mim.
 
2- Bu kitabın indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi bilen Allah katındandır.
 
3- O günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası şiddetli, lütfu bol olandır. O'ndan başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır.
 
Bu sure, "Ha-Mim" harfleriyle başlayan yedi surenin ilkidir. Bu yedi surenin birinde "Ha-Mim"den sonra üç harf daha yer almaktadır: "Ayn-Sin-Kaf". Surelerin başlarında yer alan bu tek tek harfler hakkında daha önce açıklamalar yapmış ve bunların Kur'an'ın kendisinden oluştuğu ana malzemeye işaret niteliğinde olduğunu belirtmiştik. Yani bu harfler o günkü arapların bilinen ve elleri altında bulunan malzemeler olmalarına ve dillerinin konuşma yazma harflerini oluşturmalarına rağmen bunlardan oluşan Kur'an'ın bir mucize olduğuna dikkat çekmektedirler.
 
Bu harflerin ardından Kitab'ın indirilmesine işaret edilmektedir. Kitabın indirilmesi, Mekke'de inen surelerde özellikle ele alınan ve inanç sisteminin kurulmasında yer yer tekrar edilen temel gerçeklerden biridir.
 
"Bu kitabın indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi bilen Allah katındandır."
 
Bu kısa bir işaretten ibarettir. Sure bundan hemen sonra Kur'an-ı Kerim'i indiren yüce Allah'ın bazı sıfatlarını bildirmeye geçiyor. Bunlar surenin içeriği ve konuları ile çok yakından ilgileri olan bir demet ilahi sıfatlardır.
"
Bu kitabın indirilmesi, güçlü ve her şeyi en iyi bilen Allah katındandır." "O günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, cezası şiddetli, lütfu bol olandır. O'ndan başka ilah yoktur. Dönüş O'nadır."
 
Üstünlük, ilim, günahı bağışlama, tevbeyi kabul etme, azabın şiddeti, lütuf, ikram, ilahlığın birliği, dönülecek ve varılacak yerin birliği.....
 
Surenin bütün konuları girişte yer alan bu olgularla yakından ilgilidir. Bu olgular, düzenli nağmeler ve güçlü ritimler halinde sergilenen dokunuşlarla ortaya konmuştur. Bu da istikrarı, sağlamlığı ve köklülüğü çağrıştırmaktadır.
 
Yüce Allah kendisini kullarına tanıtırken onların hayatlarında ve varlıklarında etkili olan sıfatlarla tanıtıyor. Bu sıfatlarla onların duygularına ve kalplerine dokunuyor. Umutlarını ve arzularını kamçılıyor. Korkularını ve ürperişlerini harekete geçiriyor. Onların kendi avucu içinde olduklarını, takdirinden kaçamayacaklarını kavratıyor. İşte yüce Allah'ın bu sıfatlarından bazıları:
 
"Aziz":
Güç ve kudret sahibi olan, galip gelen, mağlup edilmeyen. Her şeyi evirip-çeviren. Kimsenin karşı çıkamayacağı ve kimsenin hükmünü bozamayacağı zat.
 
"Alîm":
Varlığı bilgisi ve maharetiyle yöneten. Hiçbir şeyin kendisinden gizli olmadığı ve hiçbir şeyin ilmi dışında kalmadığı zat.
 
"Günahı bağışlayan":
Kullarının bağışlanmayı hak ettiklerini bildiği için onların günahlarını bağışlayan zat.
 
"Tevbeyi kabul eden":
Emrine karşı gelenlerin tevbelerini kabul eden, onları himayesi altına alan , aracısız olarak onlara kapısını açan zat.
 
"Cezası çetin olan":
Büyüklük taslayanların yıkılışını hazırlayan, tevbe etmeyen ve bağışlanma dilemeyen inatçıları cezalandıran zat.
 
"Lütuf sahibi":
Nimetlerini ikram eden, iyilikleri kat kat artıran ve hesapsız olarak bağışta bulunan zat.
 
"Ondan başka ilah yoktur":
İlahlık yalnız O'nun özelliğidir. Bu konuda hiçbir ortağı olmadığı gibi hiçbir benzeri de yoktur.
 
"Dönüş O'nadır":
O'na hesap vermekten kaçış, O'nunla karşılaşmaktan kurtuluş yoktur. Sığınak ve dayanak ancak O'dur.
 
İşte bu şekilde yüce Allah'ın kulları ile olan ilgisi ve kullarının da onunla ilişkisi netlik kazanmaktadır. Bu olgu insanların duygularında, düşüncelerinde ve kavrayışlarında açıklık kazanmaktadır. Böylece insanlar uyanıklık ve duyarlılık içinde, O'nu hoşnud eden ve öfkelendiren şeylerin bilincinde olarak O'na karşı nasıl hareket edeceklerini öğrenmektedirler.
 
Efsanevi inanç sistemlerine bağlı olan insanlar ilahlarına karşı bir şaşkınlık içindeydiler. Onlar hakkında sağlıklı-kesin bir şey bilmiyorlardı. Nelerin onları öfkelendirdiğini ve nelerin de onları hoşnud ettiğini net olarak ortaya koyamıyorlardı. İlahlarını arzu ve istekleri değişen, yönelişleri gizemli olan, aşırı tepkisél duygusal hareket eden varlıklar olarak düşünüyorlardı. Bu nedenle onlara karşı sürekli bir tedirginlik ve endişe içinde yaşıyorlardı. Efsunlarla, muskalarla, adaklarla ve kurbanlarla onların gönüllerini almaya, hoşnudluklarını elde etmeye çalışıyorlardı. Yine de onların öfkelendiklerini ve hoşnud olduklarını bilemedikleri için kaygıya düşüyorlar ve tahminleriyle bu konuda kendilerini tatmin etmeye çalışıyorlardı.
 
Derken islam çıkageldi. Bütün açıklığı ve yalınlığı ile birlikte. İnsanları gerçek ilahlarına ulaştırdı. O'nun sıfatlarını, özelliklerini kendilerine öğretti. O'nun iradesini ve dilemesini kavrattı onlara. Ona nasıl yaklaşacaklarını, rahmetini nasıl ümit edebileceklerini, azabından nasıl korkacaklarını bildirdi. Dosdoğru, tertemiz ve apaçık bir yolla bu gerçekleri onlara öğretti.
 
 
4- İnkar edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadeleye girişmez. Ey Muhammed! İnkarcıların memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın.
 
Bu yüce sıfatların ve Allah'ın birliğinin açıkça ortaya konmasından sonra, bu gerçeklerin varlık alemindeki herkes ve her şey tarafından kesin biçimde kabul edildiği belirtiliyor. Yani bütün bir varlığın yapısı ve fıtratı bu gerçeklerle ilgilidir. Onlara doğrudan bağlıdır. Hem de tartışmasız ve itirazsız olarak. Bütün bir evren Allah'ın gerçekliğine ve bir]iğine tanıklık eden ayetlerine, delillerine kesin inanmış bulunmaktadır. Bu konuda tartışmaya giren kimse de yoktur. Yalnız inkar edenler hariç. Bunlar evrendeki her şeye ve herkese aykırı olarak tutarsız tartışmalara girmektedirler.
 
"İnkar edenlerden başkası Allah'ın ayetleri hakkında mücadeleye girişmez."
 
Bu dehşet verici koca evren içinde yalnız onlar kural dışına çıkıyorlar. Bu muhteşem yaratıklar içinde yalnız onlar gerçekten sapıyorlar. Halbuki onlar bu koca varlıkla karşılaştırıldıklarında, yeryüzü ile kıyaslandıklarında karıncadan daha güçsüz ve daha küçüktürler. Bunlar bir cephede durup Allah'ın ayetleri konusunda tartışmaya girerken karşı cephede bütün ihtişamı ile koca evren varlığın yaratıcısını kabul etmekte bütün gücü ile ve üstünlüğü elinde bulunduran Allah'a dayanmaktadır. İşte bu tutumları ile onlar ne kadar mal, makam, güç ve iktidar türünden imkanları hazırlasalar ve ne kadar kuvvetli de olsalar kendi acı akıbetlerini hazırlamış ve kendi elleriyle fermanlarını çıkarmış olurlar.
 
"Ey Muhammed! İnkarcıların memlekette gezip dolaşması seni aldatmasın."
Onlar ne kadar evirip çevirseler, gezip-dolaşsalar sahiplenip güzel imkanlardan yararlansalar da sonuçta intihara, yıkılışa ve yok oluşa mahkumdurlar. Savaşın sonu bellidir. Şayet bütün evrenin ve yaratıcısının gücü ile bu güçsüz ve miskin olan inkarcılar arasında bir savaştan söz edilebilirse tabi!
 
Onlardan önce nice milletler ve topluluklar bu tutum içine girmişlerdi. Fakat akıbetleri çok fena olmuştu. Kendisini Allah'ın azabı ile karşı karşıya getiren herkesi ezip geçen un-ufak eden koca kuvvete karşı gelerek sonlarını getirmiş oldular.
 
5- "Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen kollar da ya1anladı. Her millet, Peygamberlerini yakalamağa yeltendi; Batılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi. Bu yüzden onları yakaladım. (Bak işte) azabım nasıl oldu?!"
 
Bu ta Hz. Nuh devrinden beri sürüp gelen eski bir hikayedir. Her zaman birbirine benzer meydanlarda gerçekleşen bir çatışmadır. İşte bu ayet söz konusu hikayeyi dile getiriyor. Asırlar ve nesiller boyu süregelen Peygamberlik ile ilahi mesajı yalan sayma ve azgınlık arasındaki çatışmanın hikayesini anlatıyor. Bunun yanında her durumda akıbeti de gözler önüne seriyor.
 
Bir Peygamber geliyor. Toplumun azgınları onun getirdiği mesajı yalan sayıyorlar. Peygamberin getirdiği delile delille karşılık vererek önünde durmuyorlar. Zalimlerin ve zorbaların mantığına sığınıyorlar. Peygamberi zorla susturmak istiyorlar. Kitleleri tutarsız, temelsiz şeylerle oyalamak suretiyle hakka, gerçeğe, galip gelmeye çağırıyorlar... Tam bu sırada kıskıvrak yakalayan kudret eli olaya el koyuyor. Ve onları hayret edilecek, dehşet verecek bir biçimde yakalayıveriyor. Gerçekten hayret edilmeye ve görülmeye değer bir yakalayıştır bu: "...(Bak işte) azabım nasıl oldu?"
 
Bu azap, yıkıcı, yok edici, çetin ve şiddetli bir azaptı. Hâlâ kalıntıları silinmeyen toplumların akıbetleri buna tanıklık etmekte, pek çok olaylar ve rivayetler onu dile getirmektedir.
 
Çatışma sona ermiş değildir. Etkileri ahirette de görülecektir.
 
 
6- İnkar edenlerin cehennemlik olduklarına dair Rabb'inin sözü böylece gerçekleşti.
 
Yüce Allah'ın hükmü bir kişiye hak olduğunda artık o iş bitmiştir. Hüküm kesin yerini bulur. Bütün tartışmalar biter.
 
Kur'an-ı Kerim gözler önündeki bir olgu olan gerçeği böyle ortaya koyuyor. İman ile küfür arasında, hak ile batıl arasında tek olan Allah'a çağıranlar ile yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayan zorbalar, zalimler arasındaki savaş gerçeğini. Böylece öğreniyoruz ki, bu insanlık tarihinin şafağında başlayan çok eski bir çatışmadır. Bu savaşın meydanı ise yeryüzünden daha geniştir. Çünkü bütün bir varlık Rabbine inanan, müslüman olan ve teslim olan bir varlıktır. Bu kuralın dışına yalnız inkar edenler çıkmaktadır. Bunlar koca evrene rağmen Allah'ın ayetleri konusunda tartışan tek yaratıklardır. İki tarafın birbirine denk olmadığını gördüğümüz bu çatışmanın sonucunu da öğreniyoruz. Bir tarafta korkunç kalabalık ve genişlikte olan hakkın taraftarları, diğer tarafta ise, cılız, sönük, zayıf ve bir avuç kadar olmayan batılın taraftarları. Onlar istedikleri kadar ülkeleri ellerine geçirmiş olsunlar. Dış görünüş bakımından ne kadar iktidar sahibi, güçlü ve geniş imkan sahibi görünürlerse görünsünler fark etmez.
 
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği -bu savaş gerçeğini, bu savaştaki belli başlı güç odaklarını, yer ve zaman içindeki sahasını- gönüllere iyice yerleşsin ve özellikle her yerde ve her zaman hak ve iman davasını yüklenecek olan müslümanların bu gerçeği kavramaları, batılın sınırlı bir zaman dilimindeki ve sınırlı olan herhangi bir bölgedeki üstün gibi görünen gücünü gözlerinde büyütmemeleri için gözler önüne sermektedir. Zira gerçek bu geçici durumdan ibaret değildir. Gerçek, sadece Allah'ın kitabının sergilediği ve Allah sözünün dile getirdiği olgular-dan ibarettir. Çünkü o, söz sahiplerinin en doğru sözlü olanıdır. Her şeyi en iyi bilen ve her şeye egemen olan da O'dur.
 
Bu temel gerçekle ilgili olarak arşı yüklenen ve onun etrafında görevli bulunan ve bu varlık aleminde Allah'a iman eden güçler arasında yer alan meleklerin Rableri katında inanmış insanlardan söz ettikleri, onların bağışlanmalarını diledikleri ve Allah'ın onlara ilişkin vaadinin çabucak gerçekleşmesini arzu ettikleri dile getiriliyor. Zira bu melekler ile mü'minler arasında iman bağı bulunmaktadır.
 

7- Arş'ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar. Rabb'lerini överek tesbih ederler, O'na inanırlar. Mü'minler için: "Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi kapladı. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla; onları cehennem azabından koru
" diye bağışlama dilerler.
 
Biz insanlar arşın nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz. Onu herhangi bir şeye benzeterekte tasvir edemeyiz. Taşıyıcı meleklerin O'nu nasıl taşıdıklarını da, O'nun çevresinde görevli olanların orada nasıl bir işlev gördüklerini de bilmiyoruz. Aslında insanın kavrayış kapasitesi dışında kalan bir takını zihinsel tabloların peşine düşmenin de bir yararı yoktur. Gaybe ilişkin konularda tartışmaya girmeye gerek yoktur. Zira yüce Allah bu konuda hiç kimseye bir şey bildirmemiştir. Surenin akışı içinde dile getirilen gerçekle ilgili olarak verilen bilginin tamamı şundan ibarettir: Allah katında yüksek bir dereceye sahip olan "O'na iman eden" ve "Rablerini övgü ile noksan sıfatlardan tenzih eden" birtakım kullar, evet işte bu kullar yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ettikten sonra yeryüzünde inanmış insanlara inanmış birinin inanmış biri hakkında yapacağı en güzel dua türünden bir dua ediyorlar. Kur'an-ı Kerim bu meleklerin özellikle imanlarına dikkat çekiyor -ki zaten meleklerin iman ettikleri açıkça ifade ediliyor- bu iman bağı ile onları inanmış insanlara bağlasın.
 
Melekler dualarına edeplerini takınarak başlıyorlar. Bununla bize de dua ve dileğin edebini öğretmiş oluyorlar. Diyorlar ki:
 
"Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi kapladı."
 
Duadan önce -insanlar için rahmet dilerken- yüce Allah'ın her şeyi kuşatan rahmetine sığındıklarını ve Allah'ın her şeyi kuşatan ilmine havale ettiklerini dile getiriyorlar. Allah'ın huzurunda hiçbir öneride bulunamayacaklarını bütün yaptıklarının Allah'ın rahmetine ve ilmine sığınarak ve onlara dayanarak bir dilekte bulunmaktan ibaret olduğunu ifade ediyorlar.
 
"Tevbe edenleri ve senin yolunu izleyenleri bağışla. Onları cehennem azabından koru."
 
Bağışlama ve tevbeye ilişkin bu işaret surenin girişi ve orada Allah'ın "Günahları bağışlayan, tevbeyi kabul eden" şeklindeki nitelemeleriyle bütünleşmektedir. Cehennem azabına ilişkin işaret de oradaki Allah'ın "Azabı şiddetli olan" sıfatını karşılamaktadır.
 
Şimdi melekler müminlerin bağışlanmaları ve azaptan korunmalarına ilişkin dualarını ileriye götürerek cennet dileğinde bulunmakta ve Allah'ın iyi kullarına vaadinin çabuk gerçekleşmesini istemektedirler:
 

8- Rabbimiz! Mü'minleri ve babalarından, eşlerinden, soylarından iyi olanları, kendilerine söz verdiğin Adn cennetlerine koy; şüphesiz güçlü olan, hakim olan ancak sensin.
 
Cennete girmek hem bir nimet hem bir kurtuluştur. Buna bir de ataların, eşlerin ve nesillerin iyi olanları ile arkadaşlık ilave edilmektedir. Bu ise başlı başına bir nimettir. Ayrıca bu bütün inananlar arasındaki birliğin bir görüntüsüdür. Demek ki, iman bağı olduğunda atalar, nesiller ve eşler birbiriyle buluşmakta, bu bağ olmadığında ise aralarındaki ilişki kopmaktadır.
 
Duanın bu bölümünden sonraki cümle hikmete işaret ettiği gibi kuvvete de işaret etmektedir. Zira ancak bunlarla kullar hakkında hüküm verilebilir:
 
"Şüphesiz güçlü olan, hakim olan ancak sensin."
 

9- Onları kötülüklerden koru! O gün kötülüklerden kimi korursan, ona şüphesiz rahmet etmiş olursun. Bu büyük kurtuluştur.
 
Müminleri Adn cennetlerine koyması için yaptıkları duadan sonra meleklerin böyle bir niyazda bulunmaları o günkü zor şartların en önemlisine dikkat çekmek içindir. Zira ahiret gününde insanları uçuruma yuvarlatan ve onları korkunç badirelerle karşı karşıya getiren günahlardır. Cenabı Allah kullarını bu günahlardan koruduğunda, onların sonuçlarından ve cezalarından da muhafaza etmiş olur. Bu ise o durumda rahmetin ta kendisidir. Ve aynı zamanda mutluluğa doğru atılan ilk adımdır: "Bu büyük kurtuluşdur." Yani sırf günahlardan korunmuş olmak bile gerçekten büyük bir saadettir!
 
Arşı taşıyanlar ve etrafında görevli olan melekler mümin kardeşleri için Rablerine yönelip bu şekilde dua ederken inkar eden kafirleri görüyoruz. Herkesin bir yardımcı aradığı fakat yardımcı bulmanın çok zor olduğu bu durumda inkar eden bu insanların evrende bulunan herkes ve her şeyle tüm bağlarının, ilişkilerinin kesildiğini görüyoruz. Her taraftan onlara azarlamaların aşağılamaların ve hakaretlerin yağdığını seyrediyoruz. Onların büyüklük tasladıktan sonra şimdi zillete düştüklerini, umudun hiçbir yarar sağlayamayacağı bir günde kurtuluş ümidi peşine düştüklerini görüyoruz:
 

10- İnkar edenlere de bağrılır: "Allah'ın gazabı sizin birbirinize olan öfkenizden daha büyüktür. Zira siz imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz."
 
Ayeti kerimede geçen "makt" kavramı tiksinmenin, nefretin en son haddi anlamına gelmektedir. Onlara her taraftan şöyle seslenilmektedir: "Siz imana çağrıldığınız halde inkar ettiğiniz gün yüce Allah o kadar sizden nefret etmiştir ki, bu nefret sizin bu inkarınızın sizi sürüklediği kötülüğü ve çirkinliği gördüğünüz bugün kendi kendinize duyduğunuz nefretten daha fazladır. Siz iş işten geçmeden önce iman çağrısına kulak asmadığınız ve onu inkar ettiğiniz için bugün kendinizden nefret ediyorsunuz." Böyle korkunç ve çetin bir günde bu hatırlatma ve bu sitem o kadar acı olmaktadır ki!
 
Şu anda aldanma ve sapıklık maskeleri indirildiği için onlar yalnız Allah'a yönelineceğini öğreniyorlar ve O'na yöneliyorlar:
 

11- Dediler ki: "Rabbimiz, bizi iki kez öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi şu ateşten çıkmak için bize bir yol var mı?"
 
Bu aşağılanmış, umudunu yitirmiş, dünyası kararmış bir insanın son çırpınışıdır... "Ey Rabbimiz!" Halbuki daha önce onlar inkara kalkışıyor ve küfrü seçiyorlardı. Bizi önce yarattın. Sonra ölülere ruh üfledin. Birden diriliverdiler. Birden kendimizi dirilmiş gördük. Sonra bizi öldükten sonra tekrar dirilttin. Ve huzuruna geldik. Sen bizi şu anda içinde bulunduğumuz durumdan kurtarabilirsin. Günahlarımızı itiraf etmiş bulunuyoruz zaten: "Kurtuluşun bir yolu var mı acaba?" Yanmayı, hayıflanmayı ve acı ümitsizliği çağrıştıran böyle bir ifadeyle: Herhangi bir yol.
 
Böyle ümitsizlik dolu bir ortamda bu akıbetlerinin sebebi yüzlerine vuruluyor:
 
12- Onlara "Bu duruma düşmenizin sebebi şudur: Tek Allah'a çağrıldığınız zaman inkar ederdiniz. O'na ortak koşulunca inanırdınız. Artık hüküm yüce ve büyük Allah'ındır."
 
İşte sizi bu zillet ortamına sürükleyen sebep budur. Allah'a ortak koşulan düzmece ilahlara inanmanız ve Allah'ın birliğini kabul etmemeniz. Hüküm yüce ve büyük olan Allah'ındır. Yücelik ve büyüklük hüküm konumu ile tam uyum sağlayan iki sıfattır. Her şeyden üstün olmak ve her şeyden büyük olmak. Hem de herkesin son durumunun belirlendiği sırada.
 
Bu sahnenin etkileri devam ederken bu üstünlük konumuna uygun düşen Allah'ın bazı sıfatlarına geçilmekte ve bu esnada müminler Allah'a niyazda bulunmaya yöneltilmektedir. Sırf Allah'a yönelerek, samimi bir biçimde O'na teslim olarak dua etmeleri istenmektedir. Karşılaşma, hüküm ve ceza-mükafat gününün yüce Allah'ın hakimiyet, egemenlik ve üstünlük konusunda yegane güç odağı olarak ön plana çıktığı günün önemine dikkat çekmek için vahiy gerçeğine işaret ediliyor:
 
  
13- Size mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Allah`a yönelenden
başkası ibret almaz.
 
"Ayetlerini size gösteren O'dur:'
Allah'ın ayetleri bu varlık alemindeki her şeyde görülmektedir. Güneşten yıldızlara, geceden gündüze, yağmura, şimşeğe gök gürültüsüne varıncaya kadar büyük ve geniş bir sahada... Çiçek, yaprak, hücre ve atom gibi en küçük varlıklara varıncaya kadar her şeyde harika bir ayet bir mucize göze çarpmaktadır. Bu harika varlıkların dehşet verici büyüklüğü insan onları - yoktan var etmek şöyle dursun- taklid etmeye kalktığı zaman dahi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu evrende yüce Allah'ın eli tarafından yaratılan en basit ve en küçük yaratığı bütün inceliğiyle eksiksiz olarak taklid etmek o kadar olmayacak bir iştir ki!
 
"Gökten size rızık indiren O'dur".
İnsanlar gökten inen bu rızkın bir kısmı olan yağmuru biliyorlar. Yağmur bu yeryüzünde hayatın kaynağı yiyecek ve içeceklerin temel sebebidir. Yine bu gökten inen rızkın kapsamında değerlendirilmesi gereken şeylerin bazılarını insanlar gün geçtikçe bir bir keşfetmektedirler. Bu dünya gezegenine hayat veren ve olmadıkları takdirde burada hayatın sona ermesine neden olacak kadar önemli olan diriltici ışınlar da bu rızkın kapsamında değerlendirilir. Daha çocukluk döneminden itibaren insanlığa yol gösteren, adımlarını doğru yola Allah'a ve O'nun sağlam olan yasasına ileten yaşam biçimlerine doğru yol gösteren ilahi mesajlar, Peygamberlikler de herhalde bu gökten inen rızkın kapsamında değerlendirilmelidir.
 
"Allah'a yönelenlerden başkası ibret almaz".
Rabbine yönelen O'nun nimetlerini hatırlar, lütuflarını aklına getirir, katı kalbli insanların unuttuklarını ilahi ayetleri hatırına getirir.
 
Allah'a yönelmeden söz edilmesi ve bu yönelmenin kalbte meydana getirdiği hatırlatma ve düşündürmenin harekete geçirilmesi üzerine yüce Allah müminleri yalnız Allah'a dua etmeleri ve yalnız O'na boyun eğmeleri, kâfirlerin antipatilerine değer vermemeleri için yönlendiriyor:
 

14- Ey inananlar! Kafirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na çağırın.
,
 
Kafirler müminlerin yalnız Allah'a boyun eğmelerinden, sırf O'na çağırıp başkalarına önem vermemelerinden hoşlanmazlar. Müminler onlarla ne kadar iyi geçinseler ne kadar barış içine girseler ve çeşitli yollarla onların gönüllerini almaya çalışsalar da asla onları memnun edemezler. Öyleyse müminler kendi yollarına devam etmeliler. Yalnız Rablerine çağrıda bulunmalılar. İnanç sistemlerini sırf O'nun ilkeleriyle oluşturmalılar. Gönüllerini O'na bağlamalılar. Kafirler memnun olmamış, küplere binmiş onları ilgilendirmemelidir. Zaten onlar hiçbir zaman memnun olmayacaklardır!
 
Müminlerin, kafirler hoşlanmasalar da sadece Allah'a kulluk yapmaya yöneltildikleri bu ortamda yüce Allah'ın bazı sıfatlarından söz ediliyor. Bu sıfatlar arasında yüce Allah'ın şu niteliklerine yer veriliyor:
 

15- Arş sahibi, varlıkların en yücesi olan A!!ah
, kavuşma gününü ihtar etmek için kul!arından di!ediğine emriyle vahyi indirir.
 
Yalnız O noksan sıfatlardan münezzeh zattır, yücelik sahibi. üstün makam sahibi. Yükseltilmiş ve egemen kılınmış arşın (tahtın) sahibi. Dilediği kullarının ruhlarına ve kalblerine diriltici direktifini gönderen de O'dur. Bu diriltici direktif Peygamberlik yolu ile vahiy göndermenin kinaye seklinde ifade edilmesidir. Yalnız vahyin bu biçimde ifade edilmesi bir taraftan bu vahyin gerçek mahiyetini açıklamakta ve O'nun insanlık için bir ruh ve hayat olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan O'nun yücelerin yücesinden seçkin kullara inmekte olduğu ifade edilmektedir. Bunların hepsi de Allah'ın "Yücelik ve büyüklük" sıfatları ile uyum içine giren olgulardır.
 
Yüce Allah'ın kendi kulları arasından seçip katından kendisine vahiy gönderdiği insanların başlıca görevleri ise uyarmaktır.
 
"Kavuşma gününü ihtar etmek için.
 
Bugünde bütün insanlar karşılaşırlar. İnsanlar ve onların dünya hayatında işleyip kendilerinden önce gönderdikleri amelleri de karşılaşırlar. Ayrıca bütün insanlar, cinler, melekler ve herkesin hazır olacağı günde bulunması gereken bütün yaratıklar orada karşılaşırlar. Hesap verme alanında bütün yaratıklar Rabbleriyle de karşılaşırlar. Yani bugün karşılaşmanın bütün anlamları ile bir karşılaşma günüdür.
 
Öte yandan bugün onların örtü, koruma, göz boyama ve aldatmadan soyutlanmış olarak ortaya çıkacakları gündür.
 
16- O gün onlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. "Bugün hükümranlık kimindir?" denir. Hepsi "Gücü her şeye yeten tek Allah'ındır" derler.
 
Her yerde ve her zaman onların Allah'tan gizli bir şeyi olamaz. Yalnız onlar bugünün dışındaki günlerde kendilerinin örtülü olduklarını, hareketlerinin ve işlerinin gizli kaldıklarını sanabilirler. Bugün ise onlar bütün çıplaklıkları ile ortada olduklarını görüyorlar. Bütün ayıplarının, suçlarının ortaya çıkarıldığını biliyorlar. Bütün örtülerden, kuruntudan ibaret olan örtülerden dahi soyutlanmış halde meydanda duruyorlar.
 
İşte o gün büyüklük taslayanlar küçülürler. Zorbalar ve zalimler büzülürler. Bütün bir varlık ürkeklikle ve bütün kullar tam bir gönülden teslimiyetle huzuri ilahide dururlar. Mülkün, egemenliğin tek sahibi ise bütün gücü ve otoritesi ile öne çıkar. Zaten o bu konularda her zaman ortaksızdır. Bu günde ise söz konusu gerçeklik gözle görülebilecek derecede açıklık kazanır. Karanlıklara, gizliliklere göründükten sonra... Bu gerçekliği her inkar eden öğrenir, her büyüklük taslayan kavrayıp anlar. Bütün sesler kesilir. Bütün hareketler durur. Her yüreği titreten yüce bir ses ortalığa yayılır. Kendisi sorar, yine kendisi cevap verir. O gün bütün bir varlık içinde ondan başka soru sorabilecek ve cevap verebilecek kimse yoktur:
 
"Bugün hükümranlık kimindir?" "Gücü her şeye yeten tek Allah'ındır."
 

17- Bugün herkese, kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.
 
Bugün ortaya konan eylemin gerçek karşılığının verileceği gündür. Bugün adalet günüdür. Bugün kesin hüküm günüdür. Fırsat verme ve geciktirme yoktur bugün.
 
Her tarafa gerçek bir saygı ve sessizlik egemendir. Her tarafta korku ve içten boyun eğiş hakimdir. Bütün yaratıklar dinliyorlar ve teslim oluyorlar. Böylece mesele biter ve hesap defterleri dürülür.
 
Bu manzara surenin baş tarafında Allah'ın ayetleri hakkında tartışmalara giren insanlar hakkında söylenen "İnkarcıların memlekette gezip-dolaşmaları seni aldatmasın" cümlesi ile tam bir ahenk içine girmektedir. İşte yeryüzünde gezip dolaşmanın ve haksız yere üstünlük taslamanın, azgınlaşmanın, büyüklenmenin, servetin ve imkanların içinde boğulmanın sonu budur.
 
Surenin akışı devam ediyor. Yüce Allah'ın hüküm ve yargıda ortaksız olarak gösterildiği kıyamet sahnelerinden birinde Peygamberimiz onları bugünün azabından sakındırma konusunda yönlendiriliyor. Daha önce bugün, hikaye biçiminde sergilenmiş ve hitap doğrudan onlara yöneltilmemişti:
  
 
18- Ey Muhammed! Onları yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları yaklaşan Kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.
 
Ayet-i kerimede geçen "Azife" kavramı yakınlaşan, gelmekte olan demektir. Bu da kıyamet günüdür. Kavramın sözlü ifadesi dahi onun gelmekte olduğunu ve yaklaştığını tasvir etmektedir. Bu nedenle nefesler yorgunlukla ve hızlı hızlı alınmaktadır. Sanki sıkışan kalpler ağızlara gelmektedir. Onlar buna rağmen nefeslerini, acılarını ve korkularını gizlemektedirler. Bu hallerini gizlemek ise onları yoruyor. Göğüslerini daraltıyor. Ama yine de kendilerine acıyacak bir dost bulamıyorlar. Bu korkunç ve zorlu günde sözü dinlenen bir şefaatçi, aracı da bulamıyorlar.
 
Onlar bugünde apaçık ortadalar. Hiçbir şeyleri Allah'tan gizli değil. Hatta bir çırpıda gözlerinin kaymasından, gizli olan kalplerinin sırlarından dahi habersiz değil:
 

19- Allah gözlerin hainliğini ve gönüllerin gizlediğini bilir.
 
Hain olan göz, bu hainliğini gizlemeye çalışır. Fakat bu onu Allah tan gizlemez. Kapalı olan sırrı göğüsler gizler. Yalnız bu Allah'ın bilgisinde gizli değil apaçıktır.
 
Bu günde gerçek hükmü verecek olan yalnız Allah'tır. Onların sözde sahte ilahlarının hiçbir işleri, hiçbir otoriteleri ve hiçbir yargılama güçleri yoktu
 

20- Allah adaletle hükmeder. O'ndan başka çağırdıkları tanrılar ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Çünkü işiten, gören yalnız Allah'tır.
 
Yüce Allah bilerek ve ustalıkla, işiterek ve görerek hak ile hükmeder. Bu nedenle hiç kimseye zulmetmez ve hiçbir şeyi unutmaz:
 
"Şüphesiz Allah işitendir, görendir."
 
Surenin bu bölümünün konusunu daha önce özetlemiştik. Geniş açıklamasına geçmeden önce kıssanın bu bölümünün surenin konusuyla paralellik arz ettiğini, surenin ifade üslubuyla da uyum sağlayacak bir üslubun hatta yer yer aynı ifadelerin kullanıldığını, bazı cümlelerin aynen tekrar edildiğini belirtmekte yarar görüyoruz. Firavun ailesinden iman etmiş olan adamın diliyle daha önce surede geçen bazı olgular ve ifadeler yeniden verilmiştir. Bu adam, Firavun'a Haman'a ve Karun'a kısa bir süre ülkelerde gezip-dolaşacaklarını hatırlatıyor ve kendilerini birleşik orduların yenilgiye uğratıldıkları gün gibi bir günden sakındırıyor. Aynı zamanda surenin girişinde birtakım sahneleri sergileyen kıyamet gününden de onları sakındırıyor. Allah'ın ayetleri konusunda tartışmalardan yüce Allah'ın ve müminlerin onlardan nefret edişinden söz ediyor. Tıpkı surenin birinci bölümünde geçtiği gibi.
 
Daha sonra surenin akışı içinde bu inkarcıların ateş içindeki aşağılanmış durumları sergileniyor. Orada içtenlikle yakardıkları halde duaları kabul edilmiyor. Nitekim daha önce surede onların benzerlerinin durumları sergilenmişti.
 
Bu olaylar ve gelişmeler gösteriyor ki; imanın mantığı ve inananların mantığı birdir. Çünkü her ikisi de bir olan hakka dayanır. Bu da surenin havasına bir uyum katmakta ve tevhidi özellikleri bulunan bir "kimlik" kazandırmaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim'in tüm surelerinde bu özellik söz konusudur.
 

21- Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce gelenlerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı.
 
Hz. Musa'nın kıssası ile surenin ondan önceki konusu arasında er alan bu geçiş Allah'ın ayetlerini kabul etmeye yanaşmayan arap müşriklerine önceki tarihten ders almalarını hatırlatıyor. Yeryüzünde gezip dolaşmalarını, Allah'ın ayetlerine karşı kendileri gibi tavır koyan, güç ve uygarlık alanında kendilerinden çok ilerde olan önceki inkarcıların akıbetlerini görmelerini tavsiye ediyor. Onlar bu güçleri ve uygarlıklarına rağmen Allah'ın başkalarına ibret olacak biçimde cezalandırması karşısında güçsüz düştüler. Günahları gücün gerçek kaynağından onları uzaklaştırmış, güç ve egemenlik sahibi olan Allah'ın gücünü de yanına alan iman güçlerinin şimşeklerini üzerlerine çekmişlerdi:
 
"Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah'ın azabından koruyan da olmadı.
 
Zaten imandan, güzel iş yapmaktan, hak, iman ve iyilik cephesinde yer almaktan başka koruyucu ve kurtarıcı da olamaz. Peygamberlerin mesajlarını ve onların apaçık delillerini yalanlamanın ise sonu yıkımdır, başkasına ibret olacak biçimde cezaya çarptırılmaktır:


22- Çünkü onlar öyle kimselerdir ki, elçileri onlara açık belgeler getirdiği halde kabul etmemişlerdi. Bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira O üstündür, cezası çetin olandır."
 
Ana hatları özet halinde veren bu işaretten sonra arap müşriklerinden daha önce yaşayan güç ve uygarlık alanında kendilerinden çok ilerde oldukları halde yüce Allah'ın günahları yüzünden kıskıvrak yakaladığı toplumlardan bir örnek veriliyor. Bu toplum Firavun, Karun, Haman ve onlarla birlikte olan zorbaların, azgınların oluşturduğu toplumdur.
 
Hz. Musa kıssasının burada sergilenen bölümü değişik durumları ve manzaraları sunmaktadır. Kıssa Hz. Musa'nın Firavun ve kabinesine Peygamberlik mesajını sunmasıyla başlayan ahirette, onların ateşte birbirleriyle çekişmeleriyle sona eriyor. Bu uzun bir yolculuktur. Yalnız surenin akışı bu yolculuğun sadece belli "aşamalarını" seçerek veriyor. Bunlar da kıssanın bu bölümünün bu surede anlatılmasındaki amacı ortaya koymaya yetiyor:
 
23- Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.
24- Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gönderdik. "Bu yalancı bir büyücüdür" dediler.
 
İşte bu ilk karşılaşmadır: Bir tarafta Hz. Musa, yanında Allah'ın ayetleri ve haktan destek alan elindeki manevi güç, öbür tarafta Firavun, Haman ve Karun. Yanında tutarsız ve güçsüz olan batılları, somut-maddi güçleri ve büyük etki sahibi gerçekle karşılaşmasından korktukları makamları... İşte bu ilk karşılaşmada onlar gerçeği etkisiz hale getirmek için gerçeğe dayanmayan sahte bir yönteme başvuruyorlar: "Bu yalancı bir büyücüdür" dediler.
 
Surenin akışı bu tartışmadan sonra meydana gelen olayları özet halinde veriyor. Hz. Musa'nın büyücülerle mücadelesi/müsabakası ve onların saçma temellere dayalı oyunlarını bozan, uydurdukları şeyleri yutuveren gerçeğe iman etmeleri anlatılmıyor. Bu olaylardan sonraki aşamaya geçiliyor:

25- "Musa, onlara katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber inananların oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar."
 
Daha ayet tamamlanmadan onların bu sözlerine şöyle cevap veriliyor: "Kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar."
 
Bu, katı yürekli kaba kuvvetin delil karşısında aciz düştüğünde, kesin kanıtlar onu aşağıladığında, yapısındaki gücü, netliği ve açıklığı ayrıca fıtrata hitap edişi, fıtratın ona kulak verip mesajlarını kabul etmesi ile hakkın üstün gelmesinden korktuğu her yerde başvurduğu değişmez mantığıdır. Nitekim Hz. Musa'yı ve yanında bulunan gerçeği alt etmek için derlenip getirilen büyücüler bu gerçeğe kulak vermiş onu kabul etmiş ve zorbanın biri olan Firavun'a karşı bu gerçeğe iman edenlerin ilklerine dönüşmüşlerdi.
 
Firavun'a, Haman'a ve Karun'a gelince onlar şöyle demişlerdi:
 
"Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın."
 
Firavun daha önce de -Hz. Musa'nın doğduğu sıralarda- buna benzer bir yasa çıkartmıştı. Bu ilk yasadan sonra meydana gelen olaylar konusunda iki ihtimal bulunmaktadır:
 
Birinci ihtimal:
Bu yasayı çıkaran Firavun ölmüştü. Onun yerine oğlu veya veliahdı geçmişti. Söz konusu yasa bu yeni dönemde uygulanmıyordu. Hz. Musa Peygamber olarak geldiğinde, daha veliahd iken kendisini tanıyan, sarayda yetiştiğini ve İsrailoğullarının erkeklerinin öldürülmesi, kızlarının ise sağ bırakılmasına ilişkin önceki yasayı bilen yeni Firavun ile karşılaşmıştır. İşte bu esnada Firavun'un danışmanları O'na bu önceki yasayı sadece Hz. Musa'ya iman edenlere uygulamasını teklif etmişler ve bu inananlar ister büyücüler olsun isterse Firavun ve kabinesinin dehşet saçan tepkilerine rağmen iman eden bir avuç İsrailoğulları olsun fark etmez demişlerdir.
 
İkinci ihtimal:
Bu yasayı çıkaran Hz. Musa'yı evlat edinen önceki Firavun'du. Halâ tahtında bulunuyordu. Daha önceki yasanın uygulanmasında bir süre sonra gevşeklik gösterilmiş veya zamanı geçtiği için uygulanması durdurulmuştu. Şimdi Firavun'un danışmanları bu yasayı tekrar uygulamasını öneriyorlar. Korkutma ve sindirme amacıyla bu yasayı sadece Hz. Musa ile birlikte iman edenlere uygulamasını söylüyorlar.
 
Firavun'a gelince öyle anlaşılıyor ki, onun başka bir görüşü vardı. Veya komplo esnasında geçici bir önerisi vardı. Yani o bizzat Hz. Musa'nın kendisinden kurtulma ve böylece rahat etmenin yolunu arıyordu.
 
 
26- Firavun: "Ben bırakın da Musa'yı öldüreyim. O Rabb'ine yalvara dursun. Onun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum" dedi.
 
Firavun'un "Bırakın beni Musa'yı öldüreyim" demesinden anlaşılıyor ki, onun bu görüşüne aykırı ve O'na engel olan görüşler vardı. Mesela şöyle deniyordu: Musa'yı öldürmek problemi çözmez. Zira böyle bir uygulama halk kitlelerinin onu kutsamasına ve şehid saymasına neden olabilir. Ona ve getirdiği dine karşı onların duygusal bilinçlenmelerine yol açabilir. Özellikle Hz. Musa'nın mesajını kırmak ve milleti ondan soğutmak için getirilen büyücülerin kalabalık bir halk kitlesinin huzurunda iman etmelerinden ve iman etmelerinin sebeplerini açıklamalarından sonra böyle bir işe kalkışmak fayda yerine zarar getirebilir... Kralın bazı danışmanlarının içinde şöyle bir korku da kendisini hissettirebilir: Eğer Firavun böyle bir işe kalkışırsa Hz. Musa'nın ilahı ondan intikamını alır. Kendilerini de cezalandırır. Bu da, uzak bir ihtimal sayılmaz. Zira onlar putperest insanlardı. İlahların çokluğuna inanıyorlardı. Bu insanlar Hz. Musa'nın bir ilahı olduğunu ve O'na saldıranları cezalandıracağını, rahat düşünebilirlerdi. Bu durumda Firavun'un: "Varsın Rabbine çağırsın" sözü bu yaklaşıma bir cevap niteliğini kazanır. Firavun'un bu çirkin sözü zorbalığından ve azgınlığından söylemiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Az sonra geleceği gibi o işin sonunda bu tutumunun cezasını çekmiştir.
 
Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmek için ileri sürdüğü delil ilginç olması nedeniyle üzerinde durmaya değer:
 
"Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden, veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum."
 
Putperest bir sapık olan Firavun'un yüce Allah'ın elçisi Hz. Musa hakkında "Çünkü ben onun dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum" demesinden daha ilginç ne olabilir
 
Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik) önderi için söylediği sözün aynısı değil midir? Bu, çirkin batılın güzel olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisi değil midir? Bu söz, imanın sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir?
 
Bu her zaman aynı olan bir mantıktır. Hak ile batıl, iman ile küfür, iyilik ile azgın nerede ve ne zaman karşı karşıya gelmişse, onca yer ve zaman farklılığına rağmen değişmeyen bir anlayıştır. Bu uzun bir hikayedir. Zaman zaman gün yüzüne çıkmakta ve yeniden yaşanmaktadır.
 
Hz. Musa'ya gelince, o sağlam sütuna, muhkem kaleye sığınmıştır. Kendisine sığınanları koruyan ve himayesine girenlere güven veren yüce zata sığınmıştır.
 
 
27- "Musa dedi: Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığınırım."
 
Böyle dedi. Gönül huzuru içinde. İşini-durumunu büyüklük taslayan herkesin üstünde bir yüceliğe sahip olan, zorbalık yapan, herkese egemen olan, büyüklük taslayanlardan kaçarak kendisine sığınanları korumaya gücü yeten Allah'a havale etmiştir. Hem kendisinin hem de onların Rabbi olan Allah'ın birliğine dikkat çekmiş, onca tehdide ve tepkiye rağmen bu gerçeği unutmamış ve onu elinden bırakmamıştır. Ayrıca hesap gününe inanmadıklarına da değinmiştir. Zira hesap gününe inandığı halde bir insanın büyüklük taslaması mümkün değildir. Kıyamet günündeki hazin, ürkek, boyun eğmiş, zilleti kabul etmiş, her çeşit güç ve kuvvetten soyutlanmış halini, samimi bir dostunun, sözü dinlenen bir şefaatçısının olmadığı durumunu düşünen biri büyüklük taslayamaz.
 
Bu sırada Firavun ailesinden kalbine hak, gerçek yerleşen yalnız bu imanını gizleyen bu adanı meydana atılıyor. Meydana atılıp Hz. Musa'yı savunuyor. Topluluğun onunla uğraşmaması için yollar arıyor. Firavun'a ve kabinesine çeşitli yöntemlerle hitab ediyor. Öğütte bulunarak onların gönüllerine ulaşmak, korkutma ve ikna etme yoluyla onların duyarlılıklarını harekete geçirmek istiyor:
 
28- Firavun ailesinden olup da, inandığını gizleyen bir adam dedi ki: "Rabb'im Allah'tır diyen bir adamı mı öldüreceksiniz? Oysa size Rabb'inizden belgeler gelmiştir. Eğer yalancı ise yalanı kendinedir; eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit ettiklerinin bir kısmı başınıza gelebilir. Şüphesiz Allah aşırı giden, yalancı kimseyi doğru yola iletmez.
 
Bu inanmış adamın Firavun ve kabinesinden oluşan komploculara karşı giriştiği bu eylem gerçekten geniş çaplı bir eylemdir. Aynı zamanda inanmış fıtratın temkinli, usta ve güçlü mantığının gereğidir.
 
Bu imanlı insan, onların girişmek istedikleri eylemin korkunçluğunu ortaya koyarak başlıyor: "Rabbim Allah dediği için bir adamı öldürüyorsunuz ha?" Kalbin inancına, vicdanın kanaatına bağlı olan bu tertemiz söz bir kişinin ölümü için yeterli olur mu? Yaşam hakkını yitirmesi için yeter sebep kabul edilebilir mi? Bu eylem bu şekliyle nefret uyandırıcı ve alçakça bir iştir. Çirkinliği ve alçaklığı apaçık ortadadır.
 
Bu inanmış adam şimdi onları bir adım daha ileri götürüyor. "Rabbim Allah'tır" tertemiz sözünü söyleyen adamın elinde delili var. Kesin kanıtı var. "Oysa o size Rabbinizden mucizeler getirmiştir." Burada Hz. Musa'nın onlara gösterip kendilerinin gözleriyle gördükleri mucizelere işaret edilmektedir. Onların -kendi aralarında ve halk kitlelerinden uzak oldukları halde- bu mucizelerden kuşkulanmaları çok zordur!
 
Sonra onlarla birlikte en kötü ihtimali göz önüne getiriyor. Mesele karşısında onlarla beraber insaflı olarak bir tavır takınıyor. En kötü ihtimalde dahi onların yapmaları gereken şeyin ne olduğunu belirliyor: "Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır." Bu durumda o yaptığı işin kötü sonucuna katlanacak ve cezasını çekecektir. Günahının yükünü kendisi taşıyacaktır. Yani nerden bakılırsa bakılsın onların Hz. Musa'yı öldürmeye kalkmalarını tutarlı gösterecek bir sebep yok.
 
Kaldı ki bir ihtimal daha var. Bu ihtimal de Hz. Musa'nın doğru söylemiş olmasıdır. Bu ihtimale karşı temkinli hareket etmek ve onun sonuçlarına maruz kalmamak için ihtiyatlı hareket etmek güzel bir şey olur. "Eğer doğru söylüyorsa size söylediklerinin hiç değilse bir kısmı başınıza gelir." Hz. Musa'nın söylediklerinin bir kısmının onların başına gelmesi de bu konuda en küçük ihtimaldir. Yani o bundan fazlasını onlardan istememektedir. Bu yöntem, tartışmada ve karşı tarafın delillerini çürütmede insafın son haddidir.
 
Sonra onları kapalı bir şekilde tehdit ediyor. Hz. Musa'ya ve hem de onlara uygulanabilecek sözünü söylerken bunu ifade ediyor: "Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez." Eğer bu Hz. Musa ise Allah O'na doğru yolu göstermez ve onu başarıya ulaştırmaz. Onu Allah'a bırakın. Cezasını versin. Bu arada siz de Hz. Musa ve Rabbine karşı yalan söylemekten aşırı gitmekten sakının. Yoksa siz de bu cezaya çarptırılırsınız.
 
Bu inanmış kişi yüce Allah'ın haddini aşan bu yalancılara uygulayacağı cezayı anlatırken atağa geçiyor. Onları Allah'ın azabı ile korkutuyor. Servetlerinin ve iktidarlarının Allah'ın kendilerini ibret olacak şekilde cezalandırmasına engel olamayacağı uyarısında bulunuyor. Nankörlüğü değil şükretmeyi gerektiren onca nimetleri kendilerine hatırlatıyor:
 
 
29- Ey kavmim! Bugün memlekette hükümranlık sizindir. Buraya siz
. Ancak Allah'ın baskını bize çatınca, O'na karşı bize kim hakimsiniz yardım eder? Firavun: "Ben size kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi.
 
Bu adam inanmış bir kalbin hissettiklerini hissediyor. Buna göre yüce Allah'ın ibret olacak biçimde cezalandırması yeryüzünde servet ve iktidar sahiplerine daha yakın bir ihtimaldir. Bu nedenle Allah'ın bu cezasından en çok onların çekinmeleri, onu somut halde hissetmeleri ve ondan sakınmaları gerekirdi. Her an onun korkusuyla yatıp-kalkmaları lazımdı. Çünkü Allah'ın bu cezası gecenin ve gündüzün her anında onları dört gözle beklemektedir. İnanmış olan adam bunun için onların içinde bulundukları servete ve iktidara dikkatlerini çekiyor. Uzbakış sahibi vicdanına yerleşmiş olan bu gerçeğe parmak basıyor. Sonra onları Allah'ın kıskıvrak yakalayacak olan cezasından sakındırırken kendisini de onların arasına katma nezaketini gösteriyor. "Allah'ın cezası geldiğinde kim bize yardım edebilir?" Böylece onların durumlarının kendisini de ilgilendirdiğini, zira onlardan biri olduğunu ve onlarla birlikte akıbetini beklediğini hissettiriyor. Öyleyse o, kendilerine öğütte bulunuyor. Şefkatle üzerlerine titriyor. Belki bu üslup onların bu uyarıya kulak vermelerini sağlayabilir. Onun masumluğunu ve samimiyetini ortaya koyabilir. Bu adam Allah'ın cezası geldiği zaman ona karşı hiçbir yardımcı ve kurtarıcının olamayacağını ve kendilerinin ona karşı zayıf, çok çok zayıf kalacaklarını onlara kavratmaya çalışıyor.
 
Bu sırada kendisine öğüt verilen her azgın iktidar sahibini yakalayan duygu Firavun'u da yakalıyor. Suçlu-haksız olduğu halde üstünlük havasına kapılıyor. Samimi öğütü iktidarına karşı bir tehlike, nüfuzuna gölge düşürücü bir müdahale, nüfuz ve iktidarına karışma onlara ortak olmaya çalışma şeklinde yorumluyor:
 
"Firavun: "Ben size kendi görüşümden başkasını söylemiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi."
 
Ben size doğru gördüğümden, faydalı olduğuna inandığımdan başkasını söylemem. Bu söylediklerimin doğru ve gerçek olduğunda kuşku yoktur. Tartışma götürmez söylediklerim! Azgın iktidar sahiplerinin söyledikleri herhalde doğru, iyi ve gerçekten başka ne olabilir ki? Birilerinin onların bazan hata edebileceklerini söylemesine izin verirler mi acaba? Başkalarının kendilerinin görüşleri yanında başka görüşler ileri sürmelerine izin verirler mi? Eğer tüm bunlar olmasaydı onlar neden azgın kimseler oluyorlardı?
 
Fakat inanmış olan adam, imanından kaynaklanan başka bir duyguya sahip. Onları sakındırmayı, onlara öğüt vermeyi ve görüşünü açıkça ortaya koymayı üstüne görev biliyor. Azgın iktidar sahiplerinin görüşleri ne olursa olsun inandığı gerçekten yana tavır almasını kendisine görev biliyor. Sonra belki duygulanırlar, ürperirler, uyanırlar ve yumuşarlar diye onların kalpleriyle başka bir dokunuşla temas kurmaya çalışıyor.
 
30- İnanan adam dedi ki: "Ey kavmim, ben üzerinize önceki toplulukların uğradıkları bir günün benzerinden korkuyorum.
 
31- Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin durumu gibi bir durumla karşılaşmanızdan korkuyorum. Allah kullara zulmetmek istemez.
 
Her topluluğun ayrı bir günü vardı. Yalnız burada inanmış adam onların hepsini bir günde buluşturuyor: "Önceki toplulukların günü gibi bir gün". Bugün yüce Allah'ın başkasına ibret olacak biçimde gerçekleşen cezasının geldiği gündür. Bugün toplulukların değişmelerine rağmen özelliği değişmeyen bir gündür. "Allah kullara zulmetmek istemez. (Günahsız kimselere ceza vermez)." Onları günahları yüzünden cezalandırır. Allah bu ceza günleriyle onların çevresindeki insanları ve sonraki nesilleri ıslah eder.
 
Sonra onların kalplerine bir daha dokunur. Onlara Allah'ın günlerinden birini daha hatırlatır; kıyamet gününü, çağrışma gününü:
 
 
32- Ey kavmim, sizin için insanların korku ve dehşetten bağırıp bir birlerinden yardım isteyecekleri o çağırma gününden korkuyorum.
 
33- Arkanıza dönüp kaçacağın gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz. Allah kimi şaşırtırsa artık ona yol gösteren olmaz.
 
Bu günde insanları mahşer alanına toplayan melekler çağırırlar. A'raftakiler cennetliklere ve cehennemliklere seslenirlér. Cennetlikler cehennemliklere çağırırlar. Cehennemlikler de cennetliklere çağırırlar. Yani bu günde çağrışma değişik biçimlerde gerçekleşir. Bu güne "Çağrışma günü" adının verilmesi bağrışmaları, şuradan-buradan seslerin yükselişini çağrıştırmaktadır. Mahşeri kalabalık ve birbirinden davacı olma gününü tasvir etmektedir. İnanmış olan adamın şu ifadesiyle de uyum sağlamaktadır: "Arkanıza dönüp kaçacağın gün Allah'a karşı sizi koruyan bulunmaz."
 
Bu, onların cehennemin korkunç çehresiyle karşılaştıklarında kaçmaları veya kaçmaya çalışmaları da olabilir. Ne yazık ki o gün koruyucu kimse yoktur. Ve kaçıp kurtulmanın zamanı da çoktan geçmiştir. O gün dehşete kapılma ve kaçmaya çalışma yeryüzünde büyüklük taslayan, zorbalık eden makam ve iktidar sahiplerinin ilk göze çarpan manzarasıdır!
 
"Allah kimi şaşırtırsa artık ona yol gösteren olmaz."
Herhalde bununla Firavun'un: "Ben sizi ancak doğru yola götürüyorum" şeklinde iddiasına gizlice işaret ediliyor. Buna ilave olarak hidayetin Allah'ın verdiği hidayet olduğuna Allah'ın saptırdığı kimseye artık yol gösteren olmadığına dikkat çekiliyor. Yüce Allah'ın insanların gerçek hallerini ve durumlarını bildiğine ve hangilerinin doğru yolu, hangilerinin ise sapıklığı hak ettiklerine işaret ediliyor.
 
Mümin olan bu kişi son olarak onların Hz. Yusuf'a karşı tutumlarını hatırlatıyor. Hz. Musa, Hz. Yusuf'un neslindendi. Daha önce Hz. Yusuf'un da Peygamberliğini ve onlara gösterdiği mucizeleri kuşkuyla karşıladıklarını hiç olmazsa şimdi Hz. Musa'ya aynı tavrı takınmamalarını öğütlüyor. Nitekim Hz. Musa da Hz. Yusuf'un getirdiği mesajı onaylıyor ve doğruluyor. Onlar ise kendisini kuşku ve tereddüt ile karşılıyorlar. Yüce Allah'ın Hz. Yusuf'tan sonra hiçbir Peygamber göndermeyeceğine ilişkin iddialarını yalanlıyor. İşte şimdi Hz. Musa'nın Hz. Yusuf'tan bir süre sonra bir Peygamber olarak geldiğini ve bu iddialarını kökten yalanladığını dile getiriyor.
 
 
34- Daha önce Yusuf da size açık kanıtlar getirmişti. Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce: "Allah ondan sonra peygamber göndermez" dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır."
 
İşte bu, Hz. Yusuf'un Mısır toplumuna Peygamber olarak gönderildiğini belirten biricik Kur'an ayetidir. Yusuf suresinde Hz. Yusuf'un yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının başına geçecek ve bu alanda dilediğince hareket edecek tam yetki sahibi bir makama kadar yükseldiğini ve "Mısır'ın azizi" olduğunu öğrenmiştik. Bu ünvan Mısır başbakanının ünvanı olabilir. Hz. Yusuf'un neticede Mısır'ın tahtına oturduğu da o sureden anlaşılabilir. Fakat bu konuda kesin bir açıklık yoktur. Onun Mısır'ın tahtına oturduğuna işaret eden ayet şudur: "Ana babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bahasına dedi ki: Babacığım bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü." '(Mümin Suresi, 100)
 
Hz. Yusuf'un ana-babasını üstüne çıkardığı taht Firavunların ülkesi olan Mısır'ın tahtından başka bir makam koltuğu da olabilir. Nerden bakarsak bakalım, Hz. Yusuf'un yönetim ve iktidar makamına ulaştığı kesindir. Dolayısıyla bu inanmış adamın değindiği durumu gözlerimizin önünde canlandırabiliyoruz. Yani daha önce Hz. Yusuf'un getirdiği mesajdan kuşkulanmaları ile beraber iktidar sahibi olan Hz. Yusuf'a yaranmaya çalışmalarına ve o böyle yüksek bir makamdayken açıkça onu yalanlamaya cesaret edemeyişlerine ilişkin hallerini zihnimizde canlandırabiliyoruz: "Nihayet o ölünce Allah ondan sonra Peygamber göndermez dediniz."
 
Sanki onlar Hz. Yusuf'un ölmesiyle rahatlamış oldular. Ve rahatlamalarını bu şekilde dile getirdiler. Onun getirmiş olduğu arı-duru tevhid gerçeğinden yüz çevirdiler. Hz. Yusuf'un bu mesajı hapishane arkadaşlarına söylediği şu sözlerinden anlaşılmaktadır: "Ey hapishane arkadaşlarım, çok sayıda ilaha inanmak mı, ezici, iradeli, tek Allah'a inanmak mı daha iyidir?" (Mümin Suresi, 39) Onlar sandılar ki ondan sonra hiç Peygamber gelmeyecek kendilerine. Zira onlar böyle arzu ediyorlardı. İnsanların arzu ettikleri bir şeyin gerçekleştiğini doğruladıkları çok görülmüştür. Çünkü bu şeyin gerçekleşmesi onların arzusunu tatmin eder.
 
İnanmış olan adam ise kuşkulanmaya ve yalanlamada aşırı gitmeye parmak basarken hiddetleniyor ve şöyle haykırıyor:
 
"İşte Allah, ayı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır."
 
Adam, onları sakındırıyor. Kendisine gösterilmiş olan apaçık belgelere rağmen inancında kuşkuya düşen ve aşırı giden herkesi beklemekte olan Allah'ın saptırmasından onları sakındırıyor.
 
Hiçbir delile ve belgeye dayanmadıkları halde Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşanların ve bunu en çirkin biçimde sergileyenlerin hem Allah'ın hem de müminlerin hışmına uğrayacaklarını apaçık olarak yüzlerine vuruyor. Büyüklük taslamayı ve zorbalık yapmayı tenkid ediyor. Büyüklük taslayanların ve zorbalık yapanların kalplerini yüce Allah'ın kör etmesinden sakındırıyor!
 
35- Bunlar, Allah'ın ayetleri üzerinde kendilerine gelmiş bir delil bulunmadan tartışırlar. Bu Allah katında da, inananların yanında da öfkeyi artırır. Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler.
 
Bu inanmış adamın ağzından çıkan söz surenin girişinde doğrudan ortaya konan ifadenin hemen hemen aynısıdır. Kesin delil elde edemedikleri halde Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşanların gazaba mahkum oldukları, büyüklük taslayanların ve zorbalık yapanların kalplerinde hidayete hiç yer kalmayacak ve meseleyi kavramalarına neden olacak hiçbir kapı bırakmayacak biçimde saptırılmaları gerçeği ortaya konuyor.
 
İnanmış adamın onların kalblerini yumuşatmak için sergilediği bu büyük gezintiye rağmen Firavun sapıklığında diretti. Hakkı teslim etmemede diretti. Bununla beraber Hz. Musa'nın iddiasını incelemeye alacağı imajını vermeye özen gösterdi. Öyle anlaşılıyor ki, adı geçen bu inanmış adamın ileri sürdüğü deliller ve gerekçelerin büyük etkisinden Firavun ve onunla birlikte olanlar bunları bilmezlikten gelemediler. Bu nedenle Firavun kendisine başka bir kaçamak yolu bulmaya çalıştı:
 
 
36- "Firavun dedi: Ey Haman, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim."
 
37- "Göklerin yollarına erişeyim de Musa'nın tanrısına çıkıp bakayım. Çünkü ben onu (Musa'yı, peygamberlik davasında) yalancı sanıyorum. Böylece yaptığı kötü iş, Firavuna süslü gösterildi ve o yoldan çıkarıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı."
 
Ey Haman, bana yüksek bir bina yap. Belki onunla göklerin yollarına ulaşırım! Orada Musa'nın ilahını arar bulurum! "Ben onu yalancı sanıyorum". İşte zalim ve zorba olan Firavun gerçekle açık bir şekilde yüzyüze gelmemek, tahtını sarsmakta ve mülkünün üzerinde kurulduğu efsanevi hikayeleri tehdit etmekte olan tevhid davasını kabul etmemek için olayı bu şekilde saptırıyor, demogoji yapıyor, manevralar sergiliyor. Firavun'un anlayışının ve kavrayışının bu olması ihtimali çok uzaktır. Hz. Musa'nın ilahını böyle basit ve somut bir şekilde gerçekten aramaya kalkmış olması da uzak bir ihtimaldir. Mısır Firavunları bilgi ve kültür seviyeleri açısından bu düşüncenin ve anlayışın çok ilerisinde bulunuyorlardı. Aslında onun bu tutumu bir taraftan olayı alaya aldığının ve ona karşı büyüklük taslayarak basit gördüğünün ifadesi, öbür taraftan göstermelik bir insaflılık, hakşinaslık ve inceleme-temkinli davranmadır.
 
Firavun'un bu tutumu, inanmış olan adamın konuşmasında balyoz gibi kafasına inen imanlı yaklaşım karşısında adımını geri alma planı da olabilir! Bütün bu ihtimaller Firavun'un sapıklığında direttiğini inkarında şımardığını göstermektedir. "İşte bu şekilde Firavun'a eyleminin çirkinliği güzel gösterilmiş ve yoldan saptırılmıştı." Zaten Firavun, sağlıklı istikametten yüz çeviren ve yoldan sapan bu çarpık anlayışı yüzünden yoldan saptırılmayı çoktan hak etmişti. Ayet-i kerime bu düzenbazlık ve hilekârlıktan sonra onun mutlaka hüsrana ve yıkıma uğrayacağını belirtiyor:
 
"Firavun'un tuzağı boşa çıkmaktan başka işe yarayamazdı."
 
Bu demogoji, bu büyüklük taslayıp hafife alma ve bunca ısrar üzerine inanmış olan adam son sözünü apaçık ve yankılanacak biçimde haykırıyor. Allah'a giden yolda, ki bu yol doğruluğa giden yolun kendisidir, kendisine uymaları çağrısında bulunduktan, bu geçici hayatın değerini onlara açıkladıktan, sonsuz hayatın nimetlerine onları teşvik ettikten, ahiretin azabından onları sakındırdıktan, Allah'a ortak koşma inancındaki sakatlıkları ve tutarsızlıkları açıkladıktan sonra tabi.
 
38- İnanan adam dedi ki: "Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim."
 
39- Ey kavmim! Bu dünya hayatı kısa bir geçimdir: Ahiret ise ebedi olarak durulacak yerdir.
 
Bunlar daha önce surenin başında tesbit edilip yerleştirilen gerçeklerdir. Şimdi sözü edilen inanmış adam dönüyor bu gerçekleri Firavun'a ve yönetimdeki kabinesine karşı açıklıkla ortaya koyuyor. Firavun'a karşı şöyle haykırıyor: "Ey milletim, bana uyunuz; size doğru yolu göstereyim." Halbuki az önce Firavun da: "Ben size ancak doğru yolu gösteririm" diyordu. İnanmış adamın bu tutumu doğru sözü alıyor ve onunla apaçık bir biçimde meydan okuyor. Bu konuda ne zorba Firavun'un gücünden ve otoritesinden ne de söylentilere göre Firavun'un iki veziri olan Haman ve Karun gibi iki veziri komplo arkadaşından, onunla birlikte konuyu ele alan büyüklerden korkuyor.
 
Onlara dünya hayatının gerçek mahiyetini de açıklıyor: "Şüphesiz bu dünya hayatı kısa bir yararlanmadır." Sürekli olmayan, devam etmeyen geçici bir yararlanma. "Şüphesiz ahiret ise asıl kalınacak yurttur." Önemli olan orasıdır. Oraya bakmak ve ona değer vermek gerekir.
 
Asıl kalınacak yurdun sorgu ve ceza yasasını da belirtiyor:
 
40- Kim bir kötülük işlerse onun kadar ceza görür: Kadın veya erkek, kim, inanarak yararlı iş yaparsa, cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızıklar verilir:
 
Yüce Allah'ın hikmeti, kullarına merhametinden ve onların güçsüzlüğünü en iyi takdir ettiğinden onların iyiliklerini katlamayı, kötülüklerini ise katlamamayı gerektirmiştir. İyiliğin ve sağlıklı yönün yolunda bir dizi engel bulunduğundan başka tarafa çeken etkenler olduğundan onların iyiliklerini katlamış ve bunları onların kötülüklerine kefaret yapmıştır. Eğer onlar hesaba çekildikten sonra cennete kavuşurlarsa yüce Allah onları sınırsız bir şekilde rızıklandıracak, ödüllendirecektir.
 
İnanmış adam onları kurtuluşa çağırırken onlar kendisini ateşe çağırmalarını yadırgıyor ve onlara şöyle çıkışıyor:
 
41- Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz?
 
Aslında onlar kendisini ateşe değil sadece şirke çağırıyorlardı. Şirke çağırmak ile ateşe çağırmak arasında ne fark var ki? Bunlar birbirine çok yakın şeyler. Aşağıdaki ayette çağrıyı çağrı ile değiştiriyor:
 
42- Siz beni Allah'ı inkar etmeye, bilmediğim bir şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise, güçlü olan, çok bağışlayan Allah'a çağırıyorum.
 
Bu iki çağrı arasında dağlar kadar fark var. İnanmış adamın onlara çağrısı açıktır. Sapa sağlamdır. O, yüce kudret sahibi ve çok bağışlayıcı olan Allah'a onları çağırıyor. Onları tek bir ilaha çağırıyor. Bu tek ilahın varlık alemindeki eserleri O'nun birliğine tanıklık ediyor. Sanatının eşsiz güzellikleri ürünleri O'nun kudretini ve takdirini dile getiriyor. Onları bu ilaha çağırıyor ki, günahlarını bağışlasın. Zira o kendilerini bağışlama gücüne sahiptir. Zaten bağışlama yolu ile lütufta bulunma da O'nun sıfatlarından biridir. "Üstün güç sahibidir, çok bağışlayandır." Peki onlar kendisini neye çağırıyorlar? Onu Allah'ı inkar etmeye çağırıyorlar. Kesin bilmediği iddialar, kuruntular ve uydurmalar yoluyla O'na ortak koşması yoluyla Allah'ı inkara çağırıyorlar.
 
İnanmış adam kuşkusuz ve tereddütsüz olarak Allah'a ortak koşulan bu yaratıkların elinde hiçbir yetki bulunmadığını belirtiyor. Ne dünyada ne de ahirette onların elinde bir şey olmadığım, her şeyin Allah'ın elinde olduğunu ifade ediyor. İddiada hadlerini aşan savurganların cehennemlik olacaklarını dile getiriyor:
 
43- Sizin beni davet ettiğiniz şeyin ne dünyada, ne de ahirette hiçbir davet yetkisi yoktur: Gerçekte dönüşümüz Allah'adır. Aşırı gidenlere gelince, işte onlar ateş ehlidirler:
 
İnanç sistemindeki temel gerçeklere ilişkin bu kapsamlı, net ve açık ifadenin ötesinde geriye ne kalıyor? İnanmış adam bu gerçekleri Firavun ve kadrosu karşısında tereddütsüz ve korkusuzca haykırıyor. Daha önce inandığını gizlemesine rağmen şimdi imanını açıkça ilan ediyor. Artık sözünü söylemiş, vicdanını rahatlatmış olarak işini
 
Allah'a havale etmekten başka yapacak şeyi kalmamıştır. Ayrıca onları kendilerine söylediği bu sözleri, hatırlamanın fayda vermeyeceği ve işin tamamının Allah'a havale edileceği günde hatırlayacaklarını tehdit yollu ifade ederek sözlerini bitiriyor:
 
44- Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür.
 
Tartışma ve söz düellosu sona eriyor. Ama Firavun'un ailesinden olan bu inanmış adam gerçek sözünü zamanın kalbine sonsuza dek silinmeyecek biçimde kazımış bulunuyor artık.
 
Burada kıssanın bundan sonraki bölümleri Hz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları arasında meydana gelen olaylar, boğulma ve kurtulma sahnelerine kadar ki bölüm anlatılmıyor. İnanmış adamın bu son tavrından ve bu dünya hayatından sonraki durumlarından bazı kesitler açıklanıyor:
 
 
45- Allah o adamı, kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azab, Firavun'un adamlarını sardı.
 
Dünya hayatının defteri dürülmüş, ondan sonra gelen hayatın ilk sayfası açılmıştır. Bir de bakıyoruz ki, gerçek olan sözü söyleyip giden inanmış adamı yüce Allah Firavun'un ve kabinesinin hazırladığı tuzağın tüm kötülüklerinden korumuş ne bu dünyada ne de bundan sonraki hayatta ona hiçbir kötülük dokunmamışken Firavun ailesini azabın en kötüsü yakalayıvermiştir:
 
46- Onlar sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, `Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun' denir.
 
Ayet-i kerime bu sabah-akşam ateşe sunulmalarının ölümden sonra fakat kıyametin kopmasından önceki bir zaman dilimine rastladığını ima ediyor. Bu kabir azabı da olabilir. Çünkü bundan sonra şöyle deniyor: "Kıyamet koptuğu gün Firavun adamlarını azabın en şiddetlisine sokun". Öyle ise bu azap kıyamet gününden öncedir. Ve bu gerçekten çetin bir azaptır. Sabah ve akşam ateşe sunulmaya onu görme, acısını ve sıcaklığını gerçekten hissetme şeklindeki bir cezalandırmadır. -Aslında bu da ağır bir azaptır- Veya bu sunulma, bilfiil oraya girme şeklinde gerçekleşmektedir. "Arz" (sunma) sözcüğü çoğu zaman dokunma ve bir şeyi bizzat yapma anlamında kullanılır. Bu ise daha dehşet vericidir... Sonra kıyamet günü olduğunda daha şiddetli bir azaba sokulurlar!
 
Şimdi gelecek olan ayette ise kıyamet artık kopmuştur. Kur'an onların ateşteki manzaralarından bir kesit sunmaktadır. Burada onlar birbiriyle çelişmektedirler:
 
47- Ateşin içinde birbirleriyle tartışırken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: "Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?'
 
Öyleyse güçsüzler de büyüklük taslayanlarla birlikte cehennemdedirler. Kuyruk oluşları, her gelene paşam demiş olmaları onları kurtarmamıştır! Hiçbir görüşü, iradesi ve tercihi olmayan güdülen bir koyun sürüsü olmaları onların cezalarım-azaplarını hafifletmemiştir! Oysa yüce Allah onlara şeref, onur bahşetmiştir. İnsanlık onuru, bireysel sorumluluk onuru, seçebilme ve özgürlük onuru bağışlamıştır. Fakat onlar bu özelliklerin hepsini hiçe saymışlar. Onlardan vazgeçmişler. Büyüklerin zalimlerin, idarecilerin ve yönetenlerin peşlerine takılmışlardır.. 'Onlara hiçbir zaman "Hayır" dememişlerdir. Hatta "Hayır" demeyi düşünmemişlerdir bile. Onların kendilerine söyledikleri üzerine düşünmedikleri gibi onların kendilerini sürükledikleri sapıklığı da düşünmemişlerdir. Orada sözleri: "Biz dünyada size uymuştuk" olacak. Doğal olarak onların yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan yeteneklerinden vazgeçmeleri ve büyüklerine uymaları Allah katında kendilerini kurtaracak değildi. Onlar da cehennemliktirler. Önderleri dünya hayatında nasıl onları koyunlar gibi güdüyor idiyse şimdi de tıpkı onları koyun sürüsü güder gibi cehenneme sürüklemişlerdir. İşte şimdi bu insanlar büyüklerine soruyorlar: "Siz şu ateşten küçük bir parçayı bizden savabilir misiniz?" Nitekim dünya hayatı boyunca kendilerini doğru yola ilettikleri bozgunculuktan onları korudukları kötülükten, zararlı şeylerden ve düşmanların tuzaklarından onları kurtardıkları imajını vermeye özen gösteriyorlardı!
 
Büyüklük taslayanlara gelince bunlar güçsüzlerin bu isteklerinden dolayı canları sıkılıyor, göğüsleri daralıyor. Sıkıntı, üzüntü ve acı içinde, vaktiyle büyüklük tasladıktan sonra gerçeğe teslim olmuş halde onlara cevap verirler:
 
48- Büyüklük taslıyanlar: "Doğrusu hepimizde onun içindeyiz
. Allah kulları arasında şüphesiz hüküm vermiştir" derler.
 
"Hepimiz ateş içindeyiz".
Hepimiz güçsüz haldeyiz. Ne yardım eden ne de imdada koşan kimsemiz var. Hepimiz eşit halde bu sıkıntı ve ızdırap içindeyiz. Burada büyükler ile onların izinde giden güçsüzlerin aynı durumda olduğunu göre göre ne diye bize soruyorsunuz?
 
"Allah kullar arasında şüphesiz hüküm vermiştir." Hükmün
tekrar gözden geçirilmesine imkan yok. Herhangi bir değişikliğin ve düzeltmenin yapılmasına da imkan yok. İş bitmiştir artık. İnsanların hiçbiri yüce Allah'ın verdiği hükümde ufak bir hafifletme yapamaz.
 
Hem büyükler hem de güçsüzler Allah'tan başka bir sığınak ve kurtarıcı olmadığını anladıklarında her iki kesim de herkesi saran bir zillet içinde cehennem bekçilerine yöneliyorlar. Büyüklerle güçsüzleri aynı hizaya getiren bir niyaz içinde onlara sesleniyorlar:
 
49- Ateştekiler, cehennemin bekçilerine dediler ki: "Ne olur Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin."
 
Rabblerine dua etmeleri için cehennem bekçilerine yalvarıyorlar. Uğradıkları belanın şiddetini ortaya koyan dilektir bu. "Ne olur Rabbinize dua edin de hiç değilse bir gün, bizden azabı biraz hafifletsin". Bir gün olsun. Yalnız bir gün. Rahat nefes alacakları ve istirahat edecekleri tek bir gün. Demek ki, bir tek gün dahi duaya, yalvarmaya ve aracı kullanmaya değiyor.
 
Fakat cehennem bekçileri bu hazin, zavallı ve umutsuz yakarışlara gönül rahatlatan bir cevap vermiyorlar. Çünkü onlar ilkeleri biliyorlar. Allah'ın yasalarını ve zamanın çoktan geçtiğini biliyorlar. Bu nedenle onlar azarlamaları ve bu azaba düşüş nedenlerini hatırlatmaları ile azap içindekilerin ızdıraplarını daha da arttırıyorlar:

50- Bekçiler dediler ki: "Peygamberleriniz size açık kanıtlar getirmezler miydi?" "Evet getirirlerdi " dediler. Bekçiler: "Öyleyse yalvarıp durun. Nankörlerin yalvarması hep çıkmazdadır" dediler.
 
Bu soru ve ona karşı verilen cevap, bundan sonra her tür diyaloğu anlamsız kılacak yeterliktedir. Burada cehennem bekçileri onlardan ellerini çekmektedirler. Aşağılayıcı ve alaycı bir tutumla onları umutsuzluğun kucağına terk etmektedirler.
 
"Bekçiler: Öyleyse yalvarıp durun dediler."
 
Eğer dua etmek sizin durumunuzda bir değişiklik yapacaksa buyurun siz kendiniz dua edin.
 
Ayet-i kerime tamamlanmadan bu duanın durumu ortaya konuyor: "Nankörlerin yalvarması hep çıkmazdadır."
 
Ne yerine ulaşır, ne de amacına varır, ne de kabul edilir. Hem büyüklerin hem de onları izleyen güçsüzlerin ciddiye alınmamalarından ve aşağılanmalarından başka işe yaramaz.
 
İşte tam bu zor durumda bölümün hepsini kuşatan son yorum geliyor. Bu yorum, ilahi mesajı yalan sayıp büyüklük tasladıktan sonra başkalarına ibret olacak biçimde Allah'ın cezasına çarptırılan ve bu bölümden önce işaret edilen toplulukları da kapsamaktadır:
 
 
51- Elbette biz, peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.
 
52- D gün zalimlere, özür beyan etmeleri fayda vermez, lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
 
Bu kesin yorum ve hüküm, yukardaki zor duruma uygun düşmektedir. Artık insanlık bu örnekle hakkın ve batılın sonuna vakıf olmuştur. Hak ve batılın hem bu dünyadaki hem de ahiretteki akıbetlerini görmüştür. Firavun ve kabinesinin bu dünya hayatındaki sonunu görmüştür. Onların cehennemde birbiriyle boğuştuklarını da görmüştür. Onların ihmale ve zillete düştüklerini müşahede etmiştir. Kur'an'ın da belirttiği gibi her konuda durum bundan ibarettir.
 
Ahiret gününe iman eden herkes o gün yüce Allah'ın mü'minlere yardım edeceği ve onları bu sona ulaştıracağı konusunda tartışmaya girmez. Bu konuda tartışmayı gerektirecek bir durumla da karşılaşmaz. Dünya hayatındaki yardıma gelince bu konu açıklamayı ve aydınlatmayı gerektirebilir.
 
Hiç şüphesiz yüce Allah'ın sözü kesindir, tartışma götürmez. "Elbette biz peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."
 
Bir de şu gerçek vardır ki, insanlar bazı Peygamberlerin öldürüldüklerini, bazı Peygamberlerin de yalanlanarak, kovularak yurtlarını ve toplumlarını bırakarak göç ettiklerini gözleriyle görmektedirler. Yine insanlar, bazı müminlerin en acı işkencelere maruz kaldıklarını, bazılarının ateş çukurlarına atıldıklarını, bazılarının şehid edildiklerini bazılarının ise, baskı, sıkıntı ve ızdırap dolu bir hayat yaşadıklarını gözlemektedirler... Peki yüce Allah'ın dünya hayatında onlara yardım edeceğine ilişkin sözü nerede? İşte şeytan bu gedikten insanların kalplerine nüfuz etmekte ve orada yapacağını yapmaktadır.
 
Şu kadar var ki, insanlar işleri-olayları dış görünüşlerine göre değerlendirirler. Bunun yanında takdirde yer alan pek çok değerleri ve pek çok gerçeği hesaba katmazlar. Onlardan habersiz hareket ederler.
 
İnsanlar, kısa bir zaman dilimini, yerin sınırlı bir bölgesini esas alırlar. Bunlar ise insanların ortaya koydukları küçük, basit ölçülerdir. Kapsamlı ölçü ise böyle sınırlı değildir. Yer ve zamanın geniş penceresinden, geniş alanından olayları değerlendirir. Bir asırla diğer asrın arasına, bir yer ile diğer yer arasına birtakım sınırlar koymaz. Eğer inanç sistemine ve iman meselesine bu açıdan bakacak olsak onların kuşkusuz zafere kavuştuklarını görürüz. İnanç sisteminin zafere kavuşması o inançta olan insanların zaferidir. Zira bu inançta olan insanların bu inanç olmadan var olmaları mümkün değildir. Bu insanlardan imanın istediği şeylerin başında kendilerini onun uğrunda feda etmeleri, kendilerini yok edip onu ön plana çıkarmalarıdır!
 
İnsanlar, yardımın/zaferin anlamına da kendilerince belli olan alışageldikleri dar açılardan bakıyorlar. İlk etapta gözlerine çarpan manalarını arayarak onu yorumluyorlar. Ne var ki, zaferin şekilleri pek çoktur. Dar açıdan bakıldığında bu zaferin bazı şekilleri yenilgiyle de karıştırılabilir. Ateşe atıldığı halde inancından ve davasından vazgeçmeyen Hz. İbrahim zafer konumunda mıdır yoksa yenilgi konumunda mıdır? İnanç sisteminin mantığına göre o ateşe atılırken dahi zaferin zirvesindeydi. Ateşten kurtulması ise ikinci bir zaferdir. İşte zaferin bir şekli öyle, bir şekli ise böyledir. Dış görünüş açısından bunlar birbirinden uzak zafer şekilleridir. Gerçekte ise bunlar birbirine alabildiğine yakın zafer şekilleridir!
 
Bir açıdan korkunç, öbür açıdan dramatik bir biçimde şehid edilen Hz. Hüseyin (r.a.) in bu eylemi bir zafer miydi yoksa bir yenilgi miydi? Dış görünüş açısından ve basit küçük ölçülerle bakıldığında bu bir yenilgidir. Kuşatıcı büyük ölçülerle ve gerçeğin net bakış açısıyla ele alındığında ise bu bir zaferdir. İnsanların gönüllerinde sevgiden ve merhametten bir taht kuran, yeryüzünde Hz. Hüseyin kadar vicdanların sevgi ve merhametle üzerine titrediği, kalplerin onunla beraber çarptığı, insanların azimlerini ve fedakarlık duygularını kamçılayan başka bir şehid yoktur. Bu konuda şii müslümanlar ile şii olmayan müslümanlar arasında fark yoktur. Hatta müslüman olmayan çok kimseler de böyledir!
 
Nice şehitler var ki, şehitliğiyle inancına ve davasına yaptığı yardımı ve hizmeti bin sene yaşasa daha başka şekilde yapamazdı. Ömrünün sonunda kanıyla yazdığı son mesajı ile binlerce kalbe önemli büyük gerçekleri kazıyamaz ve binlerce insanı büyük eylemlere sürükleyemezdi. Çocuklarını ve torunlarını harekete geçirecek, belki de nesiller boyunca tarihin seyir çizgisini değiştirecek önemli bir dinamik olamazdı...
 
Zafer nedir? Yenilgi nedir? Biz bugün bizim ölçülerimizi oluşturan şekilleri ve değerleri yeniden gözden geçirmek durumundayız. Yüce Allah'ın Peygamberine ve müminlere dünya hayatında zafer vereceğine ilişkin sözünün nerede olduğunu sormadan önce yapmamız gereken budur.
 
Bunun yanında zaferin dış görünüş itibariyle ve ilk akla gelen şekliyle gerçekleştiği pek çok durumlarda vardır. Yeter ki, bu ilk akla gelen ve dış görünüşten ibaret olan bu zafer şekli kalıcı ve değişmeyen diğer şekliyle ilintilendirilsin.
 
Mesela Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) kendi hayatında zafere ulaşmıştır. Zira bu zafer, islamın getirdiği inanç sisteminin eksiksiz gerçekliğiyle yeryüzünde hakim kılınması ile ilgilidir. Zira bu inanç sistemi insan toplumunun hayatına egemen kılınmadığı ve onun hayatına bütünüyle hükmetmediği sürece hedefine ulaşmış olamaz. Bireyin kalbinden haşlayıp egemen olan bir devlete dönüşmedikçe tamamlanamaz. İşte bu nedenle yüce Allah bu inanç sisteminin sahibini hayatında muzaffer etmeyi dilemiştir ki, bu inanç sistemini eksiksiz şekliyle gerçekleştirsin. Ve bu gerçeği, tarihin belli bir döneminde yaşanmış bir realite olarak insanların zihinlerine yerleştirsin. Bundan ötürüdür ki burada zaferin ilk etapta akla gelen şekli uzak olan diğer şekliyle bitiştirilmiştir. Allah'ın takdiri ve düzenlemesine uygun olarak, burada dış görünüşteki zafer şekli gerçek şekliyle bütünleşmiştir.
 
Bu konuda dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. Yüce Allah'ın sözü Peygamberleri ve iman edenler için geçerlidir. Dolayısıyla bu sözün kendileri hakkında yürürlüğe konması istenen kalplerin içinde gerçek imanın yerleşmiş olması gerekmektedir. İnsanlar iman gerçeği konusunda çoğu zaman gevşek davranırlar. Halbuki iman gerçeği, bütün şekilleri ve biçimleriyle şirkten arındırılmadığı sürece kalbe gelip yerleşmez. Sonra şirkin bazı gizli şekilleri vardır ki insan yalnız Allah'a yönelmedikçe, yalnız O'na tevekkül etmedikçe, yüce Allah'ın kendisi lehinde ve aleyhindeki kazası ve kaderine gönül huzuru ile teslim olmadıkça, yalnız yüce Allah'ın kendisini yönlendirdiğini, Allah'ın seçtiğinden başka seçeneği olmadığını somut biçimde hissetmedikçe bunların hepsini gönül huzuru, tam bir güven, kabullenme ve iç rahatlığı ile karşılamadıkça insanın kalbi bu şirk çeşitlerinden arınmaz, kurtulmaz. İnsanın kalbi bu dereceye kavuştuğu zaman ise asla Allah'ın önüne geçmeye kalkışmaz. Zaferin veya iyiliğin belli bir şeklini vermesi için ona öneride bulunamaz. Bunların hepsi Allah'a ait işlerdir. O ise Allah'ın emrine bağlıdır. Kendisinin başına gelen her şeyin hayır, iyilik olduğunu kabul eder... İşte zaferin anlamlarından biri de budur. Kişinin kendi benliğine, egosuna, şehevi ihtiraslarına karşı muzaffer olması. Bu içe dönük bir zaferdir ve onsuz hiçbir şekliyle dışa dönük herhangi bir zafer gerçekleşmez.
 
"Elbette biz peygamberlerimize ve inananlara dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."
 
"O gün zalimlere, özür beyan etmeleri fayda vermez, lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır."
 
Daha önceki sahnede zalimlere mazeretlerinin nasıl fayda vermediğini ve onların nasıl lanete uğradıklarını kötü bir yere sürüldüklerini görmüştük. Hz. Musa'nın kıssasında görülen zaferin şekillerinden biri de şudur:
 
 
53- Andolsun! Biz Musa'ya hidayet verdik ve İsrailoğullarına o Kitab ı miras kıldık.
 
54- O, akıl sahipleri için bir öğüt ve doğruluk rehberidir.
 
Bu, cenabı Allah'ın vereceği zaferin numunelerinden sadece biridir. İnsana kitabı ve doğru yolu vermek. Kitaba ve doğru yola onu mirasçı yapmak. Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın kıssasında bir misal olarak sergilediği bu numune önümüze geniş bir saha açmaktadır. Burada hedefi gösteren zafer şekillerinden birini görüyoruz. ,
 
Bu sırada bu bölümün son dokunuşu yer almaktadır. Burada Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun) zorluklara ve sıkıntılara rağmen Mekke'de onunla birlikte iman edenlere, Hz. Muhammed'in (salat ve selam üzerine olsun) ümmetinden olup onlardan sonra geldikleri halde onların o zamanki şartlarıyla karşılaşan herkese yönelik bir direktiftir bu:
 
55- Ey Muhammed! Sabret, Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam-sabah överek tesbih et.
 
Bu son dokunuştur... Sabretmeye çağırmaktadır. Yalanlamaya karşı sabır. İşkencelere karşı sabır... Geçici bir zaman sürecinde batılın, haksızlığın çoğunluk ve kaba kuvvet ile borusunu öttürmesine karşı sabır... İnsanların birbirinden farklı olan karakterlerine, tabiatlarına, ahlaklarına ve hareketlerine karşı sabır. İnsanın kendi arzu ve sabırsızlıklarına, eğilimlerine, tereddütlerine, somut zafere ilişkin isteklerine ve aceleciliğine, beklentilerine ve umutlarına karşı sabır. Uzunolan yol boyunca düşman olan taraftan önce, dostların tarafından gelebilecek olan (eleştirilere, eziyetlere) kalleşliklere, dönekliklere karşı sabır!
 
"Sabret, Allah'ın verdiği söz
şüphesiz gerçektir."
Süre ne kadar uzasa da işler ne kadar karmaşıklaşsa da, şartlar ne kadar değişse de. Bu gerçekleştirmeye gücü yetenin sözüdür. Dilediği için söz verenin sözüdür.
 
Yolcusun! Yol azığını hazırla:
 
"Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini sabah-akşam överek tesbih et."

 
İşte yol azığın budur. Uzun ve zorlu olan sabır yolunda azık. Günahlarının bağışlanmasını dilemek. Rabbini övgü ile yad etmektir. Allah'ı takdis ile birlikte günahların bağışlanmasını dilemek bu dileği kabule yaklaştırır. Aslında bu insanın iç dünyasının terbiye edilmesi ve hazırlanmasıdır. Kalbin arınması ve temizlenmesidir. İşte kalpte gerçekleşen zaferin şekli budur. Bundan sonra hayatın pratiğinde gerçekleşen diğer zafer gelir.
 
Bu eylem için sabah ve akşamın seçilmesi ya zamanın tamamını kinaye yolu ile ifade etmektedir -zira bunlar zamanın iki uç tarafıdır- ya da bunlar kalplerin arındığı, Allah'ı anarak düşünme ve gezinmenin müsait olduğu zamanlardır.
 
İşte yüce Allah'ın zafere giden yolun hazırlığını tamamlama ve azığını almaya ilişkin seçtiği yol budur. Zaten her savaş için bir hazırlık yapılması ve azık alınması şarttır...
 
Surenin önümüzdeki bölümü önceki bölümle tam bir ilişki içindedir. Bu geçen son dersin bir devamı niteliğindedir. Yalanlama, eziyet etme, hakkı engelleme ve batılda diretmeye karşı sabretmesi için Hz. Peygamber'e yöneltilen direktifi tamamlamaktadır. Bu direktiften sonra hiç delile ve sağlıklı belgeye dayanmadan Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri söz söylemenin nedeni ortaya konuyor. Buna göre asıl neden sahibini hakka teslim olmaktan alıkoyan kibirdir. Halbuki onlar göğüslerini kabartan kibire göre çok zavallı ve çok cılızdırlar.
 
Bu nedenle yüce Allah'ın yarattığı bu evrenin büyüklüğüne, yerin ve göklerin büyüklüğü ile karşılaştırıldığında bütün insanların ne kadar küçüldüklerine dikkat çekilmektedir. Dersin devamında evrense1 (doğal) bazı ayetler sergilenmekte, bunların bazılarının insanlar onlardan küçük ve cılız oldukları halde Allah'ın bir lütfu olarak insanların hizmetlerine sunulduğuna dikkat çekilmekte, insanların bizzat kendi bünyelerinde yer alan Allah'ın lütuflarına işaret edilmektedir. Hem dış dünyadaki hem de iç dünyadaki gerçeklerin kendisine ortaklar koştukları yaratıcının birliğine tanıklık ettikleri belirtilmektedir. Bu arada Hz. Peygamber'e ilişkin Allah'ın birliğini açıklamaya ve onların Allah'ın dışında taptıkları düzmece ilahlardan yüz çevirmeye yönelik direktifi yer almaktadır. Bu bölüm çetin bir kıyamet sahnesiyle sona ermektedir. Müşrikler orada susturulmak ve aşağılanmak amacıyla Allah'a ortak koştuklarından sorguya çekilmektedirler. Bölüm önceki bölümün sonuçlandığı biçimde sonuçlanmaktadır. Burada da Hz. Peygamber sabretme direktifi alıyor. İster yüce Allah söz verdiklerinin bir kısmını ona gösterene kadar ömrünü uzatsın isterse Allah'ın bu sözü gerçekleşmeden vefat etsin fark etmez. Hüküm Allah'ındır. Ve onlar herhalde O'na döneceklerdir.
 
Bu insan denen yaratık çoğu zaman kendi kendisini unutur. Kendisinin küçük, zayıf bir varlık olduğunu, gücünü kendisinden değil, gücün birinci kaynağı olan Allah'a bağlılığından aldığını unutur. Bu kaynakla olan bağını koparır. Sonra başını alıp gider. Kabarır, şişer, görkemlileşir, yükselir, göğsünü kibir doldurur. Bu kibir yüzünden helak olan şeytandan alır bu büyüklük taslayışını. O şeytan ki, insanın başına musallat olmuş ve bu kibir yolu ile ona yanaşmıştır:
 
İşte bu insan Allah'ın ayetleri hakkında mücadeleye girişir ve büyüklenir. Halbuki bu ayetler fıtratın diliyle fıtrata hitap eden olgulardır. İnsan bir tartışmayı yaparken kalbi yatmadığı için irdelediğine, tam anlamı ile inanmadığı için mücadele ettiğine kendisini ve insanları inandırmaya özen gösterir. Halbuki yüce Allah kullarını bilmektedir. Onların en gizli şeylerine varıncaya kadar her şeylerine vakıf olan, işiten ve görendir. İşte o, bunun yalın kibir olduğunu belirtmektedir. İnkarcı insanın onun kalbini dolduran işte bu kibirdir. İnsanı tartışılması imkansız olan konularda daha da tartışmaya iten bu kibirdir. Büyüklük taslama ve olduğundan daha büyük görünmedir. Hak etmediği ve gerçekten layık olmadığı bir yere gelmeye çalışmadır. Onun kendisiyle tartışmasını sürdüreceği kesin bir delili yoktur. Ortaya koyacağı bir belgesi de yoktur. Bütün sermayesi bu yalın kibirdir.
 
 
56- Allah'ın ayetleri üzerinde kendilerine gelen bir delil olmadan tartışanların gönüllerinde, ulaşamayacakları bir büyüklenme vardır. Sen Allah'a sığın. O şüphesiz işitendir, görendir.
 
Eğer insan kendi gerçek kimliğini ve bu varlığın gerçeğini kavrasaydı... Görevini öğrenip onu mükemmel biçimde yerine getirip onun sınırlarını zorlamaya çalışmasaydı... Kendisinin varlığın yaratıcısının emriyle ve kendisinden başka kimsenin bilmediği takdirine uygun olarak yaratılan ve onun emrine bağlı olan sayısız varlıklardan sadece birisi olduğuna tam kanaat getirseydi... Görevinin de bu varlığın yapısı içindeki gerçekliğiyle orantılı olduğunu anlasaydı... Evet eğer insan bunların hepsini anlasaydı gönül huzuruna kavuşacak ve rahat edecekti. Sakinleşecek ve alçak gönüllü olacaktı. Hem kendi iç alemiyle hem de etrafını kuşatan evrenle barış içinde yaşayacaktı. Allah'a boyun eğecek teslim olacaktı.
 
"Sen Allah'a sığın. O şüphesiz işitendir, görendir."
 
Kibirlenmenin karşısına Allah'a sığınmanın konulması onun çok çirkin ve çok korkunç bir hareket olduğunu göstermektedir. Çünkü insan ancak kötülük ve eziyete sebep olması beklenen çirkin ve korkunç şeylerden Allah'a sığınır. Kibirde bunların hepsi de vardır. Kibir, sahibini yorduğu gibi etrafındaki insanları da yorar. Hem içine girdiği göğsü hem de diğer insanların göğsünü daraltır, rahatsız eder. Nereden bakılırsa bakılsın kibir, gerçekten kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir kötülüktür.
 
"O şüphesiz işitendir, görendir."
 
İşitir ve görür. Çirkin olan kibir de görülebilen hareketlerde işitilebilen sözlerde somutlaşan bir eylemdir. Bu nedenle insan, işini işiten ve gören Allah'a havale etmelidir. Allah onu istediği şekilde idare eder.
 
Sonra bu koca evrende insanın gerçek konumu ortaya konuyor. İnsanların gözleriyle gördükleri, sade bir görmekle dahi muhteşem büyüklüklerini kavradıkları, gerçekliğini öğrendikten sonra onları daha güzel biçimde ele aldıkları Allah'ın bazı yaratıkları ile karşılaştırıldığında insanın ne kadar cılız ve küçük kaldığı belirtiliyor:
 
57- Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
 
Gökler ve yeryüzü insanın gözleri önüne serilmiştir. İnsan onları görür, kendisini onlarla karşılaştırabilir. Ancak insan oranların ve boyutların gerçeğini, hacimlerin ve kuvvetlerin gerçeğini "öğrendiğinde" büyüklük taslamaktan vazgeçer, küçülür, güçsüzlüğünü, cılızlığını kavradığından eriyip bitecek hale gelir. Yüce Allah'ın kendisinin bünyesine yerleştirdiği ve bu nedenle onu onurlandırdığı o yüce özü düşündüğünde evet işte ancak bunu düşündüğünde bu korkunç ve koca evrenin büyüklüğü önünde yine de ayakta kalabilir.
 
Gökleri ve yeri yıldırım hızı ile gözden geçirmek dahi insanın bu gerçeğe ulaşması için yeterlidir.
 
Üzerinde yaşadığımız bu dünya, güneşin büyük uydularından biridir. Dünyanın kütlesi güneşin kütlesinin milyonda üçü kadardır. Hacmi ise güneşin hacminin milyonda birinden azdır.
 
Güneş ise bize yakın olan ve içinde yer aldığımız saman yolunda yer alan yüz milyon güneşten sadece birisidir. Bugüne kadar insanlık bu saman yollarından yüz milyon tanesini keşfetmiştir. Bunların hepsi korkunç genişlikteki uzaya serpiştirilmişlerdir. Ama yine de orada kaybolur gibi olmuşlardır!
 
İnsanların keşfettikleri basit ve küçücük bir alanı kapsamaktadır. Evrenin bütünü içinde bunların sözünü etmeye bile değmez. İnsanların bu keşfettikleri bütüne oranla o kadar küçük olmasına rağmen sırf düşünülmesi dahi insanın başını döndürecek genişlikte ve korkunçluktadır. Bizimle güneş arasındaki uzaklık doksan üç milyon mil kadardır. Yani o, bizim küçük dünya gezegenimizin aile reisidir. Hatta o -tercih edilen görüşe göre- bu küçük dünyanın anasıdır. Bizim dünyamız anasının kucağından bu uzaklıktan daha uzağa gitmemiştir: Doksanüç milyon mil.
 
Güneşin bağlı olduğu (Galaksiye) saman yoluna gelince, onun çevresi yüz milyon yıl kadardır... Işık yılı... Işık yılı ise, altıyüz milyar mili ifade eder! Zira ışığın saniyedeki hızı yüzseksen altı bin mildir!
 
Bizim saman yolumuza en yakın Galaksi ise, bizden yediyüzelli bin ışık yılı kadar uzaklıktadır.
 
Bir daha hatırlatıyoruz ki, bu uzaklıklar, bu boyutlar ve bu hacimler basit olan insan biliminin şu ana kadar keşfettikleridir. İnsanların bu bilimi itiraf ediyor ki, bu keşfettikleri şu uçsuz bucaksız evrenin ancak küçük bir parçasıdır.
 
"Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir
şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler."
 
Allah'ın kudretine oranla daha büyük, daha küçük, daha zor daha kolay diye bir şey yoktur. O her şeyi tek kelime ile yaratandır. Ancak bunlar eşyanın yapısındaki gerçeklerdir. İnsanlar onları böyle tanırlar ve öyle değerlendirirler. Bu ölçülere göre insan nerede, dehşet verici evren nerede? Onun büyüklüğü nerde koca evrenin büyüklüğü nerde?
 
 
58- Körle gören bir olmaz. İnanan ve iyi işler yapanlarla, kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz.
 
Gözü gören adam görür ve öğrenir. Kadrini, değerini bilir, olduğundan büyük görünmez. Kabarmaz, büyüklük taslamaz. Çünkü gerçeğe bakar ve görür. Kör olan ise görmez. Konumunu da bilmez. Çevresindeki varlıklarla oranını da anlamaz. Kendisini de, çevresindeki varlıkları da yanlış değerlendirir. Yanlış değerlendirmeden dolayı şurada burada boşuna uğraşıp durur... Aynı şekilde iman edip iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir değildir. Birinci kesim gözlerini açmış görmüş ve tanımıştır. Bunlar güzel biçimde değerlendireceklerdir. Diğeri ise kör olmuş, cahil kalmıştır. O ise yanlış değerlendirecektir. Her şeyi yanlış değerlendirecek... Kendisi ise kötülük edecek. İnsanlara da kötülük edecek... Her şeyden önce kendi değerini ve çevresindekilerin değerini anlamada yanılgıya düşecektir. Kendisini, çevresindekilerle karşılaştırırken hataya düşecektir. Çünkü o kördür. Zaten asıl kör olma, kalplerin kör olmasıdır!
 
"Ne kadar az düşünüyorsunuz."
 
Eğer düşünseydik gerçeği anlardık. Çünkü mesele gözlerimizin önünde ve açıktır. Hatırlatma ve hatırlamadan öte bir şeye gerek yoktur.
 
Sonra eğer biz ahireti hatırlasaydık, geleceğine tam güvenseydik, oradaki durumumuzu düşünseydik ve oradaki sahneyi gözlerimizin önüne getirseydik gerçeği kavrardık.
 
59- Kıyamet saati mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.
 
İşte bunun için tartışır ve büyüklenirler. Gerçeğe boyun eğmezler, gerçek konumlarını belirleyemezler, hadlerini aşarlar.
 
İbadet ederek Allah'a yönelmek, O'na elini açıp niyazda bulunmak insanı kibirle kabaran, hiçbir delile ve kesin belgeye dayanmadan
 
Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri konuşmaya iten bu hastalıktan kurtarır. Yüce Allah O'na yönelelim ve niyazda bulunalım diye bize kapılarını açmakta, kendisine dua ederek yalvaranın duasını kabul etmeyi prensip edindiğini bize açıklamaktadır. Ona ibadet etmekten burun kıvıranları kendilerini bekleyen zillete ve cehenneme atılmaya karşı uyarmaktadır.
 
 
60- Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.
 
Duanın da kendisine özgü bir kuralı vardır. Bunlara uyulması gerekir. Bir kere insan samimi bir yürekle Allah'a yönelmelidir. Duasına karşılık verileceğine tam güvenmelidir. Fakat bu karşılığın herhangi bir şeklini öngörmemelidir. Herhangi bir yer veya zaman tayin etmemelidir. Zira bu türden bir ön şart ileri sürmek dileğin adabına uygun düşmez. İnsan, dua için Allah'a yönelmenin dahi Allah'tan bir yardım olduğuna ve duasına karşılık verilmesinin ise ayrı bir lütuf olduğuna inanmalıdır. Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) şöyle diyordu:
 
"Ben duanın kabul edilmesi arzusunu değil, sadece duanın arzusunu taşırım yüreğimde. Çünkü bana gerçekten güzel bir dua nasib olduğunda peşinden kabul edilişinin de geleceğinden eminim."
Bu söz gerçekten Allah'ı tanıyan irfan sahibi bir kalbin sözüdür. Bu kalb, yüce Allah'ın kabul etmeyi takdir ettiğinde onunla birlikte dua etmeyi de takdir ettiğini anlamaktadır. Allah denk düşürdüğünde dua ile kabul edilişinin birbirine uygun, birbiriyle uyumlu hale geleceğini kavramaktadır.
 
Allah'a yönelmeyi onurlarına yedirmeyenlerin gerçek cezası aşağılanmış, horlanmış bïr biçimde cehenneme sürülmeleridir. İşte bu küçücük dünyada ve bu basit hayatta kalpleri ve göğüsleri kabartan, Allah'ın muazzam yaratıklarını buna ilave olarak yüce Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü ve geleceğinde hiçbir kuşku bulunmayan ahireti unutturan kibrin, üstünlük taslamanın sonu budur. Bu hareket, bir süre kabardıktan ve büyüklük tasladıktan sonra insanın ahirette uğrayacağı zillet durumunu da ona unutturmaktadır.
 
Allah'a tapmayı onurlarına yedirmeyenlerden söz edildikten sonra yüce Allah'ın insanlara verdiği bazı nimetleri göz önüne sermeye başlıyor. Allah'ın ululuğunu, yüceliğini gösteren ve onların bunlara karşı Allah'a şükretmedikleri nimetlerden söz ediyor. Onlar bu nimetlere rağmen Allah'a tapmaktan ve O'na yönelmekten burun kıvırmaktadırlar.
 
Gece ve gündüz kainatın önemli iki olayıdır. Yer ve gök de evrenin içinde iki varlıktır. Bunlar yüce Allah'ın insana güzel bir şekil vermesi, onları tertemiz rızıklarla beslemesi ile birlikte anlatılıyor. Bunların hepsi yüce Allah'ın insanlara verdiği nimetler ve lütuflar sadedinde, Allah'ın birliği ve dini yalnız O'na has kılma konusunda gündeme getirilmektedir. Bu da, söz konusu olayların, yaratıkların ve olguların arasında bir bağ bulunduğunu, onların sağlam bir biçimde birbirlerine bağlı olduklarını, bunların hepsini geniş çerçeveleriyle düşünmenin, bunlar arasındaki bağı ve uyumu göz önünde bulundurmanın zorunlu olduğunu göstermektedir.
 
Bu yeryüzünde hayatın varlığına, gelişmesine ve ilerlemesine zemin hazırlayan, bildiğimiz şekildeki insan hayatının varlığına izin veren, bu insan dediğimiz varlığının ve fıtratının ihtiyaçlarına uygun şartlar oluşturan temel faktör, bu evrenin yapısının Allah'ın kendisi için belirlediği anayasaya uygun hareket etmesidir. Geceyi insan için yerleşme, rahat etme ve toplanma, gündüzü ise aydınlık, görmesi ve hareket etmesi için yardımcı kılan, yeryüzünü hayat ve hareket için güzel bir yerleşim alanı göğü ise, dağılmayan, yıkılmayan oranları ve boyutları birbirine karışmayan birbirine kenetlenmiş bir bina yapan da kainatın bağlı olduğu bu anayasadır. Eğer göğün yapısını oluşturan oranlar ve boyutlar karışacak olsa, bu yeryüzünde insanın varlığı hatta hayatın varlığı dahi imkansız hale gelirdi. Tertemiz rızıkların yerden çıkmasını ve gökten inmesine müsaade edip yüce Allah'ın şekil verdiği ve ona en güzel şekli verdiği, ona bu evrenin yapısıyla uyum sağlayan özellikler ve yetenekler bahşettiği böylece bu koca varlığa bağlı olarak ve içinde bulunduğu şartlara uyum sağlayarak yaşamasını garanti ettiği insanın bu nimetlerden yararlanmasını temin eden de yine bu anayasadır.
 
Görüldüğü gibi bu olayların hepsi birbirine bağlı ve birbiriyle uyum içindedir. Bu nedenle Kur'an onların hepsini bu karşılıklı uyum içinde bir yerde anlatmaktadır ve onların hepsinden yaratıcının birliğine ilişkin kesin delilini çıkarmaktadır. Bunların ışığı altında insanın kalbini yalnız Allah'a çağırmaya, samimi bir şekilde onun dinine sarılmaya doğru yöneltmektedir. "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun" diye haykırmaktadır. Bütün bu varlıkları eşsiz bir uyumla yoktan var eden ve onlara şekil verenin ancak ilah olmaya layık olduğunu bunun da Allah olduğunu, alemlerin Rabbi olduğunu belirtmektedir. Böyleyken insanlar nasıl olur da bu apaçık gerçekten yüz çevirirler?
 
Burada bu evrenin özündeki bağlılıkların bazı yönlerine ve insanın hayatı ile ilişkilerine kısaca bir göz atmak istiyoruz. Allah'ın kitabında yer alan bu özlü işarete paralel düşen kısa işaretlerde bulunacağız.
 
"Eğer dünya, güneş karşısında kendi ekseni etrafında dönmeseydi gece ve gündüz meydana gelmezdi."
 
"Eğer dün a kendi ekseni etrafında şu anki hızından daha hızlı dönseydi evler havaya savrulur, yeryüzü darmadağın hale gelir uzaya saçılırdı."
 
"Eğer dünya kendi ekseni etrafında şimdikinden daha yavaş dönseydi insanlar sıcaktan ve soğuktan kırılırlardı. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönme hızı yani şu anda sürekli olarak devam eden hızı yeryüzünde yaşayan bitkilerin ve canlıların hayatı için kelimenin tam anlamı ile en uygun olan hızdır. "Eğer dünya kendi ekseni etrafında dönmeseydi denizlerin ve okyanusların suyu boşalırdı:'
 
"Eğer dünyanın ekseni dik ve dünya merkezi güneş olan daire biçiminde bir yörüngede dönseydi ne olurdu? O zaman mevsimler kaybolur, insanlar yaz nedir, kış nedir, ilkbahar nedir, sonbahar nedir bilmezlerdi.
 
"Eğer yeryüzünün kabuğu şimdikinden birkaç karış daha kalın olsaydı karbonun ikinci oksidi oksijeni emer ve bitkilerin hayatının varlığı imkansızlaşırdı. "Eğer hava tabakası bugün olduğundan daha yüksekte bulunsaydı hava dışında yanmakta olan ve saniyede altı mil ile kırk mil arasında değişen bir hızla seyretmekte olan milyonlarca alevlerin bazıları yerkürenin bütün parçalarına çarpar ve yanabilecek olan her şeyi yakabilirdi. Eğer bu meteorlar tabancanın kurşunu hızıyla seyretmiş olsalardı hepsi yere çakılırdı. O zamanda sonuç korkunç olurdu. İnsana gelince, onun kurşun hızının doksan katı hızla gelmekte olan küçük bir göktaşı ile çarpışması, doğal olarak onu sırf hızının sıcaklığıyla paranı parça ederdi."
 
"Eğer havadaki oksijenin oranı yüzde 21 yerine yüzde 50 olsaydı dünyadaki yanabilecek her şey hemen alevlenebilirdi. Yıldırımdan saçan bir kıvılcımın bir ağaca isabet etmesiyle bütün bir orman adeta patlayarak alevlenecekti. Havadaki oksijenin oranı yüzde 10'a ve daha da aşağıya düşseydi belki hayat asırlar boyunca kendisini ona ayarlayabilirdi ama o zaman da insanın alışageldiği ateş gibi medeniyet kaynaklarından (etkenlerinden) çok azını elde edebilirdi.
 
Bu evrenin öz yapısında birbirine denk getirilmiş binlerce sistem vardır. Bunlardan herhangi biri az bir şey dengesini kaybetse hayat bildiğimiz şu şekliyle varlığını sürdüremez ve ortam insan hayatı için bu kadar uygun olmaz
 
İnsanın kendisine gelince, onun güzel yaratılışının bir yönü onun bütün canlılar arasında bu kadar eşsiz bir şekilde yaratılması, bütün görevlerini rahatlıkla ve dikkatli bir biçimde yerine getirmesi için gereken cihazlar ve organlarla mükemmel biçimde donatılması, kendi yapısı ile genel olan evrensel şartları arasında, bu evrensel ortamda olduğu gibi varlığını ve hareket etmesini sağlayan imkanların oluşturulması evet işte bunların hepsi onun güzel yaratılışının belgeleridir. Bunun da ötesinde insanın en büyük özelliği yeryüzünde halife olmasıdır. Halifeliğin başta gelen araçlarıyla donatılmış olmasıdır: Bunlar akıldır, şekillerin ve sebeplerin ötesiyle ruhani bağlar kurabilmektir.
 
Eğer biz insanın yapısındaki inceliğini parçalarının ve görevlerinin ahengini araştırma konusu yapsak ve bunların hepsini: "Size şekil verip de, şeklinizi güzel yapan" ayetinin kapsamında değerlendirsek, bu hayret verici ince yapıda yer aldığı için insanın her bir küçük organının ve hatta her hücresinin üzerinde durmak zorunda kalacaktık.
 
Bu hayret verici inceliğe bir örnek olarak insanın çenesini ve oraya yerleştirilen dişleri sırf mekanik yönden ele alıyoruz. Çene o kadar ince hesaplarla yapılmıştır ki diş etlerinde veya dilde milimetrenin onda biri kadar bir çıkıklık olma bu diş etlerini ve dili rahatsız eder. Normal dişlerde ve azı dişlerinde de bu büyüklükteki bir çıkıklık, karşısındaki dişe çarpar ve onu tahriş eder! Alt çene ile üst çene arasına sigara kağıdı gibi bir kağıt konulup çeneler kapandığında bu kağıt üzerinde kapanmanın izleri görülür. Çünkü bu iki çene öyle bir incelikte yapılmıştır ki, sigara kağıdı inceliğindeki bir şeyi dahi çiğneyebilir ve öğütebilir!
 
Ayrıca bu insan söz konusu olan bu yapısı ile bu evrende yaşasın diye donatılmıştır. İnsanın gözü, bu yeryüzünde görme vazifesini sağlayacak ışın dalgalarını alabilecek biçimde ayarlanmıştır. İnsanın kulağı, bu yeryüzünde işitme görevini sağlayacak ses dalgalarını alabilecek şekilde ayarlanmıştır. Bütün duyguları ve bütün iç organları hayatı için hazırlanan ortama uygun yaratılmıştır. Şartların değişmesi halinde, sınırlı da olsa, ona göre vaziyet alabilecek güçlerle donatılmıştır.
 
Şüphesiz ki insan bu ortam için yaratılmıştır. Bu ortamda yaşasın. Bu ortamda etkilensin. Bu ortamı etkilesin diye yaratılmıştır. Öz itibariyle bu ortamın yapısı ile insanın yapısı arasında köklü bağlar da vardır. İnsanın bu şekilde tasvir edilmesi onun ortamı ile yani yer ve gökle yakından ilgilidir. Onun içindir ki Kur'an insanın bu tasvirini yer ve göğü anlattığı ayetin devamında söz konusu etmektedir. Bu da Kur'an-ı Kerim'in eşsiz anlatım sanatının (i'cazının) bir parçasıdır.
 
Allah'ın sanatına ve bu sanatın gereği olarak evrenle insan arasında sağladığı uyuma ilişkin özlü olarak sergilediğimiz bu işaretler yeterlidir.
 
Simdi Kur'an'ın ayetleri önünde kısa kısa durmaya geçiyoruz:
 
 
61 - Allah O'dur ki, geceyi içinde istirahat etmeniz için (serin ve karanlık) gündüzü de işinizi görmeniz için aydınlık yaptı.
 
Şüphesiz Allah, insanlara lütufkârdır fakat insanların çoğu şükretmezler.
 
Geceleyin sükunet her canlı için zorunludur. Her canlının ertesi gün tekrar hayata hareketli başlaması için canlı olan hücrelerinin içinde rahata kavuşacağı karanlık bir zaman diliminin olması şarttır. Bu sükunetin elde edilmesi için sırf uyku yeterli değildir. Gecenin olması da lazımdır. Karanlıklar gerekmektedir. Sürekli olarak ışıkta kalan hücreler sükunetin zorunlu olan payını alamadıkları için aşırı derecede yorulur ve dokuları bozulur.
 
"Gündüzü işinizi görmeniz için aydınlık yaptı."
 
Bu şekildeki bir ifade, tasvir edici ve somutlaştırıcı bir ifade biçimidir. Sanki gündüz bakabilen ve görebilen bir canlıdır. Aslında gündüzleri görebilenler insanlardır ama gündüzün genel niteliği aydınlık ve görünme olduğu için böyle ifade edilmiştir.
 
Gece ile gündüzün böyle yer değişmesi nimet içinde nimettir. Eğer bunlardan biri sürekli olsaydı hatta bunlardan biri şimdi olduğundan bir kaç kat uzun olsaydı, hayat yok olurdu. Bunun için Kur'an-ı Kerim'in gece ile gündüzün ardarda gelişini insanların çoğunun şükretmediği bir nimet olarak ortaya koymasında garip bir şey yoktur.
 
Bu iki evrensel (doğal) olaydan sonra Kur'an-ı Kerim bu iki olayı yaratanın ancak ilah olabileceğini ve bu ulu ismi hak edebileceğini belirtmektedir:

62- İşte her şeyin yaratıcısı Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Nasıl da aldatılıp döndürülüyorsunuz?
 
İnsanların yüce Allah'ın elini her şeyde görüp, eşyanın varlığına bakarak aklın kesin ölçüleriyle O'nun her şeyin yaratıcısı olduğunu öğrenip, hiç kimsenin bunları yarattığını iddia edemeyeceğini, hiçbir yaratıcı olmadan onların var olduklarını söylemenin de tutarlı olamayacağını kavradıktan sonra... Evet bunların hepsini anladıktan sonra Allah'ı tanımamaları ve O'na iman etmemeleri gerçekten ilginçtir. Gerçekten hayret edilecek bir olaydır."Nasıl da aldatılıp döndürülüyorsunuz?"
 
Fakat ne yazık ki, birtakım insanlar bu apaçık gerçekten böylece yüz çevirmişlerdir. Tıpkı Kur'an'la ilk defa muhatap olan insanların yaptıkları gibi. Bu tutum her zaman da böyledir. Sebepsiz, delilsiz, belgesiz bir tavırdır bu:
 
63- Allah'ın ayetlerini bile bile inkar edenler böylece döndürülüyorlardı.
 
Şimdi ayetlerin seyri gece ve gündüz ayetlerinden yeryüzünün kendi özüne geçmekte onun bir yerleşim alanı olduğunu, göğe değinmekte ve onun da bir bina olarak kurulduğunu dile getirmektedir:
 
64- Sizin için yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de, şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
 
Yeryüzü daha önce öz olarak bazılarına değindiğimiz pek çok uygun şartlardan dolayı insanın hayatı için en uygun yerdir. Gök ise, oranlamaları, uzaklıkları, hareketleri ve dönmeleri değişmeyen bir yapıdır. Bu nedenle insan hayatı için istikrarı ve devamlılığı garanti etmektedir. Nitekim insan bu koca varlığın içinde hesabı kitabı yapılmış ve bu evrenin yapısında değeri biçilmiş bir varlıktır.
 
Göğün ve yerin inşası, daha önce bazı önemli sırlarına işaret ettiğimiz biçimde, insanın yaradılışına ve temiz rızıklarla beslenmesine bağlanmaktadır. "Size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi temiz şeylerle rızıklandıran Allah'tır."
 
Bu mucizelerden ve bağışlardan sonra, öncekilere olduğu gibi, şu ifade yer almaktadır:
 
"İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün alemleri yaratan Allah ne yücedir!"
Yaratan, takdir eden, idare eden, sizi gözeten ve mülkünde size bir yer belirleyen bu Allah işte o sizin Rabbinizdir. "Allah, ne yücedir". Bereketi ne büyük ne çoktur! "Alemlerin Rabbidir!" Tüm alemlerin Rabbi.
 
65
- O diridir. O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız O'na has kılarak O'na yalvarın. Övgü, alemlerin rabbi Allah içindir.
 
Evet, diri olan yalnız O'dur. Sonra elde edilmeyen, yaratılmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, geçici ve perdeli olmayan değişme ve başkalaşım göstermeyen hayatın sahibi O'dur. Hayat kendisindendir. Hiçbir varlığın bu özelliklere sahip hayatı yoktur. O'nu eksik sıfatlardan tenzih ederiz. Yegane hayat sahibi O'dur.
 
İlahlıkta tek olan da O'dur. Zira yegane hayat sahibi yalnız O'dur. Öyleyse tek diri O'dur: Allah.
 
Bu mucizeler, bağışlar ve onları izleyen yorumlar önünde ve birlik gerçeği, ilahlık gerçeği ve Rabblik gerçeği ile insanın iç dünyasının dolduğu anların en hararetlisinde Hz. Peygamber'e direktif veriliyor. Hemşehrilerinin Allah dışında çağırdıklarına tapmasının yasaklandığını, alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla emrolunduğunu insanlara açıklamasını isteyen bir direktiftir bu.
 
 
66- Ey Muhammed! De ki: "Sizin, Allah'ı bırakıp da kulluk ettiklerinize kulluk etmek bana yasak kılınmıştır. Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir. Ben, alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum."
 
Allah'ın ayetlerinden yüz çevirip, O'nun bağışlarını inkar edenlere söyle ki: Senin onların Allah dışında çağırdıklarına tapman yasaklanmıştır. Onlara de ki: Bu iş bana yasak oldu. Ve ben de onu bitirdim. "Zira bana Rabbimden belgeler gelmiştir." Yani elimde belge var. Ve ben buna inanmışım. Bu belgenin hakkıdır ki, ben ona kanaat getireyim, onu tasdik edeyim sonra gerçek olan sözü açıklıyayım. Allah'tan başkasına kulluğu sona erdirmek -ki bu red etmektir- ve Alemlerin Rabbine teslim olmakla -ki bu da kabul etmektir- yani bu iki yönü ile ancak inanç sistemi tamamlanmış olur.
 
Dış dünyadaki ayetleri böylece gözden geçirdikten sonra şimdi de yüce Allah'ın insanın iç dünyasına yerleştirdiği ayetlerinden birini sergilemektedir. Bu da insan hayatı ve onun geçirdiği evrelerle ilgili olan mucizedir. Bu hayat bir giriş yapılarak, Allah'ın önünde hayat gerçeğinin tümünün nasıl olduğunu açıklamaktadır:
 
67- Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından yaratan; sonra erginlik çağına ulaşmanız, sonra da yaşlanmanız için sizi yaşatan O'dur. Kiminiz daha önce öldürülür, kiminiz de belirlenmiş süreye ulaşırsınız. Belki artık düşünürsünüz.
 
İnsanın yaratılışı konusunda insan biliminin ulaşmadığı konular vardır. Zira bu konuların bazıları insanın varlığından önce vardı. Bunun yanında insanın yaratılışı konusunda insanın gördüğü ve gözlemlediği konular da vardır. Ancak insanlar bu konularda Kur'an'ın indirilişinden asırlar sonra yeni yeni bilgi sahibi olmaktadırlar.
 
İnsanın topraktan yaratılışı, insanın varlığından önce söz konusu olan bir gerçektir. Toprak bu yeryüzünde bütün hayatın temelidir. İnsanın hayatı da topraktandır. Bu harika olayın, dünya tarihinde ve hayat tarihinde çok önemli olan bu gelişmenin nasıl meydana geldiğini Allah'tan başkası bilemez. Bundan sonra insanların çiftleşme yoluyla çoğalmalarına gelince bu da erkeklik hücresi olan nutfenin (spermanın) yumurtacıkla buluşması, birleşmesi ve ikisinin rahimde embriyo şeklinde yerleşmeleri gerçekleşmektedir. Ceninlik aşamasının sonunda çocuk, ilk hücrenin yapısında çok büyük değişimler ve gelişimler gösterdikten sonra dünyaya gelir. Eğer ceninin ana rahminde geçirdiği bu aşamaları güzel bir biçimde incelersek bu aşamaların çocuğun doğumundan ölümüne kadar geçirdiği ve ayeti kerimelerin çocukluk, yaklaşık olarak otuz yaşlarına rastlayan olgunluk ve ihtiyarlık gibi bazı önemli aşamaları üzerinde durduğu merhalelerden daha karmaşık ve daha büyük olduklarını görürüz. Bunlar, zayıflığın iki tarafı arasında kuvvetliliğin en zirvede olduğunu somutlaştıran aşamalardır. "Kiminiz daha önce öldürülür." Bu aşamaların hepsine veya bir kısmına yetişmeden... "Kiminiz de belirlenmiş süreye ulaşırsınız." Belirlenmiş, bilinen bir süredir bu. Bir an dahi ne ondan ileri gidebilir ne de geri kalabilirsiniz. "Belki artık düşünürsünüz." Embriyonun ve yeni doğan çocuğun yolculuğunu izlemede, bu her iki yolculuğun gösterdiği güzel yaratmayı ve güzel oranlamayı-dengelemeyi düşünmekte aklın rolü gerçekten çok büyüktür.
 
Embriyonun geçirdiği değişim süreci gerçekten ilginç ve düşündürücüdür. Biz bu değişimin çoğu aşamalarını tıbbın, özellikle cenin biliminin gelişmesinden sonra öğrendik. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bundan yaklaşık ondört asır önce bu kadar incelikle ceninden (embriyodan) bahsetmesi hayli dikkat çekmektedir. Akli başında olan bir insanın bu olgu karşısında durup düşünmeden adam akıllı bir değerlendirme yapmadan geçip gitmesi imkansızdır.
 
Ceninin ve çocuğun geçirdiği gelişim süreci hangi toplum içinde yaşarsa yaşasın ve akli olgunluğun hangi aşamasında bulunursa bulunsun beşeri duygu üzerinde etkili olmakta ve insanın kalbine dokunmaktadır. Her kuşak kendi bilgisi oranınca ve şartlarına göre bu dokunuşun etkisini yüreğinde hissetmektedir. Kur'an bu dokunuşla insanlığın bütün nesillerine hitap etmektedir... Onlar da bu dokunuşu hissetmektedirler... İster ona olumlu karşılık versinler ister olumsuz!
 
Bunun hemen ardından diriltme ve öldürme gerçeğine, yaratma ve yoktan var etme gerçeğine bir arada yer verilmektedir.
 
 
68- Yaşatan ve öldüren O'dur. Bir işin olmasını istedi mi, ona sadece "ol" der o da olur.
 
Kur'an-ı Kerim'de hayat ve ölüm mucizelerine çokça işaret edilir. Zira bu iki gerçek insanın kalbini sert bir biçimde ve derinden sarsar. Ayrıca bunlar insanın hissedip gördüğü her şeyde apaçık olarak tekrar tekrar gördüğü olaylardır, realitelerdir. Diriltmenin ve öldürmenin ilk bakışta göze çarpanın ötesinde büyük anlamları vardır. Hayatın çeşitleri vardır. Ölümün de çeşitleri. Hayatın hiçbiri izi bulunmayan kupkuru bir toprağı gördükten sonra onun hayat dolu olgunluğunu görmek... Bir mevsimde yaprakları ve dalları ile kupkuru olan bir ağacı görüp sonra da onun her tarafından hayatın kaynadığını, yeşerdiğini, yapraklandığını ve çiçek açtığını... Sanki her tarafından hayatın coşup taştığını görmek... Yumurtayı sonra da ondan çıkan yavruyu görmek... Bir de bu sürecin tersini izlemek. Ölümden hayata doğru giden süreç gibi bir de hayattan ölüme doğru giden süreci seyretmek. Evet bu olayların hepsi insanın kalbine dokunmakta ve onu harekete geçirmektedir. İnsanlar durumlarına ve iç alemlerinin hallerine göre farklılık gösteren derecelerde bu olaylar üzerinde düşünür ve onlardan etkilenirler.
 
Hayat ve ölüm gerçeklerinden yaratma gerçeği ve yoktan var etme aracına geçilmektedir. Bu da Allah'ın dilemesidir. Yaratmaya yönelişinde somutlaşan iradesi. Herhangi bir şeyin yaratılması "ol" kelimesine bağlı. Onun ardından bir de bakmışsın ki, varlık "oluvermiş". En güzel yaratıcı olan Allah'ın şanı ne yücedir!
 
İnsan hayatının yaratılması önünde, hayat ve ölüm sahnelerinin, yaratma ve yoktan var etme gerçeğinin gölgesi altında Allah'ın ayetleri hakkında ileri geri söz etmek çok abes ve çirkin kaçmaktadır. Peygamberleri yalanlamak hayret ve nefret verici bir hareket olarak ortaya çıkmaktadır. Onun için bu eyleme, ürpertici bir kıyamet sahnesi biçiminde sunulan korkunç bir tehdit ile karşılık veriliyor:
 
69- "Allah'ın ayetleri hakkında tartışanların nası1 Hak'tan çevrildiklerini görmedin mi?"
 
70- "O, Kitab'ı duyurulması için elçilerimize gönderdiğimiz şeyleri yalanlayanlar, yakında bileceklerdir."
 
Bu, Allah'ın ayetlerinin sergilendiği bir ortamda O'nun ayetlerini kabul etmemek için tartışmaya girenlerin tutumlarına hayret etmenin ifadesidir. Bu hayret, ahirette onları bekleyen akıbetin açıklanması için bir giriş niteliğindedir.
 
"Allah'ın ayetleri hakkında tartışanların nasıl Hak'tan çevrildiklerini görmedin mi?"
 
"O, kitabı duyurulması için elçilerimize gönderdiğimiz şeyi yalanlayanlar..."

 
Aslında onlar bir tek kitabı, bir tek Peygamberi yalanlamışlardı. Fakat onlar bununla, bütün Peygamberlerin getirdiği her şeyi yalanlamış oluyorlardı. Zira tüm Peygamberler bir tek inanç sistemine çağırmışlardır. Bu da son Peygamber olan Hz. Muhammed'in (salât ve selam üzerine olsun) mesajında en mükemmel şeklini bulmuştur. Bu nedenle onlar, her Peygamberi ve her ilahi mesajı yalanlamış oldular. Tek olan gerçeğe ve tevhid akidesine çağıran Peygamberini yalanlayan önceki ve şimdiki herkes de aynı durumdadır. "Yakında bileceklerdir."
 
Sonra onların ileride neyi öğreneceklerini açıklıyor: Bu, sırf azap değil, azabın içinde aşağılanma ve horlanmadır.
 
71- Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürükleneceklerdir.
 
Davarların ve yırtıcı hayvanların sürüldükleri gibi sürülerek horlanacaklardır! Onlara neden saygı gösterilsin ki artık? Kendi elleriyle onurlarının, şereflerinin damgasını söküp atanlar onlar değil mi?
 
Bu azap ve bu aşağılama içinde sürülüp-çekildikten sonra gelip kaynar suya ve ateşe dayanıyorlar:
 
72- Kaynar suda sonra da ateşte yakılacaklardır.
 
Yani onlar köpekler gibi bağlanacak ve hapsedileceklerdir. Onlar için belirlenmiş olan yer kaynar su ve alevlenmiş ateşle doldurulacaktır. Onlar da varıp oraya gireceklerdir.
 
Onlar bu aşağılayıcı azabın içindeyken kendilerine bir de azarlama, aşağılama, sıkıştırma ve çaresiz bırakma amacı ile sorular yöneltiliyor:
 
73- Sonra onlara denilecektir Ortak koştuklarınız nerede? Allah'tan başka taptıklarınız?
 
Onlar bu soruya oyuna getirildiğini anlayan insanın hayıflanarak ve ümitsizlik içinde verdiği cevabı andıran bir şekilde cevap veriyorlar:
 
74
- Dediler ki: "Bizden uzaklaşıp kayboldular; hayır, meğer biz önceden hiçbir şeye tapmamışız. (Taptıklarımız hiçbir şey değilmiş)." İşte Allah kafirleri böyle şaşırtır.
 
Taptıklarımız kaybolup gittiler. Artık ne biz onlara varan bir yolu biliyoruz. Ne de onlar bize gelen yolu biliyorlar... Aslında biz daha önce hiçbir şeye çağırmamışız. Onların hepsi kuruntularmış, sapıklıklarmış!
 
75- Bu durum sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve aşırı derecede sevinip böbürlenmenizdendir.
 
76- Cehennemin kapılarından, girin orada ebedi kalacaksınız. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.
 
İmdat! Zincirler ve bukağılar içinde kaynar su ve ateşe nerede sürükleniyorlar acaba? Öyle anlaşılıyor ki bu, bir giriştir. Sonra cehenneme girecekler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. "Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür." Bu aşağılanma, büyüklük taslamadan kaynaklanmıştır. İşte bu horlanma da o büyüklenmenin cezasıdır.
 
Zillet, aşağılanma ve korkunç azap, Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşup-tartışma ve göğüsleri kabartan büyüklenmeyi tasvir eden bu sahne önünde... Evet işte bu sahne ve bu akıbet önünde Kur'an, Hz. Peygamber'e yöneliyor. Karşılaştığı büyüklenmeye ve yersiz tartışmalara karşı sabretmesi gerektiğini ve her halde yüce Allah'ın gerçek olan sözüne güvenmesi lazım geldiğini öğütlüyor. İsterse yüce Allah onlara ilişkin sözünün bir kısmını hayatında kendisine göstersin isterse onun hayatına son versin ki işi tamamen kendi üzerine alsın. Mesele bütünü ile Allah'ın elindedir, Peygamber'in görevi sadece bildirmektir. Sonuçta onların hepsi O'na dönecektir.
 
 
77- Ey Muhammed! Sabret, şüphesiz Allah'ın verdiği söz
gerçektir. Onlara söz verdiğimiz azabın bir kısmını sana gösteririz veya seni öldürürüz, nasıl olsa onların dönüşü Bize'dir.
 
Burada üzerinde derin düşünülmesi gereken bir konuyu biraz açmak istiyoruz: Onca eziyetler, yalanlamalar, büyüklük taslamalar ve inatlaşmalarla karşılaşan Hz. Peygamber'e şu anlamda bir direktif veriliyor: Sen görevini yap; ötesine karışma. Sonuçlara gelince bu senin işin değildir. Hatta yüce Allah'ın büyüklük taslayanlara ve ilahi mesajı yalan sayanlara ilişkin sözünün yer yer gerçekleşmesini görüp vicdanen rahatlama bile senin kalbine yakışan bir duygu değildir. Sen sadece çalış, o kadar. Görevini yap ve geçip git. Dava senin davan değildir, mesele senin meselen değildir. İşin tamamı Allah'ın elindedir ve O dilediğini yapar.
 
Aman Allah'ım! Bu ne yücelik, bu ne ululuk! Bu ne mükemmel edep! Yüce Allah, Hz. Peygamber'in şahsında islam davasına gönül verenlerin bu adabı takınmalarını istiyor.
 
Bu insanın nefsine ağır gelen bir iştir. İnsan kalbinin doğal arzularına karşı sabretmeyi gerektiren bir iş. Herhalde bu nedenle surenin burasında sabretmeye dikkat çekiliyor. Bu daha önce dikkat çekilen bir olguya tekrar dikkat çekme değildir. Burada başka bir sabır çeşidine dikkat çekilmektedir. Bu sabır çeşidi belki de eziyetlere, büyüklenmelere ve yalanlamalara karşı sabretmekten daha zordur.
 
İnsan kalbinin yüce Allah'ın kendi düşmanlarını ve davasının düşmanlarını nasıl kıskıvrak yakalayıp cezalandırdığını görme isteğinden vazgeçmesi gerçekten zor bir i tir. Bu düşmanların bizzat düşmanlık yaptıkları ve saldırıya geçtikleri bir sırada Allah'ın onlara karşı cezasını görme isteğine karşı sabır kolay değildir. Fakat bu, yüce ilahi terbiye ve yüce Allah'ın seçkin kullarını özel biçimde hazırlaması, seçtiği kişinin gönlünü bu tür arzulardan arındırması ile gerçekleşebilir. Bu terbiyeden geçen, bu dinin düşmanlarına karşı muzaffer olma arzusuna dahi gönlünü kaptırmaz. Onun tüm arzusu görevini yapma arzusudur.
 
Böylesine köklü ve derin olan bu meseleden dolayı Allah yoluna çağıranların kalplerinin sürekli O'na yönelmeleri gerekmektedir. İlk bakışta tertemiz ve masum görünen fakat sonradan şeytanın içine girip vaziyet etmeye başladığı arzuların-isteklerin deryasından insanı kurtaracak cankurtaran simidi budur işte!
 
Bu bölüm geçen dersin sonunda yer alan yorumun bir eki niteliğindedir. Hz. Peygamberin ve müminlerin, Allah izin verene, sözünü ve cezaya ilişkin tehdidini gerçekleştirene kadar sabretmeleri için yönlendirilmeleri konusunu tamamlamaktadır. Yüce Allah'ın bu sözü ister Hz. Peygamber'in hayatında gerçekleşsin isterse onun vefatından sonraya kalsın fark etmez. Bu iş Peygamber'in işi değildir. Bu inanç sisteminin, ona inananların, bu konuda haksız yere tartışanların ve ona karşı büyüklenenlerin işi Allah'ın elindedir. Bu konuda hüküm yetkisine sahip olan sadece Allah'tır. İşte bu dinin hareketini götüren ve onun aşamalarını dilediği biçimde yönlendiren de O'dur.
 
Surenin kendisiyle noktalandığı bu yeni bölüm ise aynı gerçeğin başka yönlerini sergilemektedir.
 
Bu işin süreci, çok eski ve çok uzun olan bir süreçtir. Son Peygamber olan Hz. Muhammed (salat ve selam üzerine olsun) ve O'nun mesajı olan islam ile başlamış değildir. O'ndan önce de pek çok Peygamber gönderilmiştir. Bu Peygamberlerin bir kısmını yüce Allah Kur'an'da Hz. Muhammed'e (salat ve selam üzerine olsun) anlatmış bir kısmını ise anlatmamıştır.
 
Bu Peygamberlerin hepsi de yalanlama ve büyüklük taslama ile karşılanmış ve onların hepsinden mucizeler ve harikalar istenmiştir. Bu Peygamberlerin hepsi de yüce Allah'ın yalanlayıcıların ister istemez boyun eğmek zorunda kalacakları harika bir olay onlara göstermesini arzu etmiştir. Ne var ki, Allah'ın izni olmadan ve O'nun dilediği zaman gelmeden hiçbir mucize meydana gelmez. Çünkü bu dava O'nun davasıdır. Kendisi dilediği biçimde onu yürütür.
 
Bununla beraber, yüce Allah'ın mucizeleri evrene serpiştirilmiş durumdadır. Her zaman ve her yerde gözler önündedir. İşte bu bölümde söz konusu mucizelerden hayvanlar ve gemiler mucizesine yer verilmektedir. Hiç kimsenin inkar edemeyeceği diğer mucizelere ise genel olarak değinilmektedir.
 
Sure önceki milletlerin akıbetlerine ilişkin köklü bir dokunuşla sona ermektedir. Bunlar Hz. Muhammed'in (salat ve selam üzerine olsun) mesajını yalanlayanların tutumunu sergilemiş, güçlerine, bilgilerine ve uygarlıklarına güvenmiş kimselerdir. Doğal olarak Allah'ın yasası bundan dolayı onları kıskıvrak yakalamıştır:
 
"Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan
yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır." (Mümin Suresi, 85)
 
İşte hak ile batıl, iman ile küfür, iyilik ile azgınlık arasında sürüp gelen savaşı ta baştan bu son ayete kadar işleyen sure bu dokunuşla sona ermektedir.
 
 
78- Andolsun, biz senden önce de Peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin hayatını sana anlattık, kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah'ın izni olmadan bir mucize getiremez. Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmağa çalışanlar, hüsrana uğrarlar.
 
Daha önce islam dini nice badirelerden geçmiştir. Bu Kur'an'da yüce Allah bunların bazılarını Peygamberine anlatmış, bazılarını ise anlatmamıştır. Peygamberlerin durumları ile ilgili olarak anlattıkları arasında hedefe ulaştıran ve yol işaretleri belli olan yolun uzunluğuna işaret edilmekte, sürekli geçerli olan ve asla değişmeyen yasa dile getirilmekte, Peygamberlik gerçeği, Peygamberlerin görevleri ve hadleri en güzel biçimde açıklanmaktadır.
 
Ayet-i kerime insanın gönlünde sağlam biçimde yerleşmesi gereken bir gerçeği pekiştirmekte ve iyice sağlamlaşması için özellikle üzerinde durmaktadır:
 
"Allah'ın izni olmadan hiçbir Peygamber bir mucize yaratamaz:'
 
İnsan yürekten, davanın üstün gelmesini ve ona karşı çıkanların tezelden boyun eğmelerini arzu eder. -İsterse bu gönül bir Peygamberin gönlü olsun fark etmez- Bu nedenle her türlü büyüklük taslamayı, inatlaşmayı yok edecek harika bir mucize arar. Ne var ki yüce Allah seçkin kullarının sınırsız sabır zırhına bürünmelerini istemektedir. Nefislerini bu potada eritmelerini dilemektedir. Böylece onlar bu konuda ellerinde hiçbir şey olmadığını daha rahat kavrayacaklar, mesajı ilettikleri taktirde görevlerinin bittiğini anlayacaklardır. Mucize göndermenin ise, onun elinde olduğunu, dilediğinde onu yaratacağını kavrarlar. Böylece kalpleri huzura kavuşur, rahatlar ve sakinleşir. Ellerinden gelen her şeyi en güzel biçimde yerine getirdikten sonra bunun ötesini Allah'a bırakmaları kolaylaşır.
 
Yine yüce Allah insanlara ilahlık gerçeğinin Peygamberlik gerçeğinin yapısını kavratacak ve Peygamberlerin insanlar arasında yetişen insanlar olduklarını, yüce Allah'ın onları seçtiğini, onların görevlerini belirlediğini, onların bu görevlerinin sınırlarını aşmaya güçlerinin yetmediğini ve böylesi bir işe teşebbüs de etmediklerini kavratmak istiyor.
 
İnsanlara şunu da kavratıyor: Mucizelerin geciktirilmesi Allah'ın insanlara merhametindendir. Zira Allah'ın yasası mucizelerin ortaya çıkışından sonra yine de ilahi mesajı yalan sayanları bu dünyada yok etmeyi gerektirmektedir. Demek ki Allah'ın mucizeyi geciktirmesi onlara zaman tanıması demektir ve bu da Allah'ın onlara acımasından kaynaklanmaktadır.
 
"Allah'ın emri geldiği zaman hak yerine getirilir ve işte o zaman Allah'ın ayetlerini boşa çıkarmaya çalışanlar hüsrana uğrarlar."
 
Allah'ın son hükmünden sonra ne iyilik yapmaya, ne tevbe etmeye ne de dönüş yapmaya zaman kalır.
 
Şimdi de harika bir olayın meydana gelmesini isteyenler, yüce Allah'ın gözler önünde bulunan fakat uzun zaman göz önünde kaldıkları için unutulan ayetlerine-mucizelerine yöneltilmektedirler. Aslında onlar bu gözler önündeki harikalar üzerinde biraz düşünselerdi bunların istedikleri harikaların kendileri olduklarını görürlerdi. Zira bunlar da ilahlığa tanıklık etmektedirler. Çünkü Allah'tan başka birinin onları yarattığını iddia etmek saçma olduğu gibi bunların düzenleyen-dileyen bir yaratıcı olmadan yaratıldıklarını iddia etmek de saçmadır.
 
 
79- Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır.
 
80- Onlardan sizin için daha nice faydalar vardır, gönüllerinizdeki arzulara, onlara binerek ulaşırsınız. Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız.
 
Bu hayvanların yaratılmaları da insanın yaratılması gibi harika bir mucizedir. Onlara hayatın verilmesi, yapılarının oluşumu ve şekillendirilmesi hep birer harikadır! İnsan bunların hiç birini kendisinin yaptığını iddia edemez! Bu hayvanların insanın emrine ve hizmetine verilmeleri... Vücutları ve güçleri yönünden insanı kat kat katlayabilen hayvanların Allah tarafından onun emrine verilmeleri... "Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır."
 
Evet "Bunların hepsi kendiliğinden böyle var olmuşlardır; o kadar! İnsana oranla bunlar harika birer mucize değildir! Bunlar, onları yaratan, onlara ve insana verdiği özelliklerle kendilerini insanın hizmetine veren yaratıcının varlığını göstermezler!" şeklindeki bir yaklaşıma bu apaçık gerçekler nedeniyle saygılı bakmak doğru olmaz. Zira fıtratın mantığı hiçbir tartışmaya ve direnmeye meydan vermeyecek biçimde söz konusu gerçekleri kabul etmektedir.
 
Onlara bu harika ayetlerde yer alan büyük nimetler de hatırlatılıyor: "Kimine binesiniz, kiminin etini yiyesiniz, içinizdeki ihtiyacınıza ulaşasınız, onların ve gemilerin üzerinde taşınasınız diye."
 
Onların gönüllerindeki ihtiyaçlar ve hayvanların sırtından elde ettikleri yararlar özellikle o zamanda büyük ve önemli ihtiyaçlardı. Taşıma, ulaşım ve haberleşme araçlarının sadece bu hayvanlarla sınırlı olduğu sırada bunun ciddi önemi vardı. Bugün de hatta yarın da bu hayvanların sırtından karşılanan ihtiyaçlar az değildir. Bugün dahi tren, araba ve uçağın varlığına rağmen dağlık bölgelerde ulaşım ancak hayvanlarla sağlanmaktadır. Zira burada hayvanların ayaklarından başka hiçbir şey için elverişli olmayan dar geçitler ve daracık yollardan başka bir yol yoktur!
 
"Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız."
 
"Bu da diğeri gibi Allah'ın mucizelerinden biridir. Allah'ın imana verdiği nimetlerden biridir. Geminin su üzerinde yüzmesi yeri-göğü,.yaşı-kurusu ile bu evrenin özünde eşyanın ve elementlerin yapısında bulunan değişmez yasalara ve uygunluklara dayanmaktadır. Geminin su üzerinde seyretmesi için bu faktörlerin bulunması şarttır. Gemi ister yelkenle, ister buharla ister atom enerjisiyle isterse yüce Allah'ın bu kainata yerleştirdiği ve insanın kullanabileceği başka bir enerji çeşidi ile çalışsın fark etmez. İşte bu nedenle bu olayın da Allah'ın mucizeleri ve nimetleri arasında sayıldığını görüyoruz.
 
Bu evrenin içinde serpiştirilmiş halde bulunan bu türden nice mucizeler var ki aklı başında bir insan onları inkar edemez:
 
 
81- Allah size ayetlerini gösteriyor. Allah'ın ayetlerinden hangisini inkar ediyorsunuz?
 
Evet inkar edenler ve Allah'ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşarak tartışan, hatıl-saçma şeyleri savunarak onunla gerçeği örtmeye çalışanlar vardır. Fakat bunların hiçbiri gerçeğe ulaşmak için uğraşmamaktadır. Gerçeği çarpıtmakta, amaçlı yaklaşmakta, büyüklük taslamakta veya demogoji yapmaktadır.
 
Kimileri Firavun ve benzerleri gibi bir azgın oldukları için Allah'ın apaçık mucizeleri hakkında tartışmaktadır. İktidarının, tahtının elinden alınmasından korkmaktadır. Zira bu tür zalimlerin tahtı, hakkın karşısında duramayacak olan efsanelere dayanmaktadır. Hakkın temeli ise tek olan ilahlık gerçeğinin sağlam biçimde yerleşmesidir.
 
Kimileri iktidara yönelik bir ideolojik görüş sahibi oldukları için Allah'ın ayetleri hakkında tartışmaktadırlar. Mesela komünizm gibi. Bu ideoloji, insanların gönüllerinde ilahi olan inanç gerçeği yerleştiğinde dağılmaktadır. Zira o, insanları yere yapıştırmak ve kalplerini midelerine ve bedenlerinin ihtiraslarına, arzularına bağlamak istemektedir. İnsanları, kendi ideolojilerine kulluk yapsınlar, liderlerine tapsınlar diye Allah'a tapmaktan uzaklaştırmaktadırlar!
 
Kimileri de -orta çağda kilise tarihinde yaşandığı gibi- din adamlarının baskısı ile mücadele ederken Allah'ın gerçek ayetlerini de silip-süpürmektedir. O bu baskıdan kurtulmak istemektedir. Hedefini şaşırarak kilisenin adına insanların köleleştirildiği ilahını red etmektedir.
 
Daha bunun gibi nice sebepler vardır. Yalnız fıtratın mantığı bu tür tartışmalardan tiksinir. Varlığın vicdanında özünde sağlam yer eden ve her tür tartışmaya rağmen yüce Allah'ın mucizelerinin dile getirdiği değişmeyen gerçeği kabul eder!
 
Surenin en sonunda ise şu kuvvetli dokunuş yer alır:
 
82- Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler, daha sağlam olan, öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları, onlara bir fayda vermemişti.
 
83- Peygamberleri, onlara belgelerle gelince, kendilerinden olan bilgiden gururlandılar da, alaya aldıkları şey
kendilerini salıverdi.
 
İnsanlık tarihinde önceki milletlerin sonlarına ilişkin çok bilgi vardır. Bunların bir kısmının bugüne kadar yaşayan ve onların yapılarını ortaya koyan kalıntıları vardır. Bazılarının akıbetlerine ilişkin haberler dilden dile dolaşan rivayetlerle bize kadar gelmiştir. Ya da belgeler ve kitaplar bunları muhafaza etmişlerdir. İnsanlığın seyir çizgisinde bunlar değişmeyen gerçekleri ifade ettikleri için Kur'an çoğu zaman kalpleri onlara doğru çevirir. Zira bu akıbetlerin insanın ruhu üzerinde de köklü-derin etkileri vardır. Kur'an-ı Kerim onu gönderen Allah'ın sınırsız bilgisi gerçeği olarak fıtrat gerçeğinden, onun kanallarından iç dünyasından insana hitab eder. Bazıları ufak bir dokunuşla açılan, üzeri tortularla örtülmüş bulunanları ise, ancak defalarca çalınmakla ancak açılabilen kapılardan fıtrata seslenir!
 
İşte burada onlara soru sormakta açık bir göz, hassas bir duyarlılık ve basiretli bir kalp ile yeryüzünü dolaşmalarını teşvik etmektedir ki, gözlerini açıp baksınlar. Önceleri yeryüzünde yaşayanların halini düşünsünler. Burada işledikleri yüzünden başlarına nelerin geldiğini anlasınlar.
 
"Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler, daha sağlam olan, öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi?"
 
Sonlarının nasıl olduğu ortaya konmadan, öncekilerin durumları tasvir ediliyor. Dengenin kurulması ve tam bir ders ve ibret sahnesi olması için onların durumları ile karşılaştırma yapılıyor.
 
Sayıları çoktu. Güçleri fazlaydı, uygarlıkta daha ileri idiler. Peygamber dönemindeki araplardan önce yaşayan nesiller ve milletler de bunlardandı. Yüce Allah bunların bir kesimini Peygamberine anlatmış bir kesimini de anlatmamıştı. Bunlarında bazılarının kıssalarını araplar biliyor ve gerilerinde kalıntılarını görüyorlardı.
 
"Kazandıkları, onlara bir fayda vermemişti."
 
Güçleri, sayılarının çokluğu ve uygarlıkları onları koruyamadı. Halbuki onlar bunlarla iftihar ediyor ve onlarla böbürleniyorlardı. Hatta onların sapıklıklarının temeli ve yok edilmelerinin nedeni buydu.
 
"Peygamberleri, onlara belgelerle gelince, kendilerinden olan bilgiden gururlandılar."
 
İmansız ilim beladır. Kör eden ve azdıran bir bela. Çünkü bu tür yüzeysel bilgi insanı gurura iter. Bu bilgi sahibi bilgisiyle büyük güçlere hükmettiğini, büyük işler yapmaya gücünün yettiğini zanneder. Kendi konumunu ve değerini takdir etmede yanılır. Bilmediği korkunç boyutları, derinlikleri unutur. Halbuki bunların hepsi kainatta vardır. Kendisi bunlara hükmetmemekte hatta onları kavrayamamaktadır. Onların bize yakın olan uçları-kenarları dışında hiçbir şeyi bilmemektedir. İşte bilmediği için şişmekte, kendisini olduğundan büyük görmeye başlamakta, ilmi onu basitleştirmekte ve cahilliğini unutturmaktadır. Eğer bu adam bildikleriyle bilmediklerini karşılaştırsaydı, bu evrende gücünün yettiği ile yetmediği şeyleri karşılaştırsaydı, hatta surenin sırrını biraz düşünseydi, büyüklük taslaması söner ve kendisini basitleştiren sevincinden kurtulurdu.
 
Bunlar kendi ilimlerine güvenip bunun ötesindekileri kendilerine hatırlatanları alaya almışlardır:
 
"Alaya aldıkları şey
kendilerini salıverdi."

Allah'ın ibret olacak biçimde kıskıvrak yakalayan azabını gördüklerinde maskeleri düşüverdi. Ne kadar aldandıklarını anladılar. İnkar ettiklerini kabul etmeye başladılar. Allah'ın birliğini kabullendiler. Allah dışında ona koştukları ortakları reddettiler. Fakat artık iş işten geçmiş bulunmaktadır.

 
84- Ne zaman ki, şiddetli azabımızı gördüler: "Tek Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik "dediler.
 
85- Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.
 
Böyledir. Çünkü Allah'ın azabı gelip çattıktan sonra tevbenin kabul edilmemesi öteden beri gelen sünnetullah gereğidir. Bu korku tevbesidir, iman tevbesi değil.
 
"Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur."
Allah'ın yasası ise kesindir. Sarsılmaz, değişmez ve yolundan sapmaz.
 
"İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır."
 
Bu ürpertici sahnenin, ilahi mesajları yalan sayanları kıskıvrak yakalayan Allah'ın cezası sahnesinin, onların ürkekliklerini ve feryatlarını somutlaştıran boyun eğdiklerini ve teslim olduklarını sergileyen sahnenin üzerine perde kapanıyor. Sure sona eriyor. Böylece bu son surenin havası, etkisi ve asıl konusu ile tam bir uyum sağlıyor.
 
Surenin içinde yer yer Mekke'de inen surelerin ele aldıkları inanç konularına; tevhid, diriliş ve vahiy konularına da değinildi. Fakat bu konular surenin ön landa olan konuları değildir. Hak-batıl, iman-küfür ve iyilik-kötülük arasındaki savaş hep ön planda tutuldu. İşte bu savaş ile ilgili konular "Surenin kişiliğini" ve diğer Kur'an sureleri arasındaki belirgin özelliklerini ortaya koydu...
 
 
MÜMİN SURESİNİN SONU
 

Fizilal Anasayfasına dönebilirsiniz!