Malper/Anasayfa

M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

 

Fizilalil Kuran

044 – Duhan Suresi – 001-059

1- Ha, Mim.
 
2- Apaçık Kitab'a andolsun ki,
 
Sure "Ha, Mim" harfleri ile başlıyor; bu iki harfe ve onlardan meydana gelen kitaba yemin geleneği sürdürülüyor. Bunun gibi birbirinden kopuk harflere ilişkin açıklama bir çok surenin başında yinelenmiştir. Kitaba yemin edildiği gibi bu harflere de yemin edilmesine gelince; bütün harfler gerçek birer mucizedirler ve yüce Allah'ın insanın ruh ve bedenden oluşan birleşmesine yerleştirdiği ayet erden biridir. Yüce Allah'ın insanı konuşabilecek özellikte yaratması, insanın harflerin çıkışlarını anlamlı kılacak bir sıralanışa koyabilmesi, harfin ismi aracılığı ile harfin sesini sembolize etmesi, insanın bu harfin ötesindeki bilgi algılayabilmesi... Evet bütün bunlar olağanüstü gerçeklerdir. İnsan kalbi alışmışlığın, her yeni şeyi yıpratan geleneğin etkisinden sıyrılıp bunları düşündüğü zaman ne büyük bir mucize olduğunu anlar!
 
Bu harflerle yemin edilmesinin gerekçesi de bu kitabın mübarek bir gecede indirilmesidir:
 
KADİR GECESİ VE KUR'AN
 
3- Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Çünkü Biz, insanları uyarmaktayız.
 
4- Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir.
 
5- Bu katımızdan verilen her emirdir. Çünkü Biz elçi göndericiyiz.
 
6- Bu Rabbinden bir rahmettir. Allah, işitendir, bilendir.
 
7- Eğer kesin olarak inanıyorsanız bilin ki Allah, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.
 
8- O'ndan başka ilah yoktur, yaşatır, öldürür. Sizinde Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.
 
Kur'an-ı Kerim'in indiği mübarek gece -en doğrusunu Allah bilir- Kur'an'ın inmeye başladığı gecedir. Bu da bir Ramazan gecesidir. Nitekim yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ramazan ayı ki, o ayda Kur an indirildi." (Bakara suresi, 185) Fakat Kur'an'ın tümü sözkonusu gecede inmiş değildir. Hepsi Ramazan ayında da inmemiştir. Bu gece Kur'an'ın yeryüzüne ulaşmasının başlangıcıdır. Bu gece, kutlu buluşmanın gerçekleşmesi için seçilmiş bir zamandır. Kur'an'ın mübarek bir gecede indirilişine ilişkin olarak bu kadar açıklama yeterlidir.
 
Gerçekten de insanların üzerine gök kapılarının açıldığı, bu ilahi sistemin insanlık hayatına yerleşmeye başladığı... Bu Kur'an'da kolay ve anlaşılır tercümesi bulunan uçsuz bucaksız evrene egemen olan ve fıtratın zorlanmaksızın algılayıp olumlu tepki gösterdiği yasalar sistemi ile insanların iletişim kurduğu gece mübarektir. İlahi sistemin esas alınarak, fıtratın kuralları ve olumlu tepkileri temeline dayalı, insanın içinde yaşadığı evrenle uyuşan insana yaraşır bir dünyanın kurulmasını öngören Kur'an'ın indiği gece gerçekten mübarektir. İnsanın bu dünyada zorlamasız, bocalamasız, onurlu ve temiz bir hayat yaşayarak her an gökyüzü ile iletişim halinde olmasını sağlayan Kur'an'ın dünyamıza inmeye başladığı gece mübarektir, kutludur.
 
Bu Kur'an'ın ilk kez üzerlerine indiği insanlar gökyüzünün gölgesinde, direkt Allah'la iletişim halinde oldukları eşi bulunmaz bir dönemde yaşadılar. Yüce Allah en başta onlara kendi iç alemlerini haber veriyor, herşeyden önce gözlerinin üzerlerinde olduğu düşüncesini uyandırıyor. Attıkları her adımda, vicdanlarında depreşen her duyguda bu dolaysız kontrolü ve gözetimi gözönünde bulundurmalarını sağlıyordu. Bir durum karşısında en başta ona sığınırlardı. Çünkü onun kendilerine cevap verecek kadar yakın olduğunu biliyorlardı.
 
O kuşak geçti gitti ama Kur'an onlardan sonra insan kalbinin görüp iletişim kuracağı bir kitap olarak kaldı. Bir kalp kendini bu Kur'an'a verdiği zaman sihirin yapamayacağı olağanüstü değişikliklere uğrar. Kimi zaman efsanelerdeki gibi duygularını akıllara durgunluk verecek şekilde değiştirir.
 
Onlardan sonra bu Kur'an her ortamda ve her çağda örnek bir insanlık hayatının kurulmasına elverişli, eksiksiz ve açık bir hayat sistemi olarak kalmıştır. İnsanoğlu kendi ortamı ve kendi zamanında belirgin özelliklere sahip bu ilahi sistemin çerçevesinde, bütün özelliklerini koruyarak insanca bir hayat sürdürür. Bu durum sadece ilahi hayat sisteminin belirgin özelliğidir. Zaten ilahi gücün eseri olan herşeyin ortak özelliğidir bu.
 
İnsanlar kendi ihtiyaçlarına cevap veren, hayatlarının bir dönemine ve bu dönemin özel şartlarına uyan eserler yapabilirler. Fakat yüce Allah'ın yaptığı bir şey süreklilik ve eksiksizlik özelliğini taşır. Kesintisiz ve elverişlilik, her zaman ve her şartın ihtiyacına cevap verebilme özelliğini taşır. Yüce Allah'ın eseri olan herşey, özün değişmezliği ile dış görünüşün değişkenliği özelliklerini akıllara durgunluk veren bir ahenkle önünde barındırır.
 
İşte yüce Allah bu Kur'an'ı sözünü ettiğimiz bu mübarek gecede indirmiştir. Öncelikle insanları uyarmak ve sakındırmak için: "Biz insanları uyarmaktayız." Çünkü yüce Allah insanın gafil olduğunu, çok çabuk unuttuğunu, bu yüzden uyarılmaya, sakındırılmaya ihtiyacının olduğunu bilir.
 
Kur'an'ın inmesiyle bereketlenen bu gece, Allah'ın indirdiği vahiyle bir ayırd edicilik, iyi ile kötüyü belirleyicilik niteliğini kazanmıştır:
 
"Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırd edilir."
 
Bu gecede inen Kur'an aracılığı ile her emir ayırd edilmiş, her mesele çözüme bağlanmış, kalıcı hak ile yüzeysel batıl belirlenmiş, sınırlar çizilmiş, insanlığın bu geceden itibaren kıyamet gününe kadar sürecek yolculuğundaki güzergahı belirleyen tüm yol işaretleri dikilmiştir. İnsanların dünyasında hayatın dayanmak zorunda olduğu hiçbir temel açıklanmadan, belirlenmeden bırakılmamıştır. Genel ve kalıcı evrensel yasalar sisteminde olduğu gibi herşey ortaya konmuştur.
 
Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın iradesine, buyruğuna, peygamberleri insanları uyarmak ve insanlar arasında başgösteren görüş ve inanç ayrılıklarını çözüme bağlamak amacı ile göndermeye ilişkin isteğine uygun olarak gerçekleşmiştir:
 
"Bu, katımızdan verilen bir emirdir. Çünkü biz elçi göndericiyiz." Bunlar,kıyamet gününe kadar yüce Allah'ın, insanlara yönelik rahmetinin belirtileridir.
 
Bu Rabbinden bir rahmettir. Allah işitendir, bilendir."
 
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti en çok Kur'an-ı Kerim'in bu kolay anlaşılır üslubuyla indirilişinde belirginleşiyor. Bu kolay anlaşılır üslubuyla Kur'an insan kalbine çok çabuk yapışıyor. Kalbin tepkisi de damarlarındaki kan dolaşımı gibi gerçekleşiyor. Beşeri varlık onurlu bir insana, insan topluluğu, güzel bir düşe dönüşüyor. Şu kadarı var ki bu düş gözle görülen bir realitedir.
 
Kur'an'ın getirdiği bu inanç sistemi -eksiksizliği ile, ahenkliği ile- özü itibari ile güzeldir. Sevilen, aşık olunan, kalbin tutku ile bağlandığı bir güzelliktir bu. Bu inanç sistemi sadece eksiksizliği ile, özenle hazırlanmışlığı ile, insanlık için iyilik ve hayır kaynağı oluşu ile belirginleşmiyor. Kur'an'ın getirdiği bu inanç sisteminin sahip olduğu bu özellikler yücele yücele örneğin kemal/eksiksizlik özelliği sempatik ve hoş bir güzellik/cemal düzeyine ulaşıyor. Güzelliğin bu erişilmez düzeyinde parçalar en ince ayrıntısına kadar ele alınıyor. Sonra kendi içinde ahenkli bir bütün haline getiriliyor. Ve hep birlikte büyük temele bağlanıyor.
 
"Bu Rabbinden bir rahmettir." Kur'an'ın bu mübarek gecede getirdiği inanç sistemi Rabbinden insanlara yönelik bir rahmettir. "Allah işitendir, bilendir". Herşeyi işitir ve herşeyi bilir. Herşeyi indirirse onu insanların sözlerine ve yaptıklarına ilişkin bilgisine göre indirir. Onları düzeltmeye elverişli kanunları, yasaları, iyiliğe yöneltici direktifleri bu bilgisi uyarınca gönderir.
 
Evreni kontrolünde tutan yüce Allah'tır. İçindeki canlı-cansız varlıkları O korur: : "Eğer kesin olarak inanıyorsanız bilin ki Allah'ı göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir."
 
Şu halde O'nun insanları yönetmek üzere indirdiği kitap, O'nun evren üzerindeki genel Rabblığının bir yönünü temsil ediyor. Bu kitap evreni yönlendiren yasalar sistemini bütünleyen ilkeler içeriyor. Burada kesin inançtan sözedilmesi, müşriklerin karışık, çarpık ve tutarsız inanç sistemlerine yönelik bir işarettir. Çünkü onlar yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığını kabul ediyor sonra da tutup onun dışında Rabbler ediniyorlardı. Onların bu tutumları sözkonusu gerçeğin içlerinde nasıl belirsizleştiğinin, yüzeyselleştiğinin, kalıcılıktan ve kesinlikten uzaklaştığının belirtisiydi.
 
Öldürme ve hayat verme gücüne sahip tek ilah O'dur. O'dur hem öncekilerin hem de sonrakilerin Rabbi:
 
"O'ndan başka ilah yoktur, yaşatır, öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir."
 
Yaşatma ve öldürme herkesin görebildiği iki olgudur. Ve bu iki olgu bütün yaratıkların gücünü aşmaktadır. Bunu anlamak için basit bir bakış, kısacık bir düşünce yeterlidir. Ölüm sahnesi de tıpkı hayat sahnesi gibi, tüm görüntüleriyle, tüm şekilleriyle insan kalbini etkiler, derinden sarsar, onu harekete geçirir, etkilenmeye, tepki göstermeye hazır hale getirir, uyarıcıları algılayıp olumlu karşılık vermesini sağlar. Bunun için Kur'an-ı Kerim'de sıkça ölümden sözedilir, duygular ölüme yöneltilir. İkide bir ölüm hatırlatılarak insan kalbi uyarılmaya çalışılır.
 
Heyecan ve coşku bu düzeye ulaşınca surenin akışı konuya ara veriyor ve bu mesele karşısındaki durumlarını anlatmaya geçiyor. Ne yazık ki onlar, oyuna, eğlenceye alınacak tarafı bulunmayan böylesine önemli bir meselede gerçeğe yakışmayan, çelişkili bir tavır içindedirler:
 
 
9- Fakat onlar şüphe içinde eğlenip duruyorlar.
 
10- Göğün gözle görülür bir duman getireceği günü gözetle.
 
11- Duman, insanları bürüyecektir. Bu, acı bir azabtır.
 
12- "Rabbimiz, bizden azabı kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz"derler.
 
13- Artık onlar nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Öğüt alma zamanı geçti. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti.
 
14- Ondan yüz çevirdiler "Bu, deli görünümünde eğitilmiş biridir" dediler.
 
15- Bit sizden azabı birazcık kaldıracağız, fakat siz yine inkara döneceksiniz.
 
16- O gün büyük bir şiddetle çarparız; zira Biz öç alıcıyız!
 
Kur'an-ı Kerim şöyle diyor: Onlar böylesine önemli bir mesele karşısında eğleniyorlar. Bu değişmez ayetlerden kuşku duyuyorlar. Şu halde onları o dehşet verici, o zorlu gün gelip çatana kadar kendi hallerine bırak:
 
"Göğün gözle görülür bir duman getireceği günü gözetle." "Duman insanları bürüyecektir. Bu acı bir azaptır."
 
İlk kuşak müslümanlar duman ayetini farklı biçimlerde yorumlamışlar. Bazısına göre, bu ayette sözkonusu edilen, kıyamet günü göğü kaplayacak dumandır. Bu dumanın ortaya çıkışını beklemeye ilişkin tehdit de Kur'an'da sık sık tekrarlanan türden bir kıyamet tehdididir. Çünkü kıyamet hem onların hem de Peygamber efendimizin gözlediği bir gelecektir. Bazısı ise şöyle demiştir: Hayır, söylendiği gibi dumanın göğü bürümesi gerçekleşmiştir. Sonra Peygamber efendimizin duası sonucu bu azap müşriklerin üzerinden kaldırmıştır. Şimdi bu iki görüşün bir özetini ve dayanaklarını sunuyoruz. Ardından yüce Allah'ın yolumuzu aydınlattığı oranda bunları değerlendirip bir sonuç çıkaracağız ve Allah'ın izniyle bunu doğru kabul edeceğiz.
 
Süleyman b. Mihran el-A'meş, Ebu'd-Duha Müslim b. Subayh'a dayanarak Mesruk'un şöyle dediğini anlatır: "Bir ara Kinde kapılarının yanındaki Kufe mescidine girdiğimizde gördük ki bir adam arkadaşlarına "O gün gök gözle görülür bir duman getirecek..." ayetini anlatıyor. Şöyle diyordu adam: Biliyor musunuz bu duman nedir? Bu, kıyamet günü göğü bürüyecek dumandır. Bu duman münafıkların kulaklarını ve gözlerini tıkayacak, mü'minleri de nezleye benzer bir şekilde etkileyecektir... Kalkıp Abdullah ibni Mes'ud'un Allah ondan razı olsun yanına gittik ve adamın sözlerini kendisine anlattık. İbni Mes'ud yanı üzere uzanmıştı, söylenenleri duyunca dehşet içinde kalkıp oturdu ve şöyle dedi: Allah sizin peygamberinize şöyle buyurmuştur: "De ki: `Ben sizden bir ücret istemem. Ve ben zorlayıcılardan değilim." (Sad suresi, 86) Hiç kuşkusuz kişinin bilmediği bir konuda "Allah herkesten daha iyi bilir" demesi ilmin gereğidir. Şimdi ben size olayı anlatayım. Kureyşliler müslüman olmakta gecikince ve Peygamber efendimize karşı çıkınca, Peygamberimiz de onların tıpkı Hz. Yusuf dönemindeki gibi kıtlığa uğramaları için bedduada bulundu. Bunun üzerine bir kuraklık, bir kıtlık başgösterdi, insanlar aç kalmaya başladılar. Öyle ki kemik ve leş bile yediler. Başlarını kaldırıp göğe bakıyor, dumandan başka birşey göremiyorlardı. -Bu hadisi onlardan bir başkası da burada şu ifadeyi kullanmıştır: Adam başını kaldırıp göğe bakıyor, ama açlıktan gözleri kararıyor ve dumana benzer bir kütleden başka birşey göremiyordu-. Yüce Allah "Göğün gözle görülür bir duman getireceği günü gözetle. Duman insanları bürüyecektir. Bu, acı bir azaptır" buyurdu. Bunun üzerine Peygamber efendimize gidip "Ya Resulallah Mudaroğulları için Allah'tan yağmur iste. Çünkü onlar yok olmak üzeredirler" dediler. Peygamberimiz Allah'tan yağmur istedi ve yağmur yağdı. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurdu: "Biz sizden azabı birazcık kaldıracağız, fakat siz yine inkara döneceksiniz. " Abdullah ibni Mes'ud şöyle dedi: Kıyamet günü müşriklerin azabı kaldırılacak mı? Ama onlar tekrar refaha kavuşunca eski hallerine döndüler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "O gün büyük bir şiddetle çarparız, zira biz öç alıcıyız." Sözkonusu gün, Bedir savaşıdır. İbn-i Mes'ud derki şu beş olay da gerçekleşmiştir: Göğün gözle görülür bir duman getirmesi, Bizanslıların galip gelmesi, ayın yarılması, kafirlerin şiddetle çarpılmaları ve kafirlerin yokedilmeleri... Bu hadis Buhari ve Müslim'de yeralır. İmam Ahmed Müsned'inde yer verir. Tirmizi ve Nesai tefsirlerinde, İbn-i Cerir, İbn-i Ebu Hatem değişik kanallardan A'meş'ten aktarırlar. Mücahid, Ebu Ali'ye, İbrahim en-Nehai, Dahhak, Atiyye el-Avfi gibi bir grup ilk kuşak müslüman alim İbn-i Mes'ud'un bu ayette işaret edilen göğün duman kaplamasının geçtiğine ilişkin yorumuna katılmışlar. İbn-i Cerir de bu yönde görüş belirtmiştir.
 
Ötekiler ise şöyle diyorlar: Göğün duman kaplaması henüz yaşanmamıştır. Bu olay kıyametin ön belirtilerinden biridir. Nitekim Ebu Serihe Huzeyfe b. Useyd el-Gifarî -Allah ondan razı olsun- şöyle der: Biz Arafa'da oturmuş kıyametten söz ediyorken birden Resulullah çıkageldi ve şöyle buyurdu: On ön belirti ortaya çıkmadıkça kıyamet kopmaz: Güneşin battığı yerden doğması, duman, yerden çıkan bir hayvan, Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkması, Meryemoğlu İsa'nın ortaya çıkışı, Deccal, biri doğuda, biri batıda ve biri de Arap yarımadasında olmak üzere üç yer batması, bir ateşin Aden içlerinden çıkarak insanları önüne katması -veya topluca sürüklemesi- bu ateş insanlarla birlikte geceleyerek, onların öğlen uykusuna daldıkları yerde bekleyecektir." Bu hadise sadece Müslim yer vermiştir.
 
İbn-i Cerir şöyle der: Bana Muhammed b. Avf anlattı, ona da Muhammed b. İsmail b. Ayyaş babasının şöyle dediğini anlatmış: Bana Damdam b. Zer'e anlattı, o da Şureyh b. Ubeyd'den duymuş, ona da Ebu Malik el Eş'arî anlatmış: Resulullah şöyle buyurdu: Rabbiniz üç şeye karşı sizi uyardı: Mü'mini nezleye yakalanmış gibi tutan, kafiri de vücudundaki her delikten dışarı taşana kadar şişiren duman. İkincisi yerden çıkan hayvan, üçüncüsü deccal. Taberanî bu hadisi aynı ifadelerle Haşim b. Zeyd'den, o da Muhammed b. İsmail b. Ayyaş'tan rivayet etmiştir. (İbn-i Kesir, tefsirinde bu hadisi aktaranların sağlam olduğunu söyler.)
 
Yine İbn-i Cerir şöyle der: Bana Yakub anlattı. Ona da İbn-i Aliye anlatmış, o da İbn-i Cüreyc'den Abdullah b. Ebu Melike'nin şöyle dediğini duymuş: Bir gün erkenden Abdullah İbn-i Abbas'ın -Allah ondan razı olsun- yanına gittim. Bana şöyle dedi: Bu gece sabaha kadar uyumadım. "Niçin?" dedim. "Kuyruklu yıldız doğdu, dediler, ben de dumanın her tarafı kaplamasından korktum. Bu yüzden sabaha kadar uyuyamadım" dedi. İbn-i Ebu Hatem de babasından o da İbn-i Ömer'den, o da Süfyan'dan, o da Abdullah b. Ebu Yezid'den, o da Abdullah b. Ebu Melike'den, o da İbn-i Abbas'tan rivayet etmiştir.
 
İbn-i Kesir tefsirinde derki: "Ümmetin alimi, Kur'an'ın tercümanı İbn-i Abbas'a kadar uzanan bu aktarıcı sıralaması doğrudur. İbn-i Abbas'ın görüşünü paylaşan sahabe ve onlardan sonraki kuşağa mensup müslüman alimlerden de benzeri sözler duyulmuştur. Bunların yanısıra sahih ve hasen hadislere yer veren kitaplarda bu konuda merfu hadisler rivayet edilmiştir. Bunlar da gösteriyor ki duman ileride gerçekleşmesi gözetlenen bir önbelirtidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in ifadesi de bu görüşü desteklemektedir: "Göğün gözle görülür bir duman getireceği günü gözetle." Yani bu duman herkesin görebileceği şekilde açık seçik olacaktır. İbn-i Mes'ud'un yorumuna göre de, sözkonusu duman açlığın ve bitkinliğin şiddetinden gözlerin gördüğü bir hayaldîr. Yüce Allah'ın "Duman, insanları bürüyecektir" sözü de dumanın açık seçik olacağını, onları bürüyüp görüş alanlarını sınırlayacağını, yok edeceğini ifade ediyor. Şayet bu olay sırf Mekkeli müşrikleri ilgilendiren hayali bir durum olsaydı şöyle bir ifade kullanılmazdı: "Duman insanları bürüyecektir." Yine yüce Allah'ın "Bu, acı bir azaptır" sözü de bu görüşü pekiştiriyor. bu söz onları yermek ve aşağılamak için söylenmiştir. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: "O gün cehennem ateşine çağrılır ve `buyrun sizin yalanladığınız ateş budur' denir." (Tur suresi, 13) Belki de bu sözü kendi aralarında birbirlerine söylerler. Yine, yüce Allah buyuruyor ki: "Rabbimiz, bizden azabı kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz." Kafirler Allah'ın azabını gözleriyle gördüklerinde, onun verdiği dehşetli cezayı seyrettiklerinde azabın kaldırılmasını, cezanın sona ermesini isterler. Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "İnsanları azapla yüzyüze gelecekleri gün konusunda uyar. O gün zalimler `Ey Rabbimiz, bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere uyalım' derler. Peki vaktiyle sürekli yaşayacağınıza, hiç ölmeyeceğinize yemin edenler sizler değil miydiniz?"brahim suresi, 44)
 
Yüce Allah bu surede de şöyle buyuruyor: "Artık onlar nasıl düşünüp öğüt alacaklar? Öğüt alma zamanı geçti. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Ondan yüz çevirdiler. `Bu, deli görünümünde eğitilmiş biridir' dediler." Yüce Allah diyor ki; onlar nasıl öğüt alacaklar? Biz daha önce onlara bir peygamber göndermiştik. Bu peygamber onlara ilahi mesajı duyurmuş, onları ileride karşılaşacakları korkunç azap konusunda uyarmıştı. Buna rağmen onlar uyarılara kulak tıkamış, peygamberin sunduğu mesaja burun kıvırmışlardı. Peygamberi onaylamamış, tersine yalanlamışlardı. "Bu adam eğitilmiş bir delidir" demişlerdi. Bu ta tıpkı şu ayet gibidir: "O gün insan düşünüp öğüt alır ama bunun kendisine bir yararı olmaz." ( Fecr suresi, 23) Şu ayet de aynı anlama geliyor: "Onları korktukları zaman bir görsen; artık kurtuluş yoktur; cehenneme yakın bir yerde yakalanmışlardır. O zaman, `Allah'a inandık' derler ama, ahiret gibi uzak bir yerden imana nasıl kolayca ulaşırlar?" (Sebe suresi, 51-54.) Yüce Allah'ın "Biz sizden azabı birazcık kaldıracağız. Fakat siz yine inkara döneceksiniz." sözü şu iki anlama da gelebilir. Birincisi şöyledir: Yüce Allah diyor ki; Eğer üzerinizdeki azabı kaldırsak, sizi dünyaya geri göndersek tekrar eskiden olduğu gibi kafirliğe dönersiniz, Allah'ın peygamberlerini yalanlarsınız. Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "Eğer biz onlara acısak da başlarındaki sıkıntıyı gidersek yine azgınlıkları içinde debelenmeye ısrar ederler." (Mü'minun suresi, 75) Yüce Allah'ın şu sözü de aynı anlama geliyor: "Eğer dünyaya geri gönderilseler yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar." (En'am suresi, 28) İkinci anlamı ise şudur: Biz uğrayacağınız azabı sebeplerinin gecikmesinden sonra bir süre ertelesek, size ulaşmasını bir vakit bekletsek, siz yine de eski azgınlığınızı, sapıklığınızı sürdürürsünüz. Dolayısıyle azabın kaldırılması, bir süre geciktirilmesi, mutlaka onların azap içinde olmalarını gerektirmez. Tıpkı yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi: "Yalnız Yunus'un soydaşları hariç, onlar iman edince dünya hayatında burun buruna geldikleri perişan èdici azabı başlarından kaldırdık ve kendilerine belirli bir süre daha yaşama fırsatı tanıdık." (Yunus suresi, 98) Yani Yunus'un soydaşları azaba çarptırılmadılar, onlara ulaşmadı azap. Onların azaba uğratılmalarını gerektiren sebepler askıya alındı. Katade diyor ki: Siz tekrar Allah'ın azabına döndürüleceksiniz denmek isteniyor. "O gün büyük bir şiddetle çarparız; zira biz öç alıcıyız" ayetini İbn-i Mes'ud Bedir savaşı olarak yorumlamıştır. İbn-i Mes'ud'u destekleyen bir grup ta aynı doğrultuda görüş belirtmiştir. Biraz önce de değinildiği gibi duman konusunda da bu grup onu desteklemiştir. Yine İbn-i Abbas'tan Avfi ve Ubey b. Ka'b kanalıyle gelen rivayet ihtimal dışı değildir. Burada sözkonusu olan günün kıyamet günü olduğu açıktır. Gerçi Bedir savaşı da kafirlerin şiddetle çarpıldıkları bir gündür. İbn-i Cerir der ki: Bana Yakup anlattı. O da bir grupla birlikte İbn-i Aliye'den duymuş, o da Halid b. Heza'nın İkrime'nin şöyle dediğini duymuş: İbn-i Abbas ve İbn-i Mes'ud büyük çarpmanın Bedir günü olduğu düşüncesindedirler. Ben de diyorum ki, bu kıyamet günüdür. Ona kadar uzanan aktarıcılar zinciri doğrudur. Hasan el-Basri ve İkrime bu iki rivayetin en sahihi doğrultusunda görüş belirtmişlerdir. En doğrusunu Allah bilir. İbn-i Kesir'in sözleri burada sona erdi.
 
Biz, ayette sözü edilen dumanın kıyamet günü görüleceğine ilişkin İbn-i Abbas'ın tefsirini ve İbn-i Kesir'in yorumunu tercih ediyoruz. Buna göre duman, benzeri durumlarda Kur'an-ı Kerim'de sık sık rastlanan bir tehdittir. Anlamı ise şudur: Onlar senin sunduğun mesajın doğruluğundan kuşku duyuyorlar ve eğleniyorlar. Şu halde bırak onları ve o korkunç günü bekle. O gün gökte bütün insanları bürüyen açık seçik bir duman belirecektir. Bu duman acı bir azap olarak nitelendiriliyor. Onların azaptan burun buruna gelirken yardım istekleri de şöyle tasvir ediliyor: "Rabbimiz! Bizden azabı kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz." Yüce Allah vaktin geçtiğini vurgulayarak istedikleri yardımın gerçekleşmesinin mümkün olmadığını belirtiyor: "Onlar nasd düşünüp öğüt alacaklar? Öğüt alma zamanı geçti. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Ondan yüz çevirdiler. `Bu, deli görünümünde eğitilmiş biridir' dediler."
 
Onu o yabancı çocuk eğitiyor ve (iddialarına göre) o bir delidir... Azabın kaldırılmasını istedikleri ama olumlu cevap alamadıkları bu sahnenin gölgesinde onlara şöyle deniyor: Önünüzde bir fırsat var ve henüz vakit geçmiş değildir. Sahnede gördüğümüz bu azabın size ulaşması bir süre için askıya alınmıştır ve siz şu anda dünyadasınız. Yani, şimdilik üzerinizden azap kaldırılmıştır. Öyleyse, kıyamet günü söz verip de olumlu karşılık alamadığınız zaman-ki gibi Allah'ın peygamberine, O'nun sunduğu dine inanın. Su anda sağlığınız yerindedir. Ama bu durum sonsuza kadar sürmeyecektir. Çünkü birgün bize döneceksiniz: "O gün büyük bir şiddetle çarparız." O gün her tarafı, Kur'an'daki tasvirini seyrettiğiniz bir duman kaplayacaktır. "Zira biz öç alıcıyız." Allah'ın ayetlerini alaya alıp eğlenmenizden, Allah'ın peygamberine "eğitilmiş bir deli" diyerek iftira atmanızdan öç alacağız. Oysa sizin suçladığınız peygamber, doğru sözlü ve güvenilir bir elçidir...
 
Bize göre bu ayetleri bu şekilde tefsir etmek daha doğrudur. Ama burada neyi kastettiğini en iyi Allah bilir.
 
Bundan sonra surenin akışı onlarla birlikte Hz. Musa'nın kıssası ile bir başka gezintiye çıkıyor. Kıssanın bir özeti sunuluyor ve olaylar şu yeryüzünde gerçekleşen büyük çarpma sahnesiyle son buluyor. Göğü açık seçik bir dumanın kaplayacağı gün gerçekleşen büyük çarpmayı gösterdikten sonra Firavun hanedanının başına gelenleri dikkatlere sunuyor:
 
 
17- Andolsun, onlardan önce Firavun toplumuna da imkanlar vererek sınamıştık. Onlara saygın bir peygamber gelmişti.
 
Gezinti, onların kalplerini uyarmak amacına yönelik güçlü bir ifade ile başlıyor. Burada, bir peygamberin bir topluma gönderilişinin bir anlamda o toplumu deneme, onları sınama amacına yönelik olduğu vurgulanıyor. Yine Allah a karşı büyüklük tasladıkları halde, Allah'ın peygamberini ve onun yanında yeralan müminleri çeşitli eziyetlere, baskılara uğrattıkları halde Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar kafirlere bir dönemin sonuna kadar süre tanınmasının aslında onlar açısından bir sınama, bir deneme olduğuna dikkat çekiliyor. Peygamberin öfkelenmesinin, baskılarına karşı hoşgörüsünün tükenme noktasına gelmesinin, onların doğru yolu bulmalarından ümit kesmesinin ardından korkunç bir yakalamanın, acı bir çarpmanın olabileceği mesajı veriliyor:
 
"Andolsun, onlardan önce Firavun toplumunu da imkanlar vererek sınamıştık."
 
Çeşitli nimetlerle, iktidarla, yeryüzü egemenliği ile, uzun süre refah içinde yaşamalarına fırsat vererek zenginlik ve üstünlük sağlayıcı sebepleri ellerinin altına vererek denedik onları.
 
"Onlara saygın bir peygamber gelmişti."
 
Peygamberin gelişi onları sınamaya ilişkin planın bir parçasıydı. Onların bu saygın peygambere nasıl bir cevap vereceklerini ortaya çıkarıyordu. Peygamber onlara yönelik çağrısına karşılık şahsına çıkar sağlayacak birşey istemiyordu. Tamamen karşılıksız olarak onları Allah'a çağırıyordu. Herşeyi Allah a vermelerini ve kendilerinde bulunup ta Allah'tan esirgedikleri hiçbir şeyi olmamasını istiyordu:
 
 
ALLAH'A KARŞI BÜYÜKLENMEYİN
 
18- "Ey Allah'ın kulları! Bana gelin, doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim."
 
19- `Allah'a karşı büyüklük taslamayın. Ben size apaçık bir delil getiriyorum."
 
20 "Ben, beni taşlayıp öldürmenizden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım."
 
21- "Eğer
bana inanmadınızsa bari yolumdan çekilin."
 
22- Sonra Musa: "Bunlar, suç işleyen bir toplum" diye Rabbine dua etti.
 
23- Allah da şöyle buyurdu: "Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız."
 
24- Denizi yarıp toplumunu geçirdikten sonra olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.
 
İşte bunlar kendilerine gönderilen saygın peygamber Musa'nın -selâm üzerine olsun- söylediği kısa ifadelerdir:
 
Hz. Musa onlardan mesajının genel anlamda onaylanmasını, üzerlerine düşen maddi yükümlülüğü eksiksiz yerine getirmelerini ve kesin bir teslimiyet istiyor. ( "en-eddu ileyye ibadellahi" ayetinin bir diğer anlamı da şudur: "Allah'ın kulları İsrailoğullarını bana verin. Onları bana teslim edin ve hizmet için işkence için alıkoymayın." Bu anlam yüce Allah'ın şu sözüne uyuyor: "İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver. Onlara işkence etme. (Taha suresi, 47))Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyeti istiyor. Çünkü O'nun kullarıdırlar. Allah'a karşı büyüklük taslamak kullara yaraşmaz. Bu, Allah'ın çağrısıdır. Peygamber bu çağrıyı kendilerine iletiyor. Elinde de Allah'ın elçisi olduğuna ilişkin belgesi vardır. Kalpleri kendine çeken güçlü bir delili, sözlerinin karşı konulmaz belirgin bir etkileyiciliği vardır. Öte yandan bu peygamber, kendisine saldırmaları, taşlamaları durumunda Rabbine sığınmakla, kendini güvenceye alıyor. İnanmaya yanaşmayıp karşı çıkmaları durumunda ise, onlardan ayrılacağını, kendilerinden uzak duracağını belirterek onlardan da aynı davranışı bekliyor. Hiç kuşkusuz bu tutum insaflılığın, adilliğin ve barışseverliğin en üst noktasıdır.
 
Ne var ki, azgınlığın, despotluğun insafa geldiği çok azdır. Çünkü tağutlar, diktatörler hakkın serbest kalmasından, hiçbir zorlukla karşılaşmaksızın barış ortamında halk kitlelerine ulaşmasından korkarlar. Bu yüzden halka karşı amansız bir savaş başlatırlar. Hiçbir zaman barış yapmaya yanaşmazlar. Çünkü barışın anlamı, onlara göre hakkın ilerlemesi günden güne ruhlara ve kalplere egemen olması demektir. Bunun için batıl şiddetle saldırır, hak taraftarlarını taşa tutar, haktan asla vazgeçmez. Ona rahat vermez, barış içinde hareket etmesine fırsat tanımaz.
 
Surenin akışı kıssanın sonuna bir an önce varmak için aradaki birçok bölümü kısaca geçiyor. Tüm denemeler sonuçlanınca, Hz. Musa Firavun'un soydaşlarının kendisine inanmayacaklarını, çağrısına olumlu karşılık vermeyeceklerini, barışa ve kendisine karışmamaya yanaşmayacaklarını farkediyor. Vazgeçmeleri mümkün olmayan derin ve asıl saplantılarını görüyor. Bu durumda Rabbine sığınıyor, en son sığınağına koşuyor:
 
"Sonra Musa `Bunlar, suç işleyen bir toplum' diye Rabbine dua etti." Bir peygamber elinin devşirdiği ürünlerle Rabbine sığınmaktan, işini O'na havale etmekten, nasıl isterse öyle hareket etmesini gözlemekten başka ne yapabilir?
 
Hz. Musa Firavun'un ve soydaşlarını gerçek birer suçlu olarak damgalayışını onaylayan bir cevap alıyor Rabbinden...
 
"Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız. Denizi yarıp toplumunu geçirdikten sonra olduğu gibi bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur."
 
Ayette geçen "İsra" sözcüğü ile ancak geceleyin yapılan yolculuklar ifade edilir. Böylece ayeti kerime hem gece yolculuğu anlamına gelen "isra" kelimesini hem de "gece"yi kullanarak sahneyi, yani Allah'ın Kullarının İsrailoğulları'nın geceleyin yola çıkarılmaları sahnesini tekrarlamış oluyor. Bunun yanısıra bu ifadeyle gizlilik havası uyandırılıyor. Çünkü onların geceleyin yola çıkmaları Firavun'un gözünden uzak, onun bilgisi dışında olmuştu. Ayetin orjinalinde geçen "Rahv" kelimesi, durgun anlamındadır. Yüce Allah Musa'ya ve soydaşlarına denizi geçmelerini, geçtikten sonra öylece durgun bırakmalarını emretmişti. Amaç onları izleyen Firavun ve ordusunun boğulması, böylece Allah'ın belirlediği planın tamamlanmasıdır: "Onlar boğulacak bir ordudur." İşte görünür sebepler arasından Allah'ın planı bu şekilde yürürlüğe giriyor, gerçekleşiyor. Bizzat sebepler de bu kaçınılmaz planın bir parçasıdır zaten.

Surenin akışı Firavun ve ordusunun suda boğuluş sahnesinin anlatımını veya sunuluşunu kısa kesiyor. Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan bir cümle ile yetiniyor: "Onlar boğulacak bir ordudur." Surenin akışı bu kırıp geçiren sahneden sonra, bu sahne üzerine yapılan değerlendirmeye geçiyor. Bu değerlendirmede büyüklük taslayan azgın Firavun'un, zulüm ve azgınlıkta ona arka çıkan üst düzey yöneticilerinin basitliği; onun ve kurmaylarının Allah karşısındaki değersizliği gözler önüne seriliyor. Kendisine meftun olan ve ayaklarına kapanan avanesinin şişirmeleri ile havalara girerek, burnunu havaya kaldırarak dolaştığı varlık alemine göre küçüklüğü, önemsizliği ortaya konuyor. Varlık aleminde, fark edilmeyecek kadar küçük, önemsenmeyecek kadar basittir o. Elindeki nimetler çekip alınıyor da, bunların yok olmasına engel olamıyor. Uğradığı bu kötü akıbetten dolayı kimse haline acımıyor:


 

25- Onlar geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler.
 
26- Ekinler, güzel makamlar!
 
27- Ve zevkü sefa sürecekleri nice nimetler!
 
28- İşte böyle oldu ve biz onları başka bir topluma miras verdik.
 
29- Onlara gök ve yer ağlamadı. ve kendilerine mühlet de verilmedi.
 
Sahne onların içinde yüzdükleri nimet tabloları ile başlıyor. Bahçeler... Pınarlar... Ekinler... Göz kamaştırıcı saraylar, saygı ve hürmetle ağırlandıkları köşkler... Sevinç ve neşe içinde yiyip içtikleri, zevkine vardıkları nice nimetler...
 
Sonra bütün bunlar ellerinden çekip alınıyor. Ya da onlar bu nimetlerden uzaklaştırlıyorlar. Bunlara bir diğer toplum mirasçı kılınıyor. Bir başka surede şöyle buyuruluyor: "Böylece bunlara, İsrailoğullarını mirasçı kıldık." (Şuara suresi, 39) Aslında İsrailoğulları Firavun'un mülküne, saltanatına mirasçı olmadılar. Ama bir başka bölgede, bir diğer mülke mirasçı oldular. Şu halde burada kastedilen, Firavun ve kurmaylarının elinden çıkıp İsrailoğullarının mirasçısı oldukları nimetin, mülkün türüdür.
 
Sonra ne oldu? Sonra şu yeryüzünde gözleri ve gönülleri debdebeleri ile dolduran azgınlar gittiler. Gittiler de kimse gidişlerine üzülmedi. Gökyüzü ve yeryüzü gidişlerinin farkına varmadı. Onlara tanınan süre dolunca bir daha bekletilmediler, kıskıvrak yakalanışları bir dahaki sefere bırakılmadı:
 
"Onlara gök ve yer ağlamadı. Ve kendilerine mühlet de verilmedi."
 
Bu ifade onların ne kadar önemsiz oldukları düşüncesini uyandırıyor. Tağutların basit birer nesne gibi yurtlarından koparılıp bir tarafa fırlatılışlarını canlandırıyor. Buna göre ne gökyüzünde ne de yeryüzünde kimse büyüklük taslayan zorbaların, azgınların farkında bile değildir. Yeryüzünde ve gökyüzünde kimse onlara üzülmüyor. Bir karıncanın gidişi gibi sessiz, gürültüsüz gidiyorlar. Oysa daha önce yeryüzünde zorbaca dolaşıyor, insanları ezip geçiyorlardı. Ama şimdi kimse gidişlerine üzülmüyor. Çünkü evren, onların kendisinin boyun eğdiği yasalar sisteminden ayrılmaları dolayısıyle onlardan nefret ediyor. Evren kendisini yaratıp yönlendiren Rabbine inanıyor, ama onlar alemlerin Rabbini inkar ediyorlar. Onlar içinde yaşadıkları varlıklar alemi tarafından dışlanmış iğrenç ve kötü ruhlardır.
 
Eğer yeryüzünde zorbalık yapanlar bu ayetlerin içerdiği mesajı algılayabilselerdi, yüce Allah ve içinde yaşadıkları varlıklar alemi karşısında ne kadar basit, ne kadar önemsiz olduklarını anlarlardı. Evrenden dışlanmış, koparılmış olarak yaşadıklarını, iman bağı koptuktan sonra aralarında iletişimi sağlayacak bir bağın mevcut olmadığını anlarlardı.
 
Karşı sayfada ise kurtuluş, saygıyla ağırlanma ve seçkin bir konumda bulunma sahnesi yeralıyor:
 
 
30- Andolsun biz, İsrailoğullarını o küçültücü azaptan kurtardık
 
31- Yani Firavun'dan. Çünkü aS haddi aşanlardan bir zorba idi.
 
32- Andolsun biz, İsrailoğullarını, bir bilgiye göre alemlere üstün kıldık.
 
33- Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan ayetler verdik.
 
Burada İsrailoğullarının "küçültücü" azaptan kurtuluşlarından sözediliyor. Hiç kuşkusuz bu ifade, zorbalığa başvurarak, büyüklük kompleksine kapılarak sınırları zorlayan despotların, zorbaların önemsiz birer nesne gibi bir kenara atılışlarına karşılık olarak yeralıyor: "Yani Firavun'dan. Çünkü o, haddi aşanlardan bir zorba idi."
 
Ardından, yüce Allah'ın İsrailoğullarını -iyi ve kötü yönlerine; bütün özelliklerine ilişkin kapsamlı bilgisi uyarınca- mesajının taşıyıcıları olarak seçmesine değiniliyor. Hiç kuşkusuz bu seçim onların zamanı için, o günkü insanlık alemi için geçerliydi. Çünkü yüce Allah, İsrailoğullarının yamukluklarına, ikide bir sapmalarına, işi ağırdan almalarına ilişkin olarak anlatılanlarla birlikte onların kendi dönemlerindeki toplumlar arasında daha iyi bir durumda olduklarını, mesajın taşıyıcılığına seçilmeye, halifelik görevine atanmaya daha layık olduklarını biliyordu. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah mesajının taşıyıcılığına, o gün için en iyi durumda olan toplumu seçer, yardımını onlara özgü kılar. İçlerinde kendilerini bir kılavuza, bir görüşe ve tutarlı bir çizgiye uygun olarak Allah'a yönelten bir önderlik kurumu olduğu sürece o toplum imanın öngördüğü yüce düzeye ulaşmamış olsa da bu kural geçerlidir.
 
"Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan ayetler verdik."
 
Yüce Allah'ın sınamak amacı ile kendilerine verdiği bu ayetlerle denemeye tabi tutuldular. Sınanmaları tamamlanıp halifelik sürdürdükleri dönem sona erince yüce Allah deneme ve sınavın sonucuna göre onları sapıklıklarından ve kaypaklıklarından dolayı suçüstü yakaladı. Yeryüzünde onları kovalayanlar aracılığı ile kendilerine ağır darbeler indirdi. Onlar için sürekli bir aşağılanmışlık, ezilmişlik öngördü. Kıyamet gününe kadar yeryüzünde azgınlaştıkları her seferinde kesinlikle başlarına bir felaket geleceğini birliklerinin parçalanacağını, yeryüzünün dört bir yanına dağıtılacaklarını bildirdi.
 
ÖLÜM BİR DEFA DİYENLER
 
Firavun ve kurmaylarının yerle bir edilişleri, Musa ve soydaşlarının kurtuluşu, İsrailoğullarının Firavun'un dinden döndürme amaçlı baskıları ve işkencelerinden sonra Allah'ın gönderdiği ayetlerle sınanmaları ile ilgili bu gezintiden sonra, surenin akışı müşriklerin ölümden sonra diriliş ve mahşerde toplanma konusundaki tutumlarına; kuşku ve inkarlarına dönüyor. Surenin akışı diriliş. meselesi ile varlık aleminin planını ve binasını hak ve ciddilik temelleri üzerinde birbirine bağlamak için bu konuya dönüyor. Çünkü varlıklar aleminin temel dayanağı olan hak ve ciddilik prensipleri ölümden sonra dirilişi ve mahşer günü toplanmayı zorunlu kılıyor:
 
 
34- Bu inkarcılar da diyorlar ki:
 
35- "Bir kez öleceğiz ve herşey bitecek. Biz dirilecek değiliz."
 
36- "Doğru söylüyorsanız, babalarımızı getirin."
 
37- Peki onlar mı hayırlı, yoksa Tubba kavmi ve onlardan önce gelen kavimler mi? Suç işledikleri için biz onların hepsini helak ettik.
 
Müşrik Araplar diyorlardı ki: Bir defa öleceğiz ve bunun ötesi yoktur. Ölümden sonra dirilmek, mahşer gününde toplanmak yoktur. Buna söz verilen dirilme ve mahşerde toplanma va'dini geride bırakan anlamında "ilk" ölüm diyorlardı. İlk ölümden sonra herşeyin bittiğine delil olarak, ölüp giden atalarından hiç kimsenin geri dönmemiş olmasını, hiç kimsenin tekrar dirilmemiş olmasını ileri sürüyorlardı. Şayet ölümden sonra dirilmek gerçekse, doğruysa, o zaman ölen atalarımız gelsin diyorlardı.
 
Onlar bu istekte bulunurken ölümden sonra dirilişin, mahşerde toplanmanın hikmetinden habersizdirler. Bunun insan varoluşunun halkalarından biri olduğunu; özel bir hikmete göre belli bir hedefe yönelik olduğunu bilmiyorlardı. Belirlenen hedef; varoluşun ilk halkasında yapılanların gerekli karşılığı görmeleridir. Allah'ın buyruklarına isteyerek boyun eğenlerin, dünya hayatında attıkları doğru adımların karşılığı olarak onur verici bir akıbete ulaşmalarıdır. Allah'ın buyruklarına karşı çıkanların kokuşmuş bir bataklığa benzer hayatlarında attıkları çarpık ve yanlış adımların karşılığı olarak onur kırıcı, aşağılayıcı bir akıbete ulaşmalarıdır. İşte bu ilahi hikmet, insan varoluşunun yeryüzündeki aşamasının bütünüyle sona ermesinden sonra yeniden dirilişi ve mahşer gününde toplanmayı kaçınılmaz kılıyor. Ölümden sonra dirilişin bir ferdin, ya da topluluğun diriliş ve mahşeri onaylamaları için istedikleri zaman gerçekleşen bir oyuncak olmasını önlüyor. Oysa insanlar bu meseleye ilişkin gayba tanıklık etmedikleri sürece imanları tamamlanmaz. Gaybın kapsamındaki bu meseleyi peygamberler bildirmişlerdir; hayatın tabiatına ve yüce Allah'ın yaratılışa esas kıldığı hikmetin özüne ilişkin plan bunun gerçekleşmesini zorunlu kılıyor. Hayatın akışını yönlendiren planı gereği gibi düşünmek, ahirete inanmak, ölümden sonra dirilişi doğrulamak için yeterlidir.
 
Surenin akışı onları evrenin özüne yerleştirilen bu planla yüzyüze getirmeden önce Tubba kavminin kökünün kurutulmasına ilişkin sert ifadeli bir mesajla kalplerini uyarıyor. Tubbalılar Arap yarımadasında hüküm süren bazı Himyer krallarının soydaşlarıdır. Burada işaret edilen kıssayı dinleyiciler iyi bilmeliler ki, kalplerini sert bir ifadeyle uyarmak, benzeri bir akıbetten sakındırmak amacı ile hızlı tempolu bir işaretle yetiniliyor:
 
"Peki onlar mı hayırlı, yoksa Tubba kavmi ve onlardan önce gelen kavimler mi? Suç işledikleri için biz onların hepsini helak ettik."
 
Bu, uyarma amaçlı hatırlatmanın ve bu hatırlatmanın düşündürdüğü dehşetin neden olduğu ürpermenin etkisi geçmeden surenin akışı göklerin ve yerin yaratılışında gözönünde bulundurulan plana, uçsuz bucaksız evrenin kendi içinde ahenkli oluşuna, bu ahengin ötesinden görülen hedefe, doğruluğa ve ince düzenlemeye dikkatlerini çekiyor:
 
 
 
38- Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık!
 
39- Onları sadece halk ilkesine dayalı olarak yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.
 
40- Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür.
 
41- O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler.
 
42- Yalnız Allah'ın merhamet ettiği bunun dışındadır. Şüphesiz Allah, üstündür, esirgeyendir.
 
Burada çok latif psikolojik amaçlı bir uyarı yöneltiliyor. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki canlı-cansız varlıkların yaratılışı ile ölümden sonra diriliş ve mahşer gününde toplanma meselesi arasında çok ince hesaplanmış bir münasebet vardır. Ne var ki insanın öz yaratılışı (fıtratı) burada olduğu gibi dikkatle yöneldiği zaman bu münasebeti çok kolay kavrar.
 
Göklerin ve yerin yaratılışındaki inceliği, hikmeti, gözle görülür amacı, bilinçli olarak gözönünde bulundurulmuş ahengi... Herşeyin, yaratılış amacının gerçekleşmesi ve çevresindeki varlıklarla ahenk oluşturması için, fazla ya da eksik, olmamak üzere bir ölçüye göre yaratılması... Tüm varlıkların yaratılış planında ve biçiminde belirgin bir amacın gözetilmesi... Ne yönden bakılırsa bakılsın içindeki latif ve ince planlanmış yaratıklarla birlikte akıllara durgunluk veren varlıklar aleminin ince hesaplanmış planının tesadüf ve boşuna yaratılmış olmaya yer vermemesi...
 
Evet, bir insan bütün bunları düşündüğü zaman, bu yaratılışın bir amacı olduğunu, boşuna olmadığını, hak ilkesine dayalı olarak gerçekleştiğini ve asla batıla yer vermediğini anlar. Ayrıca bu yaratılışın henüz gelmemiş bir sonunun olduğunu, bununsa şu gezegen üzerindeki kısa yolculuğun sonundaki ölümle gerçekleşmediğini, hayatın ve varlıklar aleminin binasına dayanaklık eden planın kesin mantığı açısından ahiret ve mahşer günü hesaplaşmanın kaçınılmazlığını anlar. Çünkü şu dünya hayatındaki iyiliğini, yapıcılığın ve bozgunculuğun doğal sonucu ancak bu şekilde gerçekleşir. İnsanoğlu aynı anda hem yapıcılık hem de bozgunculuk niteliklerini özünde barındırır, ikisinden birini seçme gücüne ve iradesine sahiptir. Yolculuğunun sonunda bu seçiminin karşılıyı görür.
 
İnsanın bu şekilde iki boyutlu bir varlık olarak yaratılması ve yüce Allah'ın eylemlerinde boşunalığa yer olmaması, insan varoluşunun belli bir akıbetinin olmasın gerektiriyor ve yeryüzündeki yolculuğundan sonra insanın bu akıbete ulaşmasını zorunlu kılıyor. İşte ahiret meselesinin özü, gerekçesi budur. Bu yüzden, göklerin ve yerin yaratılışındaki hikmete ve hedefe dikkat edilmesine ilişkin direktiften sonra şu ifadelere yer veriliyor:
 
"Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür."
 
"O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler."
 
"Yalnız Allah'ın merhamet ettiği bunun dışındadır, şüphesiz Allah üstündür, esirgeyendir."
 
Bunlar önceki ifadelerle bütünüyle bağlantılı olarak yeralan son derece doğal açıklamalardır. Çünkü ilahi hikmet insanların birbirinden ayrılacağı, hidayèt ve sapıklık arasındaki çelişkinin sonuca bağlanacağı, iyiliğin saygı görüp kötülüğün aşağılanacağı, insanların yeryüzündeki tüm dayanaklarından, akrabalık ve bağlılıklarından soyutlanacakları bir günün olmasını gerektiriyor. O gün insanlar tıpkı onları ilk kez yarattığı gibi Rabblerine tek başlarına dönecekler. Kendi elleri ile yaptıklarının karşılığını alacaklar. Kimseden yardım görmeyecekler ve kimse onlara acımayacak. Ancak her şeyden üstün, herşeye gücü yeten, kullarına acıyan, şefkat gösteren Rabblerinin rahmetinin kapsamına alınanlar hariç. Onlar, çalışmak, amel etmek üzere onun elinden çıkmış, yaptıklarının karşılığını almak üzere de tekrar onun eline dönmüşlerdir. Onların çıkışları ile dönüşleri arasındaki süre amel için tanınan bir fırsattır, bir sınav alanıdır.
 
İşte, evrenin planında, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki canlı-cansız varlıkların hak ilkesine dayalı olarak yaratılışında, varlık aleminde yeralan herşeyde açıkça görülen taktirde, kendini anlatan hedefte gözlemlenebilen ilahi hikmet bunu gerektiriyor.
 
CEHENNEM YİYECEĞİ ZAKKUM VE CENNET
 
Bu prensibin vurgulanmasından sonra surenin akışı onlara, her meselenin çözüme bağlandığı kıyamet günü sahnelerinden birini sunuyor. İsyancıların ve itaatkârların karşılaştıkları azabı ve nimeti tasvir ediyor. Bu, surenin konusu ile
 
sert atmosferi ile uyuşan son derece sert bir sahnedir:
 
 
43- Zakkum ağacı.
 
44- Günahkarların yemeğidir.
 
45- Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarında kaynar.
 
46- Sıcak suyun kaynaması gibi.
 
47- "Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin."
 
48- "Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün."
 
49- "Tad bakalım, hani şerefli olan, üstün olan yalnız sendin?"
 
50- İşte o kuşkulanıp durduğunuz şey budur!
 
51- Müttakiler ise güvenli bir makamdadır.
 
52- Bahçelerde ve çeşme başlarında.
 
53- İnce ipekten ve parlak atlastan giysiler giyerek karşılıklı otururlar.
 
54- Ayrıca onları, iri gözlü hurilerle de evlendirmişizdir.
 
55- Orada, güven içinde, her meyveyi isterler.
 
56- Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar, sürekli yaşarlar. ve Allah onları cehennem azabından korumuştur.
 
57- Cehennemden korunmaları Rabbinden bir lütuftur. İşte büyük kurtuluş budur.
 
Sahne, zakkum ağacının günahkârların yiyeceği olduğunu belirttikten sonra bu ağacın tanıtımı ile başlıyor. Ürpertici, dehşet verici, korkunç bir sunuş. Bu yiyecek kaynamış yağın tortusu gibidir. Tıpkı kaynar su gibi karınları yakmaktadır. İşte o, günahkâr da orada duruyor. Rabbine ve güvenilir peygambere karşı büyüklük taslayan günahkâr... Ve işte yüce Allah'tan zebaniye yönelik bir emir geliyor, onu "saygın(!)" konumuna yaraşır biçimde yakalayıp sürüklemesini istiyor.
 
"Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin!" "Sonra bayın üzerine kaynar su azabından dökün."
 
Kıskıvrak yakalayın onu. Sürükleyin cehenneme doğru. Saygı göstermeden, acımadan, aşağılayarak, kaba davranarak bağlayın. Orada haşlayan, yakan kaynar sudan dökün başından aşağı. Bağlanmanın, itilip kakılmanın, sürüklenmenin, yanıp haşlanmanın yanısıra bir de azarlanıyor, rezil ediliyor:
 
"Tad bakalım, hani şerefli olan, üstün olan yalnız sendin."
 
Bu üstün ve şerefli olmadıkları halde, üstelik Allah'a ve O'nun peygamberine karşı büyüklük taslayan şerefli ve üstün (!) kimselerin cezasıdır.
 
"İşte o kuşkulanıp durduğunuz şey budur!"
 
Siz, peygamberleri alaya alıyor, onların sunduğu ayetlerle eğlendiğiniz gibi bugünün geleceğinden de kuşku duyuyordunuz.
 
Sahanın bir kenarında yakalayıp sürükleme, başından aşağı kaynar sular dökme, haşlama, azarlama, rezil rüsva etme manzaraları görülürken, insanın hayali bakışları bir başka tarafa ilişiyor. Birden, bugünün dehşetinden korkan, azabından titreyen "Müttakiler" görünüyorlar. Hem de "Güvenilir bir makamda" oturuyorlar. Burada korkmuyorlar, dehşet içinde değildirler. Ne bağlanıyorlar, ne de itilip kakılıyorlar. Yakalanıp sürüklenmiyorlar, başlarından aşağı kaynar sular dökülmüyor. Aksine kendilerine sunulan sayısız nimetler içinde yüzüyorlar. "Bahçelerde ve çeşme başlarında." İnce ve kalın ipekten giysiler giyerek karşılıklı koltuklara kurulup sohbet ediyorlar. Bütün bunlarla ve iri siyah gözlü hurilerle evlendirilmeleriyle nimetler tamamlanıyor. Onlar cennette ev sahibidirler ve istediklerini alabiliyorlar: "Orada güven içinde, her meyveyi isterler." Bu nimetlerin tükeneceğini düşünmezler. Orada ölüm sözkonusu değildir. Bir kere ölmüşlerdi ve bir daha ölümü tatmayacaklar. (Bu, müşriklerin "Bir kez öleceğiz ve herşey bitecek! Biz dirilecek değiliz." şeklindeki sözlerine karşılık olarak yeralıyor. Evet, bir defa ölünecek âma, ondan sonra cehennem ve cennet vardır.) "Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur." Bu, yüce Allah'ın onlara yönelik bir lütfudur. Çünkü azaptan kurtuluş ancak onun lütfu ile, onun merhameti ile mümkündür. "Cehennemden korunmaları Rabbinden bir lütuftur. İşte büyük kurtuluş budur." Hem de ne büyük bir kurtuluş!
 
Bu sert ve etkisi derinlere varan sahnenin, atmosferi içinde, peygamberlik nimetinin hatırlatılmasına ve insanların bu nimeti yalanlamanın akıbetinden kurtulmalarına ilişkin bir ifadeyle sona eriyor sure:
 
58- Biz o Kur'an'ı senin dilinde indirerek kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.
 
59- Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler.
 
Bu, surenin havasını, genel içeriğini özetleyen bir bitiştir. Bu bitiş cümlesi surenin başlangıcı ile, ayrıca surenin akış çizgisi ile uyuşuyor. Nitekim sure kitaptan ve kitabın uyarmak ve hatırlatmak amacı ile indirilişinden söz ederek başlamıştı. Surenin akışı içinde de kitabı yalanlayanları bekleyen akıbete değinilmişti. "O gün büyük bir şiddetle çarparız. Zira biz öç alıcıyız.!"
 
Bu bitiş cümlesi de onlara bu Kur'an'ın anlayıp kavrayabildikleri arapça olarak peygamberin dilinde indirilmek suretiyle kolaylaştırılmasında somutlaşan Allah'ın kendilerine yönelik nimetini hatırlatıyor. Bunun yanısıra, üstü kapalı ama korkutucu bir ifadeyle onları yaptıklarının akıbetinden korkutuyor:
 
"Öyleyse bekle onlar da beklemektedirler."

 

Fizilal Anasayfasına dönebilirsiniz!