Malper/Anasayfa

M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

 

Fizilalil Kuran

063 - Munafiqûn Suresi – 001-011

1- Ey Muhammed! Münafıklar sana geldiklerinde " ahitlik ederiz ki , sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin. Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da bilir.
 
2- Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah'ın yolundan alı korlar. Onların yaptıkları ne kötüdür.
 
Münafıklar Peygamber Efendimizin yanına gelip huzurunda O'nun Allah'ın peygambèri olduğuna şahitlik ediyorlardı. Ne var ki bu şahitlik sözden öteye geçmiyordu. Bununla gerçeği ifade etmek amacında değillerdi. Sadece asıl niyetlerini gizlemek, Müslümanlara karşı gerçek kimliklerini saklamak için bu sözü söylüyorlardı. Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek için geldiklerine ilişkin iddiaları yalandı. Oysa bununla güttükleri asıl amaç Müslümanları aldatmak ve bu sözle gerçek kimliklerini gizlemekti. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Peygamberin kendi elçisi olduğuna ilişkin gerçeği vurguladıktan sonra münafıkların şahitliklerinin yalan olduğunu belirtiyor' "Allah da bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin: ' "Bununla birlikte Allah münafıkların alancı olduklarım da bilir"
 
Ayet, dikkat çekici bir inceliğe ve özenle seçilmiş bir ifade biçimine sahiptir. Çünkü ayet-i kerime münafıkların sözlerini yalanlamadan önce Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini dile getiriyor. Şayet bu vurgulama olmasaydı, ayetin zahiri açısından münafıkların yalanlanlamalarının şahitliklerinin konusu ile yani Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeği ile ilgili olduğu düşüncesi zihinlerde uyanacaktı. Oysa bu ifade ile güdülen amaç münafıkların şahitlik ettikleri konuyu yalanlamak değildir. Asıl amaç onların sözlerini yalanlamaktır. Çünkü onlar gerçekten Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini onaylamıyorlardı ve içtenlikle şahitlik etmiyorlardı.
 
"Onlar yeminlerini kalkan yaptılar...
 
Öyle anlaşılıyor ki, münafıklar, durumlarının ortaya çıktığı, herhangi bir komplo ya da yıkıcı bir plan peşinde koştukları öğrenildiği veya Müslümanlar için kötü bir söz söyledikleri duyulduğu her seferinde yemine başvuruyorlardı. iğrenç davranışlarının gerektirdiği yaptırımlardan korunmak için yemin ediyorlardı. Böylece yeminlerini arkasına sığındıkları koruyucu bir kalkan haline getirmişlerdi. Bu sayede kendilerine kananlara yönelik komploları, yıkıcı planları sonuçlandırmak istiyorlardı.
 
"İnsanları Allah'ın yolundan alı korlar."
 
Yalan yere söyledikleri yeminler aracılığı ile hem kendilerini hem de başkalarını Allah'ın yolundan alı korlar: "Onların yaptıkları ne kötüdür." insanları aldatmak ve saptırmak için yalan söylemekten daha iğrenç bir davranış var mıdır?
 
Ayet-i kerime münafıkların yalancı şahitliklerini, kandırma amaçlı asılsız yeminlerini, insanları Allah'ın yolundan alıkoyuşlarını ve yıkıcı faaliyetlerde bulunmalarını, iman ettikten sonra kafir oluşlarına, İslam'ı tanıdıktan sonra küfrü tercih edişlerine bağlıyor.
 
 
3- Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir artık onlar hiç anlamazlar.
 
Şu halde onlar imanı biliyorlar ama küfre dönmeyi imana tercih ediyorlar Kavrama yeteneği bulunan güzelliklerden zevk alabilen, canlılığını yitirmeyen bir kalbin imanı tanıdıktan sonra küfre dönmesi mümkün değildir. Yoksa, imanın tadına varan, onu gereği gibi tanıyan, varlıklarla ilgili imanı düşünceyi öğrenen iman aracılığı ile hayattan zevk almayı bilen, imanın temiz havasını soluyan, imanın parlak aydınlığı içinde yaşayan, imanın huzur verici gölgesinde serinlenen birisi tekrar çirkin, ölü, ıssız, kurak ve çorak küfür ortamına döner mi? iman ile küfür arasındaki derin farklılığın bilincinde olmayan, kavrayamayan, algılayama yan körelmiş, kindar ve nankör kişilerden başkası böyle bir cürüm işlemeye yeltenebilir mi?
 
"Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık onlar hiç anlamazlar." Ardından surenin akışı münafıkların kişiliklerini çarpıcı biçimde ortaya koyar benzersiz ve olağanüstü bir tablo çiziyor. Bu tablo, insanlar arasında yer alan fıtratları dejenere olmuş, duyu organları körelmiş, bu grubu alay konusu yapıyor onların adiliklerini, basitliklerini alaycı bir ifadeyle ortaya koyuyor. Onları boşlukla, ıssızlıkla, körelmişlikle, korkaklıkla, ödleklikle, kindarlıkla, nankörlükle suçluyor. Daha doğrusu onları gülünçlüğün somutlaştığı bir heykel, bir hedef olarak varlık vitrinine dikiyor.
 
4- Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa onların sözlerini dinlediğin zaman sanki elbise giydirilmiş (Bir yere dayandırılmış) kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da Hak'tan döndürülüyorlar?
 
Şu halde onlar dış görünüş itibariyle insanın hoşuna giden cesetlerdirler. Algılayan ve algıladığına karşılık veren insanlar değildirler. Sessiz kaldıkları sürece göze hoş görünen. kalıplardırlar. Ama konuşmaya başladıkları zaman her türlü anlamdan, her türlü duygudan, her türlü heyecandan yoksun boş kalıplar oldukları ortaya çıkar. "Onların sözlerini dinlediğin zaman sanki kütük gibidirler." Fakat sadece kütük değildirler. Onlar "Bir yere dayandırılmış kütük gibidirler." Hiçbir canlılık belirtisi yok onlarda, bir duvarın dibine atılmış gibi hareketsiz duruyorlar.
 
Bu donukluk, bu soğukluk ve bu hareketsizlik onları ruhsal kavrayış açısından tasvir ediyor -şayet ruhları varsa tabi (!)-. Öte yandan sürekli bir tedirginlik, sürekli bir korku, sürekli bir sarsıntı içinde oluşları tasvir ediliyor:
 
"Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."
 
Şu halde onlar münafık olduklarını; dış görünüşten, yeminlerden, sahte sevgi gösterisinden, kaypaklıktan oluşan ince bir perdenin arkasına gizlendiklerini biliyorlar. Bu yüzden her an gerçek durumlarının ortaya çıkması, arkasına gizlendikleri ince perdenin açılması endişesi içindedirler. Ayet-i kerime onları, sürekli etrafına bakıp duran, her hareketten, her sesten ve fısıldamadan ürken, gerçek kimliklerinin ortaya çıkmış olmasından korkan kimseler olarak tasvir ediyor!
 
Derinden kavrama, algılayan bir ruha sahip bulunma ve imanın mesajlarını algılama söz konusu olduğu zaman onlar bir kenara bırakılmış, dayandırılmış hissiz kütükler gibidirler. Mal ve can korkusu söz konusu oluğu zaman da rüzgarın önünde savrulan, inim inim inleyen kuru ve içi boş bir bitki artığı gibidirler.
 
Onlar her iki durumda da Hz. Peygamberin ve Müslümanların baş düşmanlarının somut örneğidirler:
 
"Onlar düşmandır; onlardan sakın."
 
Onlar gerçek düşmandırlar. Ordunun içine gizlenmiş, askerlerin safları arasına sızmış sinsi düşmanlardırlar. Bunlar açık ve dış düşmanlardan daha tehlikelidirler. "Onlardan sakın" Fakat Hz. Peygambere onları öldürmesi emredilmiyor. Tam tersine Peygamber Efendimiz, onlara karşı hikmet dolu, uzun vadeli, onların hilelerinden kurtulmayı garantileyen bir başka yol izliyor. (Az sonra bu tür bir ilişkinin bir örneğini göreceğiz.)
 
"Allah onları kahretsin! Nasıl! da Hak'tan döndürülüyorlar?"
 
Ne tarafa kaçarlarsa ve ne tarafa giderlerse gitsinler Allah onları öldürecektir. Yüce Allah'tan gelen bir temenni, bu temenninin anlamının kesin olarak gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Onun isteği hemen yürürlüğe giren bir karardır. Geri çevrilemez ve buna alternatif bir karar verilemez. En sonunda onlarla ilgili bu karar yürürlüğe girecektir.
 
Surenin akışı münafıkların kalplerindeki kötülüğe, Hz. Peygambere yönelik art niyetlerine, buna karşın yüzüne karşı yalan söylemelerine işaret eden davranışlarını sayıp dökmeye devam ediyor. Bunlar münafıkların bilinen temel nitelikleridirler:
 
 
5- Münafıklara: "Gelin de Allah'ın Rasulü sizin için bağışlanma dilesin denildiği zaman, başların: çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.
 
6- Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de birdir; Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.
 
7- Bunlar: `Allah'ın Peygamberinin anında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler" diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır: Fakat münafıklar anlamazlar.
 
8- Diyorlar ki: `And olsun, eğer Medine'ye dönersek şerefli olan, alçak olarak oradan mutlaka çıkaracaktır.
Şeref ancak Allah'ın, O'nun Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.
 
İlk kuşak tefsircilerin bir çoğu bu ayetlerin tümünün Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir.
 
İbn İshak Beni Mustalık seferinden söz ederken bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi kuyusunun başında hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan sonra Peygamber Efendimizin bu suyun başında konakladığı bir sırada insanlar grup grup suyun başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab'ın yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar kabilesine mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut'tu. Ömer'in atını sürüyordu. İşte bu Cehcah ile Avan b. Hazrec 'in müttefiki Sinan B. Vebr Cüheni suyun başında itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler. Sinan b. Vebr el-Cüheni. Ey Ensar topluluğu diye seslendi. Cehcah da "Ey Muhacirler!" diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar arasında genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da yer alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi: Gerçekten böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla övünmeye başladılar mı? Bizim ülkemizde çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar mı.
 
Vallahi. bizimle Kureyş'in sürgünlerinin durumu tıpkı eskilerin şu sözünü andırıyor: "Besle köpeğini yesin seni" (Besle kargayı oysun gözünü) Allah'a an dolsun ki Medine'ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır. Sonra yanında bulunan akrabalarına döndü ve onlara şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız. Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Fakat Allah'a an dolsun ki eğer siz onların yakalarına yapışmayacak olursanız sizi evlerinizden çıkaracaklardır. Zeyd b. Erkam bunları duydu Sonra kalkıp Rasullullah'ın yanına gitti. -O sırada Peygamber Efendimiz de henüz düşmanla giriştiği savaşı bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul'un sözlerin birer birer anlattı. Ömer b. Hattab ta Peygamber Efendimizin yanında bulunu-yordu. Ömer: "Ubad b. Bişr'e emret gidip öldürsün onu" dedi. Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Ya Ömer, insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir? Hayır öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını bildir." Peygamber Efendimizin hiç yolculuk yapmadığı bir saatti bu. Halk yola çıktı. Abdullah b. Ubey b. Selul da sözlerinin Zeyd b. Erkam tarafından Hz. Peygambere iletildiğini duyunca Peygamber Efendimizin yanına yürüdü ve böyle bir söz söylemediğine yemin etti. İbn Selul akrabaları arasında saygın bir yere sahipti. Peygamber Efendimizin yanında bulunan Ensar'dan bazı kişiler: "Ya Resulallah belki de çocuk yanlış anlamış, adamın dediklerini tam kavrayamamıştır" diyerek İbn Selul'u korumaya, onu savunmaya çalıştılar.
 
İbn İshak diyor ki: Peygamber Efendimiz konakladığı yerden ayrılıp yola koyulunca Useyd b. Hudeyr'e rastladı. Useyd Peygamber Efendimizi peygamberlik selamı ile selamladı ve şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, Allah'a And olsun ki hiç te uygun olmayan bir saatte yola çıkıyorsun ki bundan önce böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Yoksa sen arkadaşınızın ne dediğini duymadın mı?" Useyd: "Hangi arkadaş ya Resulallah?" dedi. Peygamberimiz: "Abdullah b. Ubey" dedi. Useyd: "Ne dedi?" diye sordu. Peygamberimiz: "Eğer Medine'ye dönerlerse şereflilerin aşağılıkları oradan çıkaracağını iddia etti" dedi. Bunun üzerine Useyd: "Ey Allah'ın elçisi Allah'a And olsun ki eğer sen dilersen onu Medine'den çıkarırsın. Allah'a And olsun ki aşağılık olan odur ve sen şereflisin" dedi ve şunları ekledi: "Ey Allah'ın elçisi O'na yumuşak davran, Allah'a And olsun ki, Allah seni bize gönderdiği zaman kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o, senin onun elindeki mülkü aldığını düşünüyor.
 
Sonra Hz. Peygamber o gün halkı akşama kadar yürüttü ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı. Aynı gün güneş iyice rahatsız edene kadar yürüdüler. Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi. Daha yere oturur oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber halkı önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul olayı ile ilgilenmekten alıkoymak için böyle yapmıştı.
 
İbn İshak diyor ki: Yüce Allah'ın münafıklardan söz ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki kimseler hakkında inmiştir. Bu sure indiği zaman Peygamber Efendimizin Zeyd b. Erkam'ın kulağından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "işte bu adam kulağı ile Allah'a karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir." Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah ta babası ile ilgili bu meseleyi duymuştu.
 
İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade'nin anlattığına göre Abdullah Peygamber Efendimizin yanına gelmiş ve "Ya Resulallah duyduğuma göre, bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey'i öldürmek istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana emret başını sana getireyim. Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini bir başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey'i öldürürse, nefsimin babamın katilini insanlar arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı gibi onu öldürmekten korkarım. Bir kafire karşılık bir mü'mini öldürüp cehenneme girmekten endişelenirim" demişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştu: Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz."
 
Bundan sonra Abdullah B. Ubey herhangi bir olay çıkaracak olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları kınanırdı. Bu durumu haber alınca Peygamberimiz Ömer B. Hattab'a şöyle demişti: "Görüyor musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi. Ama bugün onlara onu öldürmelerini emretsem hemen öldürürler." Hz. Ömer diyor ki: "O gün Peygamber Efendimizin görüşünün benim görüşümden daha isabetli, daha bereketli olduğunu anladım: '
 
İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının anlattığına göre, halk Medine'ye girmeye başladığı sıralarda Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah Medine'nin giriş kapısının önünde durmuş ve kılıcını kınından çekmiş durumda bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası Abdullah b. Ubey gelince: "Geri dön!" dedi. Babası: "Ne oluyor sana, yazıklar olsun" dedi. Oğlu: "Vallahi Resulallah izin vermedikçe buradan geçemezsin. Çünkü o şereflidir, sense aşağılıksın: ' dedi. Peygamber Efendimiz gelince -Peygamberimiz kafilenin ardından gözcü olarak gelirdi- babası oğlu Abdullah'ı ona şikayet etti. Oğlu: "Vallahi, ya Resulallah, sen ona izin vermedikçe o, bu kapıdan içeri giremez" dedi. Peygamberimiz girmesine izin verdi. Bunun üzerine Abdullah babasına: "Resulallah sana izin verdiğine göre şimdi şehre girebilirsin" dedi.
 
Bir olaylara, bir olayların kahramanlarına, bir de Kur'an ayetlerine bakıyoruz ve kendimizi Peygamberimizin hayatı ile, ilahi eğitim sistemi ile, olayları yönlendiren hayret verici Allah'ın kaderi ile karşı karşıya buluyoruz.
 
İşte bu, Müslümanların oluşturduğu saftır. Aralarında münafıklar kol geziyor. On seneye yakın bir süre -Peygamberimiz hayattayken- Müslümanlar arasında yaşıyorlar. Peygamber Efendimiz de onları İslam safının dışına çıkarmıyor. Yüce Allah onların adlarını ve şahıslarını vefatına yakın bir süreye kadar kendisine bildirmiyor. Gerçi Peygamberimiz onları konuşma biçimlerinden, kaypaklıklarından ve çevirdikleri dolaplardan, heyecanların, endişelerin yansıdığı yüz hatlarından tanıyordu. Bunun sebebi yüce Allah'ın kalpleri ilgilendiren meseleleri insanlara bırakmamış olmasıdır. Çünkü kalpler sadece Allah'ın kontrolündedirler. Kalplerde olanları sadece O bilir ve bu bilgisi uyarınca onları sorguya çeker. insanlara gelince meselenin dışa yansımış şekli onları ilgilendirir. Böylece zanna dayanarak birbirlerini suçlamaları önlenmiş olur. Bu sayede sezgiden yola çıkarak herhangi bir meselede karar vermeye kalkışmazlar. Öyle ki yüce Allah Peygamberimizin hayatının sonuna doğru, halâ münafıklıklarını sürdüren bir gurubu kendisine bildirdiği halde Peygamberimiz onları cemaatten atmamıştı. Çünkü onlar Müslüman görünüyor, İslam'ın öngördüğü farzları yerine getiriyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz onları bilmek ve sadece arkadaşları arasında birine, Huzeyfe b. Yeman'e bildirmekle yetinmişti. Müslümanlar arasında onları deşifre etmemişti. Hatta Hz. Ömer Peygamberimizin kendisini münafık olarak nitelendirmediğinden emin olmak için gelip Huzeyfe'ye kendisinin münafık olup olmadığını soruyordu. O da: Ya Ömer, sen onlardan değilsin diyor başka da bir şey demiyordu. Hz. Peygambere hiçbir zaman ölen bir münafığın cenaze namazını kılmaması emredilmişti. Arkadaşları Peygamberimizin birinin namazını kılmadığını gördüklerinde onun münafık olduğunu öğrenmiş oluyorlardı. Peygamber Efendimiz vefat ettikten sonra da Hz. Huzeyfe münafık olduğunu bildiği kimsenin namazını kılmazdı. Hz. Ömer, etrafına bakınmadıkça hiçbir cenazenin namazını kılmazdı. Şayet Huzeyfe'yi görseydi cenazenin münafıklara ait olmadığını bilirdi. Aksi taktirde o da cenazenin namazını kılmaz ve bir şey de söylemezdi.
 
İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar bir hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret alınmasını sağlama, ahlâk, düzen ve adap kurallarını yerleştirme amacı ile bu şekilde akıp gidiyordu.
 
Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu bu olay bile tek başına ders alınması , önemli sonuçların, öğütlerin çıkarılması gereken bir olaydır...
 
Şu Abdullah b. Ubeyy b. Selul'dur. Müslümanların arasında yaşıyor... Peygamber Efendimizin yakınında bulunuyor. Önünde ve arkasında cereyan eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamberimizin doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle görüyor. Ne var ki yüce Allah kalbini imana, doğru yola iletmiyor. Çünkü yüce Allah bu rahmetten, bu nimetten ona pay ayırmamıştır. Peygamberimizin İslam'ı Medine'ye getirmesi nedeniyle Evs ve Hazreç kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan, parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor. Sadece bu ihtiras onu doğru yola girmekten alıkoyuyor. Oysa her yönden bu yolu gösteren işaretlerle karşılaşıyordu. İslam'ın kaynağında, Yesrib'in aydınlığında yaşıyordu oysa..
Bu da onun oğlu Abdullah'tır. Fedakâr ve itaatkâr Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun değil. Yaptıklarına canı sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi davranıyor. Hz. Peygamberin babasını öldürtmek istediğini duyuyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık duygular, düşünceler geçiyor. Fakat o İslam'ı seviyor. Peygamber Efendimizin buyruğuna uymayı, babası hakkında da olsa Peygamberimizin emrini kendisinin yerine getirmesini arzuluyor. Bununla beraber bir başkasının gidip babasının boynunu vurmasını, sonra da gözlerinin önünde dolaşmasını hazmedemiyor. Nefsinin kendisine ihanet etmesinden, kan bağını kullanan şeytanı yenememekten, intikam duygusunu frenleyememekten endişeleniyor. Bu yüzden kalbinin içinde kopan fırtınalara karşı Peygamberinin, komutanının yardımına sığınıyor. Karşı karşıya kaldığı bu beklenmedik sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet yapmak zorundaysa babasın öldürme işini kendisine vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre uyacak, babasının kesik başını getirecektir. Tâ ki bir başkası bu işi üstlenmesin. Çünkü bu durumda babasının katilinin gözlerinin önünde dolaşmasına katlanamayacak, Dolayısıyla bir kafire karşılık bir mü'mini öldürmek suretiyle cehennemi boylayacaktır...
 
Burası öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam ki, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse ilişsin bir ürperti alır insanı. Bir insanın kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan kalkıyor Peygamber Efendimize dünyanın en zor işini -babasını öldürme işini- kendisine vermesini öneriyor. Bu öneride bulùnurken niyetinde doğrudur. Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor. İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kafire karşılık bir mü'mini öldürmeye zorlamasını, Dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir. Bu insan babasına yönelik beşeri zaafına karşı şunları söylüyor: "Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur." İşte bu insan, bu zaafına karşı Peygamberinin ve komutanının yardımına sığınıyor, bu sıkıntıdan kurtarmasını istiyor. Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya değiştirerek değil. -Çünkü onun emrine kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat babasının başını kesme işini kendisine vermesini istiyor.
 
Yüce Peygamber bu sıkıntılı, bu dertli mü'min nefsi görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek onu okşuyor, sıkıntısını gideriyor: "Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz" diyor. Bundan önce de Ömer b. Hattab'ı -Allah ondan razı olsun- görüşünden vazgeçiriyor: "Ya Ömer insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir?"
 
Sonra Peygamber Efendimizin ön sezişi güçlü ve her yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya müdahale etmesi, zamansız yola çıkma emrini verip herkes bitkin düşene kadar bu yolculuğu sürdürmesi... Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: "Ey Ensar!" "Ey Muhacirler!" diye bağırmak suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada güdülen bir diğer amaç ta, inanç sistemlerinin ve insanlığın tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz örnekleri olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey b. Selul'un yaktığı fitne ateşini söndürmek ve insanları buna kapılmaktan alıkoymaktır. Öte yandan Hz. Peygamberin Useyd b. Hudayr'a söylediği sözler, bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal bezginliğin belirtileri ve İslam'dan sonra bile akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan arkadaşının elinden tutma isteği, insanı ürpertici olaylardır.
 
Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son sahnesi karşısında duruyoruz. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu mü'min Abdullah'ın yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz. Abdullah kılıcıyla Medine'nin giriş kapısını tutmuş, babasının "Şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır" sözünü doğrularcasına, onun şehre girmesine izin vermiyor. Ona Allah'ın elçisinin şeréfli kendisininse aşağılık olduğunu gösteriyor. Resulallah gelip izin verene kadar babasını şehrin kapısında durduruyor ve Peygamber Efendimizin izniyle şehre girmesine müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken ve olayın geçtiği zaman diliminde kimin şerefli, kimin aşağılık olduğunu pratik olarak kanıtlıyor.
 
Dikkat edin bu, imanın o insanları yükselttiği erişilmez bir zirvedir. Onlar insan oldukları halde, insana özgü zaaflar, eğilimler ve duygular taşıdıkları halde iman onları bu zirveye çıkarmıştır. Bu durum İslam inancının mahiyetini en güzel ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. insanlar bu inanç sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları zaman, bizzat kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan, insanlar şeklinde yürüyen gerçekleri oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en doğru şekliyle ortaya çıkar.
 
Biz tekrar bu olayları içeren ayetlerin gölgesine dönüyoruz:
 
"Münafıklara: `Gelin de Allah'ın Resulü sizin için bağışlanma dilesin' denildiği zaman başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün."
 
Münafıklar kendi içyüzlerini ortaya çıkaran bazı davranışlarda bulunur, bazı sözler söylerlerdi. Bunların Peygamber Efendimize ulaştığını öğrendiklerinde ise korkmaya, utanmaya ve yeminler etmeye başlarlardı. Bu yeminleri koruyucu kalkanları olarak kullanırlardı. Birisi onlara "Gelin, Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dediği zaman, eğer Hz. Peygamberle yüz yüze gelmeyeceklerinden emin iseler üstünlük taslayarak büyüklük kompleksine kapılarak başlarını çevirirlerdi. Bu ikisi münafık ruhların birbirinin varlığını zorunlu kılan nitelikleridir. Böyle bir davranış genellikle akrabaları arasında saygın bir yere sahip kimselerce sergilenirdi. Fakat onlar özleri itibariyle yüzleşmekten korkan zayıf kimselerdi. Yüzleşmeyeceklerinden emin oldukları sürece büyüklük taslar, engellemelerde bulunur, başlarını çevirirlerdi. Yüzlenince de korkudan titrer, utanır ve yeminlere başvururlardı.
 
Bu yüzden hitap Peygamber Efendimize yöneltiliyor ve yüce Allah'ın onlara ilişkin bütün durumları kapsayan kararı belirtiyor. Yüce Allah'ın bu kararından sonra bağışlanma dileğinin onlara bir yarar sağlamayacağı vurgulanıyor:
 
"Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de birdir; Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez."
Bu arada yüce Allah'ın haklarında bu kararı vermesine neden oluşturan yoldan çıkmalarının bir yönü anlatılıyor:
 
"Bunlar: `Allah'ın peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler' diyen kimselerdir."
 
Bu sözlerde münafıkların iğrenç karakterleri ve pis tabiatları belirginleşmektedir. Aç bırakmak suretiyle işkence etme politikasıdır bu. Öyle anlaşılıyor ki inanç savaşlarında, dinlerin mücadelesinde hak ve iman karşıtları zaman ve mekan farklılığına rağmen hep bu yönteme başvurmuşlardır. Çünkü onlar basit anlayışlarından dolayı bir lokma ekmeği dünya hayatında her şey sanırlar. Herkesi kendileri gibi bildikleri için aç bırakmak suretiyle mü'minleri yeneceklerini sanırlar.
 
Kureyş'liler, Haşimoğullarını Peygamber Efendimize yardım etmekten vazgeçip etrafından dağılsınlar ve onu müşriklere teslim etsinler diye her türlü ilişkiyi keserek ekonomik ablukaya alırken bu yönteme başvurmuştu.
 
Kur'an ayetinde vurgulandığı gibi münafıklar da Peygamberimizin arkadaşları sıkıntı ve açlığın baskısına dayanamayıp dağılsınlar diye bu yönteme başvurmuşlardır.
 
Komünistler de bu yönteme başvuruyorlar. Ülkelerindeki dindar insanları yiyecek karnelerinden yoksun bırakarak ya açlıktan ölmek ya da Allah'ı inkar etmek namazı terk etmek durumunda bırakıyorlar.
 
Bu yöntem, İslam memleketlerinde Allah'ın davetine ve İslami diriliş hareketine karşı savaş açanların da başvurduğu bir yöntemdir. Ablukaya almak, aç bırakmak, iş ve geçimini sağlama yollarını tıkamaya çalışmak gibi yöntemlerle dava adamlarını sindirmeye çalışırlar.
 
işte böyle eski çağlardan günümüze kadar gelmiş geçmiş tüm iman karşıtları kesintisiz bu iğrenç yöntemi uygulamışlar. Ama onlar Kur'an-ı Kerim'in daha bu ayetin sonu gelmeden hatırlattığı şu basit gerçeği unutuyorlar:
 
"Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar anlamazlar."
 
Mü'minlerin rızklarını kontrolleri altına almak suretiyle egemenlik kurmaya çalışan bu adamlar da geçimlerini yüce Allah'ın göklerde ve yerdeki rızk kaynaklarından sağlıyorlar. Çünkü onlar kendi rızklarını yaratmıyorlar. Şu halde başkalarının rızklarını kesmeye kalkışmaları ne büyük düşüncesizlik ve ne derin anlayışsızlıktır.
 
İşte yüce Allah mü'minleri bu şekilde yüreklendiriyor. Allah düşmanlarının dava adamları ile giriştikleri her savaşta başvurdukları bu iğrenç tatbik, bu adi yöntem karşısında onları bu şekilde destekliyor, güçlendiriyor. Her canlının rızk kaynağının Allah'ın göklerde ve yerdeki hazineleri olduğu güvencesini veriyor. Hiç kuşkusuz düşmanlarına rızk veren dostlarını unutacak değildir. Yüce Allah'ın rahmeti düşmanları bile olsa kullarını açlığa mahkum etmemeyi, rızklarını kesmemeyi öngörmüştür. Yüce Allah rızklarını kesecek olsa kulların az veya çok hiçbir şekilde kendilerini rızklandıramayacaklarını bilir. Hiç kuşkusuz Allah, düşmanları bile olsa kullarına yapamayacakları bir sorumluluk yüklemeyecek kadar yücedir, kerimdir. Çünkü aç bırakma ancak bayağının bayağısı, alçağın alçağı insanların düşünebileceği bir yöntemdir.
 
Bir de münafıkların şu sözlerine değinelim:
 
"Diyorlar ki: "And olsun eğer Medine'ye dönersek şerefli olan, alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır."
 
Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu Abdullah'ın bunu nasıl gerçekleştirdiğin ve şerefli olan izin vermedikçe alçak olanı Medine'ye nasıl sokmadığını gördük.
 
"Şeref ancak Allah'ın, O'nun peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler."
 
Burada yüce Allah Peygamberini ve mü'minleri kendisi ile birlikte anıyor ve kendisine özgü olan şereften onlara da bahşediyor. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü derece sahip bir bağıştır ve ancak ulu Allah bu bağışta bulunabilir. Yüce Allah'ın peygamberini ve mü'minleri yanına alıp "işte biz! ve işte şereflilerin bayrağı. En üstün saf budur" demesinden daha büyük, daha onurlandırıcı bir bağış var mıdır?
 
Elbette ulu Allah doğru söylüyor. Allah üstünlüğü, şerefi imanın ikizi olarak mü'minin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu şeref Allah'ın üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile mü'minin kalbi gevşemez. iman oraya yerleşip kökleşince şeref ve üstünlükte beraberinde yerleşir, kökleşir.
 
"Fakat münafıklar bunu bilmezler."
 
Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru tatmamışlar ki. Onurun, üstünlüğün asıl kaynağına ulaşmamışlar ki!
 
MAL VE EVLADIN ALLAH'I UNUTTURMASI
 
Surenin içerdiği son mesaj, yüce Allah'ın peygamberi ile birlikte kendi safına aldığı, kendi üstünlüğünden, kendi şerefinden üstünlük ve şeref bahşettiği müminlere yöneliktir. Burada yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği onur verici düzeye yükselmeleri, münafıkların özelliklerini andıran her türlü özellikten soyutlanmaları, bu aydınlık ufku mal ve evlada tercih etmeleri, mal ve evladın kèndilerini bu nurlu makama çıkmaktan alıkoymasına izin vermemeleri isteniyor:
 
 
9- Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa İşte onlar ziyana uğrayanlardır.
 
10- Birinize ölüm gelip de: "Rabbim beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, İyilerden olsam " diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rızklardan sarf edin.
 
11- Allah, yaşama süresi dolduğu zaman hiçbir canı ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
 
Kalp uyanık olmadığı zaman, kendi varlığının amacından habersiz olduğu zaman, yüce Allah'ın kendi ruhundan bir soluk üflediği yaratığa yaraşır üstü bir hedefin bilincinde olmadığı zaman mal ve evlad ona ayak bağı olur, onu oyalar. Yüce Allah insan ruhuna kendi beşeri sınırları içinde bazı ilahi nitelikleri gerçekleştirme eğilimini, arzusunu yerleştirmiştir. Bunun yanı sıra yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmesi için ona mal ve evlat da bahşetmiştir. Fakat bunlar insanı Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır. İnsanlığının ancak onunla anlam kazandığı kaynakla iletişim kurmasına engel olmamalıdır. Bu kaynakla iletişim kurmaktan habersiz olanlar. Böyle bir iletişim kurabilmek için Allah'ı anmaya zaman bulamayanlar: "İşte onlar ziyana uğrayanlardır." ilk kaybettikleri şey de insan olma özelliğidir. Çünkü bu özellik insanı insan eden bu kaynakla iletişim kurmaya bağlıdır. Kendini kaybeden de istediği kadar mala ve evlada sahip ol-sun her şeyini kaybetmiş, zarar etmiş demektir.
 
Kur'an-ı Kerim Allah'ın verdiği rızktan Allah'ın kullarına hayır amaçlı harcamada bulunma konusu ile ilgili olarak bir tek ayette onların ruhlarına yönelik değişik yönlerden uyarıcı mesajlar gönderiyor.
 
"Size verdiğimiz rızktan sarf edin."
 
Önce sahip bulundukları rızkın kaynağını hatırlatıyor. Bu rızk iman ettikleri ve kendilerine bu rızktan hayır amaçlı harcamada bulunmalarını emreden Allah katından gelmiştir.
 
"Birbirinize ölüm gelmeden önce..."
 
Her şeyini başkasına bırakıp ta kendisine hiçbir şey ayırmadığını görmeden önce Allah rızası için maddi harcamada bulunun. Bunu yapmamak en koyu ahmaklıktır. Zararın en büyüğüdür.
 
Sonra insan kendisine biraz daha süre tanınmış olmasını, iyi ve yapıcı işle yapan kimselerden olması için hayır amaçlı harcamada bulunabilmeyi ister, temenni eder!
 
Fakat nerede bu fırsat? Ne yazık ki bu artık mümkün değildir: "Allah, yaşama süresi olduğu zaman hiçbir canı ertelemez: '
 
Ve daha önce yaptığı şeyler nerede? "Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bunlar, bir tek ayette yer alan değişik yönlerden gelen uyarıcı mesajlardı. Münafıkların karakteristik özellikleri ve müminlere yönelik yıkıcı faaliyetler sunulduktan sonra en uygun bir sırada iletiliyorlar. Mü'minlerin, kendilerini münafıkların komplolarına karşı koruyan Allah'ın safında yer alıyor olsalar bile imanın yükümlülüklerini anında yerine getirmeleri ve Allah'ı anmaktan geri durmamaları her şeyden çok gereklidir. Çünkü imanın kaynağı Allah'ı anmaktır
İşte yüce Allah Kur'ana Kerim aracılığı ile Müslümanları bu şekilde eğitiyor.
 
 

Fizilal Anasayfasına dönebilirsiniz!