Malper/Anasayfa
M.Nureddin Yekta'nin sayfasina hoş geldiniz!..

Hayat ve Hatıralarım

Qijiltax Medresesinde Keso’nun Pazartesi’si

Yıl 1970 yılının Mayıs ayı başlarında rahmetli babam beni Muş’un bir merkez köyüne (Qijiltax) medreseye götürdü. Bir oğlunun medreselerde okuyup Mela (Hoca) olması onun en büyük dileklerinden birisiydi. Benden büyük her yedi ağabeyimi de okutmuştu ama hiçbiri medreseyi bitirememişti. Ben onun son ümidi idim. Beni medreseye teslim ettikten sonra oradan ayrıldı. Kendisiyle dışarı çıktım ve o gidince kayboluncaya kadar peşinden dakikalarca ağlamıştım.

Medresede 13 kişi idik, en küçüğü ben idim. Arkadaşlar kendi aralarında bana „feqiyê qicik“ (küçücük talebe) derlerdi. Daha ilkokula başlamadan Kur’an okumaya başlamıştım ama yeniden Kur’an'ı tekrar etmekle okumaya başladım.

Benim dersimi Sason’lu Mela Cemil dedikleri bir arkadaşımız veriyordu. Zira Seyda küçük talebelerin dersleriyle ilgilenmiyordu. Kendisi ne kadar alimdi bilemiyorum ama çok hadis ezberlemişti. O zaman Merhum Mela Mustafa Barzani hayranlarından biriydi. Türkçeyi doğru dürüst konuşamıyordu. Öyleki ben daha ilkokul 4. sınıf karnesini yeni almama rağmen ondan daha iyi türkçe konuşuyordum. İmam-Hatipte okuyan Zülkif adında bir arkadaşımız hariç ben hepsinden daha iyi türkçe biliyordum. Onun için türkçe sözkonusu olunca Seyda beni çağırırdı.
Talebeler sınıf açısından ikiye ayrılıyorlardı. Molla Cami kitabına kadar okuyanlara Mela, daha aşağıda olanlara da Feqih denirdi.

Birgün ben ve Mela arkadaşlardan biri Mela Mahmut'la türkçe bir kelime üzerinde tartıştık. Bir kelimeyi yanlış telaffuz ediyor ve benim ısrarlarıma rağmen kabul etmiyordu. Ben küçük olduğum için sözüm pek makbul değildi. Hatta bazen bana kızıyor ve bağırıyordu. O sırada Seyda içeri girdi ve „ne oluyor?“ diye sordu. Şimdi hatırlayamıyorum ama mevzuyu kendisine anlatmıştık. O da benim sözümüm doğruluğunu tasdik etti. Mela Mahmut itiraz etti.
–Seyda sen türkçe bilmiyorsun ki, hangisinin doğru olduğunu nerden bilebilirsin? Dedi.
Seyda biraz kızdı. “Evet ben türkçe bilmiyorum ama bildiğim kelimeleri de tam bilirim” dedi.

Mela Mahmut medreseye benden birkaç gün sonra geldi. Seydanın talebelerinin özgeşmişi hakında yaptığı araştırmadan Mahmut 'den medeni halini sorunca „ben nişanlıyım, düğünüm 20 gün sonradır“ diye cevap verdi. Bir aksilikten dolayı düğün sonbahara kalınca Seyda, sık sık „yaho Mela Mahmut şu 20 gün ne zaman bitecek diye“ ona takılıyor ve hepimiz gülüyorduk.

Mela Mahmut uzaktan akrabam olurdu. Onun medreseye gelişi beni sevindirmşti. Nede olsa akrabam, küçüklüğüm sebebiyle ezilmiyeceğim diye düşünüyordum. Benim dersimi Sasonlu Mela Cemil adında biri veriyordu. Akrabam gelince "artık dersimi o versin daha iyi olur" diye düşünüyordum ama bir sebep bulunmalıydı.

Derken birgün Mela Cemil Muş'a gitti. Bu fırsattan istifade ederek Mela Mahmut 'un yanına gittim. Kur'an'ın bir sahifesini bana okuttu. Ben kem-kum edercesine okuyunca "yok öyle olmaz, böyle okunmaz" deyip Kur'an'ı elimden aldı. Vıııııızzzzzzz vıııııızzzzzzz diye tabir edebileceğim bir çekilde bir ya da iki nefeste Kur'an'ın bir sahifesini okuyuverdi. "Îşte ders böyle okunur" dedi. Ben itiraz edip "abi ama sen yıllardır okuyorsun ben.." dedim, yani daha sözümü bitirmeden o "yok canım sen ahmaksın, okuyamıyorsun" deyip beni azarladı. Îçimden "bir daha senin yanında ders okursam benden daha ahmakı olmasın deyip" yanından ayrıldım ve yine bir daha onun yanında ders okumadım. Bana ders verir, korur diye sevinirken, daha ilk derste sevgisini gösterdiği gibi, diğer büyük talebelerden daha çok beni hizmetinde çalıştırıyordu. Hiç unutamıyorum, birgün sigarası bitmiş ve beni kendisine sigara almam için medreseden Muş'a gönderdi. 12 (oniki) km. yol gittim ve döndüm, yani 24 km. yolu bir paket sigara için gitmiş ve gelmiştim, hem de yaya olarak. Böylece akrabalığımın mükâfatını almıştım!...

Ben medreseye vardığım gün Seyda evleneli 20 gün olmuştu. Hep karısının tembelliğinden şikayet ederdi. Bir de evlenme macerası var ki yazmadan geçemiyeceğim:

Seyda hatırladığım kadarıyla 35 yaşlarında idi, daha evlenmemiş kendisini medrese hizmetine adadığını söylüyormuş. Medresenin çay ve şekeri ona aitti. Onun için de medreselerde en çok bulduğumuz nimet çaydı. Günde enaz 3 posta çay içerdik. Şimdi belki 3 posta çay azdır diyenleriniz olabilir ama 70 li yıllarda haftada ya da ayda bir defa çay görmeyenler de vardı Kurdistan’da. Caminin etrafı çalı-çırpılarla çevrilmişti. İçinde camiye has bir de bahçesi vardı. Hemen yanında bir tulumba bulunuyor, köyün üçte birinin suyu oradan karşılanıyordu.

Seyda bir gün bahçede oturmuş kitap mutala’a ediyormuş. O arada köyden iki gelin su almak için gelmiş ve tulumbanın başında dedikodu yapıyorlarmıs. Hani derler ya iki kadın nahıra sıĝır katmak için buluşmuşlar, sabahtan akşama kadar konuşmuşlar bir de bakmışlar ki akşam oldu nahır köye geri döndü. Biri demişki „sözümüz bitmedi ama gerisini yarın konuşuruz“ diye. Bu gelinler de birçok kişinin dedikodusunu yaptıktan sonra sıra Seyda’ya gelmiş. Biri demişki:
-Seyda’nın yaşı geçti acaba niye evlenmiyor? Öteki kadın;
-Kendisi medrese ile ilgilendiği için zaman bulamıyor galiba.
-Yok canım sen duymamışsın, kendisi erkek değilde ondan, demiş.
Seyda bu lafı duyunca hemen içeri giriyor ve talabelere; „Hepiniz toplanın ben evlenmek istiyorum“ demiş. Talebeler şaşırmışlar. Ne oldu birdenbire.
Seyda: "Bana bir kız bulununcaya kadar size ders yok, haydin şimdi düşünün nerede bana uygun bir kız var ? Herkes düşünsün!"

Sonunda ona bir hocanın kızını tavsiye etmiş bir talebe arkadaşımız. Kızı görüp görmediğini ve kendisine layık olup olmadığını soran ve aldığı cevaptan memnun kalan Seyda, kızı görmeden köylüyü çağırmış ve Şêxela dediğimiz köye, köy imamının kızını istemeleri için göndermişti. Köylü kızı istemek için Şêxela’ya gidiyorlar. Kız isteniyor, başlık parası kesiliyor. Seyda tarafı başlığı çok bulunca tartışma çıkıyor her iki köy arasında. İş inada binince başlığı veren Seyda tarafı kızı alıp köye dönüyorlar.

Seyda kızı verdiler mi acaba düşünürken gelin köye geliyor.

Akşam herkes dağılıp Seyda hanımla başbaşa kalınca hanımın ilk sözü şu oluyor.
-Mela senin o iki oğlun nerde?
-Hangi iki oğul?
-Hani ölen karının iki oğlu?
Seyda şaşırmış, ben daha evlenmedim. Bu kadın daha dün beni tanımıyordu, kim bu yalanları uydurdu diye! Ama Seyda işi pişkinliğe vuruyor acaba daha hangi yalanları uydurmuşlar hakkımda diye hanımını biraz daha konuşturmak istiyor.

-Ya! Ha onlar mı, onlar şu anda Muş’ta yatılı okuldalar.
Kadın bu lafı duyunca başlar ağlamaya;
-Ya demek duyduklarım doğruymuş? Peki Mela senin eski karının adı neydi?
Bu soru karşısında Seyda sessiz kalmış. Neden? Çünkü Seyda’nın aklına bir türlü bir kadının adı gelmemiş. Hanımı neden cevap vermediğini sorunca, Seyda bir türlü ismini hatırlayamadığını söylemiş. Kadın o zaman yalandır, insan hanımının adını hatırlamaz mı?

Seyda bunları bize anlatırken Bingöl’lü Mela Behcet adında bir arkadaşımız;
Seyda bari hanımına onun adını söyleseydin, hani onun adı da senin adın gibi şuydu!
Seyda güldü:
-Arkadaşlar vallahi o an aklıma bunun adı da gelmedi ki söylüyeyim. Ne kadar düşündüysem aklıma sadece erkek ismi geliyordu. Onu da söyleyemedim karım bu sefer de beni ...? le suçlardı diye.

Talebeler fikir olarak da ikiye ayrılıyorlardı. O zamanki tabirle Kürtçüler ve Nurcular diye. Sanki iki ayrı din ve milletin insanlarıymışcasına birbirleriyle mücadele eder, hatta bazen bozuşurlardı.
İşin kötü tarafı akrabam olan Mela'nın Nurcu, bana ders veren Mela Cemil'in ise Kürtçü olmasıydı. Birgün büyük Seyda yoktu. Cigerxwîn sözkonusu oldu. Talebeler tartıştılar. Tartışma alevlendi Mela Mahmut ile Mela Cemil kavga ettiler. Arkadaşlar araya girip ayırdılar. Herkes kendi taraftarlarını alıp caminin bir köşesine oturdular, ama dil münakaşası hala devam ediyordu. Ben tek caminin diĝer bir köşesine çekildim, onları seyrediyordum. Benim Seydam olan Mela Cemil bana bakarak;
-Feqiyê qıcık sen niye öyle ayrı tek oturuyor, hiç birimizin yanına gelmiyorsun? dedi. (yani bir gruba girmiyorsun demek istedi) Ben şöyle cevap verdim: "Her iki taraf ta müslüman ve kürd, kanaatimce bir insanın hem kürd hem de Risale-i Nur talebesi olmasında bir sakınca yoktur, ama ben sizin bu çekişmenizden bir şey anlamıyorum." dedim.
Mela Cemil henüz bana cevap vermeden, benim akrabam olan o Mela bağırdı;
-Sus!.. Sen ne b…. bilirsin" dedi.

Mela Cemil gözleriyle beni epeyce süzdükten sonra;
-Haklısın, biz de niçin kavga yapıyoruz bilemiyoruz, dedi. O zamanlar o Mela Cemil’in kıymetini bilemiyorduk belki, ama bugün onu bulabilsem ellerinden öperdim. Hem seydam olması ve hem de daha 1970 li yıllarda, gençliğinde, kendisini tanıdığı için!..

Sözlü münakaşa devam ederken dışardan bir ses duyuldu, Seyda geldi korkusuyla kavgaya son verdiler ve herkes dersini okuyormuş gibi sessizce bir kenara çekildi.

Kürd meselesi ile ilk kez burada tanıştım. Bu medresede Mela Medeni adında Botan'lı bir hoca vardı, ara sıra bizim medreseye geliyordu. Sanırım Seyda'nın tanıdığıydı. O Mela Mustafa Berzani'nin fotoğraflarını, dergilerini getiriyor ve bize gösteriyordu. Onun mücadelesinden, araplara karşı yaptığı savaşlardan bahsediyor, bize sevdirmeyi hedeflerdi. Doğrusu biz de Mela Mustafa Barzani'yi sevmeye başlamıştık. Ama kürd meselesinin büyüklüğünü, uluslararası boyutunu bilemezdik tabi.

Günler böyle geçerken, sonbahar yaklaştı. Köylünün feqihlere getirdikleri zekat mahsulu camide toplanıyor, talebeler de bunu satarak kış hazırlığını yapıyorlardı. Toplanan zekattan bir mikdar arpayı Keso isminde bir köylü satın almak istedi. Melalar ile yapılan pazarlık sonucu arpayı aldı. O gün Çarşamba idi, parayı da Pazartesi günü vereceğim dedi. Ama haftalar geçti, Keso bir türlü parayı getirmedi.
Derken birgün talebeler meseleyi Seyda'ya götürdüler.
Seyda güldü "oğlum Keso Pazartesi günü demiş ama hangi pazartesi? Yılda 52 tane pazartesi var, hatta önümüzdeki yıllarda da pazartesiler var." herkes gülmüştü.
Eylül ayı geldi ve okullar açıldı. Ben bu medreseden ayrılıp köyüme dönünceye kadar geçen pazartesilerde Keso parayı getirmemişti, ama daha sonra hangi yıl hangi ay hangi Pazartesi günü parayı verdi ya da hiç vermedi bilemiyorum.

Evet köyüme döndüm okula başladım. O yazın bizim köye yeni bir imam gelmişti. Kendisi erkek çocuklara, hanımı da kız çocuklalara ders veriyordu. Ben sabahları okula gidiyordum öğleden sonraları da camide bu yeni imamın yanında arapça ders okuyordum.

Köyümüzde tek sınıflı bir okul vardı, öğrenci sayısı 130 idi. O yüzden öğrenciler sabahcı öğlenci diye ikiye ayrılıyorduk.
 

M.Nureddin Yekta
30.03.2007

 

Hayat ve Hatıralarım sayfasına dönebilirsiniz!