Yıl 1970
yılının
Mayıs
ayı
başlarında
rahmetli
babam
beni
Muşun
bir
merkez
köyüne
(Qijiltax)
medreseye
götürdü.
Bir
oğlunun
medreselerde
okuyup
Mela
(Hoca)
olması
onun en
büyük
dileklerinden
birisiydi.
Benden
büyük
her yedi
ağabeyimi
de
okutmuştu
ama
hiçbiri
medreseyi
bitirememişti.
Ben onun
son
ümidi
idim.
Beni
medreseye
teslim
ettikten
sonra
oradan
ayrıldı.
Kendisiyle
dışarı
çıktım
ve o
gidince
kayboluncaya
kadar
peşinden
dakikalarca
ağlamıştım.
Medresede
13 kişi
idik, en
küçüğü
ben
idim.
Arkadaşlar
kendi
aralarında
bana
feqiyê
qicik
(küçücük
talebe)
derlerdi.
Daha
ilkokula
başlamadan
Kuran
okumaya
başlamıştım
ama
yeniden
Kuran'ı
tekrar
etmekle
okumaya
başladım.
Benim
dersimi
Sasonlu
Mela
Cemil
dedikleri
bir
arkadaşımız
veriyordu.
Zira
Seyda
küçük
talebelerin
dersleriyle
ilgilenmiyordu.
Kendisi
ne kadar
alimdi
bilemiyorum
ama çok
hadis
ezberlemişti.
O zaman
Merhum
Mela
Mustafa
Barzani
hayranlarından
biriydi.
Türkçeyi
doğru
dürüst
konuşamıyordu.
Öyleki
ben daha
ilkokul
4. sınıf
karnesini
yeni
almama
rağmen
ondan
daha iyi
türkçe
konuşuyordum.
İmam-Hatipte
okuyan
Zülkif
adında
bir
arkadaşımız
hariç
ben
hepsinden
daha iyi
türkçe
biliyordum.
Onun
için
türkçe
sözkonusu
olunca
Seyda
beni
çağırırdı.
Talebeler
sınıf
açısından
ikiye
ayrılıyorlardı.
Molla
Cami
kitabına
kadar
okuyanlara
Mela,
daha
aşağıda
olanlara
da Feqih
denirdi.
Birgün
ben ve
Mela
arkadaşlardan
biri
Mela
Mahmut'la
türkçe
bir
kelime
üzerinde
tartıştık.
Bir
kelimeyi
yanlış
telaffuz
ediyor
ve benim
ısrarlarıma
rağmen
kabul
etmiyordu.
Ben
küçük
olduğum
için
sözüm
pek
makbul
değildi.
Hatta
bazen
bana
kızıyor
ve
bağırıyordu.
O sırada
Seyda
içeri
girdi ve
ne
oluyor?
diye
sordu.
Şimdi
hatırlayamıyorum
ama
mevzuyu
kendisine
anlatmıştık.
O da
benim
sözümüm
doğruluğunu
tasdik
etti.
Mela
Mahmut
itiraz
etti.
Seyda
sen
türkçe
bilmiyorsun
ki,
hangisinin
doğru
olduğunu
nerden
bilebilirsin?
Dedi.
Seyda
biraz
kızdı.
Evet
ben
türkçe
bilmiyorum
ama
bildiğim
kelimeleri
de tam
bilirim
dedi.
Mela
Mahmut
medreseye
benden
birkaç
gün
sonra
geldi.
Seydanın
talebelerinin
özgeşmişi
hakında
yaptığı
araştırmadan
Mahmut
'den
medeni
halini
sorunca
ben
nişanlıyım,
düğünüm
20 gün
sonradır
diye
cevap
verdi.
Bir
aksilikten
dolayı
düğün
sonbahara
kalınca
Seyda,
sık sık
yaho
Mela
Mahmut
şu 20
gün ne
zaman
bitecek
diye
ona
takılıyor
ve
hepimiz
gülüyorduk.
Mela
Mahmut
uzaktan
akrabam
olurdu.
Onun
medreseye
gelişi
beni
sevindirmşti.
Nede
olsa
akrabam,
küçüklüğüm
sebebiyle
ezilmiyeceğim
diye
düşünüyordum.
Benim
dersimi
Sasonlu
Mela
Cemil
adında
biri
veriyordu.
Akrabam
gelince
"artık
dersimi
o versin
daha iyi
olur"
diye
düşünüyordum
ama bir
sebep
bulunmalıydı.
Derken
birgün
Mela
Cemil
Muş'a
gitti.
Bu
fırsattan
istifade
ederek
Mela
Mahmut
'un
yanına
gittim.
Kur'an'ın
bir
sahifesini
bana
okuttu.
Ben
kem-kum
edercesine
okuyunca
"yok
öyle
olmaz,
böyle
okunmaz"
deyip
Kur'an'ı
elimden
aldı.
Vıııııızzzzzzz
vıııııızzzzzzz
diye
tabir
edebileceğim
bir
çekilde
bir ya
da iki
nefeste
Kur'an'ın
bir
sahifesini
okuyuverdi.
"Îşte
ders
böyle
okunur"
dedi.
Ben
itiraz
edip
"abi ama
sen
yıllardır
okuyorsun
ben.."
dedim,
yani
daha
sözümü
bitirmeden
o "yok
canım
sen
ahmaksın,
okuyamıyorsun"
deyip
beni
azarladı.
Îçimden
"bir
daha
senin
yanında
ders
okursam
benden
daha
ahmakı
olmasın
deyip"
yanından
ayrıldım
ve yine
bir daha
onun
yanında
ders
okumadım.
Bana
ders
verir,
korur
diye
sevinirken,
daha ilk
derste
sevgisini
gösterdiği
gibi,
diğer
büyük
talebelerden
daha çok
beni
hizmetinde
çalıştırıyordu.
Hiç
unutamıyorum,
birgün
sigarası
bitmiş
ve beni
kendisine
sigara
almam
için
medreseden
Muş'a
gönderdi.
12
(oniki)
km. yol
gittim
ve
döndüm,
yani 24
km. yolu
bir
paket
sigara
için
gitmiş
ve
gelmiştim,
hem de
yaya
olarak.
Böylece
akrabalığımın
mükâfatını
almıştım!...
Ben
medreseye
vardığım
gün
Seyda
evleneli
20 gün
olmuştu.
Hep
karısının
tembelliğinden
şikayet
ederdi.
Bir de
evlenme
macerası
var ki
yazmadan
geçemiyeceğim:
Seyda
hatırladığım
kadarıyla
35
yaşlarında
idi,
daha
evlenmemiş
kendisini
medrese
hizmetine
adadığını
söylüyormuş.
Medresenin
çay ve
şekeri
ona
aitti.
Onun
için de
medreselerde
en çok
bulduğumuz
nimet
çaydı.
Günde
enaz 3
posta
çay
içerdik.
Şimdi
belki 3
posta
çay
azdır
diyenleriniz
olabilir
ama 70
li
yıllarda
haftada
ya da
ayda bir
defa çay
görmeyenler
de vardı
Kurdistanda.
Caminin
etrafı
çalı-çırpılarla
çevrilmişti.
İçinde
camiye
has bir
de
bahçesi
vardı.
Hemen
yanında
bir
tulumba
bulunuyor,
köyün
üçte
birinin
suyu
oradan
karşılanıyordu.
Seyda
bir gün
bahçede
oturmuş
kitap
mutalaa
ediyormuş.
O arada
köyden
iki
gelin su
almak
için
gelmiş
ve
tulumbanın
başında
dedikodu
yapıyorlarmıs.
Hani
derler
ya iki
kadın
nahıra
sıĝır
katmak
için
buluşmuşlar,
sabahtan
akşama
kadar
konuşmuşlar
bir de
bakmışlar
ki akşam
oldu
nahır
köye
geri
döndü.
Biri
demişki
sözümüz
bitmedi
ama
gerisini
yarın
konuşuruz
diye. Bu
gelinler
de
birçok
kişinin
dedikodusunu
yaptıktan
sonra
sıra
Seydaya
gelmiş.
Biri
demişki:
-Seydanın
yaşı
geçti
acaba
niye
evlenmiyor?
Öteki
kadın;
-Kendisi
medrese
ile
ilgilendiği
için
zaman
bulamıyor
galiba.
-Yok
canım
sen
duymamışsın,
kendisi
erkek
değilde
ondan,
demiş.
Seyda bu
lafı
duyunca
hemen
içeri
giriyor
ve
talabelere;
Hepiniz
toplanın
ben
evlenmek
istiyorum
demiş.
Talebeler
şaşırmışlar.
Ne oldu
birdenbire.
Seyda:
"Bana
bir kız
bulununcaya
kadar
size
ders
yok,
haydin
şimdi
düşünün
nerede
bana
uygun
bir kız
var ?
Herkes
düşünsün!"
Sonunda
ona bir
hocanın
kızını
tavsiye
etmiş
bir
talebe
arkadaşımız.
Kızı
görüp
görmediğini
ve
kendisine
layık
olup
olmadığını
soran ve
aldığı
cevaptan
memnun
kalan
Seyda,
kızı
görmeden
köylüyü
çağırmış
ve
Şêxela
dediğimiz
köye,
köy
imamının
kızını
istemeleri
için
göndermişti.
Köylü
kızı
istemek
için
Şêxelaya
gidiyorlar.
Kız
isteniyor,
başlık
parası
kesiliyor.
Seyda
tarafı
başlığı
çok
bulunca
tartışma
çıkıyor
her iki
köy
arasında.
İş inada
binince
başlığı
veren
Seyda
tarafı
kızı
alıp
köye
dönüyorlar.
Seyda
kızı
verdiler
mi acaba
düşünürken
gelin
köye
geliyor.
Akşam
herkes
dağılıp
Seyda
hanımla
başbaşa
kalınca
hanımın
ilk sözü
şu
oluyor.
-Mela
senin o
iki
oğlun
nerde?
-Hangi
iki
oğul?
-Hani
ölen
karının
iki
oğlu?
Seyda
şaşırmış,
ben daha
evlenmedim.
Bu kadın
daha dün
beni
tanımıyordu,
kim bu
yalanları
uydurdu
diye!
Ama
Seyda
işi
pişkinliğe
vuruyor
acaba
daha
hangi
yalanları
uydurmuşlar
hakkımda
diye
hanımını
biraz
daha
konuşturmak
istiyor.
-Ya! Ha
onlar
mı,
onlar şu
anda
Muşta
yatılı
okuldalar.
Kadın bu
lafı
duyunca
başlar
ağlamaya;
-Ya
demek
duyduklarım
doğruymuş?
Peki
Mela
senin
eski
karının
adı
neydi?
Bu soru
karşısında
Seyda
sessiz
kalmış.
Neden?
Çünkü
Seydanın
aklına
bir
türlü
bir
kadının
adı
gelmemiş.
Hanımı
neden
cevap
vermediğini
sorunca,
Seyda
bir
türlü
ismini
hatırlayamadığını
söylemiş.
Kadın o
zaman
yalandır,
insan
hanımının
adını
hatırlamaz
mı?
Seyda
bunları
bize
anlatırken
Bingöllü
Mela
Behcet
adında
bir
arkadaşımız;
Seyda
bari
hanımına
onun
adını
söyleseydin,
hani
onun adı
da senin
adın
gibi
şuydu!
Seyda
güldü:
-Arkadaşlar
vallahi
o an
aklıma
bunun
adı da
gelmedi
ki
söylüyeyim.
Ne kadar
düşündüysem
aklıma
sadece
erkek
ismi
geliyordu.
Onu da
söyleyemedim
karım bu
sefer de
beni
...? le
suçlardı
diye.
Talebeler
fikir
olarak
da ikiye
ayrılıyorlardı.
O
zamanki
tabirle
Kürtçüler
ve
Nurcular
diye.
Sanki
iki ayrı
din ve
milletin
insanlarıymışcasına
birbirleriyle
mücadele
eder,
hatta
bazen
bozuşurlardı.
İşin
kötü
tarafı
akrabam
olan
Mela'nın
Nurcu,
bana
ders
veren
Mela
Cemil'in
ise
Kürtçü
olmasıydı.
Birgün
büyük
Seyda
yoktu.
Cigerxwîn
sözkonusu
oldu.
Talebeler
tartıştılar.
Tartışma
alevlendi
Mela
Mahmut
ile Mela
Cemil
kavga
ettiler.
Arkadaşlar
araya
girip
ayırdılar.
Herkes
kendi
taraftarlarını
alıp
caminin
bir
köşesine
oturdular,
ama dil
münakaşası
hala
devam
ediyordu.
Ben tek
caminin
diĝer
bir
köşesine
çekildim,
onları
seyrediyordum.
Benim
Seydam
olan
Mela
Cemil
bana
bakarak;
-Feqiyê
qıcık
sen niye
öyle
ayrı tek
oturuyor,
hiç
birimizin
yanına
gelmiyorsun?
dedi.
(yani
bir
gruba
girmiyorsun
demek
istedi)
Ben
şöyle
cevap
verdim:
"Her iki
taraf ta
müslüman
ve kürd,
kanaatimce
bir
insanın
hem kürd
hem de
Risale-i
Nur
talebesi
olmasında
bir
sakınca
yoktur,
ama ben
sizin bu
çekişmenizden
bir şey
anlamıyorum."
dedim.
Mela
Cemil
henüz
bana
cevap
vermeden,
benim
akrabam
olan o
Mela
bağırdı;
-Sus!..
Sen ne
b
.
bilirsin"
dedi.
Mela
Cemil
gözleriyle
beni
epeyce
süzdükten
sonra;
-Haklısın,
biz de
niçin
kavga
yapıyoruz
bilemiyoruz,
dedi. O
zamanlar
o Mela
Cemilin
kıymetini
bilemiyorduk
belki,
ama
bugün
onu
bulabilsem
ellerinden
öperdim.
Hem
seydam
olması
ve hem
de daha
1970 li
yıllarda,
gençliğinde,
kendisini
tanıdığı
için!..
Sözlü
münakaşa
devam
ederken
dışardan
bir ses
duyuldu,
Seyda
geldi
korkusuyla
kavgaya
son
verdiler
ve
herkes
dersini
okuyormuş
gibi
sessizce
bir
kenara
çekildi.
Kürd
meselesi
ile ilk
kez
burada
tanıştım.
Bu
medresede
Mela
Medeni
adında
Botan'lı
bir hoca
vardı,
ara sıra
bizim
medreseye
geliyordu.
Sanırım
Seyda'nın
tanıdığıydı.
O Mela
Mustafa
Berzani'nin
fotoğraflarını,
dergilerini
getiriyor
ve bize
gösteriyordu.
Onun
mücadelesinden,
araplara
karşı
yaptığı
savaşlardan
bahsediyor,
bize
sevdirmeyi
hedeflerdi.
Doğrusu
biz de
Mela
Mustafa
Barzani'yi
sevmeye
başlamıştık.
Ama kürd
meselesinin
büyüklüğünü,
uluslararası
boyutunu
bilemezdik
tabi.
Günler
böyle
geçerken,
sonbahar
yaklaştı.
Köylünün
feqihlere
getirdikleri
zekat
mahsulu
camide
toplanıyor,
talebeler
de bunu
satarak
kış
hazırlığını
yapıyorlardı.
Toplanan
zekattan
bir
mikdar
arpayı
Keso
isminde
bir
köylü
satın
almak
istedi.
Melalar
ile
yapılan
pazarlık
sonucu
arpayı
aldı. O
gün
Çarşamba
idi,
parayı
da
Pazartesi
günü
vereceğim
dedi.
Ama
haftalar
geçti,
Keso bir
türlü
parayı
getirmedi.
Derken
birgün
talebeler
meseleyi
Seyda'ya
götürdüler.
Seyda
güldü
"oğlum
Keso
Pazartesi
günü
demiş
ama
hangi
pazartesi?
Yılda 52
tane
pazartesi
var,
hatta
önümüzdeki
yıllarda
da
pazartesiler
var."
herkes
gülmüştü.
Eylül
ayı
geldi ve
okullar
açıldı.
Ben bu
medreseden
ayrılıp
köyüme
dönünceye
kadar
geçen
pazartesilerde
Keso
parayı
getirmemişti,
ama daha
sonra
hangi
yıl
hangi ay
hangi
Pazartesi
günü
parayı
verdi ya
da hiç
vermedi
bilemiyorum.
Evet
köyüme
döndüm
okula
başladım.
O yazın
bizim
köye
yeni bir
imam
gelmişti.
Kendisi
erkek
çocuklara,
hanımı
da kız
çocuklalara
ders
veriyordu.
Ben
sabahları
okula
gidiyordum
öğleden
sonraları
da
camide
bu yeni
imamın
yanında
arapça
ders
okuyordum.
Köyümüzde
tek
sınıflı
bir okul
vardı,
öğrenci
sayısı
130 idi.
O yüzden
öğrenciler
sabahcı
öğlenci
diye
ikiye
ayrılıyorduk.
M.Nureddin
Yekta
30.03.2007 |